Yeni Üyelik
85.
Bölüm

Güneşin benim ayçiçeği

@hakugu

 

Herkese merhaba. Öncelikle kısa bir açıklama yapmak istiyorum. 5. kitabın formatı biraz geçmiş biraz gelecek üzerine. Aslında bu tema tüm seride vardı ama 5. kitapta özellikle bazen ileri hakkında bölüm yazıp sonra oraya nasıl geldiğimizi görmeniz için geçmiş hakkında bilgi veriyorum. Mesela geçen bölümde Mısır tarlasında bitti. Ama Emre ve Onur nasıl geldi onu okumamıştık. Bu bölümün başında biraz geriden aldım. Haris’in örgüt sahneleri de böyle olacak. Sonra Anıl hakkında ilerlemeyi görmemiştik yine oradan bir kesit verdim derken zaten nereyi anlatıyorsam onunla alakalı başlık atıyorum mutlaka. Umarım karıştırmaz kafanız. Karışırsa da iyi olur beyin fırtınası yapmış olursunuz. Araştırmalar beynin ne kadar kullanılırsa o kadar taze kaldığı ve unutma riskinin daha da azaldığı yönünde. Beyin fırtınası denilen şey de biraz bu aslında.

 

Öte yandan evet Wattpad erişim engeli var ama bakıyorum bazı kitaplar yine binlerce tıklanıyor. Geçen bölüm sadece 200 tıklama almış. Hadi onu geçtim bari bol yorum yapın. Kitabı tamamlamak istiyorum ama destek olmazsa iştah da gelmiyor. Arada mesaj atanlar sayesinde kendimi yazmak için sıkıştırıyorum. Ben böyle gazla çalışıyorum ne yapalım adhsjek

 

Bu bölüme bolca yorum yapın ki haftaya Cuma yine kavuşalım. Sizi seviyorum görüşmek üzere ❤️

 

Bu arada maskeli şövalyenin bu sahnesi 4. kitabı yazarken gözümün önüne gelmişti. Sadece bu sahne için 5. kitabın ana teması oluştu. Bazen kendime şaşırıyorum. Gerçekten zaman geçiyor ve zihnimdekiler yavaş yavaş kitaba yansıyor. Bu his çok tuhaf.

 

Yeni bölümde görüşmek üzere.

 

 

 

 

Rosa Linn ~ Snap

 

 

 

Hacer Gaze

 

Düğün çıkışı Gamze ve Meriç iş yerlerine döndüğünde ben de eve geçtim. Kıyafetimi değiştirip yeniden emniyete döndüğümde boş olacağını düşündüğüm ofis dopdoluydu. Bugün resmi tatildi ancak ekibim neredeyse harıl harıl çalışıyorlardı.

 

Üzeyir ve Şirin araştırılmasını istediğim Ali Ulupınar öğretmen hakkında bilgiler toplamaya devam ederken Süleyman abi yetimhanenin geçmişi hakkında bilgi toplamış, Berfin ise oradan mezun olan öğrenciler ile görüşmüştü. Hepsi telefonlarda ve bilgisayarlarda çoğu zaman da dosyalarda boğulmaya devam ederken kapıyı açıp bekledim. Beni fark etmediler. Neden sonra Şirin beni gördüğünde "Müdürüm?" diye sordu. "Sizi beklemiyorduk?"

 

Doğrusu ben de onları beklemiyordum ama iki taraf da birbirini gördüğü için epey şaşkındı. Hepsi masalarından başlarını kaldırıp bana bakarken iyi olup olmadığımı kontrol ediyorlardı.

 

"Kahveniz hazır. Bir de ıspanaklı pasta yaptık."

 

Süleyman abi çayhaneden bir tepsi ile geldiğinde bir kupa kahve ve bir dilim de pasta ile bekliyordu.

 

"İstediğiniz kişiyi araştırdım ve bağırsağına kadar her şeyini öğrendim müdürüm." Şirin elinde kalın bir dosya ile yanıma geldi.

 

"Ben de yetimhane hakkında bilgi edindim. Bir de Anıl ile erkek erkeğe vakit geçirdik, hiç yalnız bırakmadım," dedi Üzeyir.

 

"Masanıza gerekli tüm dosyaları yerleştirdik. Sabah gelirsiniz diye bazı belgeleri tamamlayamadık ama onları da hemen çıkarırız. Bu gidişle Anıl'ın arkadaşlarını emniyete de çağırsak bir şey öğrenemeyeceğiz gibi ama siz hiç merak etmeyin farklı bir yoldan bu işin bir çözümü var gibi," dedi Berfin.

 

Hepsi parlak gözlerle bana bakarken iyi olmamı ve hep birlikte yola daha güçlü bir şekilde devam etmemi diliyorlardı. Sımsıkı kenetlendiğimizi bilmiyordum. Daha önce böylesine bana değer verdiklerini hissetmemiştim. Hepsi Haris olayını biliyordu. Altını araştırsam hepsi babamı da biliyordu. Şirin bile sırf babam için birkaç defa mülakattan kalmıştı. Gözümün içine bakıyorlardı ve onlar için adeta bir önderdim. Doğrusu sıkıştığım bu dünyada ancak ve ancak onlar gibi dostlarım olduğu için yaşamaya devam edebiliyordum. Biraz da olsa nefes alabiliyorsak bizi seven insanlar olduğu içindi. Sevgi yine her türlü yarayı iyileştirmeye yetiyordu. Üsti kapatılmış ve her defasında daha derine nüfuz eden irice bir yara olsa bile.

 

"Arkadaşlar bugün tatil unuttunuz mu acaba?" Kaşlarımı kaldırıp sorduğumda hepsi de bunun farkındaydı. Yani gerçekten de bilerek gelmişlerdi buraya.

 

"Buradaki herkes sizinle biraz daha vakit geçirmek için tatili bile es geçecek durumda. Siz neden bahsediyorsunuz?" Şirin kollarını önünde bağlayıp hafif gülümseyerek bunu söylediğinde tebessüm ettim. "Gülüyorsunuz ama ben ciddiyim."

 

"Müdürüm kahve?" Baktım Süleyman abi hâlâ elinde tepsi ile bekliyor derin bir nefes alıp içimdeki tüm kara düşünceleri yok ederek tepsideki kahveyi aldım. Bir yudum aldığımda beklenti ile bana bakan Süleyman abiye gülümsedim.

 

"Çok leziz olmuş ellerine sağlık abi."

 

"Ne demek müdürüm. Pastadan da şey etseniz kendim yaptım."

 

Ispanaklı pasta bana göz kırparken bir çatal da ondan aldım. Herkes tüm hareketlerimi dikkatle incelerken sanki benimle birlikte yutuyormuş gibi yutkundular.

 

"Bu da çok güzel olmuş. Ellerinize sağlık. Gerçekten çok leziz."

 

"Sabahtan beri başımızın etini yedi. Ya müdürümüz beğenmezse diye içi içini yedi durdu." Şirin göz ucuyla Süleyman abiye bakarak bunları söylediğinde ben de gülümseyerek baktım.

 

"Zahmet etmişsiniz. Çok teşekkür ederim."

 

"Rica ederim ne demek müdürüm. Masanıza bırakıyorum hepsini yiyin olur mu? Biraz enerji almanız lazım."

 

Başımla onaylayıp masama doğru geldiğimde herkes el çabukluğuyla buldukları bütün raporları sunmak için masadaki kendi yerlerine oturdu. Güya tatildi ama her biri de iş için o kadar hevesliydi ki biz de erkenden mesaiyi başlattık.

 

"Müdürüm öncelikle Ali Ulupınar MEB tarafından ihraç edilmiş. Yetimhaneden sonra da herhangi bir kamu kurumunda görev yapamamış anlayacağınız. Ne tür bir suç işlemiş bilmemekle birlikte çalıştığı yeri buldum. Ve gittim." Şirin kaşlarını kaldırıp elindeki bina fotoğrafını bana doğru uzattı. "Burası özel bir rehabilitasyon merkezi. Asıl branşı müzik olan Ali öğretmen burada çalışıyor artık. Okula da gittim ama tatildi o yüzden yerinde bulamadım. Amaa," dedi başka bir bina fotoğrafı koyarak. "Evini buldum. Evine de gittim. Evde de yoktu. Meğer köye gitmiş. Ve sonraa," dedi başka bir ev fotoğrafı koyarak. "Köyüne gittim."

 

Şaşkınlıkla masaya dizilen fotoğraflara bakarken ağzımdaki tüm havayı bir anda boşalttım.

 

"Köydeki evinde de yoktu değil mi?"

 

"Yok vardı ama..."

 

"Ama?"

 

"Adam konuşamıyormuş müdürüm."

 

"Nasıl yani"

 

"Meğer sağır ve dilsizmiş."

 

"Ne diyorsun?"

 

"Valla doğru söylüyorum. Ben de ağzından tek tek lafları alırım diye bekliyorum ama bir türlü anlaşamadık. Böyle bir durumda müzik öğretmeni olması da büyük başarı gerçekten. Öyle güzel piyano çalıyordu ki oturup dinledim biraz. Ama tabii işlerim olduğu için geri döndüm."

 

"Yani bir şey bulamadık öyle mi?"

 

"Olur mu? Çok şey buldum," dedi son bir fotoğraf koyarak masaya. Son fotoğrafı da elime aldığımda çok tanıdık bir şekil ile karşılaştım.

 

"Ama bu..."

 

"Evet. Ali öğretmen tam da bu Engerek örgütünün amblemini çizdi. Piyanodaki yılan şekli de muhtemelen bununla alakalıydı. Bir şey diyemedi ama aslında çok şey anlattı. Bu yetimhanedekiler ağızlarına sı*tıklarım... şey yani ehem bunların da örgütle ilişkisi var müdürüm."

 

Elimdeki yılanlı şekle bakarken kaşlarım çatılmıştı. Altından böyle bir şey çıkacağını az çok tahmin etmiştim ama yine de bu kadar ileri gitmez diye ümit ediyordum.

 

"Müdürüm ben de öğrenciler ile görüştüm. Her birini sorguya çektim ama bana mısın demiyorlar," dedi Berfin. "Hepsi de tek kelime etmiyorlar. Anıl'ı suçluyorlar ve tecavüzden bahsedip duruyorlar."

 

"Ellerinde bir şey fark ettin mi?"

 

"Evet müdürüm. Hepsinin de sol ellerinde bir iz vardı. Böyle sanki..."

 

"Yılan başı gibi miydi?" Sorum ile gözlerini açan Şirin "Yok artık," dedi. "Bunlar kafayı mı yemiş? Bu kadar da göze sokulmaz ki?"

 

"O kadar da göze sokuyorlarsa durum ciddileşmiş demektir."

 

Hepsi anlamamışça bana bakarken dudaklarımı ıslatıp önümdeki dosyaları düzenledim.

 

"Zulmet eğer aşikarene bir şekilde işlenmeye başladıysa en şiddetli dönemine girmiş demektir. Yani bundan sonra örgüt tüm zehrini boşaltmaya başlayacak."

 

"Daha ne yapacaklar ki?" diye sordu Üzeyir.

 

"Daha ne yaptıklarını bilmiyoruz ki?" dedim başımı iki yana sallayarak.

"Lütfen araştırmalarınıza devam edin. Ben de Anıl ile son kez görüşeceğim. Eminim ondan da alacağımız birkaç bilgi vardır. Sonrasında işleri biraz daha sıkı tutacağız."

 

"Sıkı derken?" diye sordu Süleyman abi.

 

"Pat küt mü?" diye sordu Şirin elleri ile karate hareketleri yaparak. Bu şiddet kullanacağımız anlamına geliyordu. Zira kolaylıkla çözülecek gibi değildi.

 

"Evet. Pata küte. Başka çare kalmadı ne yazık ki."

 

"Yes be!" Şirin tuhaf kızdı. Nedense suçluları dövse içi tamamen rahat edecekmiş gibiydi. Ona gülümseyip hepsinin yeniden işlerinin başlarına geçtiğini gördükten sonra ben de Anıl ile görüşmek için alt kattaki tutukluların bulunduğu yere gitmek için kapıya yöneldim. Koridora çıktığımda gelip geçen polisler selam verip öyle yürüyorlardı. Bir zamnalar ben de onlar gibiydim ve tıpkı Anıl gibi tutuklu bulunan bir hırısız ziyarete gidiyordum. Zaman öyle çabuk geçmişti ki daha gün gibiydi. Oysaki her şey bir daha eskisi gibi olamayacak şekilde değişmişti.

 

Parmaklıklar arkasında olan birkaç tutuklunun yanında köşeye büzüşmüş bir şekilde duran Anıl'ı hemen fark ettim. Dizlerini karnına çekmiş akşam yemeği için verilen tabldotundaki yemeğe hiç dokunmamıştı. Daldığı tek bir noktaya öylece bakarken yanımda duran memura işaret ettim. Hemen anladı ve parmaklıkların kilidini açıp Anıl'ın kolundan tuttu. Başta şaşırdı ama beni görünce ayağa kalkıp dışarı çıktı.

 

"Görüş odasını hazırlayın."

 

"Emredersiniz müdürüm."

 

Diğer memur görüş odasını hazırladığında Anıl ile birlikte yürüdük. Kelepçelerini çıkarmıştık bu yüzden memur elindeki kelepçe ile takmak için hazır beklerken başımı iki yana salladım.

 

"Gerek yok."

 

"Emredersiniz müdürüm."

 

Görüş odası sorgu olası kadar kasvetli değildi. Karşılıklı iki koltuk vardı ve bir de masa. Normalde bir memur içeride beklerdi ancak bu sefer görüş sahibi bendim bu yüzden herhangi birini istemedim. Kapıyı kapattığımızda karşımda duran Anıl'a oturması için işaret ettim.

Cebimden çıkardığım telsizle toplandı salonuna bağlandığımda Süleyman abi cevap verdi.

 

"Abi ıspanaklı pastadan kaldı mı?"

 

"Kaldı müdürüm."

 

"Bir kişilik hazırlayıp görüş odasına getirebilir misin?"

 

"Hemen müdürüm."

 

Anıl başı önünde eğik parmaklarına bakarken çok üzgündü. Halsiz kalmış dudaklarının rengi yok olmuştu. Kimsesizliğin verdiği acı bir de iftira ile karmaşık bir hale geldiğinde artık omuzları bu yükü kaldıramıyordu.

 

"Akşam yemeğini yememişsin."

 

Başını kaldırıp baygın gözlerle bana baktı.

 

"Aç değilim efendim."

 

"Belki pasta yersin ha ne dersin?"

 

Bir şey demeden aynı hüzünlü haline büründüğünde kollarımı çapraz bağlayıp derin bir nefes aldım.

 

"Babam şehit edildiğinde ufacıktım."

 

İlgisini çeken bir konu olarak görüp hızla bana baktı.

 

"Hayal meyal morga girdiğimizi hatırlıyorum." Gözlerimi sağ tarafta bir boşluğa odaklayıp anılarıma giderken Anıl tarafından izleniyordum. "Annem kendinden geçmişçesine ağlarken babamın kanı durmak bilmiyordu. Oysaki şehit edileli belki bir hafta olmuştu. Bir insanın bir hafta süre içinde kanı akmaya devam edebilir mi?" Soru değildi bu cümlem zira cevabını da ben vermiştim. "Edemez. Bu ancak ve ancak sıradan olmayan insanlara özgüdür; yani şehitlere."

 

Gözlerimi gözlerime sabitlediğimde hafif hafif göz bebeklerinde büyüdüm ve ışık az da olsa kendini göstermeye başladı.

 

"Çocukluğum babamın eksikliğiyle geçti. Normal bir şekilde bir ölüm olsaydı belki şimdiye dek unutulurdu ama babam bir grup tarafından bilinçli olarak şehit edilmişti. Merhamet nedir bilmeyen, kalpleri kaskatı kesilmiş, kasvet ve karanlıktan beslenen insanlıktan çıkmış olan bir grup."

 

Sırtını dikleştirip bana daha dikkatli baktı.

 

"Ben, kendimi bildim bileli bu belanın içindeyim. Uzun zamandır farkında olmasam da meğer onlar beni hiç bırakmamışlar. Zira aslanın kızı da aslandır. Kin ve pisliklerinin bittiğini sanarken farklı bir şekilde devam etmişler."

 

"Bizimle de mi alakaları var?" Anıl çok zeki bir çocuktu. Tüm bu uzun cümlelerime rağmen ne demek istediğimi hemen anlamıştı. Başımla onu onaylarken kendini daha iyi hissetmişti zira bizimle aynı dertlere sahip olan başka birini gördüğümüzde ayakta kalabilmek için bir güç buluruz. Nedensizce bu bizi iyi hissettirir. A deriz. Yalnız değilmişim. Meğer bu sadece benim başıma gelmemiş. Ben katıksız bir zavallı değilmişim. Tıpkı benim gibi olan başkaları da varmış. Ve böyle bir durum tıpkı sürü içgüdülerinde olduğu gibi daha çok savaşma isteği ortaya koyar.

 

"Aynı grup muhtemelen sizin başınıza bela olmuş. Arkadaşlarına da hak ver. Tehdit edildikleri çok açık. Doğruyu söyleyemezler. Zira söylerlerse sadece kendileri ölmez onlar gibi daha kimleri tehlikede bilmiyoruz."

 

"Ama siz polissiniz. Bizi kurtarabilirsiniz değil mi?"

 

"Benim babam da polisti."

 

"Yani onları bırakacak mıyız?"

 

"Yo. Bırakmayacağız. Bu işin sonunu getireceğiz. Ve bunu güçlü durarak yapacağız. Bu işte kimse yalnız değil. O yüzden kendini hayattan koparma. Yemeklerini güzelce ye ve bu davanın çözümlendiğini görmek için dik dur. Biz asla ve asla peşini bırakmayacağız."

 

"Peki ya arkadaşlarımı öldürürlerse?"

 

"Sanmıyorum. İşin içine emniyet girdi. Şu an için hayatları tehlike altında değil. Ama güvende de değiller. Bu işi onlar gibi çözeceğiz. Yani karanlık ve kasvetle."

 

Gözleri dolan Anıl bana bakarken gerilen çenesini tutmaya çalıştı.

 

"Ben kız arkadaşlarıma bir şey yapmadım. Öyle biri değilim ben."

 

Dudaklarımı düz bir çizgi haline getirerek tebessüm ettim. Anıl'ın masada olan elinin üstüne elimi koyarak "Senin kadar kardeşim var. Sen de benim bir kardeşim gibisin. Şunu sakın unutma iftiralar hayatımız boyunca olabilir. Ne kadar iyi yaşamamızla birlikte kendimizi ne kadar iyi savunduğumuz da önemlidir. Hemen üflemeyle sönme sakın. Dik dur. Duramıyorsan bir yere dayan dur. İlla ki ayakta kal," dedim.

 

Elinin üstünde olan elimi tutup gülümsedi. Diğer eliyle nemli gözlerini silerken kapı tıklatıldı ve içeri Süleyman abi girdi. Elindeki tepside iki tabak ıspanaklı pasta birer çay birer de patatesli börek vardı.

 

"Müdürüm size de koydum."

 

"Abi ben yedim ya aşağıda."

 

"Olsun müdürüm siz yine yiyin. Güç kazanalım hep birlikte."

 

İkramlar masaya dizildiğinde Anıl'ın çatalını eline verdim. Pastasına göz işareti yaparak yemesini istedim o da beni kırmadı ve bir çırpıda hem pastasını hem de böreğini yedi. Çayını da içtiğinde daha iyi görünüyordu. Ona bakarken kendimi anımsıyordum. Ne kadar çıkmazda olduğu boşluğa dalıp giden gözlerinden anlaşılıyordu. Onun gibi olduğumda tıpkı benim gibi birileri bana destek olunca ancak toparlanabiliyordum. Şimdi de sıra bendeydi. Anıl'ın gözümün önünde yeniden ışıltılı bir şekilde baktığını görene dek onunla ilgilendim sonra da onu yeniden çıkacağı güne dek parmaklıklar ardına gönderdim.

 

Odadan çıkıp koridora ulaştığımda yeniden ofise geçecektim ki koridorun başında tanıdık iki kişi dikkatimi çekti. Ben onları görünce onlar da beni gördü.

 

"Heyzır!"

 

"Heyzır!"

 

Onur ve Emre tüm güçleriyle bağırdıklarında ekibim bir şey olduğunu sanıp büyük bir gürültü ile ofisten çıktılar.

 

"Onur! Emre!"

 

Bu büyük bir buluşmaydı. Onları görmeyeli çok uzun zaman olmuştu ve çok özlemiştim.

 

"Ne oluyor?!" Şirin dağınık saçları ile kapının önünde dikilen Üzeyir ve Berfin'in arasından başını çıkarıp baktığında Emre ile Onur koşarak bana doğru gelmeye başlamışlardı bile.

 

Üçümüz tam ortada buluştuğumuzda hepimiz birbirimize sarıldık.

 

"Çok özledim sizleri..."

 

"Biz de seni!"

 

"Heyzır'ım. Canım benim."

 

Emre'ye sarıldım, Onur'a sarıldım. Sonra yine Onur'a ve yine Emre'ye. Üçümüz tekrar sarıldık. Ekibim gelip bizim bu sevgi gösterimize bakarken Şirin yüzünü buruşturdu.

 

"Nereden çıktı bu ikizler?"

 

"E sen çağırdın ya bizi işe? Mısır tarlası davası için geldik. Müdürümüz bize iş verir de gelmez miyiz?" dedi Onur.

 

"Aman çağırdık da hemen gelin demedik."

 

Şirin surat asarak ofise doğru yürürken Emre de suratını asıp Şirin'i taklit etti. "Gıcık oluyorum şu kıza. Savcı değil mi bu niye hep burada? Kendi makamı yok mu bunun?"

 

"Staj için burada görevlendirildi."

 

"Staj mı? Ne stajı bu yaşta? Nene olmuş."

 

"Yaşlı sensin!" Şirin başını kapıdan uzatıp bağırdığında Emre korku ile gözlerini açtı.

 

"Kulakları da fil kulağı mübarek."

 

Hem Onur'u hem de Emre'yi çok özlemiştim. Ekip bir kere daha toparlanırken hep birlikte ofise geçtik ve yarın olay yeri inceleme yapacağımız Mısır tarlası davası için hazırlık yapmaya başladık.

 

 

🎭

 

Hacer Gazel

Mısır tarlası davası devam...

 

Kuyuya düşen bir kurbağa. Günlerce çıkışa tırmanmış. Tüm gücünü kullanmış. Son adımını atacakken ışığı henüz görememişken aklına neden sorusu gelmiş. Neden bu haldeyim? Ne yaptım da yaratıcı bunu bana reva gördü? Ne yaptım da böylesi rezil bir durum içindeyim? Diğerleri dışarıda rahat rahat gezerken ben neden bu köhne kuyudan çıkmaya çalışarak geçiriyorum vaktimi. Tüm bu sorular içini kemirip dururken ve dahî bir adım sonrasında kurtuluşa erebilecekken vazgeçer savaşmaktan. O son bir adımı atmaz ve kendini boşluğa bırakıverir. Suyu ile buluşan bedeni zemindeki kayaya çarptığında patlar ve iç organaları dışarı çıkar. Artık istese de hareket edemeyecek duruma gelmiştir. İşte o zaman görür o kalan son bir adımı. Şayet atsaydı şimdi dışarıda olacaktı. Lakin pes edip vazgeçtiği için helak olmuş bedeni ile kalakaldı.

 

Gerçek hayatta da bu böyledir. O son bir adımı görmek için pes etmemek gerekir. Zulüm arttıkça ışık yaklaşır zira. Derman tükendikçe nihayete gelinir zira. Vazgeçmek hiç başlamamak anlamına da gelir bir yerde. En başa dönünce neden bu yola çıktığını da bilemezsin çoğu defa. Bu yüzden veyahut daha derinlerde işlenen niyetlerden de anlaşılacağı üzere madem başa dönecektik neden çıktık bu yola?

 

 🌽 

 

Mısırların arasına girdiğimizden bu yana bir saati geçmişti. Tarla yüz dönümden fazlaydı ancak yine de bu kadar büyük yüz ölçümüne rağmen böylesi bir ince işin çıkmayacağını düşünmüştüm. Yanılmışım. Hasat edenler geniş dememiş en incesine kadar inmişlerdi.

 

Işık gittikçe azalıyordu ve nefes alışımız da boğazımızı yakan kalbimize ağır gelen bir hale geliyordu. Nereden geldiğini anlamadığımız bir gaz tüm tarlaya yayılırken bunun bir sis mi yoksa zihni karmaşa ile çevreleyen özel bir madde mi olduğunu bilmiyorduk. Yalnız değildim. Belimde de ipim vardı. Dilersem geri dönebilirdim ama nedense tüm enerjimiz çekilmişti. Kapkara bir düş halinde niyetimiz bulanmıştı. Sanki bundan sonra hiç güneş doğmayacaktı. Sanki bundan böyle hiç iyi bir şey olmayacaktı. Ne düşünürsem düğüneyim, elimi nereye atarsam atayım hangi anıya gidersem gideyim sanki kapkara bir yaratığa dönüşüyordu. Tarla lanetli deseler inanırdım zira baktığım yerle gördüğüm yer de serap görmüşüm gibi bulanıklaşıyordu. Daha dikkatli düşünüp gaz maskesi de taktırmalıydım. Ben böyleysem diğerleri ne haldeydi? Zaten çok geçmedi bir çığlık koptu. Önlerden bir görevli etrafında sivri sineklerin çevrelediğini söyleyerek bağırıyordu.

 

"Nnnee ooolduu?"

 

İlk kez o zaman sesimin de boşlukta yayıldığını fark ettim. Göz kapağım gittikçe ağırlaşırken bir civa gibi yavaş hareket ediyordum. Attığım adım sanki bir hafta sonra varıyordu ulaşması gereken yere.

 

"Mmüdüüürüm ssiineeekler..."

 

Güçlükle açtığım gözlerimi gösterilen yere kaldırdım. Tepemiz sineklerle çevrilmişti. Sivri sinek olsalar bile epey iriydiler. Sanki yakın bir zamanda yoğun kan içmişler gibi.

 

"Ben dduramam dahaa!"

 

"Aaah kkkullağım!"

 

Öndeki iki kişi biri sineklerden biri de ne duyduğunu anlamadığım sesten dolayı kaçarcasına geri dönerken iplerini de çözüp beni ve önde bulunan bir kişiyi yalnız bıraktılar.

 

 

"Ddduruuun! Bizz çıkaaamayızz."

 

Onlara seslendiysem de beni dinlemediler. İplerimiz çözülünce geri gitme şansımızı da elimizden aldılar. Bir süre arkama baktım ama sanki arkamda da ben vardım. Şaşkınca bakan kendime bir süre bakıp önüme döndüğümde öndeki kişi de ben oldum. Öndeki kişi de arkasını dönmüş bana bakıyordu ve hepsi bendim. Göz kapaklarım o kadar ağırlaşmıştı ki sıcak bir su içinde gevşemiş vücudumu on beş kişiden fazlası kaldıramayacaksa göz kapaklarım da bir o kadar ağırdı. Zorlukla açıp önümü görmeye çalışıyordum.

 

Geride kalan her ikimiz de sarhoş gibiydik. Hayır aslında bu sarhoşluk da değil uyuşturulmuş veya yavaşlatılmıştık. Ben hayatımda hiç bu kadar yavaşladığımı anımsamıyordum. Yüz senelik uykusuzluk çekiyordum sanki. Ayaklarıma baktım. İleri adım atmama rağmen geri geri gidiyordum. İleri adım attığımdan emindim ama ayaklarım geri götürüyordu. Bu halüsinasyon öndeki kişinin de bayılması ile sona erdi.

 

"İyii misiiiniz?" Ona ulaşana dek belki de on dakika geçmişti. Elimi nereye atsam o adam değil de bir mısır başıydı. Gördüğüm şeyle baktığım şey aynı değildi. Bu nasıl bir oyunsa gerçeklik algımı tamamen yitirmiştim. İçeri girenlerin neden kaybolduğunu anlamak güç değildi artık. Burası ne olduğunu anlamadığım bir şekilde insanı kendinden geçiriyordu. Aslında aklım yerindeydi. Adımı, ailemi, geçmişimi her şeyi hatırlıyordum ama iş bunu pratiğe dökmeye geldiğinde vücuduma hakim olamıyordum.

 

Yerde boylu boyunca uzanan adama ulaştığımda gözleri kapalı bir şekilde yüz üstü uzanıyordu. Ben de onun gibi bu şekilde uzanmayı diledim bir an için. Öyle çok ağırlaşmıştım ki sanki tüm dünya ve gökyüzü göz kapaklarıma binmişti.

 

"Bbbeey efeeendi... İyyyii miiissiiniz?"

 

Elimle omzunu dürtüm iyi olup olmadığını soruyordum ama adam bana mısın demiyordu. Hepsi de işinde uzman kişilerdi lakin bu tarla asla normal değildi. Şeytanlık çizmenin boyunu aşmıştı ve ben gafil avlanmıştım. Bu kadar ilerisini düşünememiştim. Bir kere daha yalnız bırakılmış, kaderime terk edilmiştim. Hayır aslında bu planlı bir oyundu. Geri dönüş için bu adamı da yanıma almak istedim. Elim omzuna gidip birkaç defa dürttü. Ben onun sırtına bakarken elim sanki kendi omzumu da dürtüyordu aynı zamanda. Bir süre ayılması için uğraştım fakat bana mısın demiyordu. Kendim geri dönüş için arkamı döndüm ama arkamda da bana dönen bir ben vardı. Hangi yöne doğru gittiğimi bilmeden adımlarımı hızlandırdım. Bir süre sonra ben yerimde dururken mısırlar benim yerime otoban gibi hızlanıyordu. Gökyüzünü ve o ferahlığı çoktan unutmuştum. Bir fanusunun içine hapsolmuş minik bir fare gibiydim.

 

Sonra ayağım bir taşa takıldı. Bilinçli bir takılma değildi ama bilinçli bir tuzaktı. Hayatımda ilk defa yüzüm yere sert bir şekilde çarptı. Tüm bedenim bu çarpış ile hücrelere ayrılıp yeniden birleşti. Bu sarsıntı o kadar şiddetliydi birbirine çarpan dişlerimin arasında kalan dilim kesilmişti. Isırıkların azizliğine uğrayan dilim feci bir acı ile sızlarken dudağımdan çeneme doğru sıcak bir sıvı süzülmeye başladı. Buna rağmen aklım bulanıktı. Yerde yatıp toprağın tanıdık kokusu burnuma dolarken bile ellerim mısırlardan birinin gövdesini kavramaya çalışıyordu. Diğer elim de kendine başka bir gövde bulduğunda dizlerimden de destek alarak doğrulmaya çalıştım. Çarmıha gerilmeye hazır ellerinden sağlı sollu bağlanmış bir günahkar gibi asılı dururken sis iyice yoğunlaştı. Bu neyse bu, beni kendimden geçiriyordu. O an için bir adım daha atsan çıkışa kavuşacağımı da bilsem pes ettim. Böylesi bir oyunun içinde daha fazla da çabalayacak gücüm kalmamıştı. Önce ellerim tuttuğu mısır gövdelerinden kurtuldu. Sonrasında kendimi yine çenemle birlikte çamura batarken buldum. Bu dünya ki hayatta kalmaya çalıştığınız için bile cezalandırılıyorsunuz. İyi olduğunuz için cezalandırılıyorsunuz. Ve kötülerle mücadele ettiğiniz için... cezalandırılıyorsunuz.

 

Gözlerimi kapatıp bu hülyanın içine saldım kendimi. Etlerinden ayrılan haşlanmış tavuk gibi dağılırken bile kendimde değildim. Ve işte o vakit Hacer Gazel olmaktan tamamen çıkmıştım.

 

🎭

 

 

İnsanın var olmasından ziyade bu varlığı sürdürmesi daha mühimdir. Zira hepimiz dünyaya geliyoruz bir şekilde. Fakat kalabilmek o kadar da gelişi güzel olmuyor. Herkes bir başına. Yapayalnız ve kendi halinde. İnsanın anne babası bile olsa bir yerde yalnız. Onlarca arkadaşı olsa da bir noktada tek başına. Etrafı insanlarla çevrili de olsa içinde ve özünde tek başına. Bu yalnızlığımız yeni bir şey de değil üstelik. Ana rahminden dünyaya, kabirden mahşere hep yalnızız. Çevremizin genişliğine rağmen, yalnızız.

 

Bir başıma kaldığım o anlarda bir süredir baygın bir şekilde yatıyordum.

 

Ellerime değen toprağın ıslaklığı arttığında bu nem ile içim titredi. Kendime gelmem bile bir mucizeyken bir şeylerin farklı olduğunu anladım. Bu nemin kaynağı nereden geliyordu bilmiyorum ama aynı zamanda yüzümde de bir değişiklik vardı. Gözlerimi çok az araladığımda yerde yatmaya devam ettiğimi fark ettim. Fakat yüzüm...

Yüzümde bir maske vardı. Hızla doğrulduğumda hareket kabiliyetimi yeniden kazandığımı fark ettim. Bu tarlaya ilk girdiğimde olan halüsinasyon da sona ermişti, aklım başımdaydı. Hızım yerindeydi ve neler olduğunu anımsıyordum. Sıradan mısır tarlasıydı ancak gökyüzü görünmüyordu sadece. Bu maske de nerden gelmişti böyle? Bir gariplik vardı. Birinin dokunuşu ya da yardımı. Bizimkilerden biri mi gelmişti? Öyle olsa beni direkt dışarı çıkarırlardı, bu şekilde bursda yatmaya devam etmezdim. Aynı zamanda bu maske işini akıl edecek kişi tarlanın zehirli olduğunu da varsaymıştı. Tüm bu ince ayrıntılarla birlikte çözümü ararken hızla ayağa kalktım. Etrafımda dönüp nerede olduğumu anlamaya çalışırken tam arkamda onu gördüm.

 

Oradaydı...

 

Esen rüzgârla havalanan dışı siyah içi bordo kadife pelerini omuzlarından sallanırken, simokine benzer bir de takım elbisesi vardı üstünde. Onu ilk gördüğüm andaki maske yüzündeyken beyaz eldivenleri ile tamamen kamufle olmuştu. Sanki benim ayılmamı beklermiş gibi elim maskeye gittiğinde başını iki yana salladı çıkarma der gibi. Demek ki o takmıştı. Demek ki tüm bu şeyleri düşünen ve bana yardım elini uzatan oydu.

 

"Maskeli şövalye..."

 

Mırıltı ile çıkan sesimi işitmemişti ama dudaklarımı okuduysa anlamış olmalıydı. Kim olduğunu biliyordum fakat o nasıl beni bulabilmişti? Bulduysa da nasıl bu durumda olduğumu bilebilmişti?

 

Beyaz eldivenli eli havaya kalktığında labirent içinde sağ tarafı işaret etti. Gösterdiği yöne baktım hafifçe. Ayrılan birkaç yoldan sadece bir tanesiydi. Bir tane sağ vardı ve sol da bir iki yola ayrışıyordu.

 

"Oraya mı gitmeliyim?"

 

Bir şey demeden işaret ettiği yöne doğru koşmaya başladığında peşinden koşmaya başladım. Onu takip etmemi istemişti anlaşılan. Maskeli şövalye dost muydu düşman mıydı bilmiyorum ama yüzümdeki maske ile aklım başıma gelmişti. Ve şu anda da onu takip etmekten ziyade yapabileceğim bir şey yoktu.

 

O önde ben arkada mısırların arasında koşup da başka bir yol ayrımına geldiğimizde durdu. Ben de durdum. Aramızda mesafe olmasına dikkat ediyordu. Neredeyse dört metrelik bir aradan tam net göremiyordum onu. Sis yine vardı ancak maskemiz koruyordu. Her köşe başında beni beklemeye devam etti. Ben ona ulaştığımda ise farklı yönleri göstermeye.

 

Ona ulaştım bir kere daha ve önce solu sonra sağı işaret etti. Peşinden koşup önce sola sonra sağa döndüm. Bir köşeye vardık. Bir kere daha beni bekledi. Ona ulaştığımda önce sağ sonra sol ve sonra yeniden sağı işaret etti. Ellerini kıvrak hareketlerle tıpkı bir trafik polisi gibi kullanırken benden uzak ama bir o kadar da yakın duruyordu. Her bir gösterdiği yere koştuğumda köşe başında beni bekliyor ve nihayet ona ulaştığımda yeni yerler için işaret ediyordu.

 

En sonki köşeyi döndüğümüzde sadece solu işaret etti. Peşinden koştuğumda yolun sonunda yerde birinin yattığını fark ettim. Adımlarımı hızlandırıp ona doğru koştuğumda daha önce görmediğim biri olduğunu anladım. Kaybolanlardan biriydi belli ki. O da benim gibi bayılmıştı ve onu buradan nasıl kurtaracağıma dair bir şeyler düşünürken belimde takılı olan ipi o kişiye de taktım. Bu ip mekanizması uzaklaştıkça uzayan ve asla ayrılmayan bir türdü. Dağcılar ve madenciler bunu kullanırken istedikleri yönü kolayca bulabiliyordu. Benim bu ipi yerdeki adama takmamı beklemişti Maskeli Şövalye. Köşe başında asil bir şekilde dik duruşunu gördüğümde tanıdık bir ifade ile karşılaştığım için gözlerimi ona odakladım. Bana ulaşmam için yönlendirdiği yol kesinlikle doğru yoldu. Maskeli şövalye benim için bir iz sürücüydü.

 

Önce sağı sonra yeniden sağı ve bir kere daha sağı işaret etti. Onun işaret ettiği gibi üç kere sağa doğru koştuğumda yerde yatan başak birini gördüm. Bu bir çocuktu. Maskeli şövalye beni doğru yola götürüyordu. Bundan emin olmuştum artık. Hemen ipin bir bölümünü bu çocuğun beline bağladığımda Şövalyeyi takip etmeye devam ettim. Beni sırasıyla kaybolan her bir kişiye ulaştırdığında çıkış göründü.

 

Karşımda gökyüzü ve taptaze tarla toprağı görünürken Maskeli şövalye labirent kısımlarından birinin başında duruyordu. Benim çıkışı gördüğümden emin olduktan sonra çıkışa doğru koşuyordum ki durdum. Arkamı döndüğümde hâlâ bana bakıyordu.

 

Maskeli şövalye ciddi anlamda bana yardım etmişti. Bu yardımın altında ne yatardı ya da nereye varırdı bilmiyorum ama beni çıkışa ulaştırdığı kesindi. Ona dikkatle bakarken "Sen..." dedim sadece.

 

Sadece bana baktı. Esen rüzgar benim saçlarımı onun pelerinini uçururken cevap alamadım. Ona teşekkür etmek ve belki de kim olduğunu sormak istiyordum. Tam bir hamle yapmıştım ki "Heyzır!" diye seslendi biri. Hızla arkamı döndüğümde Onur'u gördüm.

 

"Ah Allah'a şükür iyisin."

 

Onur tarlaya doğru giriyordu ki "Onur dur gelme, tarla zehirli," dedim. Onur'dan ayrılıp yeniden arkamı dönmüştüm ki Maskeli şövalyenin olduğu yerde kimse yoktu ama durduğu yerdeki mısırlar hareket ediyordu. Gitmişti.

 

"Maskeli şövalye!"

 

"Maskeli şövalye mi?" Onur kolunu burnuna kapatarak yanıma geldiğinde "Heyzır ne oldu iyi misin?" diye sordu.

 

"Maskeli şövalye. O biraz önce buradaydı."

 

"Ne? Nasıl yani?"

 

"Gerçek söylüyorum. Beni kurtardı hatta. Yolu gösterdi."

 

"Maskeli şövalye nereden bilsin senin burada olduğunu? Üstelik herkes baygınlık geçiriyor. Meğer tarlaya zehirli gaz salınmış. Hemen çıkmalıyız hadi."

 

Onur kolumdan tutarak beni dışarı çıkardığında diğer tarlaların başlarından gelip burada oturup ayran içen ekibimi gördüm. Hepsi de istifa etmiş baygınlık geçirmişti. Beni maskeli gördüklerinde çok şaşırdılar.

 

"Müdürüm bizim tarlalara bakamadık diğer kayıp kişiler nerede bilmiyoruz boştu."

 

"Muhtemelen onlar da sizin tarlalarınızda baygınlardır," dedim maskemi çıkararak. "Maskeleri takıp hemen tarlalara yeniden girilerek o kişilere ulaşmalıyız."

 

"Siz? Maskeyi nasıl buldunuz?"

 

Şirin elindeki ikinci ayran bardağını bana uzatarak şaşkınlıkla baktı.

 

"Maskeli şövalye..."

 

"Maskeli şövalye mi?"

 

Şirin'e söylemek istemezdim ama doğrusu buydu.

 

"Evet. Maskeli şövalye verdi bu maskeyi bana. O buradaydı. Üstelik acele edip tarladaki diğer köylüleri de kurtarmamız lazım. Tarla içine zehirli gaz salmışlar. Tam olarak ne işe yarıyor bilmiyorum ama sağlam giren biri bile sağ çıkamazdı buradan. Siz nasıl çıktınız?"

 

Diğerlerine sorduğumda hepsi de biraz kalıp geri döndüklerini söylediler. Yani kimse benim gibi sonuna kadar gitmemişti. Zaten Maskeli şövalye olmasa ben de sonuna kadar gidemezdim.

 

O kimdi bilmiyordum ama benim hayatımı kurtarmıştı. Tarla hakkında nasıl fikir sahibi olmuştu, beni nereden bulmuştu ve bu şeylerin tamamını nasıl düşünmüştü bir sürü soru ederdi. Peki ya cevap?

 

Ayranımdan bir yudum içip tarlaya doğru bakarken maske takıp tarlaya giren görevliler kayıp köylüleri kurtarmaya başlamıştı bile.

 

Yanıma gelen Emre omuzlarıma bir hırka verdiğinde kaşlarımı çatıp tarlaya bakmaya devam ediyordum.

 

 

🎭

Loading...
0%