Yeni Üyelik
10.
Bölüm

Travma Odası 2 - Sıraç

@hivdasnk

 

Travma Odası 2 - Sıraç

 

Bölüm Şarkısı | Sena Şener - Kapkaranlık Her Günüm

 

☀️

Bir kışın sonunda, bedenimizi titreten soğuk bizi yavaş yavaş terk ederken ellerimin bu denli üşümesine artık alışmıştım, silahın soğuk bedeni avucumun içinde hayat bulduğu her an biraz daha üşüyordum lakin o silahı çok nadir ateşlerdim.

Bu gece hayatımda ikinci kez birini öldürmüştüm, bu sefer öldürdüğüm kişi benden birini çalamamıştı. Gözkapaklarım harelerimin üstüne örtündü ilk an silahın elimde ateşlendiği anılar bulanık bir resmin dağılan mürekkebiyle sarıyordu beni. Sıraç’ın yerde baygın ve bir adamı başına silah dayadığı o resimde ben kurnaz bir tilki gibi avcıyı avlamıştım. Bu sorun değildi, arkadaşımı korumuş olmanın gururu kalbimde hızlanan bir ateşti lakin bu sefer ellerim titrememişti tek korkum yerde baygın yatan Sıraç’tı.

‘Alışacaksın.’ Demişti bana. Alışmıştım.

İnsan öldürmeye dahi alışabiliyordu.

“Nasıl oldun?” Sıraç’ın sesini duyar duymaz son bir saattir önünde dikildiğim cama arkamı döndüm. Mutfak kapısının önünde acemi şekilde sardığımız sargısının üstüne buz tutuyordu, beyaz sargının rengi kanın alıyla yıkanmış birkaç ince damla Sıraç’ın esmer yüzüne akmıştı.

“Bu soruyo sorması gereken kişi ben değilim.” Dedim bir çırpıda ve yanına gidip önce elindeki buz torbasını aldım akabinde gevşemiş sargıyı biraz sıyırıp yarasına baktım. Saçları kısa olmasına rağmen koyu renkli olması yarayı daha iyi gizliyordu. “Tekrar kanamaya başlamış bu, belki de dikiş atmak gerekiyordur.” Dedim parmaklarıma bulaşan kanı görmezden gelmeye çalıştım ama yapış yapış his çok fazla rahatsız ediyordu. İçimdeki endişe ise parmaklarıma bulaşan kandan daha rahatsız ediciydi ve yüzümü buruşturmadan edememiştim. Sıraç güldü, birkaç adım ötedeki tezgâha gidip çekmecelerden birini açtı ve bir ıslak mendil paketi çıkarttı. Paketi bana uzattığında tüm mahcupluğumla gülümsemeye çalıştım ve paketi elinden aldım.

“Abartma kızım, yara bu. Biraz kanar sonra kapanır zamanla.”

“Daha geç iyileşecek ama.” Dedim elime bana verdiği paketten bir ıslak bendil çıkartıp önce kendi parmaklarıma bulaşan kanı temizledim sonra bir mendil daha çıkartıp tezgâha yaslanan arkadaşımın yanına geçtim.

“Yine de iyileşecek, en fazla izi kalır nihayetinde kapanır geçer.” Elimdeki mendille yüzüne sızan kanı temizlerken duyduklarımla bir an gülümsedim.

Bahsettiği şey kafasındaki yara değildi.

Bunu hissetmek kalbimi acıttı.

“Tamam uğraşma daha fazla.” Dedi Sıraç elimdeki mendili alıp tezgâhın üstüne bıraktı. “Dağhan çağırır bizi zaten birazdan.” Yanımdan tekrar ayrılırken bu sefer mutfak dolaplarından birinin kapağını açtı ve içinde bal dolu kavanoz ve bir kaşıkla tekrar yanıma geldi.

Sıraç kavanozu ve kaşığı bana uzattığında yüzünde bilmiş bir gülümse vardı bense şaşkınlığımla havalanmış kaşlarıma engel olamayarak ona bakakalmıştım. “Yusuf söylemişti.” Dedi elinden almadığım kavanozun kapağını açıp tekrar bana uzatırken bu sefer onu bekletmeden elindeki kaşığı ve bal kavanozunu aldım. Elimdeki kaşığı önce bala daldırıp akabinde akmak için an kollayan balı ağzıma attım. Bu Sıraç’ı tekrar güldürmüştü.

“Ne?” dedim ağzımdaki balı yemeye devam ederken.

“Hiç, ne bilim kızım balla nasıl rahatlar insan.” Dedi gülerek bense omuz silkip bütün bedenini kaplattığı dövmelerini işaret etim.

“Sen de dövme yaptırıyorsun.” Gözleri önce tişörtünün açıkta bıraktığı dövmelerine sonra bana döndüğünde gülerek başını salladı.

“Bence de bal yemeğe devam et sen.” Ona tekrar bir cevap vermedim sadece kaşığı kavanoza bir kez daha daldırıp balı tekrar hızlıca ağzıma attım.

“Oo Bal Böceği.” Yusuf’un sesi bütün neşesiyle mutfakta yayıldığında Sıraç’la aynı anda mutfak kapısına döndük. “Afiyet olsun ama hızlı olsun.”

“Niye lan?” diye sordu Sıraç.

“E hocamız doktor olmuş bekliyor.” Dediğinde Sıraç göz devirdi. “Ben geçiyorum siz de acele edin.” Yusuf mutfaktan çıktığında kaşığı ve kavanozu bırakıp Sıraç’a döndüm. Dağhan yine hepimizi toplamıştı, yeni bir seans için. Yeni bir neden için. Ama Demir’in burada olmayacağına emindim. Yine de sormak için çırpınan tarafıma engel olamıyordum.

“Demir yine gelmemiştir büyük ihtimalle.” Dediğimde Sıraç genişçe sırıttı.

“Demir Abinin bu grup terapisi olayına katılacağını sanmıyorum. Savaş bile katılmasa da geliyor ama Demir Abi, ne bileyim fazla kapalı kutu. Dağhan Savaş’a yaptığı gibi teklif dahi etse sinirlenir gibime geliyor. Nerden bildiğimi sorma.”

“Nerden biliyorsun?” Sıraç göz devirdi.

“Yusuf sormuştu bi kere, gel anlat açılırsın dedi. Konuşmanın sonunda Yusuf kar yağarken havuzdaydı.” Başka bir şey sormadım sadece Sıraç’ın başıyla işaret ettiği kapıdan usulca çıkıp herkesin çoktan yerini aldığı masaya doğru ilerledim. Savaş bu sefer bahçede değildi, koltuğun üstünde gözleri kapalı bir şekilde uzanıyordu. Uyuyor gibi gözükse de uyumadığına emindim.

Biz masaya geldiğimizde en başta Dağhan olmak üzere herkes birkaç saniyeliğine bize döndü, Dağhan gözlerini ayırmadı dudakları yavaşça kıvrıldığında aynı gülümsemeyi ona bağışladım. “Tamam şimdi herkes burada.” Dedi ve gözlerini koltuğa çevirdi. “Kısmen.” Elinde yine aynı defterle masanın en başında oturuyordu, kalemi tutan elini kıvırcık saçlarına daldırıp zaten dağınık gözüken saçlarını biraz daha dağıttı. Her zaman gömlek veya süveter giyen biri için saçları fazla dağınıktı. “Sıraç.” Sıraç henüz sandalyesine yeni oturmuştu ki ismini duyunca aniden Dağhan’a döndü. “Bugün seninle devam edelim.” Sıraç güldü, ellerini masanın üstünde birleştirip eğildi.

“Zaten biliyorsun Dağhan.” Bu sefer gülen kişi Dağhan oldu, parmaklarının arasında kalemi çevirip defterle birlikte msanın üstüne bıraktı.

“Ben biliyorum,” İşaret parmağı bizi gösterdi. “Ama onlar bilmiyor, hem bana kalırsa bence ben de bütün çıplaklığıyla bilmiyorum.” Sıraç’ın biçimli kaşları çatıldı, bir anda keskin çene hattının daha da sıkılaştığını fark ettim. Bakışlarını masaya indirdiğinde içindeki nefreti hissedebildim, nefret Dağhan’a değildi anılarının örtüsünün kaldığı çıplaklığınaydı.

“Fazla şey istediğini düşündün mü hiç?” Başını kaldırıp Dağhan’a baktığında gözlerini ilk kez bu kadar karanlığın suyuna batırıldığını gördüm.

“Sence öyle mi?”

“Evet.”

“Bildiğim kadarıyla Barış’ı bu masaya oturmaya sen ikna etmişsin.” Dedi Dağhan, bakışlarım bir anda Barış’ı bulduğunda oturduğu yerde biraz kayarak kollarını göğsünün üstünde bağdaştırdı Savaş’ın burada olmaması şaşırtıcı olmasa da düşününce Barış’ın burada olması garipsenecek bir durumdu. İkizler birbirilerinin zıt kutbuydu lakin bir o kadar da birlerdi.

Sıraç güldü, dudaklarındaki alayın altında kalan acının tadı benim bile dilimi yaktığında yavaşça yutkundum. Sıraç’ın bakışları bu sefer bana döndüğünde başımı omzuma yatırıp ona gülümsedim, her şeyden öte onu merak ediyordum. Kalbimin gizli bir odasında onun için bolca şefkat ve güven vardı ne yapacağımı bilmediğimde ona gidip sorabileceğimi biliyordum. Hiç sahip olmadığım bir abinin kalbini ikinci kez buluyordum lakin bu öncekinden farklıydı, onu bilmiyordum. Tanıyordum lakin bilmiyordum.

Belki biraz da olsa cesaretlenmesi için yavaşça başımı sallayıp onay verdim ona, beklediği şey buymuş gibi hissediyordum ve Sıraç da karşılık olarak başını salladığında gülümsemem birkaç saniye daha büyüdü. “Tamam.” Dedi Sıraç, önce arkasına yaslandı, sonra boğazını temizledi ve tekrar kollarını masaya dayadı. “Ne anlatmam gerekiyor.” Dedi.

Sonu anlat, ilkten daha kolaydır.” Dedi Dağhan onun gibi masaya yaslanırken.

“Peki, son.” Tekrar yutkundu, omuzlarını geriye doğru esnetip derince bir nefes aldı. Kafasından içinden geçen her bir kelimenin ona işkence ettiğini bilmek lakin bir şey yapmamak beni sinirlendirse de oturduğum yerde öylece onu izledim. “Klişe bir hikâye işte.” Dedi sıkıca yumduğu gözlerini aralarken. “Babam ben bebekken ölüyor, annem piçin tekiyle evleniyor. İşin sonunda oğlunu değil kocasını seçiyor.” Güldüğü, güldüğü yerde gözyaşlarının bittiğini anladım.

Ruhun acısı yansırmış bedene, bazen insan farkına varmaz ne çok acıdığını; kalbinin artık ölmek üzere olduğunu ama sırtına attığı tuğlaların bıraktığı çizikler ve yüklerin izini bilmek kolay gelir.

“Bu son mu?” diye sordu Sıraç tırın üstündeki iki adama. Adamlardan daha yaşlı olan yavaşça başını salladı.

“Eğer bu tır için diyorsan son ama bir saatte bir tane daha gelecek.” Genç adam dudaklarını birbirine bastırarak son birkaç saatlik yorgunluğunu göğsüne hapsettiği nefesle yitirmeye çalıştı. Sıraç sırtını döndüğünde tırın üstündeki iki adam birbirine bağlanmış tuğlaları gencin sırtına yükledi. Henüz on altısındaydı lakin hem bedeni hem de zihni bunu yalanlayacak kadar gelişmişti belki de bunun bir sebebi de vücuduna amansızca kazıdığı dövmeler ve okuduğu o karmaşık kitaplardı.

Genç adam vücudundaki ter damlalarının çizilmiş tenini yakmasına aldırış etmeden tuğlaları inşaat alanının ağzında bekleyen adamlara bıraktı. Toz içinde kalmış ellerini birbirine vurarak silkeledi ve güneşin onu terk edişinin farkındalığıyla gökyüzüne döndü. Ay yalancı ışığıyla ordaydı lakin yıldızlar o kadar silikti ki en gerçek halleriyle bile sahteydiler.

“Sıraç!” Genç adam ismini bağıran ustasına doğru döndü, inşaattın birinci katında elinde bir karton bardak çayla birlikte ona bakıyordu. “Gel bi’ çay iç, dinlen biraz.” Sıraç başını salladı, bacaklarındaki ağrıya rağmen merdivenleri hızla çıkıp ustasının olduğu henüz duvarları bile yarım olan odaya geçti. “Al için ısınır biraz.” Genç adam yine bir cevap vermedi, kelimeler dudaklarından çok dökülmezdi sadece başını tekrar sallayıp ustasının uzattığı çayı aldı.

Odanın köşesinde duran ve bütün inşaatın tozuyla kirlenmiş çantasının yanına oturup sırtını duvara yasladı ve çantasından bir kitap çıkarttı. Kitap yıpranmıştı lakin elindeki tozun gerçekten kirletemeyeceği tek şeydi. Oğuz Atay – Oyunlarla Yaşayanlar. Kitaptan birkaç sayfa çevirdi, köşesini katladığı sayfayı bulduğunda dudakları istemsizce kıvrılmıştı. “Ne okuyorsun oğlum sen yine, sıkılmadın mı şu kitaplardan?” dedi usta. Bulduğu her boşlukta bu çocuğu elinde ya bir kitap ya da boş bir kâğıda bir şeyler karalarken görüyordu. İlk zamanlar garipsemişti lakin sonrasında alışmıştı.

“Yok be abi, ben de böyle dinleniyorum işte.” Dedi Sıraç, kitaptan gözünü ayırmadan. Okuduğu cümlede parmağını gezdirdi, sertçe yutkundu ustasının birkaç bir şey daha söylediğini hissetti lakin zihni bunu duymasına izin vermeyecek kadar sislenmişti.

‘Anlamıyorum.

Oyun nerede bitiyor, hayat nerede başlıyor,

Hiç anlamıyorum.”

Bir oyunun içinde sıkıştığını hissettiği her anda olduğu gibi kalbine batan dikenli sarmaşıkları görmezden gelmeye başladı, bir tiyatro salonunda hep aynı oyun oynuyordu ve perde hiç kapanmış piyes sayfaları hiç değişmiyordu. Kendini oyununu yaratmak istiyordu genç adam, ellerinin tuğlanın kırmızı tozuyla kaplanmadığı, kaçmak istediği bir ev olmayan, canı yanmadığı bir oyun.

Belki de bir aşk oyunu, karaladığı sayfalarda onlarcası vardı ama gerçekliği onu parçalamasına sebep olmuştu. Kaderin ona sunduğu oyunun içine öylesine hapsolmuştu ki kendi oyununa hiç sahip olamayacağı düşüncesi onu her şeyden saniyeler içerisinde vazgeçirmeye yeterdi. Bi sigara yaktı, ciğerlerine zehri hapsetti ve çürüyen zihnine küfretti.

Yorgunluğu sayfaların üstündeki kelimeleri karıştırdı, gözüne batan bu sefer toz değildi. Gözlerini kırpıştırarak bu hissin geçmesini bekledi, birkaç kelimeyi daha okumaya çalıştı ama harfler birbirine karışmış yok oluşun eşiğindeydi. Genç adamın bedeni günlerin uykusuzluğuna daha fazla dayanamıyordu, yavaşça kapanmaya başlayan gözleriyle mücadele etmek için artık soğuyan çayından bir yudum aldı ama bu sadece yüzünü buruşturmasına sebep olmuştu. Uykunun sinsi bir yılan gibi gelişi mücadele etmek için fazla güçlüydü, istedi lakin kapanan gözleri bu mücadeleyi bitiren ilk hamleydi.

“Sıraç, kalk oğlum hadi.” Duyduğu uğultulu ses ve bedeninin aralıklarla dürtüklenmesiyle genç adam yüzünü buruşturarak olduğu yerde hareketlendi. “Hayda, kalksana oğlum hadi.” Tekrarlanan tanıdık sesle bu sefer gözlerini kırpıştırdı, önce bulanık olan görüntü birkaç saniye sonra netleştiğinde karşısında gördüğü adamla birlikte yerinden aniden doğruldu lakin boynuna vuran ağrıyla dişlerini sıkarak tısladı. Eli direkt olarak tutulmuş boynuna giderken gözlerini sıkıca yumup açtı. “Ne uyudun be Sıraç’ım.”

“Uyudum mu ben?” dedi Sıraç şaşkınlığı gizlemeden, önce elinden düşen kitaba baktı akabinde oflayarak ustasına döndü. “Usta kusura bakma, dalmışım ne kadar uyudum?”

“Çok değil bi saat falan oldu.” Dedi İnşaat ustası gülerek ve hâlâ ayılmaya çalışan çocuğun yanından uzaklaştı. Sıraç ne kadar uyuduğunu duyunca ağrıyan boynunu umursamayarak ayağa fırladı. Gelecek sevkiyatı hatırlayında kısık sesli bir küfür savurdu.

“E abi niye uyandırmadın, sevkiyat gelecekti ya.”

“Geçti oğlum o, tır arıza yapmış yarın gelecekler. Ben de ellemeyeyim dedim de pek rahat durmuyordu yerin.” Orta yaşlarındaki adam dudaklarının arasındaki sigarayı almadan dumanını üfleyerek cebinden çıkarttığı parayı uzattı karşısındaki gence. “Eve dön sen hadi, yarın da gelmene gerek yok artık. Patronun köyden akrabası mı ne gelecekmiş onlar gelecek yardıma.” Sıraç ona verilen parayı alırken duyduklarıyla omuzlarını düşürdü. Henüz bir haftadır çalışıyordu ve işten bu kadar erken çıkacak olmak yeni bir iş arayışı demekti.

“Abi yapma, en az bir ay gelirsin demiştin.”

“Ben ne yapayım oğlum, para kimdeyse söz onda. Hadi evine geç sen, ben bi iş falan duyarsam haber ederim sana.” Genç adam daha fazla diretmedi, parayı ve yere düşen kitabı çantasına atıp inşaatın merdivenlerinden hızla indi. Saat gece yarısını çoktan geçtiği için eve dönüş yolunu yürüyerek tamamlayacak olmanın farkındalığıyla olduğu yerde öylece boş yolu seyredip sonra kabullenişle yürümeye başladı.

Bir ara sokakta kalan evinin olduğu apartmanın önüne geldiğinde evin ışıklarını açık görünce kaşları çatıldı, annesi erken uyuyan bir kadındı ve onun işten dönmesini bekleyecek kadar düşünceye hiçbir zaman varmamıştı. Neden uyanık olduğunu düşünürken evdeki pisliği hatırladı, üvey babası.

Apartmanın merdivenlerinden hızlıca çıkıp, evin kapısına vardığında içeriden gelen gürültü yüzünü buruşturdu, eski arabesk şarkılardan biri bütün apartmanda duyulacak şekilde yüksek sesle çalıyor ve üvey babasının hırıltılı sesi de şarkıya eşlik ediyordu. Elindeki anahtarla kapıda dururken kendi ayaklarıyla her gün aynı cehennemin kapısında durmanın nefretinin artın ona düşündüğünden daha ağır geldiğini fark etti. Çatılan kaşlarına ve gözlerini çepeçevre saran nefretine hâkim olmadı, içindeki nefreti ona göstermek sorun değildi zira bunu umursamayacaktı zaten.

Kapıyı açtı, artık ses çok daha yüksek ve rahatsız edici şekilde duyuluyordu. Kapının sağında kalan salonda üvey babasını gördü; elinde bir sigara ve yarısı içilmiş bir rakı şişesiyle duruyordu. Şişedeki rakıyı bardağa boşaltırken bir yandan da sarhoş dili şarkıyı döndürüyordu. Sıraç hemen karşısındaki mutfak kapısına döndü, aralık kapıdan annesinin silüetini görünce ayağındaki ayakkabıları çıkartıp mutfağa girdi hızlıca. Annesi birden korkuyla arkasını dönmüş lakin tozlar içinde kalmış oğlunu görünce göğsünü tutarak derin bir nefes almıştı. “Sen miydin? Az yavaş girsene oğlum, ödümü patlattın.” Dedi Kadın ve önünde duran pişmiş tavuk parçalarını dilimlemeye devam etti.

“Bu piç yine içiyor burada.” Dedi Sıraç annesine birkaç adım daha yaklaşarak. Kadın cevap vermedi, sadece işini yapmaya devam etti. “Ne yemeği bu, bu saatte benim için böyle bir zahmete girmeyeceğini varsayarsak.” Sesindeki nefret boğazını yaktı lakin o ateş içindeki şeytanı öyle bir besliyordu ki şeytanın gülüşleri kulağında bir uğultuydu. Kadın yine bir cevap vermedi, oğlunu duymaz gelmeye devam ediyordu ki koluna sarılan elle kaşlarını çatarak oğluna döndü. “Anne!” dedi Sıraç, dişlerinin arasından. “O piçe mi yapıyorsun, kerhane köşelerinden gelmiyor mu bu adam eve zaten bir de yemek mi hazırlıyorsun?”

“Yeter.” Dedi kadın kolunu oğlunun elinin arasından çekerken. “Düzgün konuş baban o senin.”

Sıraç’ın nefreti midesinden yukarıya yükselmeye başlarken dişlerini daha sıkı sıktı, şeytan kahkaha attı tırnaklarını kalbine bastırdı. “Babam değil o şerefsiz benim, senin kocan.”

“Öyle ya da böyle, benim kocam senin baban.” Kadın endişeyle kapıya dönüp yutkundu. “Sus artık da sinirlendirme adamı, yemeğini yiyip uyur zaten.”

“Sikmişim onun sinirini. Adamın tek yaptığı bu zaten.”

“Düzgün konuş.” Dedi kadın sertçe. “Sen ne zaman bu kadar saygısız bir çocuk oldun bilmiyorum ki. Başının üstünde çatı evinde bir baba var. Daha ne istiyorsun sen?” Kadının çatılı kaşları ve gözlerindeki öfke genç adamı duraksattı, annesinin bu tavrına alışkın olsa da bunu sineye çeken tarafı artık yeterince güçlü değildi. Kadın oğluna birkaç saniye umutsuzlukla bakıp doğradığı tavuk parçalarını peynirle dolu tabağa koydu, bu genç adamı güldürmüştü.

“Çiğneyip de ağzına ver bari, öyle daha köle olduğunu öyle daha iyi hissedersin.” Kadın oğlunun alayına bir cevap vermeyip elindeki tabakla birlikte kocasının olduğu odaya geçti. Sıraç ise ellerini küçük mutfak tezgâhına yaslayıp sinirinin dinmesini bekledi. Gözlerini yumdu, oradaki karanlığa bir ışık çizdi ve o ışığın bedenine döküldüğünü hayal etti. Lakin karanlık esmer teninin üstüne dökülen ışığı yutmak için oradaydı.

“Şükür gelebildin.” Salondan duyduğu sesle ellerini yaslı olduğu tezgâhın üstünde yumruk yaptı. “Eve gelebilmiş senin hayırsız.” Alkolün de etkisiyle konuşan adamın sesindeki boğukluk miden bulandırıcıydı lakin adam susmamakta kararlıydı, “Bir boka yaradığı da yok zaten, eşek kadar oldu hâlâ anasının dizinin dibinde.”

“Aman bulaşma, işten döndü uyur zaten birazdan rahatsız etmez seni de.” Dedi kadın masada kocasının yanına otururken. Sıraç mutfakta öylece konuşulanları dinlerken cebinden ezilmiş sigara paketini çıkarttı, ince dallardan birini dudaklarının arasına sıkıştırırken titreyen ellerini zapt etmeye çalışıyordu zira o adamın sesini dahi duymak onu öldürme dürtüsünü arttırıyordu.

“Ben ne bulaşacağım senin küçük piçine, o saygılı olmayı öğrensin önce. O kadar çalışıyor madem de parayı nereye atıyor. Bak benden demesi bu piç uyuşturucu falan kullanıyor kesin. Başka ne beklenir ki böyle hayırsızdan.”

“Ne uyuşturucusu Hüseyin saçmalama Allah aşkına. Sıraç öyle bir çocuk değil.”

“Hadi lan oradan, her hafta vücuduna başka bir bok kazıyıp geliyor saçma sapan kitaplar okuyor. Kendinden bir bok olamadığını anladı ya ondan yapıyor böyle. Bana bak, azıtma sen de bu oğlanı, tepemize çıktı iyice.”

Genç adam derin bir nefes aldı, dudaklarına birbirine bastırırken süzülen dumanı soludu. Sakinliğini koruyabilmek için Tanrı’ya dua etti, titreyen parmaklarının arasındaki sigarayı tekrar dudaklarına götürürken bu zehrin kalbindekini yenmesini umut etti.

Bir kırılma sesi duyuldu, tabağın düşüşüyle birlikte Sıraç yumduğu gözlerini açtı akabinde üvey babasının sesi duyuldu bütün evde, “Yapacağın işi sikeyim senin, beceriksiz!” Tenin tene değişi bütün gürültüsüyle duyulduğunda parmaklarının arasındaki sigara yere düşmüş artık tenine değen ışığın her bir zerresi yok oluşun eşiğinde sallanıyordu. “O piç oğlunun kime çektiği de belli oldu şimdi.” Saniyeler dakikaları yendi, zihin şeytanın tırnaklarını batırdığı yerde bitti ve ışık tamamıyla yok olduğunda genç adam elindeki sigarayı öylece mermer zeminin üstünde bırakıp mutfaktan çıktı. Evin küçük salonun kapısını vardığında görüntüler bulanıktı zira gözlerinin önüne serilen tek şey ateşti, sadece bu evi değil kendini de yakacağının farkında olduğu bir ateş.

Annesi yerde kanayan dudağını tutarken üvey babası pantolonun üstündeki kemeri çözmeye başlamış, sarhoş dilinin izin verdiği ölçüde birkaç küfür savuruyordu. Adam çözdüğü kemeri hava kaldırmış, bütün gücüyle yerde öylece duran kadının üstüne devirmek için hazırlanıyordu ki bileğini tutan bir elle birlikte durmak zorunda kaldı.

Şeytan ışığı yendi, şeytan şeytanı kesti.

Sıraç öfkenin onu ele geçirmesine izin verdi, şimdi nefret ettiği o adam yerde yatıyor yumrukları ise rastgele adamın yüzüne iniyordu. Genç adam çığlıklar içerisinde bağıran annesini duyamıyordu, kulaklarında sadece bir uğultu gözlerinin önünde nefreti vardı.

Yumrukların ardı arkası kesilmiyordu, yerde yatan adamın yüzünden akan kanlar çirkin yüzünü saklıyor tükenmiş gücü hareket etmesine izin vermiyordu. Sıraç dişlerini sıktı son kez vurdu yumruğunu adamın yüzüne ve kanla lekelenmiş gömleğini kavradı avcunun içinde. “Bir daha bu kadına dokunmayacaksın, siktir olup gideceksin bu evden de. Anladın mı lan!” Sözleri sertti lakin inasnı üşütecek derece de soğuk ve keskindi. Adamın kavradığı gömleğini bırakıp tekrar yere ittirirken üstüne tükürerek yerden kalktı. İlk kez öfkesini bırakmıştı, ilk kez oyunu bozmuştu.

Genç adam ağlayan annesine döndüğünde duraksadı, kadın kocasının başına gelip daha şiddetli ağlamaya başladı. “Anne.” Dedi genç adam bir fısıltıyla, kadın buğulu gözlerle baktı oğluna.

“Ne yaptın sen! Ne yaptın sen!” Kadın bir yandan ellerini kocasının kanla kaplanmış yüzünde gezdiriyor bir yanda da bağırıyordu.

“Vurdu sana.” Dedi Sıraç, az önceki öfkesine nazaran şimdi güçlükle çıkıyordu kelimeler dudaklarından.

“Sana ne! Öldürecektin onu, hayatımı mahvetmek mi istiyorsun sen. Nasıl biri oldun sen, nasıl bir canavar oldun. Öldürecektin onu.” Kadın ağladı, yerde hareketsizce yatan kocasının göğsüne yasladı başını. “Defol git bu evden, bir daha yüzünü görmeyeceğim. Her şeyi mahvediyorsun.” Sıraç sustu, lal olan bedeni öylece annesinin ve yerde yatan adamın başında duruyordu. Sustu, suskunluğu karmaşışındandı. Sustu zira öfkesinin zehri bitmişti, şimdi hayal kırıklığıydı en büyük zehri. “Sen hâlâ burada mısın, defol git evimden. Defol git hayatımdan!” Uyuşmuş bacakları hareket etmeye başladığı ilk an gözleri bütün gücünü yitirerek birkaç damla yaşı bıraktı gözlerinden. Kapının önüne öylece bıraktığı çantasını aldı, ayakkabılarını giydi ve nefretle girdiği kapıdan hayal kırıklığıyla çıktı.

Kapı kapandı lakin genç adam daha fazla hareket edemeden öylece olduğu yere yıkıldı, gözlerinden akan yaşlara dokunamadı, elleri öylece bacaklarının üstünde duruyordu. Dişleri dudaklarının üstüne battığında artık zehrin kendisi olduğuna emindi. Şeytanın kanı parmaklarında, ruhu artık kalbinin zincirine bağlıydı.

Sıraç sustu, dudaklarının arasına derin bir nefes hapsedip Dağhan’a döndü. “O gece Dağhan’la tanıştım işte. Sonrasını biliyorsunuz işte.” Dedi. Dudaklarımı aralayıp bir şey söylemek istedim lakin mühürlüydü, gözümden akan tek damla yaşı sildim. Bir insanı teselli etmenin tek yolu kelimeler miydi? Ben sustum, dudaklarımda kırık bir gülümsemeyle baktım ona, gözleri bana değdiğinde hayal kırıklığının cılız ışığını gördüm lakin o yine de yavaşça gülümsedi.

“Anlatınca ne hissettin.” Dedi Dağhan elindeki kalemi birkaç kez döndürdü, o kadar sakindi ki bu durumu garipsemeden edemedim.

“Öfkelendim.” Dedi Sıraç oturduğu sandalyeye yaslanıp başını Dağhan’a çevirdi. “Bir de kendimi aptal gibi hissettim, bir an için de olsa annemin bana sarılacağını düşünmüştüm o gün. Ama şeytan ben kurban o adam oldu.”

Bir katil yaratmak için birinin kalbini kırın sonra son kalan umudunu sessizce yakın. Şeytan tohumlarını o kırık kalbe ekmek için bekliyor olacaktır. Sıraç tekrar konuşmadı, biz de yarattığı sessizliği bozmadık sadece Dağhan’ın defterine değip geçen kaleminin sesini dinledik. Bir katilin hikâyesini yazıyordu, bir şeytanın katili ve o hikâye hiç bitmeyecekti. Bunu anladığım ilk gün elimde bir silah vardı, o gece bir katildim ama ilk öldürdüğüm kişi bendim.

Bölüm sonuuu

Bölüm yorumları 👉🖤

İnstagram : aurorusa.snk

Twitter : asiretpelusu

Loading...
0%