Yeni Üyelik
keyboard_arrow_left keyboard_arrow_left5.
Bölüm
keyboard_arrow_right
@hellomonstarx
Zihnimi çevreleyen düşüncelerin kanlı satırları birer ok misali beynime saplanırken damarlarımda kaynayan kanın sıcak buharı boğazıma yutulamaz yumrular hazırlıyordu. Nefret. Bedenimi hiç terk etmeyen bu duygu yazın ortasında derimi donduruyordu. Hiç şüphesiz hissedebildiğim en net duygu nefretti.
Nefretin kolları arasında büyümüş bir kız çocuğundan zaten ne beklenirdi ki?

Ana sınıfından, liseye uzanan kimsenin cesaret edemediği, o karanlığa mahkum edilmiş kimsesiz patika yola ellerim bağlı itilmiştim, attığım adımları seçme hakkım yoktu. Aklıma vurulmuş prangalardan kurtulmadığım sürece onlar ne derse itaat etmek zorundaydım, tıpkı özgürlüğü elinden alınmış yaralı bir köle gibi, tıpkı ipleri kötü yürekli birinin parmakları arasına dolanmış kukla gibi...

İnsanların arasında burnu havada gezinen sözde 'Saygın' ailem maddi açıdan kendilerinden altta olduklarını bildikleri saf yürekli insanları acımadan eziyorken, henüz dokuzuna yeni ayak basmış ruhum göz bebeklerimin aynasına yansıyan görüntüden bu alçak manzarayı seyrediyordu.

Ben hiçbir zaman annem gibi kendimi kimseden üstün görmemiştim hatta çoğu zaman annemin azarlamalarına rağmen maddi durumu hiç olan kız çocuklarıyla arkadaşlık kurmaya çalışıyordum. Ancak zengin ve fakir kavramları arasına yüz binlerce yıl önce çizilmiş o görünmez sınır çizgisi her defasında aramıza gaddarca girebilmeyi başarıyordu.

Başkalarının 'Fakir çocukları' diye ayrıştırdığı o çocuklar bu sınırı küçük yaşta aileleri tarafından benimseyerek bizimle konuşmaya çekiniyor hatta ve hatta zaman zaman kırıcı cümleleri bir çırpıda dile getiriyorlardı. Sonuç olarak birlikte bir bütününü oluşturduğumuz huzur kavramı, bu ayrışmalarla dipsiz kuyulara hapsediliyordu.

Zihnimin şakağında tokat gibi patlayan düşünceleri savuşturmak istercesine gözlerimi kırpıştırarak aynadaki yansımama bakmayı sürdürdüm. Omuzlarımın altına uzanan kestane rengi saçlarımın çevrelediği çehrem, pencereden içeri vuran güneşin parlak ışığıyla altın sarısına yakın bir renkte görünüyordu. Oldukça narin ve kırılgan görünen bir ifadeye sahiptim ve bundan oldum olası nefret ederdim. Çünkü sahip olduğum bu narin görünüm beni insanlara karşı güçsüz gösteriyordu. Eskiden olsa bu durumu hiç sorgulamazdım. Güçlü ya da güçsüz görünmek abim yanımdayken umurumda değildi, çünkü o zamanlar abim beni koruyup kollardı. Ben onun gözünde hep minik bir kuştum ve uçmayı bilmiyordum.

Güneş ışığının altında parlayan tenimin aksine çatık kaşlarımın altında zehir kusan iki yılana benzeyen açık mavi gözlerim, her yeni güne fırtına yemini ederek başlıyordu. Bedenimin sakinliğini koruyarak kollarımı üniformayı tamamlayan lacivert ceketin içerisine geçirdim, gözlerim aynadaki aksimin gözleriyle buluştuğunda sanki gökyüzü bugün olacakları anlamış gibi kara bulutlarını üzerine yorgan gibi çekti ve gürledi, sonra gökyüzünü metalik bir ışıkla aydınlattı, bu yaklaşan fırtınanın habercisiydi. Elindeki köstekli saatin akrep ve yelkovanına eziyet eden zamanın efendisi, önce yeryüzünü ılık bir meltemle birlikte çiseleyen yağmur damlalarıyla okşadı, sonra dakikalar silahlarını çıkardı ve gök yarıldı, bir damarı andıran yıldırım gökyüzünü delip yeryüzüne çakıldı.

Şimdi kaos vaktiydi.

Yer çalkalanacak eteklerinde biriken taşlarını dökecekti.

Bugün içimdeki zehrin bir kısmını kusacak, Gürdal ve aptal sürüsünün ağızlarına bir parmak zehir tattıracaktım. Acı neydi, ne demekti bugün yaşayarak öğreneceklerdi.

Avucumun arasına alarak sıktığım cep telefonumu parmaklarımın altında hapsederek bahçeyi gözlerime sunan pencerenin karşısına dikildim. Yağmur yağıyordu. Islanan toprak havaya karışarak mis gibi bir kokuyu etrafa saçarken gözlerimi yumup derin nefesler alarak aralık camdan sızan toprak kokusunu içime doldurdum. Bu koku bana iyi geliyordu. Gerilen kaslarım bu muazzam kokuyla birlikte sakinleşip gevşerken gözlerimi araladım. Gökyüzünü kaplayan koyu gri tabakanın bağrından dökülen çisiltiler, bahçedeki öğrencilerin üzerine düşerken bahçenin bu bozuk havada dahi ne kadar kalabalık olduğunu fark ettim.

Aptal zenginler ve umursamaz halleri...

Göğsümde kavuşturduğum kollarımı sıkılaştırarak dışarıda esen soğuk havayı tenimde hissederken ellerimi ısıtma girişiminde bulundum. Sabahın ilk saatlerinde yüzünü gösteren güneşin üzerine çivilenen koyu gri tabaka bir kez daha metalik bir parıltıyla aydınlanıp, gürlediğinde bahçedeki kalabalığın ürkmüş bakışlarına eşlik eden harelerim gökyüzüne dikildi. Bardaktan boşalırcasına yağmaya başlayan yağmurun iri taneleri, öğrencilerin üzerine şiddetle düşerken binalara doğru koşmaya başlayan öğrencilerin halleri yüzümde çarpık bir gülüşü doğurdu.

Aptallar. Az önce çiseleyen yağmurun altında gülüşerek kıpırdanırlarken, şimdi artan yağmura lanetler okuyorlardı. Belkide gökyüzü de anlamıştı ona olan sevgilerinin dahi sahte olduğunu, bu yüzdendir belki bu hırçın iri damlalarının nedeni.

Dakikalar birbirini ebelerken boşalan bahçenin yüzeyinde gezinen bakışlarım, bahçeye çıkmak, avuçlarını gökyüzüne uzatmak ve yağmur damlalarını hissetmek istiyordu. Fakat bunu yaptığımda çabucak hastalanacağımı çok iyi biliyordum, o yüzden bu düşüncelerden arınarak pencerenin karşısından ayrıldım.

Hâlâ alışamadığım odanın duvarına asılmış saatin akrep ve yelkovanının ardındaki plastik katman üzerine siyah kalın harflerle yazılmış 'Gürdal Koleji' yazısına bakarak iç çektim. Birbirini kovalayan akrep ve yelkovan gözlerimin içine sivri uçlarını batırarak saatin 13:26 olduğunu fısıldıyordu. Bu demek oluyordu ki yaklaşık yarım saat sonra yemek yiyebilcektim.

Bugün bir hayli erken kalkmış ve gün doğana dek ders çalışmıştım. Eğer normal şartlar altında bu okulda okuyor olsaydım Arda Gürdal ile uğraşmak yerine tüm vaktimi derslere adayabilirdim, ancak gel gelelim kader denilen beyaz kapaklı defterin sayfalarına damlatılan kara mürekkebin zehri kalbime sızmıştı. O zehir her nefes alışımda damarlarıma karışarak tüm arzu ve hayallerimi zehirleyip yok etmiş, gerisinde yalnızca kin ve nefret bırakarak inine çekilmişti.

Merdiven basamaklarını sakin adımlarla tamamlarken düz zemine ulaşmanın verdiği rahatlıkla soluklanıp adımlarımı hızlandırdım. Koca binada asansör bulunmasına rağmen aptallık edip merdivenleri tırmanmıştım. Nemlenen avuçlarımı eteğimin yüzeyine silip saçlarımı her iki kulağımın arkasına iterek yemekhaneye doğru adımladım.

Yemekhane, iki yurdun arasındaki neredeyse bir bina yapılabilecek genişlikte olan koca boşluğun üzerindeki tabakadaydı. İki yurdun arasındaki boşluğun üzerine inşa edilerek, tüp geçitlerle iki yurdu birbirine bağlamıştı. Kız ve erkek yurdunun tek ortak alanı bu yemekhaneydi. İki yurttan uzanan tüp geçitler tasarımıyla dudak uçuklatan yemekhaneye yol alıyordu. Bu şey tıpkı iki koltuk arasına konulmuş sehpa gibi bir şeydi.

Tüp geçidi hızlı adımlarla arşınlayıp yemekhaneye ulaştığımda merak dolu bakışlarım vakit kaybetmeden etrafta gezinmeye başladı. Tek tük öğrenci dışında yemekhane boştu, sanırım biraz erken gelmiştim. Modern, şık masa ve sandalyeler belirli aralıklarla dizilmiş, masaların üzerlerine masa takvimi gibi öğrencilerin isimlerinin yazdığı üçgen prizma bir cisim konulmuştu. Işıklandırma ve yeşil, pembe tonlarının çirit attığı yemekhane, sanki yüksek fiyatlı bir kafedeymişim gibi hissettirmişti. Burayı bir kafeden ayıran tek somut kanıt sanırım arkada kısık sesli bir müziğin çalmıyor oluşuydu.

Lacivert kumaş pantolon üzerine beyaz gömlek giymiş, gömleğinin eteklerini pantolonunun içine sokmuş en fazla yirmili yaşlarda olan bir adam yüzüne yapıştırdığı tebessümle yanıma yaklaştığında gözlerimi üzerine diktim. Adam birkaç adım ötemde dururken elinde tuttuğu kağıt parçasını kaşlarını çatarak inceledi.

"Melisa Yıldız." Sağ kaşım merakla havalanırken dudaklarımdan tok bir, "Evet?" döküldü. Sorgulayıcı bakışlarım adamın yüz çevresinde gezinirken bakışlarını kağıt parçasından ayırarak benim ona yaptığım gibi bakışlarını yüzümde dolaştırdı. Kahvenin en açık tonuna sahip olan gözleri mavi gözlerime değerken yüzündeki tebessüm büyüdü.

"Kırk yedi numaralı masa size ait efendim." Keyifsizce kafamı sallarken bakışlarım adamın yeni çıkmakta olduğu sakallarındaydı. Adam arkasını dönüp ilerlerken temkinli adımlarla peşi sıra onu takip ettim. Camdan duvarların çevrelediği siyah, kırmızı renkteki masalara yaklaşırken omuzumun üzerinden geriye kısa bir bakış atma ihtiyacı hissettim. Anlaşılan burada da öğrenciler ikiye bölünmüştü.

Burslular ve zenginler.

Cam kenarına yakın duran kırmızı saydam masanın kenarlarına avuçlarını yaslayan adamın dudaklarından düşürmediği tebessümü artık canımı sıkmaya başlamışken sanki aklımdan geçeni duymuş gibi dudakları düz bir çizgi halini aldı. Bakışlarımı adamın üzerinden çevirip saydam masaya düşürürken kırmızı tonların içine işlenmiş numaraya baktım. Kırk yedi.

"Burası size ait olan masa Melisa Hanım." Aniden kuruyan dudaklarımı ıslatma ihtiyacı hissederken bu durumu göz ardı ederek dudaklarımı birbirine bastırarak başımla onu onaylayan bir hareket yaptım. Adamın beyaz gömleğinin sol göğsüne iğne ile iliştirilmiş isim kartına dikkatle bakınırken farkında olmadan, "Karan Varış," diye mırıldandım, sesli dile getirdiğimi fark ederek boğazımı temizleyip yutkunarak bakışlarımı Karan'ın çehresine taşıdım.

"Teşekkürler..." derken duraksayarak açık kahve gözlerine olağanca durgun bir ifadeyle baktım. "...Karan Bey."

"Karan demeniz yeterli olacaktır Melisa Hanım."

"Peki, Karan."

Karan'ın gidişinin ardından masaya oturmak için hareketlendiğim sıra tanıdık bir sesin adımı yüksek sesle telaffuz ettiğini duyarak omuzumun üzerinden arkaya doğru bakındım. Hızlı adımlarla bana doğru gelen Umay'ı görünce bedenimi tamamen o tarafa dönüp yanıma gelmesini bekledim.

Umay yanıma geldiğinde, "Selam," diyerek soluklandı. Nefes nefese kalmıştı. Bakışlarım bu durumu yadırgarken kaşlarım çatıldı.

"Selam. Nefes nefese kalmışsın, hayrola?" Şiddetle atan kalbinin sesi kulaklarıma nüfus ederken, narin elini hızla inip kalkan göğsünün üzerine bastırarak sakinleşmeye çalıştı.

"Onlar gelmeden sana yetişip haber vereyim dedim, koştur koştur geldim." Çatık kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken gözlerimin camına çarpan harfler karanlık bir şeyler fısıldıyordu.

"Onlar derken? Neyin haberini vereceksin dökül bakalım?" Ensemden aşağıya dökülen buz gibi bir ürpertiyle duruşumu dikleştirip hiçbir duygunun yer edinmediği gözlerimi Umay'a diktim. Konuşmadan evvel bir kez daha derin bir nefesi içine doldurup salarken kalın dudaklarını birbirinin üzerine örtüp yutkundu.

"Bu taraf." Gözleri ardımda kalan masaların boş yüzeyinde gezinirken bir adım yaklaşarak gözlerini gözlerime taşıdı. "Burası onların çöplüğü." Kastettiği imanın altında yatan kişileri anladığım halde anlamamış gibi yaparak konuştum. "Onların derken?" Sıkıntıyla nefes verip elini koluma sardı.

"Arda ve onun arkadaşlarının işte." Fısıltıyla söylediği cümleye gülmemek için yanaklarımı dişlerken rahatlayarak arkamdaki masanın kenarına kalçamı yaslayarak kollarımı göğsümün altında topladım. Dudaklarım arsız bir tebessümle aralanırken, endişeli gözlerle göz bebeklerimi sarsan Umay'a baktım.

"Burada oturursan mutlaka seninle uğraşacaklardır." Boşta kalan eli arkasındaki masaları gösterirken, "Bizim masada boş yer var, bizimle oturabilirsin."

"Bunu neden yapayım? Gördüğün gibi Umay'cım benim için hazırlanan yer burası." derken parmaklarımı adımın yazdığı sert plastikten yapılma üçgen prizma cismin üzerinde ritim tutarak hareket ettirdim. Umay'ın bakışları tekrar masanın üzerine düşerken oldukça şaşkın görünüyordu.

"Yer cart curtları hepsi palavra. Melisa, burada oturmak zorunda değilsin."

İki yana yalandan kıvrılan dudaklarımın arasından kuru havayı içime çekerken gözlerimi devirdim.

"Benim için endişe ediyorsun. Bunu görebiliyorum ama endişe edilecek bir durum söz konusu değil. Burası bana ait ve kimse için yerimi değiştiremem. Ha, olurda rahatsız olan olursa o başka bir yere geçip oturabilir. Bu durum şu an benim için söz konusu bile değil. Anlıyor musun?" Her iki elimi kollarına sararak avuç içlerimi yakan sıcaklığını hissettim. "Benim için endişelenme."

Çehremde gezinen bakışları sonunda pes ederek ayaklarının ucuna devrilirken sertçe yutkundu. Başını ağır hareketle oynatırken geldiği yöne doğru ağır adımlarla ilerledi.

Kanımda akan zehir kalbime doğru yol alırken iç çekerek masaya oturdum parmaklarım masanın üzerinde ritim tutarcasına hareket ederken önüme bırakılan tabağı inceledim.

Bakışlarım Karan'ın yüzünde oyalanırken o elinde tuttuğu tepsi üzerindeki bir diğer tabak, bardak ve çatal kaşığı sakinlikle önüme indirdi.

"Bu nedir?" Sorduğum soru üzerine açık kahve gözleri gözlerimle buluştu.

"Haşlanmış karnabahar üstü hafif sarımsaklı sıvılaştırılmış yoğurt." Gözlerimi kısarak önüme çevirirken baş ve işaret parmağım arasına kıstırdığım çatalı tabağın içinde gezdirdim. Babam yine yapacağını yapmıştı. Artık ne yiyip ne içeceğime bile o karar veriyordu. Sıkıntıyla çatalı masaya bırakırken avucumu alnıma sürterek boğazıma dikilen düğümün acısını tattım.

Karşımdaki boş sandalyenin çekilip üzerime kasvetli bir gölgenin düşmesiyle bakışlarımı tabaktan ayırıp karşımdaki bedene diktim.

"Hadi ama Karan abi bu kadar acımasız olma. Cidden bu şeyleri yemesine izin vermeyeceksin değil mi?" Mert'in kınayan ses tonuna eşlik eden kısık bakışları kısa bir an yüzümde gezinirken göz kırparak gülümsedi.

"Kesin emir var Mert Bey." Beyaz gömleğinin küçük cebine sıkıştırdığı katlanmış kağıdı eline alarak havada sallayan Karan'a ciddiyetle baktım.

"Listede ne yazıyorsa onu uyguluyoruz."

"Biliyorum, biliyorum. Yinede kurallar esnetilmek için vardır, en azından doyabileceği yemekler yemesi hakkı değil mi? Tüm gün sebze ve salata ile mi duracak?" Alık alık Mert'i izlerken göğsümün altındaki oyukta çırpınan kalbim kozasından çıkmak için uğraşan bir kelebek gibi göğsümü zorladı. Bu his tanıdıktı fakat bu hissi yaşatan kişi yabancıydı.

Araya girme ihtiyacı hissederek konuşmaya başladığımda ikisininde bakışları bana döndü.

"Ziyanı yok. Bunlar alışık olduğum şeyler. Teşekkür ederim Karan."

Karan başıyla kısa bir onay verip yanımızdan uzaklaşırken çatalı haşlanmış karnabahar parçasına batırarak ağzıma aldım.

"Gerçekten bu şeyleri yiyebiliyor musun?" Ağzımdaki lokmayı yutarken boğazımdan aşağıya inen haşlanmış karnabaharın suyu yüzümü ekşitmem için her iki yakamı tutsada buna direnerek düz ifademi korudum.

"Evet. Aslında tadları güzel. Tabii şu karnabaharlar haşlanmak yerine kızartılsaydı çok daha iyi bir tad olabilirdi." Güldü. Gülerken başını eğmişti, bununla birlikte içimde oluşan tuhaf hislere karşı kaşlarımı çatıp bakarken yüzümde onun gülüşüne karşılık oluşan bir tebessüm yer aldı.

"Ee nasılsın?" diye sorduğunda ellerini masanın üzerinde birbirine geçirdi.

"Çok daha iyi." derken bakışlarım cam duvarların yüzeyinde oluşan damlacıkların üzerinde durdu.

"Sen nasılsın?" Cama yansıyan yan profili bu silik yansımada oldukça güzel görünüyordu. İstemsizce sertçe yutkunurken camın dış yüzeyinden kayan yağmur damlacıklarını izledim. Şu an elimde dumanı üzerinde tüten, avuç içlerimi yakıcı bir sıcaklıkla ısıtan, yoğun kokusuyla birlikte havaya karışarak aldığım soluklarla o müthiş kokusunu içime çekebileceğim bir fincan kahve olsaydı muhtemelen elimi çenemin altına yaslayarak uzun uzun izlerdim bu manzarayı.

Mert'in cama yansıyan silik görüntüsünden omuz silktiğini gördüm. "İyiyim."

"Arkadaşın nasıl? O gün hiç iyi görünmüyordu." Sorumla birlikte başını sol omuzunun üzerine düşürerek hafifçe yasladı.

"Yonca mı?" Başımı olumlu anlamda oynatırken her bir hareketini dikkatle takip ettim. Dudaklarından çekingen bir tavırla çıkan kuru bir, "İyi" kelimesi bu konu hakkında konuşmak istemediğini açıkça beyan ediyordu.

"Hımm, iyi olmasına sevindim. Ona o gün ne olmuştu?"

"Şey..."

"Eğer özel bir şeyse hiç sormadım say." derken Mert'in gözlerinin içine dikkatle bakıyordum.

"Zaten tüm okul öğrendi gizlemenin ne manası var anasını satayım." Ağzının içinde gevelediği cümleyi duymazdan gelerek alık alık Mert'e bakmayı sürdürdüm.

"Yonca'nın peşinde bir sapık var." Yüzüme yaydığım sahte şaşkınlıkla birlikte elimi dudaklarımın üzerine kapattım.

"Sen ciddi misin?"

"Ciddiyim. Neredeyse bir buçuk yıldır sürekli biri tarafından rahatsız ediliyor."

"Ne, bir buçuk yıl mı?"

Gözlerini kısarak verdiğim tepkileri dikkatle süzen Mert başıyla sorumu onaylayan bir hareket yaparak sandalyeye yaslandı.

"Bu durumdan ailesinin ya da okul yönetiminin haberi var mı?"

"Ne ailesinin ne de okul yönetiminin bu durumdan haberi yok. Adının böyle bir olayla duyulmasını istemiyor,  Arda'yı tanıyorsundur." Başımı ağır hareketle oynatırken alt dudağımı dişledim.

"Bir yıldır bu sapığın peşinde ama bir bok bulduğu yok."

Tuhaf hislerin etrafımızı sardığı o anların üzerine düşen alaycıl bir ses bakışlarımı havalandırırken masanın yanına yaklaşmakta olan bir kız grubu kendinden emin adımlarla dibimizde bitti.

"Yeni kız." Derimin altındaki damarların içinde akan dingin kan hırçınlaşmaya başlarken karşımdaki kızın yüzüne ifadesizce baktım.

"Anlaşılan kimse sana okulun kurallarından bahsetmedi ha?" İma etmeye çalıştığı şeye gözlerimi devirirken yemekhanedeki meraklı gözlerin ağırlığını sırtımda hissettim.

Mert'in "Ecem." diyen uyarı dolu sert sesi araya girerken kızın bakışları Mert'in üzerinde gezindi.

"Sen karışma Mert." Birkaç adım atıp ellerini masanın kenarına yaslayarak üzerime eğilen kıza boş gözlerle bakmayı sürdürürken oldukça umursamaz görünüyordum.

"Burada oturabileceğini sana kim söyledi?" Bakışlarım hızlı adımlarla bize doğru gelmekte olan Karan'ı fark ederken Karan'ın afallamış açık kahve gözleri gözlerimle karşılaştı. Kaşlarımı çatarak onu durdururken bakışlarımı tekrar üzerime eğilen kızın çehresine çevirdim.

"Bu seni neden ilgilendiriyor?" Sesimdeki ürkütücü tını etrafa yayılırken kız ürkerek bedenini biraz daha üzerime eğdi.

"Çünkü burası bize ait. Oturamazsın." Sarf ettiği sözlerine karşılık arkama yaslanıp kahkaha atarak gülerken benden böyle bir tepki alacağını hiç ummadığını gösteren şaşkınlığı bana keyif vermişti.

"Okul senin herhalde?" derken gözlerim etrafta dolaştı. Erkek yurduna uzanan tüp geçidin ağzında dikilen, dikkatle bana bakan kara gözlerin sahibi delici bakışlarıyla bedenime soğuk bir ürpertiyi bahşederken, damarlarımda nefretle kaynayan kanın sıcaklığıyla tırnaklarımı etime geçirdim.

Afallamış halde yüzüme bakmakta olan kızın yüzümde gezinen sinirle harmanlanmış bakışlarına alaycıl bir gülüşle karşılık verirken kendimi toparladım.

"Sen kendini ne sanıyorsun? Bir sonradan görme için fazla cesursun."

"Öyleyim."

Masanın kenarına yasladığı ellerini çekip benim gibi göğsünde topladı.

"Sana bir şans veriyorum yeni kız. Belli ki kuralları henüz bilmiyorsun, bugünlük burada yemek yiyebilirsin ama yarın seni burada görürsem eğer..."

"Görürsen eğer, ne olur?"

"Böyle bir şeye cesaret edersen eğer neler olacağını yaşayarak öğrenmek zorunda kalırsın tatlım."

Güldüm.

"Ah, bu kısa ama ürkütücü açıklamandan çok etkilendim doğrusu. Ben en iyisi şimdiden toz olayım buradan." Düz bakışlar eşliğinde oturduğum sandalyeden kalkarken haşlanmış karnabahar tabağını parmaklarım arasına hapsettim. Yemeğin henüz yarısına kadarını yiyebilmiştim ve yenmemiş karnabaharların üzerine donatılmış yoğun sarımsaklı sıvı yoğurt tabağın içinde bolca duruyordu. Sandalye ile masanın arasındaki dar boşluktan sıyrılırken üzerimde onlarca meraklı gözün ağırlığının getirisi olan kamburu taşıyordum.

"Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" diye kıza tek kaşımı kaldırarak bakarken sahte sakarlık yapıp elimdeki tabağı üzerine devirdim. Panikle araladığı dudağından firar eden sağır edici tiz çığlığı kulaklarımı istila ederken yüzümü buruşturdum.

"Ne sakarım ama, üzgünüm." derken işaret parmağımla ceket ve gömleğine bulaşan sıvı yoğurdu işaret ettim. Bu sırada erkek yurduna uzanan tüp geçidin önünden milim kıpırdamamış olan Arda ile göz göze gelmiştim. Kara gözlerinin etrafı kırışmış, dudakları eğlenir bir ifadeyle yukarı kıvrılmıştı.

"Sen ne yaptığını sanıyorsun?" Birkaç adımda aramızdaki adım farkını kapatarak dibimde biten kızın üzerinden yayılan sarımsak kokusu burun direğimi sızlatırken yüzümü buruşturdum. Kıza küçümseyici bakışlar atarken yüzüme indirmeyi planladığı elini havada yakalayarak sıktım. Bana vurabileceğini hayal etmiyordu değil mi?

Kavradığım bileğini sıkarak geriletirken yüzümün aldığı nefret dolu ifadeyi az çok tahmin edebiliyordum. Kaşlarım çatılmış, arasında karanlık derin bir oyuk bırakmış olmalıydı. Şu an açık mavi gözlerimin metalik bir renge büründüğünü, karşımda korkuyla duran kızın göz bebeklerindeki yansımamdan net bir şekilde görebiliyordum.

"Bana mı vuracaktın?" Başını sözlerimi onaylamazcasına iki yana salladı. Korkak. Bedenini terk eden sahte cesaretin enkazı altında kalmış, çaresizce kurtarılmayı bekliyordu fakat kimsenin onu kurtarmaya niyeti yok gibiydi. Herkes olduğu yerde durmuş bu alışılagelmiş olayı izleyerek keyfini sürüyordu.

Bakışlarımı kızın korkuyla titreyen gözlerinin üzerinden indirip ceketinin üzerine iliştirilmiş isim kartına baktım.

"Ecem Karavis." derken bakışlarımı tekrar yüzüne taşıdım.

"Ben Melisa Yıldız. Tanıştığımıza memnun oldum." Elimin arasındaki bileğini savururcasına itekleyip serbest bırakırken gülümsedim. Acıyan bileğini bir diğer eliyle ovuştururken yüzünü buruşturdu.

Hiçbir şey olmamış gibi arkamı dönerek oradan uzaklaşarak asansör kapısının karşısında dikildim. Açılan kapının ardına bedenimi sürüklerken içeriye son anda yetişen Umay'ın 'sen az önce ne yaptın' diyen bakışlarına düz düz baktım.

"Hey sen hep böyle bir yerlere koşturup durur musun?" diye söylenirken kolumu asansörün demir tutacağına yasladım.

"Seninle uğraşacaklar."

Omuz silkerek umursamazca, "Uğraşsınlar," dedim.

"Bu kadar umursamaz olma. Onları tanımıyorsun. Bunu yanına bırakmayacaklardır."

Onu küçümseyen bir bakış atıp alay edercesine güldüm.

"Onlardan korkuyorsun." dediğimde sıkıntıyla yüzünü düşürdü.

"Onların daha önce neler yaptığına şahit olsaydın eğer böyle konuşamazdın." Yüzümdeki gevşek ifade boynumu saran ince derinin altında belirginleşen yeşil damarla birlikle başını deve kuşu gibi toprağa gömdü. Sinirle birbirine sertçe bastırmakta olduğum dişlerim sızlarken, kalkansız kalan kalbim kelimelerin açık hedefi olmuş alnının ortasından hunharca vurulmuştu.

"Bir grup ergen öğrenci en fazla ne yapabilir ki?" Sesim haddini aşarak biraz fazla çıkmış, boş asansörün çevresinde yankılanmıştı. Umay'ın irislerinin etrafını çevreleyen kırmızı damarlar belirginleşerek koyulaşırken buğulanan gözlerinin ardına saklanan ürkmüş ifade yerini tedirginliğe devretmişti. Sertçe yutkunduğunu işitirken asansörün iki kanatlı demir kapısı küçük, geniş kabinin içerisinde yankılanan tiz bir sesle birlikte aralandı.

Umay'a kısa bir bakış atıp sorumu yanıtsız bırakacağını anladığımda asansörden çıkmak için hareketlendim. Asansörden çıkmak üzereyken kolumda hissettiğim nemlenmiş, narin ve ürkek eli duraksamamı sağlarken omuzumun üzerinden Umay'ın eğik başına baktım. Yere düşürdüğü bakışları yüzünü saran hüznü gizlemeye yetmemişti. Birbiri üzerine kapattığı dudaklarının ardındaki dilinin ucuna vuran kelimeleri sıktığı dişlerinin ardında tutuyordu.

"Dikkat et." diye fısıldadı dakikalardır sığındığı sessizlikten sıyrılarak. Takındığı gizemli tavrına yüzümü buruştururken bir an önce buradan uzaklaşmak istiyordum. Bunalmıştım, biraz serin havaya ve bolca düşünmeye ihtiyacım vardı. Huzursuzca kıpırdanarak, "Ederim," dedim pürüzsüz bir tona kavuşan sesimle.

modal aç
modal aç
modal aç