@hivdasnk
|
7.Gayya Kuyusu
Bölüm Şarkısı | Stromae – Formidable ☀
Güneşin doğuşundan ölümünün gökyüzüne bıraktığı kanlı lekesine kadar gözlerimi kapatmaz, ayın beyaz zırhına sarılmak için beklerdim. Yalancıydı güneş bende, günlerin birbirini öldürdüğü her günün üstüne yeni bir yalanla örterdi ışıklarını yüzümüze, bundan hep nefret ettim. Güneş varken insanlar vardı, insanlar varken beni nefesimden eden bir maske vardı yüzümde; o maskeden hep nefret ettim. “Savaş’ın bir şeylerden korkması garip geliyor bazen.” Dedi Barış, belli belirsiz gülüp dudaklarının arasına yeni bir sigara sıkıştırdı, elinde döndürüp durduğu çakmakla sigarasını yakarken gözlerim saniyeler içerisinde sigaradan yükselmeye başlayan dumana takılı kaldı. “Sence Savaş’ın seni korumaya çalışmasının sebebi korku mu?” Barış’ın kaşları hafifçe çatıldı, sigarasından derin bir duman çekti hızla. “Neyden korkuyor ki?” dedim olduğum yerde dikleşirken, az önce aklında benim yüzümden canlanan anıların yıkıntısının ardında gözlerini kırpıştırıp yavaşça bana dönüyor. “Naz, böyle yapmamam. Onu anlıyorum, beni anladığını biliyorum ama böyle devam edemem. Ben bir şeylerden korkarak yaşamaktan bıktım artık. Savaş tekrar kalbim kırılırsa dayanamam diye korkuyor.” Sesindeki boşlukta binlerce nefes vardı ama Barış o nefeste boğuluyormuş gibi göğsünün kabarmasına sebep olacak kadar derince iç çekti, dili hızla dudaklarının üstünde dolaştı ve sigarasından yeni bir duman daha çekti. “Belki de haklı bilmiyorum ama ne bileyim. Nil’den sonra ben kızın gözlerine bakmaya bile korktum, artık korkmaktan çok sıkıldım. Bir şeylerden zarar görürüm diye kaçmaktan. Hata veya değil, canım acır ya da acımaz bilmiyorum, ama öğrenmek istiyorum.” Ona bir cevap veremedim, haklı olup olmadığını düşünmedim sadece bize böyle düşünmeyi zorunlu bırakanlara küfrettim. Savaş kadar ben de Barış için endişeleniyordum, Nil’in her ölüm yıl dönümünde ilk günkü gibi yok oluşunu üç yıldır görmüştüm, yanlışlıkla fotoğrafını gördüğünde ayaklarının bağının çözüldüğüne şahit olmuştum şimdi ise içimde bir yerlerde asla güvenemeyeceğimi bildiğim bi kıza gözü kapalı gitmek istiyordu ona engel olmak onu hapsetmekten farksız gibiydi, ben de sustum. Dizlerimi karnıma doğru çekip çenemi dizkapaklarıma yaslarken onun burnuma dolan sigara kokusunu soludum sessizce. Zaman biz bahçede otururken zihnimizde kendini bükmüş, güneş gökyüzünü kendi kanına bulayarak yükselmeye başlamıştı bile. Yalanlar yeni bir güne uyanıyordu. Ne kadar süre sustuk bilmesem de uzaktan kısık sesle duyulan ezan sesiyle olduğum yerde toparlanıp ezan sesinin içime doğurduğu ve anlatmakta zorlandığım hisle birlikte derin bir nefes aldım. Soğuk şimdi yüzünü göstermeye başlamıştı. “Güneş doğuyor.” Dedi Barış, sanki şaşırmış gibiydi. Ona hak vermemek elde değildi, zaman bizden çok ileride gidiyordu bazen onu değil yakalamak izlemek bile imkânsız gibiydi. “Uyumamız lazımdı.” Dedim, yorgunluğunu yeni fark ettiğim gözlerimi elimin tersiyle ovuştururken. Barış omuz silkti, kaçıncı olduğunu bilmediğim sigarasını yere atıp ayağının altında ezdi. “Normal olan şeyleri çok yapmıyoruz, özellikle bu sıralar.” Barış oturduğu yerden kalkarken salıncak anlık olarak sallandı ama benim de ayaklarımı yere basmamla tekrar durdu. Biz bahçeden çıkıp içeriye girerken salıncağın sabahın ince rüzgârıyla gıcırdayan sesi kapattığımız cam kapının ardında kaldı. Biz geniş salona girdiğimizde Demir salonun sonundaki merdivenlerden iniyordu. Güneş yeni doğmasına rağmen birkaç düğmesi açıkta olan beyaz gömleği ve siyah kumaş pantolonu üstündeydi. Merdivenlerden inerken bir yandan da gömleğinin kollarını katlıyordu, gözleri bize değdiğinde duraksadı. “Niye uyanıksınız siz bu saatte?” dedi üçümüzde salonun ortasına geldiğimizde ben omuz silkerken Barış bana bakarak hafifçe gülümsedi. “Uyku tutmadı, oturduk biz de. Sen niye uyanıksın?” “Namaza kalktım.” Dedi Demir ellerini kısa sakallarının arasından geçirirken kahve gözleri birkaç saniyeliğine gözlerimle buluştu, o yeni uyandığını söylese de harelerinin etrafındaki kızarıklıklar yalanının kundakçısıydı. Saatlerdir almaya zorlandığım nefesi tek seferde ciğerlerime çekip gözlerimi istemsizce kaçırdım ondan. “Gözlerinin içi kızarmış,” dedi Barış abisine doğru bir adım atıp ondan birkaç santim uzun olan abisinin omzuna elini atarken. “Kendinden olana yalan söylemek zor ha Demir Araf?” Demir’in kaşları saliseler içerisinde çatılırken Barış dudaklarında yamuk bir gülümsemeyle merdivenlere doğru ilerlemeye başladı. “Ben duş alacağım, e siz ikiniz de bir kahve içip kahvaltı hazırlarsınız artık.” Barış hızlı adımlarla merdivenlerden çıktığında, ışıkları kapalı olsa da güneşin doğuşuyla oda gölgeli bir ışıkla aydınlanıyordu. Ondan kaçırdığım gözlerimi tekrar ona çevirdiğimde gözleri çoktan beni bekliyordu. Gülümsedi, buna karşılık verdim ama kalbime bıraktığı ağrıdan haberi yoktu. “Uyku tutmadı ha?” Bana arkasını dönüp mutfağa doğru ilerlemeye başladığında onu takip ettim. “Pek değil, seni de tutmamış ama.” Dedim, bu omzunun üstünden bana doğru bakmasına sebep oldu. Demir bana bir cevap vermedi, onun yerine tezgâhın üstünde duran uzun, içi kahveyle dolu cam kavanozu eline alıp salladı. “Kahve?” “Olur.” Dedim mutfağın ortasındaki ada tezgâhın önündeki taburelerden birine otururken. Demir çıkarttığı iki büyük kupaya önce kahveleri akabinde ısıttığı suyu döküp birkaç tur karıştırdı. Kupalardan birini beni önüme bırakırken siyah pantolonun cebinden sigara paketini çıkartıp dudaklarıyla paketin içinden bir dal yakalayıp yine cebinden çıkarttığı siyah, aynalı bir zippoyla ucunu ateşledi. Göz kapakları irislerinin üzerini yarıya kadar örtünmüştü, kaşları her zaman olduğundan daha çatık bakışları daha yorgundu. İkimiz de biliyorduk ki bu videoların sonu gelmeyecekti, her birimiz hakkında bir kozu vardı o adamın. Biz arkamızda sinsi izler bırakıp insanları dumura uğrattığımızı düşünürken biri bizim adımlarımızın üstünden bizden çok önce geçmişti. Hiçbir şey gizli değildi. Biz perdemizin arkasında çırılçıplak ve savunmasızdık. “Sence niye bu kadar bekledi.” Diye sordum parmaklarımı etrafına sardığım sıcak kupayı dudaklarıma götürmeden hemen önce. Demir baygın bakışlarını güçlükle bana yöneltti, kollarını yasladığı tezgâhtan ayırıp benim gibi kahvesinden bir yudum aldı akabinde diğer elinin iki parmağı arasında duran sigarasından derin bir nefes aldı. “Yeterince şey öğrenmek için.” Sesi umursamaz duruyordu ama biliyordum ki aklında dolanıp duran tilkiler ona bütün gece bir ızdırap yaşatmıştı. “O herif kim bilmiyorum Nazlı, aklında milyonlarca soru var farkındayım ama benim tek düşündüğüm o herifi nasıl öldüreceğim.” Demir kesindi, bir kılıçtan daha keskin kış ayında sokakta dolaşan ayazdan daha soğuk. Aklımdaki soruları biliyordu, bana yine yalan bir cümle kurmasını ve yine yalancı bir huzurla yüzümü gülümsetmesini beklerken karşımdaki adamın sözleri beni duraksattı. “Bu sefer içini rahatlatacak şeyler söylemeyeceğim.” Dedi sanki zihnimden geçen her bir kelime onun zihnine düşmüş gibi. “Nasıl bilmiyorum ama ya ben o herifi bulacağım ya da o bize gelecek.” Elini beline atıp her zaman yerini koruyan silahını çıkartıp masanın üstüne bıraktı. Bakışlarım bir süre silahta dolandı, bu görmeye alıştığım bir manzaraydı artık. “O gün geldiğinde o itin başına tek bir delik açacağım, tek bildiğim de bu.” Ona bir cevap vermedim, ellerimin arasında kupadan kahvemi yudumlayamaya devam edip onun art arda yaktığı sigarasını izledim. Güneş artık en tepeye çıkmıştı bile, gündüz bütün ışığıyla yüzümüze vururken Demir son sigarasının izmaritini kül tablasına basıp sinsi dumanı dudaklarından usul usul bıraktı. Onu izlediğim her saniye gözlerinden akan öfke bir sarmaşık olup kalbime dolandı, tanıdık his tırnaklarımı tekrar parmaklarıma batırmama sebepti. “Kahvaltıyı hazırlayalım sonra uyandırırız eşek sürüsünü.” Demir aniden tüm öfkesinden sıyrılıp daha sakin bir tavra büründüğünde bunu sorgulamadım, insanların benliklerine bir maske takmasına alışmıştım, kısa zaman sonra ise bunu en iyi şekilde canlandıran o oyuncuydum. Demir dolaptan çıkarttığı yumurtaları çırpma kabında çırpmaya başladığında ben de kahvaltılıkları mutfaktaki geniş masaya dizmeye başladım. “Naz çayı demler misin?” diye sordu Demir ocağın üstündeki çaydanlığı başıyla işaret ederek, hafifçe başımı sallayıp çaydanlığın başına geçtim. Ben ufak tefek şeyleri hallederken Demir profesyonel bir aşçı gibiydi. Biçimli kaşları çatılmış, bütün odağıyla tavaya döktüğü omlet harcını kontrol ediyor bir yandan da benim çıkarttığım domates ve salatalıkları doğruyordu. Elleri o kadar hızlı ve yaptığı işe alışkındı ki hayran olmamak elde değildi. Elimdeki zeytin tabağını masaya koymuş, kollarım sandalyeye yaslı bir şekilde onu izliyordum ki dudakları birden kıvrıldı. “Hayırdır, ilk defa mı yemek yapan birini görüyorsun.” Bakışlarını bana çevirdiğinde yutkunarak yüzümdeki şaşkın ifadeyi silip kollarımı sandalyeden ayırdım. Yüzündeki muzip ifade bir parçamı sinirlendirmiş olsa da bir parçam utançla kıvranıyordu. “Yoo,” dedim bütün utancımın üstünü örtmeye çalışan bir umarsızlıkla. “Seni yemek yaparken görmemiştim sadece.” Olduğum yerden ayrılıp, buzdolabına doğru yöneldiğimde Demir’in bakışları da beni takip ediyordu. “Ben iki erkek abisiyim güzelim, normal insan evladı gibi beslenmiyorlar; onları beslemek için de birkaç küçük şey öğrenmek gerekiyor.” “Birkaç küçük şeyden fazlasını biliyorsun gibi.” Dedim buzdolabındaki cam sürahiden yamuk yansımama bakarken, o yansımanın ardında gördüğüm bir çift mavi göz benim değildi; artık hatıralarımın ardına saklanmış bir kadınındı. “Ablam da bana öğretirdi.” Dedim sürahiyi dolaptan çıkartıp kapısını kapatırken. Demir’in durgunlaşan bakışlarını hissettiğimde ona doğru dönme güdüsü içimde yükseldi. Bıçak az önce kestiği domatesin üstünde durdu, bir şey söyleme güdüsü kaşlarını çattığında yavaşça gülümsedim. “Onun kadar beceremesem de kaptım bir şeyler.” Soğuk suyu bardağın içinde doldurup küçük yudumlarla suyu içtim. Gölgelerin üstüne bindiği hatırlarım celladım olmaya ant içmiş, içtiğim su damlası bile bir hatıranın ateşi olup boğazımı yakmıştı. “Yemeğini yemek nasip olmadı da mezelerde sınavdan geçtin.” Demir’in yüzündeki ufak gülümsemeye karşılık verdim. Beni iyi etmek istiyordu, ediyordu da lakin içimizdeki kötülüğün duvarı sürekli kendini hatırlatıyor ona atmak için çırpındığım bir adımı benden çalıyordu. Yüzümde dolaşan gözlerinin ardındaki her bir nefesi duydum ama karşılık veremedim zira o gözlere ne zaman karşılık vermek istesem içimdeki kör şeytanın çığlığıyla boğuluyordum, günahlarımı kalbime ekiyor kollarımı bağlıyordu o şeytan. “Günaydın?” Savaş’ın sesi mutfağın kapısından yükseldiğinde ikimiz de aynı anda kapıya döndük. Savaş eli ensesinde dağınık saçlarının üstünü örttüğü bayık bakışlarıyla bize bakıyordu. Yüzündeki anlamsız bakışlarla mutfağa girip abisinin tekrar doğramaya başladığı domateslere baktı. “Hayırdır Demir Bey, aşçılık aşkınız mı kabardı sabah sabah.” Dedi yüzündeki donuk ifadeye rağmen alaycı bir tavırla. “Çalışanların hepsine bir haftalığına izin verdim, ortalık sakinleşene kadar eve kimsenin girip çıkmasını istemiyorum.” Dedi Demir. Doğradığı domatesleri tabağa koyup elini yanında duran havluya sildi. Savaş bir şey demeden buzdolabının yolunu tuttuğunda Demir yerinden kıpırdamadan onu izledi, Savaş eline bir bira adlığında kaşları aynı hızla çatıldı. “O birayı yerine koy yoksa kafanda kırarım.” Dedi. Sesindeki gerginlik benim bile tüylerimi ürpertmişti. Savaş olduğu yerde birkaç saniye durup burnundan nefesini verip birayı tekrar buzdolabına koydu. “Kahve içmeye izin var mı bari?” Savaş’ın sesindeki alaya karşı ona baktım, öfkeliydi ve öfkesini her yere vurabilirdi. “İç.” Dedi Demir sadece tavadaki omleti alıp bir tabağa koydu ve masaya bıraktı. “Kahveni yapıp geç karşıma.” Dedi Demir bu sefer tekrar ada tezgâhının başına geçerken, kardeşindeki gerginliğinin o da farkındaydı; bunu fark etmeyeceğini düşünmek dahi aptallıktı. Savaş elindeki bir dumanı süzülen kupayla birlikte ada tezgâhındaki taburelerden birine oturdu, kaşları çatılı öylece süzülen dumanı izliyordu. “Ne oluyor size?” diye sordu Demir insanı titretecek bir ciddiyetle. “Biz?” diye sordu Savaş, yorgun bakışlarını abisine çevirirken. “Senle Barış.” “Bir şey yok.” “Salak mı var olum senin karşında?” Demir’in sesi şimdi ciddiyetinden sıyrılıp bir kızgınlıkla parlamıştı. “Peki.” Dedi Savaş, dili hızla iki dudağının arasında geçip gitti, bakışları birkaç saniyeliğine beni bulduğunda sertçe yutkundum. Barışla birlikte konuştuğum her bir kelime boğazıma düğüm oldu. “Şu sana anlattığımız kızı hatırlıyor musun? Hani fotoğraflarımızı çeken.” Demir çatılı kaşlarının ardında sadece başını salladı. “Hıh, tebrikler Demir Araf gelinin oluyor.” “Savaş!” Araya girme ihtiyacımı tutamayarak Savaş’a söndüm, abisinin öfkesini harlayacaktı, çünkü öfkeliydi ve kızgın bir lav gibi bunu etrafındaki her şeye sıçratıp alevlenmesini istiyordu. Bunu biliyordum zira içine düştüğüm bir duyguydu. Savaş bana baktı ama yüzündeki alaycı gülümsemeyle tekrar abisine döndü. “Ne gelini oğlum ne anlatıyorsun sen.” Demir olduğu yerde doğrulduğunda olduğum yerden hızla onun yanına ulaştım. “Öyle bir şey değil.” Başımı Savaş’a çevirdiğimde kahvesini yudumluyordu. “Savaş abartıyor.” “Neyi abartıyorum Nazlıcık, kardeşimin ne hissettiğini anlamayacak kadar salak mıyım ben.” Bütün kızgınlığımla Savaş’a kaşlarımı çattım lakin bu onun umurunda olmadı. “Lan doğru düzgün anlatın şunu, delirtmeyin adamı!” Demir’in sesi sabrıyla ters orantılı şekilde yükselince gözlerimi yumdum yavaşça. “Anlatayım abiciğim, Barış ben kızın hafıza kartını kırdım diye kıza hafıza kartı aldı, Nazlı kıza saldırdı, kızcağız da ağlamaya başlayınca bizimki de peşinden koşturdu. Ha unutmadan kızın ağlaması nasıl içini yaktıysa artık hepimize de rest çekti.” Savaş’ın tek nefeste anlattıklarıyla gözlerimi yumup derin bir nefes aldım, Demir’in şaşkın bakışları ikimizin üstünde gidip gelirken parmakları koluma dokundu. “Ne saldırması.” Dedi, sesi sakinleşmiş gibi dursa da patlamaya hazır bir bomba olduğunu hissedebiliyordum. “Önemli bir şey değil, anlık bi’ öfkeyle oldu.” “Allah’ım sen sabır ver, biri gider kızın hafıza kartını kırar, öbürü kıza saldırır, diğerinin ne yaptığı belli değil!” Demir’in azarlamasını ben de Savaş da sessizce dinledik, benim ona karşı çatılı kaşlarıma sadece omuz silkip bakışlarını çevirmişti. “Bana bak.” Dedi Demir omuzlarını tezgâha yaslayıp çatılan kaşlarıyla birlikte kısılan bakışları direkt olarak Savaş’ın kahvelerindeydi. “Barış’ın üstüne gitmeyeceksin bu konuda.” Dedi. Ben de Savaş da Demir’in tepkisine anlık bir şaşkınlıkla duraksadık. “Bırakayım da o kızın peşinde mi gitsin, abi o kız…” “Güvenilmez.” Diye tamamladı Demir kardeşinin lafını. “Ama sen onun üstüne gidersen Barış’ı koruyamazsın, itersin o kadar. Oğlum tamam korkuyorsun, tekrar kalbi kırılır diye ama böyle olmaz, koruyacağım diye güvenmediğin insanın kollarına atarsın böyle. Bırak, kalbi kırılırsa toplarız ama biri kalbini kıracak diye onu baskılayamayız.” “Abi.” “Lafımı ikiletme Savaş. İkiniz arasında da böyle bir şey görmek istemiyorum.” Tezgâhın üstündeki siyah sigara paketini çıkartıp bugün kaçıncı olduğunu sayamadığım bir sigarayı daha dudaklarıyla yakaladı. “Ha olur da beni dinlemezseniz, derdinizi Ahmet Araf’a anlatırsınız.” “Tehdit ha Demir Araf.” Savaş da Demir de şimdi daha dingindiler, hatta Savaş’ın dudakları kırık bir gülümsemeyle şekillenmişti bile. “Nasıl anlarsan abim, ben saatlerce nasihat dinlerim dersen, bir telefona bakar ona göre.” Ahmet Araf ikizlerin ve Demir’in amcasıydı, Demir’in işlettiği hastanenin de başhekimiydi. Babalarına kıyasla Ahmet Amca daha iyimser biriydi, hiç evlenmemişti bir kez âşık olmuş kavuşamamamın acısını göğsüne gömüp kendini kapatmıştı. Bazı zamanlar sadece söyleyeceği birkaç cümleyi dinlemek için o kadar heyecana kapılırdım ki içimdeki babasının baş parmağına tutunmuş küçük çocuk yerinde duramazdı. Savaş bir şey söylemedi sadece yüzündeki yamuk gülümsemeyle kahvesini içmeye devam etti, Demir ise aynı yamuk gülümsemeyle bana doğru dönüp göz kırpmıştı. Gözlerindeki zafer bakışına bile kırk kalp ölürdü belki de. “Günaydın.” Barış hâlâ nemli olan saçlarının eşliğinde mutfağa girdiğinde Savaş’la ikisi kısa bir anlığına birbirilerine döndüler. İkisi ilk defa birbirilerinden çekiniyor gibiydiler. “Kahvaltı hazırmış.” Kardeşinden çektiği bakışlarının odağı bu sefer Demir’le hazırladığımız masaya döndü, oraya doğru birkaç adım attı ama abisinin keskin sesi onu durdu; “Geç lan şuraya kaçmıyor kahvaltı.” Barış Savaş kadar inatçı değildi, başını eğip abisinin emrine uyup kardeşinin yanına kuruldu. “Yusuf nerede?” “Uyuyor at ağızlı, uyanmadı.” “Ben uyandırırım onu.” Dedim üç kardeşi kendi yalnızlıklarına bırakıp yaslandığım yerden ayrılırken. Üçü de ben mutfaktan çıkana kadar sustu, ben mutfak kapısından çıkarken Demir’in ‘Eşek sıpaları’ başlıklı azarları başlamıştı bile. Büyük bir evde büyümüş olmama rağmen bazı zamanlar büyüklüğü kafamı karıştıran evin geniş salonunu aşıp uzun merdivenleri çıktım. Yusuf benim kaldığım odamın çaprazındaki odada kalıyordu, odanın ahşap kapısı aralık duruyordu. Aralık kapıyı araladığımda Yusuf yatağın içinde derin soluklar alıyordu, dudaklarının arasında mırıldandığı sözler o kadar belirsizdi ki onu anlayamıyordum. Üstündeki yorgan yere düşmüş yastığı başının altında kaymıştı, yatağın bir köşesinde hâlâ açıkta duran bilgisayar da düşmek üzereydi. İçimde yükselen endişeyle arkadaşımın yanına gidip yatağın kenarına oturdum, bilgisayrın kapağını örtüp yatağın içine çektim ve hâlâ anlamsız mırıldanmalarla başını sallayan arkadaşıma döndüm. Ellerim ona dokunmakla uzak durmak arasında gitti, içimdeki korku bir fırtına gibiydi çatılı kaşları öfkeyi değil korkunun kara lekesiydi. “Yusuf?” diye seslendim elimi göğsünün üstüne koyarken. Elimin altındaki göğsü hızla inip kalkıyor, kalbi kendini parçalayacak kadar hızlı atıyordu. “Yusuf kalk hadi.” Gözkapaklarının kapattığı gözlerindeki korku benim göğsümün üstüne oturmuş, onu korkutan şeye olan nefretim bir kaya gibi kalbimin üstünü örten kemikleri parçalamıştı. “Yusuf.” Bu sefer elimin altındaki bedeni sarstığımda derin bir nefes eşliğinde hızla olduğu yerden doğrulmuştu. Ben dudaklarımdan kaçan ufak bir ‘hıh’ nidasıyla biraz geri çekildiğimde o hızla olduğu yeri incelemeye başlamıştı, gözleri gözlerime değdiğinde dudaklarından nefesini bırakıp yutkundu. “Tamam bir şey yok, kâbus gördün.” Elini terle ıslanmış sarı saçlarına atıp yavaşça başını salladı. Nefesi hâlâ dengesizdi, ne gördüğünü bilmesem de şimdi olduğumuz yerde olmanın farkındalığı onu rahatlatmış gibiydi. “Ne gördün?” diye sordum endişemin pençesi dilime vurduğunda. Yusuf gözlerini kaldırıp bana baktığın harelerinin üstüne derin bir perde çekildiğini fark ettim ve ikinci kez yutkundu. “Vampirler.” Dedi beni dumura uğratarak. “Ne?” “Vampirler vardı Bal Böceğim, herkesin kanını emiyorlardı,” dudakları çarpık bir gülümsemeyle şekillendi. “Benimkini de emip, kanımı kurutmak istediler ama başaramadılar tabii.” Yüzündeki yamuk gülümseme içimdeki endişeyi harlamıştı, sözlerinin ardındaki yasaklı kelimeler kalbimi acıttığında yüzündeki her zerreye baktım; bir umut bir açık yakalarım ve hikâyelerinin ötesini kusar diye. “Yusuf.” “Omlet kokuyor.” Dedi Yusuf yataktan bir hışımla kalkarken. “Sen mi yaptın?” “Hayır Demir yaptı.” “Ha bi de Demir abinin omletini yemedin di mi sen hiç. Zehirlendiğimde bir hafta burada kaldım ya bana yapmıştı, adam sağlam aşçı Bal Böceği bak. Bu devirde zor eli hamurlu koca.” “Yusuf!” Onun tek nefeste söylediklerini dinlerken birden ben de ayaklanıp imasına karşılık istemsizce bağırmıştım. “Buyur Bal Böceğim.” “Yemin ederim o omlet tavasıyla döverim seni.” “Yok yok, sen bana kıyamazsın.” Yüzündeki garip bir ifadeyle ellerini yanaklarıma atıp yanaklarımı iki yandan çekiştirmeye başladı. “Oy minnoşmuş bu, balmış bu, böcekmiş bu oy oy.” Yanağımdaki ellerini ittirip tişörtünün açıkta bıraktığı koluna tırnaklarımı batırdığımda ciyaklayarak geri çekildi. “Ay böcek ısırdı! Kızım alerjim var benim böcek ısırınca kabarıyor bebek cildim.” “Ya yemin ederim öldüreceğim seni!” Benim tekrar bağırmamla Yusuf ayakları götüne vura vura kaçmıştı, arkasından ben de hızlı adımlarla çıktım ama ben mutfağa vardığımda Yusuf çoktan masaya oturmuş omletleri çiğnemeden yutmaya başlamıştı bile. Beni gördüğünde yemekle dolu ağzıyla birlikte gülümsemiş bense ona ters ters bakmakla yetinmiştim. Demir elindeki çay bardağından çayını içerken bana bakıp bir baş hareketiyle masayı işaret ettiğinde Yusuf’un yanındaki boşluğa kuruldum. Masada ilk değil ikinci sıraya oturmuştu, masanın başında Demir oturduğu için bunu bilerek yaptığını tahmin zor değildi. İkizlere döndüğümde aralarındaki gerginlik azalmış gibiydi, hatta Barış Savaş’ın tabağındaki omleti çalmaya çalıştığında Savaş onu çatalıyla tehdit bile etmişti. Yine yaşadığımız her şeyden birkaç dakikalığına sıyrılmıştık, etrafımızdaki karanlığı gözlerimizin aynasıyla aydınlatma çabamız acizdi lakin gülümsememiz için yeterdi. Bir gayya kuyusunun içinde sonsuzluğu bekliyorduk, o güne kadar köşemizde bir kibritin yanmasını beklerken kalbimizi saran umuduyla var olacaktık. Birbirimizle susarak konuşmayı öğrendiğimiz günden beri her şey hem daha kolay hem de daha zordu. Kahvaltı masası itiş kakışlar, sahte kızgınlıklar ve gülüşlerle doluydu; bunun varlığı dahi bir gün şeytanın elinden kaçabilmemiz için yeterliydi. Çalan kapının sesi mutfakta kısık bir şekilde yankılandığında Demir aniden mutfak kapısına döndü. “Sıraç mıdır?” dedi Yusuf ağzındaki lokmayı yutmakla cebelleşirken. “O kırkıncı rüyasını görüyordur şimdi.” Dedi Demir sandalyeden kalkıp mutfaktan ayrılırken. Bizim bir dakikalık sessiz bekleyişimiz ardından Demir elinde karton bir kutuyla döndü. “Abi o ne?” dedi Barış, hepimiz gibi onunda gözü kutudaydı. Demir cevap vermedi, kutuyu masaya koyup cebinden çıkarttığı çakıyla bantlarını kesti ve kutuyu açtı. Bakışları birkaç saniyeliğine bize döndüğünde kaşlarım içimdeki merakla çatılmış olduğum yerde tamamen ona dönmüştüm. Demir kutunun içinden birkaç zarf çıkarttı, üstünü okudu akabinde zarflardan birini bana uzattı. Zarfın üstünde benim ismim yazıyordu, Demir hepimize bir zarf verdi şimdi elinde sadece kendi isminin yazılı olduğu bir zarf kalmıştı. İçimdeki merakın pençeleri midemi deşerken zarfı yırtarak açtım, içinden çıkansa bir tarot kartıydı. Kırmızı kanatlı bir melek vardı kartın üstünde, elindeki suru üflüyor birkaç çıplak insan kollarını açmış meleğe doğru bakıyordu. İsmimim yazılı olduğu zarftan çıkan kart Mahkeme kartıydı. Başımı bir anlığına kaldırdığımda herkes elindeki tarot kartına anlamsız bakışlar atıyordu. Bu kartın anlamı zihnimin bir köşesinde saklıydı, ben küçükken halamın tarot baktığını hatırlıyordum. Bana öğretmek istemişti, ben de büyük bir sevinçle her bir kartın üstündeki çizimleri inceler halamın anlattıklarını dinlerdim. Ta ki babam buna engel olana kadar. Zihnimde dönen anılar ve konuşmalar şaşklarıma doğru bir ağrı olarak bana döndüğünde parmaklarımı şakağıma bastırdım. Biri bizimle bizim anlayabileceğimizden daha büyük oynuyordu, o maskenin ardındaki adam bizi bizden önce görüyordu. Bilinmezliğin kasırgası bir sessizlik olup dudaklarımızı düğümledi, elimdeki karta bakarken kalbime yüklediği ağrıyı anlayamadım ya da anlamak istemedim. Kaçtığım her şeyin sonu ellerimde gibiydi ve ben buza hazır değildim.
☀
Bölüm sonu!
Bir ay kadar bir ara oldu ve şimdi de vizelerim başlıyor, vizelerden sonra bir düzene girmeye çalışacakğım <3
İnstagram : aurora.snk
Twitter: asiretpelusu |
0% |