@iiamhatiice
|
5:35...
Kol saatimin akrep ve yelkovanın gösterdiği sayılar... Güneş neredeyse dolmak üzereydi. Olay anın üzerinden yaklaşık olarak 2 saat geçmişti. Güneş ışınları içinde bulunduğumuz odanın sahip olduğu tek küçük pencereden içeriyi aydınlatıyordu. Pencereden geçip tam önünde duran sedyenin üzerinde yatan yabancının yüzüne vuruyordu.
“Kurşun yarası...” Böyle söylemişti Akif onu muayene ettikten sonra.
“Kurşun hâlâ omzunda ne zaman girdiğini bilmediğimiz için olabildiğince çabuk çıkmalı.”
Kan kaybı önlenmişti. Nabzı da artık normal denilebilecek düzeye yakın atıyordu. Göğsü her nefes alıp verişinde yavaşça inip kalkıyordu. Her şey yolunda olmasa da en azından eskisine göre daha iyiydi. Ama nasıl girdiğini bilmediğim ve asla fikir dahi yürütemediğim kurşun hâlâ içerideydi.
“Buradan müdahale edemem şehre inmeli.”
Şehre inmeleri, çünkü burası ameliyat edilebilecek uygun şartlara ve ekipmanlara sahip bir ortam değildi. Şehre inmek için havanın aydınlanması beklenilmez miydi? Çünkü buralar geceleri tehlikenin tam adresiydi.
Odanın kapısı çalındığında bütün bu düşüncelerin bir kenara bırakıp kimin geldiğini görmek için kapıya doğru döndüm. Gelen Akif’ti.
“Araç hazır komutanım.”
Başımı tamam anlamında salladıktan sonra ayağa kalktım. Neredeyse 2 saattir hareketsiz bir şekilde bu sandalyede oturduğum için bacaklarım uyuştu.
“Değerlerini yeniden kontrol ettikten sonra araca yerleştireceğiz.”
En son ki kontrolün üzerinden bir saat geçmişti. Durumunda gözle görülür bir değişiklik yaşanmasa da bunu belli aralıklarla Yapması gerekiyordu.
“Telefon görüşmesi yapıp geleceğim o zamana kadar yüklemiş olun.”
“Emredersiniz komutanım.”
Yabancıyı Akif'e bıraktıktan sonra telefon görüşmesi yapmak için odaya geçtim. Sandalyeye oturup başıma geriye yasladım. Akşamdan kalma baş ağrısı uykusuzlukla birlikte geri gelmişti. 2 saattir taş gibi hareketsiz bir şekilde oturduğum için de baştan aşağı bütün kemiklerim ağrıyordu.
Masanın ikinci çekmecesini açıp daha önce bıraktığım ağrı kesiciyi bulma umuduyla karıştırmaya başladım. Boş kağıtlar, dosyalar, poşetler... Aradığım hiçbir şeyi bulamayacağım koca bir çöplük...
Çekmeceyi kapatıp masanın üzerinde duran telefonu kendime doğru çektim. Hangi numarayı tuşlayacağımı düşündüm. Ev numarası mı? Hastanede kullandığı telefon numarası mı? Abim şu an evde de olabilirdi hastanede de.
Hastanede olma ihtimali anlık olarak daha ağır bastığı için oranın numarasını tuşlayıp ahizeyi kulağıma götürdüm. Abimin açmasını beklerken bir yandan da ağrıyan başımı sıvazladım. Çaldı, daha uzun çaldı ama açan kimse olmadı. Aramayı sonlandırıp ikinci seçeneğim olan ev numarasını tuşladım. Birkaç çalışın sonunda nihayet telefon açıldı.
“Alo?”
Sesi zamanında vermiş olduğu etkiyle uykulu gelmişti.
“Abi?”
“Selim?” Sesin de uyku sersemliği ile birlikte ani şekilde artan endişeyi de hissedebilmiştim. Onu bu saatte hiç aramadığım için endişe duyması normaldi. Evham konusunda biraz anneme çekmişti. Ona bunu yaşatmaktan hiç hoşlanmasam da şu an yardım isteyebileceğim tek kişi oydu.
“Kusura bakma seni de uyandırdım bu saatte.”
“İyi misin? Bir şey mi oldu? Vuruldun mu yoksa selim?”
Arkadan yengemin uykulu sesi de duyuluyordu. “Ne olmuş Süleyman? İyi miymiş? Bir şey söylesene.”
“İyiyim. Bir durur musunuz artık?” Araya girmezsen bu konuşma uzar giderdi.
“Vurulmadım. Hala tek parçayım. Gayet de sağlıklıyım. Tamam mı?”
Abim rahatlamış bir şekilde nefes verdikten sonra olayı bilmesi gerektiği kadarıyla anlattım. Biz şehre inene kadar o da hastaneye gidip ameliyathaneye ayarlayacaktı.
Telefonu kapatıp bahçeye çıktığımda yabancı çoktan araca yüklenmişti. Yanında Akif ve 2 asker daha vardı. Şoför koltuğuna bir asker daha oturmuş gitmek için beni bekliyorlardı. Arabaya bineceğim sırada İbrahim arkamdan seslendi.
“Gidiyor musun?” En azından siniri biraz da olsa geçmişti.
Başımla onayladım. “Gidiyoruz, abimi aradım az önce. Hastaneye gidip bizi bekleyecek.”
Elini omzuma atıp çok da sert olmayacak şekilde sıktı. Bu onun anlaşma yöntemiydi.
“Dikkatli olun.”
“Siz de,” dedikten sonra beklemeden araca binip karakoldan ayrıldık.
Arkama dönüp aracın arka küçük camından yabancıya baktım. Başı benim olduğum tarafta olduğu için yüzünü net göremesem de her şey yolunda gibiydi. Akif de arada bir nabzını kontrol ediyordu. Karakoldan yeteri kadar uzaklaşıp nihayet toprak yola girmiştik içimde bir türlü anlam veremediğim garip bir his vardı. Bu yol şehre inerken sürekli kullandığımız tek yoldu tehlikeliydi de evet ama hiçbir zaman şu anki gibi bir his kaplamıştı içimi buradan geçerken.
Belki de anlamsız endişenin sebebi buradan geçiyor olmamız değil de dün geceydi. Dün gece sonunda ortaya çıkacak gerçeklerin ihtimali endişeye sebep olmuştu ve tam da şu an vücuduma yansıtmayı tercih etmişti. Ya da aracın içinde bir sivilin olmasıydı. Korunmaya muhtaç yaralı bir sivil... Dün gecenin en büyük sırrı. Çözüme gidecek yolda en büyük anahtar...
Ortamda can sıkıcı bir sessizlik vardı. Kamyonetin tekerinin toprak yolda çıkardığı kuru gürültü dışında yaşama dair hiçbir belirti yoktu. Sessizliğin normal şartlarda kafamı toplamama yardımcı olması ve rahat düşünmemi sağlaması gerekirken tam aksine sebep olması canımı sıkıyordu. Ama içimden bir his yabancının olayın sonucuna ulaşmadaki en büyük çözüm kaynağı olduğunu söylüyordu. İbrahim ve öğrenirse öğrensin bombanın onun tarafından patlatılacağını da.
Yaklaşık bir buçuk saatin ardından nihayet taş yollardan geçmiş boş arazileri geride bırakmıştık. Yaşamın en büyük belirtisi olan evler görüş alanımıza girmeye başlamıştı. Hareketlilik de güneşin ilk ışıklarıyla beraber doğuyordu. Saat neredeyse 7:30’a yaklaştığı için çoktan çocukların okula gitme saati de gelmişti.
Sıra sıra okula ulaşmaya çalışan çocukların yanından geçip hastanenin yoluna girmiştik. Burada okul yoluna göre daha az kişi güneşin doğuşuna eşlik ediyordu. Anneler çocuklarını okula yollarken babalar da işe gitmek için evden ayrılıyordu.
5 dakikalık kısa bir yolculuğun ardından bizi ne kadar süredir hastanenin önünde beklediğini kestiremediğim abime ulaşmıştık. Rehavetin etkisiyle hastanenin kapısının önünde adeta volta atıyordu. Yanımda buraya önceki gelişimde tanıştırdı ama anlık olarak hatırlayamadığım bir doktor arkadaşı daha vardı.
Kamyoneti gördüğü an duraksayıp hastane önlüğünün cebinde olan ellerin dışarı çıkardı. İçinde taşıdığı stresle birlikte en çok da var olan endişeyi yönetemediği aşikardı. Bunu kas katı kesilmiş vücuduna anlamak çok kolaydı. Ona doğru iyice yaklaştığımızda gözlerinde barındırdığı endişe beni kamyonetin ön koltuğunda gördüğü an büyük oranda silinip gitmişti.
Arabadan inip kapısını kapattığımda çoktan yanımıza gelmişti. Göz ucuyla ilk önce arkada yabancıyı indirmeye koyulan askerlere baktı. Daha sonra da bana dönüp yaralı mıyım diye baştan aşağı inceledi. Hala tam olarak iyi olup olmadığından emin değildi. Elini omzuma koyup hafifçe sıktı.
“İyisin değil mi?”
Başımı evet manasında salladıktan sonra elimi sedyenin üzerinde yatan yabancıya doğru uzattım. Abimin bakışları yavaşça ona doğru kayarken yüzündeki endişe de eş zamanlı olarak silinip gitmişti.
“Selim, bu bir kadın,” dedi büyük bir şaşkınlıkla. “Kurşun yarası olan bir kadın,” diye de ekledi daha sonra.
“Evet öyle,” diyebildim sadece. Onu telefonla aradığım zaman sadece bir yaralı olduğunu ve durumun aciliyetinden bahsetmiştim. Şimdi onun bir kadın olduğunu öğrendiği için doğal olarak detayları merak edecekti. Ona ne kadarını söylemem gerektiğinden emin değildim. Ne kadarını söyleyebileceğim den de...
|
0% |