Yeni Üyelik
12.
Bölüm

10. GİRDAP

@irispage

 

Merhabalaarrr! Upuzun bir bölümle geldim, sizden de bolca yorum bekliyorum 🩶

 

İyi okumalar!

 

10

 

 

GİRDAP

 

 

 

Villain ~ K/DA, Madison Beer

 

 

Bunu söylemek istemezdim ama epey zamanı aşkındır hayatım tepetaklak.

 

Kelimenin tam anlamıyla.

 

Elimden geldiğince bazı olumsuzlukları zihnime hapsettiğimden emin olurum, çünkü dile getirmek kabullenmektir. Neden bu gerçeği kabullenmek istemediğime gelirsek de... Orası uzun hikaye. Sadece bundan sonrası için hayatımda söz sahibi olan kişi olduğumdan ben de dahil kimse şüphe duymamalı. Herhangi bir şüphe, bunu yeterince iyi başaramadığım anlamına gelir ve böyle bir şeyi kesinlikle istemiyorum.

 

Ortada bir oyun varsa bile bana düşen bir rol yok. Şayet oyunda benim için de bir yer olacaksa da ben oyunu kuran o kişi olmalıyım.

 

"Senin o türden bir rolün yok." Bu cümleyi düşünüp duruyordum. O türden bir rolümün olmaması, aslında başka türlü bir rolümün olduğu, fakat muhakkak o oyunda bulunduğum anlamına mı geliyordu?

 

Sanırım bir süre, bunun ne anlama geldiğine kafa yormaya bir son vermeliydim, çünkü derine daldıkça bunun daha çok içine çekiliyordum.

 

"...Elimi tutmanı istiyorum."

 

Buna verdiğim tek karşılık sessiz kalmak olmuştu, ancak bu kabullenme anlamında bir sükunet anı değildi. Duymazdan gelmek? Pek mümkün değil. Reddetmek? Evet. Bunu reddettiğimi sözcüklerle dile getirmeme bile değmeyeceğini anlamış olmalıydı.

 

"Bu gece burada kal, yarın eve dönersin. Hem kafa dağıtmış oluruz biraz, benim de buna ihtiyacım var." Gözlerimi, ışığın yansımasıyla ucu parıldayan gümüş bıçaktan aldım. Alya, içten gülümsemesiyle benden bir cevap bekliyordu.

 

Mavi gözlerim bu kez annemi buldu, yemek masasında sağ yanımda oturuyordu. "İstersen kalabilirsin," diye onayladı, bunu ona sormamıştım bile. Şimdiyse buz mavisi gözleri karşısında oturan Alya'daydı. "Eminim Alya evde kız kıza vakit geçirmek için iyi bir şeyler planlamıştır."

 

Alya'nın kendi fikrini öne sürmek üzere konuşacağını ve arkasından gelecekleri öngörebiliyordum. Tahmin ettiğim üzere, hevesle evde kalmayı planlamadığı kısmı açıklamaya kalktı. "Aslında, ben düşünmüştüm ki..."

 

Herhangi bir izin-ret-ısrar ya da rica-ret-minnet kombinasyonlarının önünü kesmek için, "Kalacağım," dedim.

 

Böylece o da tamamlamak üzere olduğu cümlesini çoktan unutmuştu. "Süper! Seninle birlikte vakit geçirmeyeli uzun zaman oldu."

 

Haklıydı, çünkü yaklaşık bir buçuk seneden söz ediyordu. Alya, kuzenim olmasına rağmen uzun zamandır onunla hiç başbaşa vakit geçirmemiştik. Çocukken birlikte hep oyun oynardık, fakat her ne olduysa sonradan birebir buluşmak yerine yalnızca aile toplantılarında bir araya gelir olmuştuk. Belki de aramızdaki dört yaş sebebiyle büyüdükçe zevklerimiz arasında da mesafe oluşmaya başlamıştı.

 

"Daha sık birlikte vakit geçirmelisiniz, kızım. Ne de olsa aranızda kan bağı var. Bu çağın insanına benzememek lazım, yabancılaşmayalım birbirimize." Konuşan en büyük amcam, yani Alya'nın da babasıydı.

 

Mahçup bir sesle, "Doğru söylüyorsun abi," diye onay verdi babam. "Bizde de hata var, eğitimlerine önem vermekten çocukları bir araya toplayamaz olduk. Her şeyde denge kurmak gerekiyor."

 

Ağır ağır başını sallarken, "Öyle," dedi amcam. Yemek masasının başında oturuyordu. Yaşanmışlıkla kırışan yüzünü sıvazladı. İlgisi ben ve kızındaydı. "Büyük sözü diye geçip kulak asmayın evladım, ehemmiyetli mevzular bunlar."

 

Annem, "Tıpkı eğitimin de önemli olduğu kadar," diyerek hafifçe gülümsedi. Sonra buz mavisi gözler, masadaki herkesin yüzünde tek tek gezindi ve amcama geldiğinde durdu. "Yalçın ve Lina'nın geleceği için elimizden geleni yapıyoruz. Sadece okul değil, hayat da bir mücadele nihayetinde. Yeni ve önemli kararlar, koşuşturmacalar derken... Haliyle de geri kalan konulara pek vakit kalamayabiliyor."

 

Amcam tok bir sesle, "Muhakkak öyle yapıyorsunuzdur," diye tasdikledi. Annemin sözünün onun açısından pek de önemli olmadığı yüzünden belli olsa da konuşmasıyla itiraz etmedi. "Aslında Yalçın'la sık sık telefon görüşmesi yapıyoruz. Vefalı yeğen, vakit buldukça bu ihtiyar amcasını arayıp halini hatrını sorarak memnun ediyor."

 

Annem, "Düşüncelidir benim oğlum," diyerek suyundan bir yudum aldı. Sonra bana döndü ve elini omzuma yasladı. "Lina'nın da bir hafta sonra voleybol final maçı var. Son zamanlarda tüm ilgisi orada."

 

Benim ilgisizliğimin üzerini, aslında ilgimin önemli bir yerde olduğunu söyleyerek kapatmaya çalışıyordu. Eşlik ederek başımı salladığımda o da omzumdaki elini çekti.

 

Amcam yavaşça kaşlarını kaldırıp indirdi. "Sahiden mi? Haberim yoktu."

 

Hedef olmaktan rahatsız olsam da ılımlı bir yaklaşımla, "Söylemeye fırsatım olmadı," diyebildim.

 

Bir hevesle atılarak, "Ben biliyordum," dedi Alya. "Ama ben de size söylemeyi unutmuşum baba, insanlık hali."

 

"Eh kızım, neyse." Bana baktı. "İyi şanslar Linacım, başaracağına şüphem yok."

 

"Teşekkür ederim."

 

Yemek sonrasında annem ve babam birer kahve içip çok oturmadan eve döndüler. Saat, akşam onu geçiyordu. Alya'nın yatağında karşılıklı bağdaş kurmuş oturuyorduk. Sohbet ederken bizim için hazırladığı atıştırmalıklara eşlik etmeye çalışıyordum, ancak diyet programıma uymaması bir yana dünden beri midem hiçbir şeyi almaz olmuştu. Akşam yemeğinde de porsiyonumun yalnızca küçük bir kısmını bitirebilmiştim. Fakat takviyelerimi almaya devam ettiğim için bu durumu sorun etmemeye çalışıyordum.

 

"Okulun nasıl gidiyor?" diye sordu kısa bir sessizliğin ardından. Zaten genellikle o soruyor ve ben cevaplıyordum, bazense ilgisiz gözükmemek için merak etmesem de onun hakkında sorular soruyordum. Böylece o da bana daha az sıkıcı sorular yöneltmiş oluyordu, fakat aklımı meşgul eden şey bunlardan hiçbiri değildi.

 

"Notlarımı soruyorsan pek iyi sayılmaz," dedim dürüstçe. Neden bir büyük gibi bu soruyu sorduğunu da anlamamıştım, yaşça benden büyük olsa da bu yüzeysel soruları soracak kadar orta yaş üzeri ve hadsiz biri değildi sonuçta. Belki de sadece sohbeti ilerletmeye çalışıyordu.

 

"Derslerin peki? Onlar nasıl geçiyor?"

 

Sıkıntıdan elimde çevirip durduğum telefonumu yatağın üzerine atıp başımı kaldırmadan bakışlarımı ona diktim. "Liseyi mi özlüyorsun Alya?"

 

Başını geriye atarak kahkaha attığında hafifçe kaşlarımı çattım. "Hayır tabii ki Lina! Akademik hayatını değil, aşk hayatını sorduğumu anlamını bekliyorum sadece."

 

Bu soru beni hazırlıksız yakaladı. Asıl soruyu anlamamam bu konuyla alakamın olmamasına yönelik yeterli bir cevap olsa da, "İlgini çekecek bir şey yok maalesef," diye cevapladım sakince.

 

Ulaş'la onunla en son görüşmemden sonra tanışıp sevgili olduğum için ondan haberi yoktu. Sosyal medya da Ulaş ile ilgili hiç paylaşım yapmadığım için onu tanıyamazdı, sadece beni yokluyordu yani.

 

"Canım vardır illa ki. Ayrıca lise aşklarında her zaman ilgi çekecek bir şey vardır, çünkü teneffüste denk geliş bir büyük bir olaydır." Uzaklara dalıp gittikten sonra bana dönüp gülümsedi. "Aslında fark ettim de liseyi özlemişim. O yüzden anlat hadi bir şeyler."

 

"Özlediğin şeyin lise olduğunu sanmıyorum," diye bir tespitte bulundum. Bunu duyduğundaki ifadesinden dolayı biraz fazla dobra davrandığımı fark ettim, ama yakın sayılırdık sonuçta ve o da bana aklından her geçeni söylüyordu.

 

Bakışlarının puslanmasıyla gülümsemesi silinip giderken yeniden gülerek geçiştirdi. "Her neyse beni boşver. Hayatından biri yok mu gerçekten?"

 

"Yok."

 

"Hoşlandığın biri?"

 

"Yok."

 

"Uzaktan gizlice seyrettiğin?"

 

"Hayır."

 

"Arada bir bakıştığınız?"

 

"Hayır, Alya. Öyle biri yok."

 

"Tamam tamam, üstüne gelmeyeceğim. Ama muhakkak vardır kendine bile itiraf edemediğin biri." Pes etmemesine karşılık yorgunca kaşlarımı kaldırdığımda başını salladı. "Hiç bakma öyle. Seni heyecanlandıran, hislerine en yakından dokunan ama sana en uzak olan biri mutlaka vardır. Ama bir sebepten, belki de pek çok mantıklı sebepten o kişi yasaklı olduğu için kendine dahi duygularını itiraf edemezsin. Onu da yok sayamadığın için bu kez hislerini yok sayarsın. Kendini kandırırsın yani." Sırtını yatak başlığına yaslayıp derin bir iç çekti. "Tekrar düşün. Var mı?"

 

"Düşünmekle cevabım değişmeyecek," dedim ikna olması için. Başka bir şey de söylemedim, çünkü bu konuşmayı aslında kendine yaptığı açıktı. Hislerini, bir başkasını tanımlamak için kullanma yoluyla kendisine yabancılaştırmaya çalışıyordu. Ona kızmıyordum, sanırım bana ablalık yapmaya çalışıyordu. Zaten o uzaklara dalıp gidince ben de garip sessizliğe çekilmemek için telefonumu elime aldım.

 

Mesaj kutumdaki pek de önemli olmayan mesajları okuduktan sonra bugunkü sayamadığım kez internetteki son aramalarıma girdim. Dün üzerime yüklenen bilgilerden sonra o, beni bıraktığı gibi evde ilk işim internette Zodyak kelimesini araştırmak olmuştu. Arabada ona soracak zamanım olsa elbette benden o kadar kolay kurtulamazdı, ama annemin devamlı mesajlarına cevap yetiştirirken yol sona ermişti ve bu fırsatı kaçırmıştım. Arama motoruna yazdıktan sonra çıkan öneriler, haliyle kelimenin gerçek anlamıyla bağlantılı internet sitelerine yönlendiriyordu. Bu yüzden onun da söylediğini anımsadıktan sonraki aratmalarım, 'Zodyak Örgütü' 'Zodyak Suç Örgütü' 'Türkiye Merkezli Uluslararası Suç Örgütleri' olarak değişmişti. Bunlarla birlikte istediğime biraz olsun ulaşmıştım. Basın kuruluşlarının internet siteleri ve erişime açık tüm yayın organları onları daima örgüt kelimesiyle birlikte anıyordu. Sık kullanılan kelimeler arasında ticaret, operasyon ve çeşitli suç türleri de geçiyordu.

 

Ancak asıl dikkatimi çeken kısım yasal süreçten daha az bahsedilmesiydi. Bir mahkeme kararı, tutuklamaya dair bir görsel ya da en azından davayı takip eden bir hakim veya savcı beyanına ilişkin neredeyse hiçbir şey yoktu. Olanlar da genel olarak güvenliğin sağlandığı, suçluların tespit edildiği üzerineydi. Ancak yakalama kararı olsa da tutuklamadan söz edilmemişti. Adalet sisteminin bürokratlarının, Zodyak ile ilgili beklediğimden çok daha az sayıda açıklamada bulunmaları beni şaşırtmıştı. Açıkçası nasıl bir sonuca varmam gerektiğini de bilemememiştim.

 

Erez Kozahan ismi ise internetteki yokluğunu kara bulutlar ardına gizlemiş gibi koruyordu. Yalnızca Zodyak'tan bahsedilen haberlerde geçen isim kısaltmalarında, kara bulutlar dağılmadan o kendisini hissettiriyordu. "Uluslararası Suç Örgütü Lideri E.K..." "Zodyak Örgütünün Lideri E.K." "Silah Ticareti Yapan Örgütün Başkanı E.K..." diye başlayan haber yazıları ya da manşetlerde, bahsedilenin Erez Kozahan olduğunu biliyordum.

 

İlgili haber başlıkları da dikkatimi çekmişti: "Gündem Bununla Çalkalanıyor! Örgütün Abluka Altına Alınacağı İddiaları" "Uluslararası Suç Örgütünün Akıl Sır Erdirilemeyen Kara Para Aklama Yöntemleri" "Yasadışı Bıçak Ticaretinde Skandal: Örgüt Lideri Hakkında Şok Edici İddia". Bunların hiçbirinde Erez ya da Zodyak ismi geçmiyordu ya da eşleştirebileceğim bir benzerlik bulamamıştım, zaten onlarla alakalı yapılmış haberler olsa bile bundan emin olacak bir bilgi birikimim yoktu.

 

Gözaltına alınma, ele geçirme, baskın ya da adliyeye sevk etme gibi ifadelerle ismini özellikle arasam da bir şey bulamamıştım. Bazı isimler vardı yakalandığı söz edilen, ancak Zodyak açısından kayda değer kişiler olduğundan bile şüpheliydim.

 

Bu girdap insanı, kendi iradesini de işin içine katarak içeriye doğru adım atmaya zorluyordu. Zodyak'tan bahsetmeden Erez Kozahan'a ulaşamıyordunuz. Onu tanımak ve hatta yalnızca adını bilmek isteyenin Zodyak'a adım atacak cesareti olması gerekiyordu.

 

Her şey bir yana, o "Silah Ticareti Yapan Örgütün Başkanı E.K..." başlıklı haber, vücudumun kaskatı kesilip duyularımın titremesine sebebiyet vermişti. Irak, Pakistan, İngiltere ağında gerçekleşen geniş çaplı bir silah sevkiyatından söz ediliyordu, ama sürece ilişkin herhangi bir bilgi verilmemişti. Belki de bahsettikleri özel olarak bir sevkiyat değil, devamlı bir akışın haritasıydı fakat bundan emin olmak da zordu çünkü haber dili örtülüydü. Fakat bana kalırsa mesele bundan da ibaret değildi. Erez Kozahan, uluslararası boyutta silah ticareti yapan bir suç baronuydu ve ben daha dün akşam onunla beraberdim. Onun evinde, onun arabasında ve yanı başındaydım.

 

Canım apaçık tehlikedeyken nasıl olur da kendimi bütün bunlara bir son vermek konusunda ikna edemiyordum? Üstelik ceza almayacağımı söylemesinin hiçbir anlamı yoktu, çünkü durum hukuki aşamayla kalmıyordu, asıl korkmam gereken onun ta kendisiydi.

 

Peki ya o nasıl olmuştu da öyle kolayca kendi dünyasına beni davet edebilmişti? Nasıl onca şeyi kaldırabileceğime inanıyordu? Fiziksel ve mental olarak benden güçlü sayısız insanı, bir gün geçmeden ayağına getirebilecekken, bende ısrarcı olmasının nedenini belki de hiçbir zaman anlayamayacaktım.

 

Bu kadarını sindirmek bile beni zorlamışken, bilmediklerimin uçsuz bucaksız evreninde yolumu kaybedecek kadar bile var olamayacağımı düşlemiştim. Bu uzak durulması gerekilen bir düştü şüphesiz, ancak yabani bir dürtü bana o evrenin bir parçası olmamı fısıldıyordu. Durmadan, birçok sesten fısıldıyordu ki bu sesler, asıl odağıma olan ilgimi çalmıştı. Bu benim doğamda olabilecek en büyük problemlerden biriydi, çünkü spor benim için aslında kaçış değil, buluştu. Kendimi buluş... Oynarken her türlü duygumun prangalarından kurtulup varlığımı çepeçevre sardığını, sonra bir uçuşla birlikte uzaklaşarak beni yormak yerine hafiflettiğini hissederdim, bu da coşkuyla hareket etmemi sağlardı. Fakat ne yazık ki tüm bu olanlar, voleybol maçıma olan odağımı köreltiyordu ve bu görmek isteyeceğim son kabus bile değildi.

 

Tüm bu öğrendiklerimden sonra saatlere yayılan uzunca bir süre boyunca yatağımın ucunda oturmuştum. Camdan dışarıya bakarken gördüklerim ne gökyüzü, ne o hatıra dolu orman ne de başka detaylardı. Gördüklerim, bildiklerimdi. Zaten aklı başında bir insanı delirten bir şey varsa o da bilmektir. Zihni en çok bilgileriniz kurcalar, çünkü bilgi bir yere meşale yakmakla yetinmez, bazen daha ilerisi için önündeki duvarı tahrip eder veya hepten yıkar ve böylece daima daha fazlasını arzular. Bir yerden sonra bu size de yeterli gelmemeye başlar ve yeni maceralarda boyunuzu aşkın mücadeleler verirken bulursunuz kendinizi. Sonra ya bilir ya delirirsiniz.

 

Bilgelik ve deliliği ayıran bir yol ayrımı vardır, sıradan insanlar o ayrımda kalanlardır.

 

"Baksana." Alya ne zaman açmış olduğunu anlamadığım telefon ekranına kilitlenmişti, bu yüzden benimle konuştuğundan emin olamadım. "Arkadaşlarım eğlenmeye çağırıyor."

 

Ne geleceğini tahmin ederek, "Gitmen benim için sorun olmaz," dedim ve yataktan kalktım. "Hatta hemen şimdi eve dönsem iyi olur, hem zaten..."

 

"Hey ne oluyor birden?" Şaşkınlıkla güldü. "Gitmeni ima etmedim Lina, neden hemen ayaklandın?"

 

"Yani ben varım diye arkadaşlarının davetini reddetmek zorunda değilsin," dedim samimi ve biraz da mahçup bir sesle. Neden bir anda gaza gelip onunla kalmaya karar vermiştim ki? Nihayetinde o üniversiteli genç bir kızdı, benden başka planları elbette olacaktır.

 

"Hayır, hayır," diyerek ellerini salladı ve sonra biraz bocalamanın ardından içine gömüldüğü yataktan kalkıp karşıma geçti. "Benimle gelir misin diye soracaktım sadece."

 

"Şimdi mi?"

 

"Evet, neden olmasın?"

 

Kaşlarımı kaldırıp indirdim. "Saat biraz geç değil mi?"

 

"Buraya yakın bir yerde," diye savunmaya geçti hemen. "Hem çok durmayız zaten, bir şeyler içer döneriz. Hm, ne dersin?"

 

Kararsız kalarak etrafa bakındığımda beni ikna etmeye çabaladı. "Annenin saat konusunda sorun çıkaracağını düşünüyorsan dert etme." Göz kırptı. "Sır tutmak konusunda iyiyimdir."

 

"Seninkiler sorun etmez mi?"

 

"Seninle olacağım sonuçta, hem dediğim gibi çok geç kalmayız."

 

Aslında kararsızlığımın nedenleri bunlardan hiçbiri değildi. Birincisi gürültüden hoşlanmıyordum, ikincisi de tanımadığım insanlarla sosyalleşmek istemiyordum. Ama bir yanım da kafamı dağıtmam için bunun iyi bir fikir olduğunu söylüyordu.

 

Sessizliğimi koruduğumda, "Hadi Lina," diye kolumu çekiştirmeye başladı bu kez de. "Final maçına bir haftan varken öncesinde biraz eğlenmek sana da motivasyon olur."

 

Pes ederek ellerimi havaya kaldırdım. "Tamam, tamam."

 

 

 

 

༺☆༻

 

 

"Lina, muhabbetin gerisinde kaldın. Ben yabancı hissettirdiysem hiç çekinme, rahat olabilirsin." Cama çevirdiğim yüzümü döndürmeden gözlerimi kaydırıp dikiz aynasından ona baktığım sırada, samimi olmak için çabaladığından mıdır bilmem gereksiz bir şekilde güldü. "İstersen Alya'ya sor, kimseyi yargılama huyum da yoktur. Rahat takıl yani."

 

Alya da oturduğu yerden zorlukla ters pozisyon alıp başını çevirdi ve arkasında oturan bana baktı. "Evet Lina, istediğin gibi konuşabilirsin. Çekinme lütfen."

 

"Sizi dinliyordum," dedim ikisine de cevap olarak. Aslında bu doğru sayılmazdı, adım söylenene dek dinlediğim falan yoktu. Sadece ikisi arasındaki muhabbete dahil olmak istemiyordum, ama pek çok insan gibi onlar da bunu çekindiğim yönünde yorumladılar.

 

"E gidene kadar biraz da seni konuşturalım o zaman," dedi Alya'nın arkadaşı. Yola bakarken bir yandan da kısa anlar için dikiz aynasından ben, gözlüyor ve ilgimi verip vermediğimi kontrol ediyordu. "Hangi üniversiteye gidiyorsun?"

 

"Lise son sınıfım," diye düzelttim.

 

"Reşit değilsen seni mekana almazlar," dedi ve Alya'ya baktı doğrulamak istercesine, o konuşmadan önce ben cevap verdim. "On sekiz yaşındayım."

 

Rahatlayıp gülerken,"İyi o zaman," dedi.

 

Oradan buradan konu açarak yolun kalan beş dakikasında beni bir şekilde konuşturarak amacına varmıştı. Aslında kötü niyetli birine benzemiyordu, ama ısrarcı oluşundan hoşlanmamıştım. Muhtemelen, her ne kadar çekinmediğimi söylesem de buna içten inanmadığı için beni rahat hissettirmeye çalışıyordu. Bu yüzden kısa cevaplardan kaçınarak onunla sohbet ettim. Bir yandan da Alya, voleybol maçımın konusunu açıp ne kadar başarılı olduğumla alakalı övündü.

 

Mekana girmeden önce kapıda sadece bana kimlik kontrolü yapılmıştı. Aslında boyumun da etkisiyle yaşım çok küçük durmuyordu, ama vişne rengi ruj dışında hiç makyaj yapmadığım için mekanın genel kitlesine oranla daha genç gözükmüştüm sanırım. Eh, bunda kombinimin etkisi de olabilirdi. Geniş yakasıyla belirgin köprücük kemiklerimi ortaya seren siyah elbisem, dizlerimin biraz üzerinde bitiyordu. Kalın kumaşıyla kollarıma ve belime tam oturmuş ve zarif bir görünüm kazandırmıştı. Üstelik böyle bir yere geleceğimi tahmin etmediğim için kalın topuğu ve ince bantları olan Mary Jane ayakkabılarımın içine beyaz dantelli çoraplarımı da giymiştim. Her ne kadar geldiğimiz gece kulubüne zaman tüneliyle varmış gözüksem de Alya'nın rahat hissetmezsem diye kendi dolabından bir şeyler verebileceği teklifini reddetmiştim. Süslenip püslenmiş retro bir kutu bebeği andırıyordum.

 

İçeriye geçtikten sonra biri kız olmak üzere üç arkadaşları daha geldi. Anladığım kadarıyla aralarından biri çiftti, çünkü başından beri birbirlerinden ayrılmamışlardı.

 

İlk siparişte bir kokteylle onlara eşlik ettim ama sonra hızlarına katılamadım, çünkü gerçekten birinin arkasından diğer kadehi deviriyorlardı ve çoktan kafayı bulmuşlardı bile.

 

Çalan şarkılar zevkime hitap etmese bile ara ara yerimde dans ediyor, ritimi kaçırınca soluklanmak için durup etrafı izliyor ve bir yandan da içeceğimi yudumluyordum. Son yarım saati bu şekilde geçirmekten pek rahatsız değildim aslında—şayet birkaç kez yakaladığım bu kombinle buraya ait değilsin bakışları ve ardından gelen sırıtma ile göz kırpmalar olmasa.

 

Bizi arabasıyla getiren çocuk, adını hatırlamıyordum, "Hadi millet toplanın!" diyerek masaya tekilaları bıraktı. Müziğin sesini bastırmak için bağırıyordu ama alkolden kendini kontrol edemediği için sesi gereğinden yüksek çıkıyordu. "Oyun zamanı!"

 

"Hadi bakalım!" dedi Alya ellerini çırparak. "Uzun zaman olmuştu DC oynamayalı!"

 

Diğerleri de gülüşerek katılırken Alya'yı dürttüm, ama fark edemeyecek kadar kaptırmıştı kendini. Hepsi masanın etrafına toplandığında kulağına eğildim. "Saat on bire geliyor."

 

Bana dönüp "Ne?" diye bağırdı ve tekrar söylemem için kulağını yüzüme çevirdi ama hızlı hareketi yüzünden neredeyse üzerime devrilecekti. Onu kollarından tutarak dengelemeye çalıştım ve duyduğuna emin olmak için sesimi yüksek tuttum. "Geç oldu Alya!"

 

"Sizi ben bırakırım," diye araya girdi arkadaşı beni duyunca. Yine adını hatırlamadığım o kişiydi konuşan.

 

"Bu halde mi?" diye söylendim duymayacağını düşünerek ama duymuş olmalı ki cevabı gecikmedi. "Her halimle süper değil miyim?" Ve kahkaha attı. Çift olan arkadaşları da onun bu tavrına gülmüşlerdi.

 

"Tamam, hadi ilk ben başlıyorum," dedi esmer olan kız. Boyu benim uzun olmasına rağmen giydiği altın renk topuklularıyla beni geçmişti. Bir de teniyle davetkar bir kontrast oluşturmuş turuncu elbisesiyle oldukça göz alıcıydı. Tanışırken yanlış duymadıysam adının Sinem olduğunu söylemişti.

 

"Şişe falan çevirmeyecek miyiz?" diye sordu Alya. Bir yandan da kafası karışmış şekilde etrafta şişe görevi görecek muhtemel bir şey arıyordu. Bense kendisini çok kaybetmemiş olmasını diliyordum, aksi halde onu eve dönmeye ikna etmek daha da zor olacaktı.

 

Uzun saçlarını kulaklarının arkasına iliştirip "Şişe yok, herkes istediğini seçer," dedi Sinem.

 

"Tamam, o zaman herkese en az bir kez sıra gelmeden bir kişi ikinciye seçilemez," dedi kumral olan ve Sinem, "Kabul. Cihan'ın dediği gibi, herkese sıra gelince başa dönüyoruz," dediğinde adını öğrenmiş oldum.

 

Hepsi onayladıktan sonra Sinem yanıma geçti ve böylece Cihan'ın tam karşısında durmuş oldu. "Doğruluk mu cesaret mi?"

 

Cihan hiç beklemeden, "Cesaret!" dedi keyifle. Yumruk yaptığı elini havada sallayarak durduğu yerde dans ederken gerçekten de eğlendiği belli oluyordu.

 

"Bir kıza dans teklif et," dedi Sinem, çoktan bunu planlamış olacak ki söylerken bir saniye düşünmemişti bile.

 

Bunu duyduğunda dans etmeyi bıraktı ve alt dudağını ısırıp güldü. "Zevkle."

 

Onun bana yöneldiğini gören Sinem, derhal, "Tanımadığın birine," diye vurguladı. "İşin cesaret kısmı burada devreye giriyor."

 

Cihan hiç reddetmeden, "Hay hay," diyerek rotasını değiştirdiğinde rahatlamıştım. Bana gelse de teklifini kibarca reddecektim, ama hiç sormaması daha iyiydi çünkü daha ilk seferden oyunbozan olmak istemiyordum.

 

Sinem, "Bu arada!" diye arkasından seslendiğinde omzunun üzerinden başını çevirdi. "Reddederse de shot atarsın!"

 

Cihan, bana bırak dercesine başını eğip oyuncu bir şekilde göz kırptı ve kalabalığa karıştı.

 

Alya, solumdaki arkadaşıyla yüz yüze gelebilmek için benim önüme doğru eğildi. "Sadece neden diye soruyorum." Sinem ona tek seferlik bir bakış atınca da ağzına hayali bir fermuar çekti ve geri çekilerek dikleşti. "Tamam, sormuyorum."

 

Başımı onların yeni odağına çevirdiğimde Cihan'ı bir kızla samimi şekilde dans ederken buldum. Bu görev onun için çok da zor olmamıştı anlaşılan. Birçok kızın beğenebileceği bir yüzü ve kendinden emin bir tavrı varken bu çok da şaşırtıcı değildi aslında.

 

O sırada Sinem dikkatimi çekti. Bakışları doğrudan ve keskindi. Cihan ve yanındaki sarışın, şarkıya uyumla yoğun bir şekilde dans ederken eğleniyor görünseler de Sinem için aynısını söyleyemezdim. Renkli neon ışıkların kol gezdiği yüzü öfkeliydi. Dans sona erip de Cihan, kızla vedalaşıp masaya dönene kadar da bakışlarını bir an olsun üzerlerinden ayırmadı.

 

Cihan, masadan aldığı birkaç peçeteyle alnındaki terleri silerken nefes nefese soluklanıyordu. Üzerindeki renkli gömleğinin açığa serdiği boynu ve göğsü terden sırılsıklamdı. Çarpık şekilde gülümsedi. "Nasıldım?"

 

"Her zamanki gibi," dedi Sinem, artık tepkisiz olan bir yüzle; ancak ses tonu bu duruma o kadar da duyarsız olmadığını açık ediyordu.

 

Cihan, gururla göğsüne iki sert yumruk attı. "Bomba gibiyim."

 

O sırada çift olan arkadaşlarıyla bir şeyler konuşup güldüler, ama ben hala Sinem'de kalmıştım. İçimden bir ses onun Cihan'dan hoşlandığını söylüyordu ama eğer öyleyse de ondan cesaret hamlesi olarak bunu istemesi çelişkiliydi.

 

Belki de soğumak için kendi gözleriyle görmek istiyordur diye düşündüm hemen sonra. Acılı ama etkili yöntemdi şüphesiz.

 

Arkamdan gelen çarpma kuvvetiyle hızımı alamayıp Sinem'e tosladım. Sinem, kollarını bana sararak başka bir yere çarpmama engel olmuştu. "İyi misin?" diye sordu şaşkınlıkla. Aynı anda Alya da elini omzuma koydu ve endişeyle üzerimi taradı. "Bir yerine bir şey oldu mu?"

 

"İyiyim," diyordum ama hala çarpmanın şaşkınlığındaydım. Sinem'in kollarının arasından çıkıp ne olduğunu anlamak için arkama baktım. Benim boylarımda, göbekli, esmer bir adam vardı karşımda, yine de emin olmak için sordum: "Siz mi çarptınız?"

 

Hiçbir şey söylemeden beni baştan aşağıya aç gözleriyle süzdü. Burnunu çekip gırtlaktan gelen sesiyle "Telafi edeyim mi?" diye teklif etti.

 

Suratım, tiksintiyle şekil aldı. "Ne saçmalıyorsun sen? Defol git!"

 

Garip garip baktı. "Niye ki?"

 

Tam ağzıma geleni söylemeye hazırlanmıştım ki Cihan önüme geçti. "Hadi birader, yol al."

 

Adam kaşlarını çatıp işi bölünmüş gibi rahatsızca baktı. "Sen kimsin, kardeş?"

 

"Erkek arkadaşıyım," dedi Cihan, başka söze gerek yokmuş gibi tonlamıştı.

 

Adam'ın bakışları ikimiz arasında mekik dokuduktan sonra, "Öyle olsun bakalım," dedi ve bana son kez bakıp uzaklaştı. Gözden kaybolana kadar dik bakışlarını üzerimizden çekmemişti.

 

"Nasıl tipler var ya," diye homurdandı Sinem. "Tam klozete sokup üstüne sifonu çekmelik."

 

"Fena fikir değil," diye mırıldandım. Olay çıkmadan halletmemiz iyi olmuştu, zira biraz daha kalıp konuşması halinde sonum, yaka paça mekandan atılmak olacaktı. Buna değerdi gerçi.

 

"Her yerde var bunlardan," dedi Cihan. "Ne yapacakları da belli değil, en iyisi sorunsuz uzaklaştırmak."

 

Sevgilisi olan kız, iğrendiğini belli ederek, "Ne iğrenç bakıyordu ama," dediğinde Alya, bana yaklaştı. "Sen iyi misin Lina?"

 

Başımı salladım ve gerginlik ortamını daha fazla solumamak için, "İyiyim. Hadi oyuna dönelim, gitti zaten," dedim.

 

Sevgilisinin kollarının arasından çıkarak, "Evet, bir daha gelirse güvenliğe haber veririz," diyerek konuyu kapattı. "O zaman sırayı ben devralıyorum." Bakışları dosdoğru Alya'yı buldu. "Doğruluk mu cesaret mi?"

 

Neyse ki korktuğum olmadı ve Alya, "Doğruluk," dedi.

 

Kız ne sormak istediğini kısa bir süre kafasında tarttıktan sonra bakışları, bana uğrayınca adeta gözleri parıldadı. "Lina ile en utanç verici anınızı anlat." Alya sızlanmaya başladığında, "Kuzen değil misiniz? Vardır illa ki böyle bir anınız," diye ısrar etti.

 

"Aslında çok yok," dedi Alya. "Biliyor musunuz, Lina'yla aslında birkaç senedir hiç görüşmüyorduk bile."

 

Masadakilerin şaşkınlığını fark ettim, çünkü bir yandan da gözleri tek tek bana dönmeye başlamıştı açıklama ister gibi. Ne diyebilirdim ki buna?

 

"Nereden çıktı bu?" diye güldüm ve kimsenin fark etmeyeceği şekilde belini dürttüm. Onların da duyacağını hesaba katarak sakin tutmaya çalıştığım sesimle, "Sana bunu sormadılar Alya," dedim dişlerimin arasından, ama görünüşte gülüyor gözüküyordum.

 

Kız bu sefer de "Neden?" diye irdelediğinde keskin bakışlarım, ağına onu düşürdü. Tek kaşımı kaldırıp ona baktım. Ne duymak istiyordu bu?

 

"Babam istemedi," dedi Alya uyarıma aldırış etmeden. Gerçi uyarımı anlamış olduğunu bile sanmıyordum çünkü kafası çoktan uçmuştu. Buraya gelmek hiç iyi bir fikir değildi.

 

Ayrıca bu, nereden çıkmıştı? Amcamın böyle bir talebi olduğunu sanmıyordum. Bu yüzden bu söylediğini aklının başında olmayışına verdim.

 

"Klasik aile problemi yani," diye dahil oldu kızın sevgilisi. Onun üslubu, daha çok konuyu sıkıcı bulup kapatmak üzerineydi neyse ki.

 

Dayanamayıp "Bunu mu konuşacağız?" diye çıkıştım.

 

"Sakin ol prenses!" dedi Cihan. "Ama arkadaşlar, gerçekten Lina haklı. Neyse gerginlik çıkarmayalım, Alya sen shot at sıra bana geçsin."

 

Alya, sorgulamadan söyleneni yapmak üzere shot bardağına uzandığında bileğini tuttum. "Bugünlük bu kadar yeter. Eve gidelim."

 

"Mızıkçılık mı?" dedi kız kollarını göğsünde bağladığında.

 

Ona cevap vermek üzereydim ki Cihan yeniden araya girdi. "Bir shot kimseyi devirmez Lina. Hem bu tur bitince oyunu sonlandırırız."

 

Sıkıntıyla sert bir nefes verdim. Alya da uysalca bana baktıktan sonra müdahale etmeyeceğimden emin olup tekilayı içti. Ben de dahası için uzatmak istemedim, çünkü en azından bu saçmalıktan sonra gideceğimiz sözünü almıştım.

 

"Kızmayacaksa Lina'yı seçiyorum," dedi Cihan, yüzünde temkinli bir sırıtma vardı; çünkü dışarıdan nasıl gözüküyorsam bir sonraki hamlem konusunda tereddütteydi.

 

Biraz önceki sorunun devamının gelmemesi için "Cesaret," dedim o sormadan.

 

"Bak sen, işte bunu beklemiyordum," dedi aynı kız, kendisine karşı biraz daha bilenmemek için duymazdan geldim.

 

Cihan, önce çenesindeki sakalları üstünkörü kaşıdı sonra elini saçlarından geçirip duruşunu düzeltti. "Beni öpmeni istiyorum."

 

"Ama bunu bekliyordum." Ve masada gülüşmeler.

 

Ve düşünmeden uzanıp shot attığımda bıçak gibi kesilen o gülüşmeler.

 

Yüzümü buruşturduğumda bu kez de ifademe güldüler. Hoşnutsuzlukla, "Buna değdi mi şimdi?" homurdanmasını duydum Cihan'ın. Aptal herif, onu öpmeyi kabul edeceğimi mi sanmıştı sahiden de?

 

Alya, su uzattığında alıp birkaç küçük yudum içtim. Boğazımla beraber sanki ciğerlerim de yanmıştı ve su ılık olduğu için pek de yardımcı olmuyordu.

 

"Tamam tamam, rahat bırakın kızı. Hadi sıradan devam." Böylece Sinem'in dediğine uyup oyuna kaldıkları yerden devam ettiler. Onları dinlemeyi bırakmıştım çünkü midem cayır cayır yanıyordu. Bir ara Alya nasıl olduğumu sordu ve iyi olduğumu söyledim ama bu pek doğru sayılmazdı. Çünkü gürültü ve havasızlık da ayrıca içimi daraltıyordu. Yine de oyunlarının bitmesini beklemeye karar verdim.

 

Derin nefesler alıp vermeye ve kendimi ortamdan soyutlamayı denedim ama bu ortam bunu müsait kılmıyordu. Nihayetinde en azından yüzümü yıkama kararı alıp Alya'nın kulağına eğildim. "Lavaboya gideceğim."

 

"Ben de geleyim."

 

"Gerek yok, hemen dönerim."

 

"Saçmalama, ya o adam buralarda bir yerdeyse?" Korktuğu her halinden belli oluyordu. "Seni tek gönderemem."

 

"Bir şey olmaz, her yerde bir sürü insan var," diye ikna etmeye çalıştım. "Ayrıca emin ol onu topaç gibi döndürürüm."

 

Sinirlerine hakim olamayıp gülerken, "Oyuncak bebeği kızdırmayın," diye dalga geçti. Yanağıma bir öpücük kondurduğunda gülümsedim. "Hala inatçısın Lina, ergenliği atlatınca bundan vazgeçersin sanmıştım ama pek öyle olmadı."

 

"Törpüledim," diyerek omuz silktim.

 

"İnsanlara biraz merhamet etmeye başlamışsın," diye takıldığında kendimi tutamayıp güldüm. Ergenlik yıllarım herkesin az çok hakim olacağı kadar kaotik geçmişti, bu yüzden törpüledim derken ciddi olduğumun o da farkındaydı.

 

"Sorun olursa ararım zaten, aklın bende kalmasın." Pes edip başını salladığında rahatladım, onu bir şekilde ikna edebilmiştim. Gelmesi demek bir de orada onunla ilgilenmek zorunda kalacağım anlamına geliyordu. Bunun yerine kimseye çarpmamaya çalışarak lavaboya giden koridora girmeyi başardım.

 

Aynaların önündeki kızların makyaj tazeleyip sohbet etme seanslarının bitmesini sıkıntıyla beklerken telefonumun ekranı bir bildirimle açılıp kapandı. Sessizde olduğu için duymamıştım ama olmasa da muhtemelen duymazdım. Ayrıca arayan soran oldu mu diye hiç bakmamıştım da. Eğer annemse açıklama yapmak ayrıca bir sorun olacaktı.

 

Bildirimlere bakacağım esnada ekran büyüdü ve arama başladı. Annem yazısını görmeye hazırken kaşlarım beklenmedik isimle çatıldı.

 

Erez Kozahan arıyor..

 

Bu da ne demek oluyordu şimdi? Saat çoktan on ikiye gelmiş olmalıydı, neden arıyordu beni bu saatte?

 

Açmayacaktım ama reddetmek de istemediğim için aramanın kendi kendine sonlanmasını bekledim. Araması da tıpkı kendisi gibi sinir bozucu şekilde ısrarcıydı.

 

Bir süre sonra kapandığında rahat bir nefes verdim ve tam annemin mesaj atıp atmadığını kontrol etmek üzere tıkladığımda tekrar aramaya başladı. Ekrandaki ismine bakarak "Sus artık," diye hırladım kendimi tutamayıp. Kızların sesimi duyduklarına dair bana baktıklarında sesli düşündüğümü fark etmem için çok geçti.

 

Lavabolardan biri boşaldığında telefonu cebime atıp aynanın karşısına geçtim. Biraz terlemiş olduğum için yüzümü suyu hafifçe değdirerek yıkadım. Önüme dökülen saçlarımı geriye ittiğim esnada cebimdeki telefon titreşti.

 

Erez Kozahan: Kendine çok güveniyorsun.

 

Lina: ?

 

Erez Kozahan: Mesaj ve aramalarıma cevap vermedin.

 

Lina: Görmedim.

 

Erez Kozahan: :)

 

Gerçekten bunu atmış mı diye telefonu yüzüme yaklaştırdım. Hayır, yanlış görmemiştim. Gülücük emojisi mi gerçekten? Ne demek istiyordu?

 

Lina: Telefonum sessizdeydi.

 

Lina: Önemli bir şey olsa şimdi yazardın.

 

Son şansımı denediğimi çok mu belli etmiştim emin olamadım ama gülücük atması beni bir şeylerle tehdit etmesinden daha çok tedirgin etmişti. Önceki mesajlara bakıp ne attığını kontrol ettim, sadece bir mesajda 'telefonu aç' yazmıştı. Bir de 13 cevapsız çağrı. Sanırım başım dertteydi.

 

Başka cevap gelmeyince bir mesaj daha atmamak için kendimi tuttum. Açıklama yapıyormuşum gibi olacaktı ve bu da ona tedirgin olduğumu düşündürecekti ki bu doğru değildi.

 

Dün geceki tavrı beni çok öfkelendirmişti ve onun yüzünden gece zar zor birkaç saat uyuyabilmiştim. Aslında normalde haplarımı alsam uyku problemi çekmezdim ancak psikiyatristimle birlikte ortak karar olarak maç öncesi kullanmamamı uygun bulmuştuk. Kullandığım haplar federasyon kurallarına göre herhangi bir problem oluşturmuyordu ama kan testinde sorun çıkmasını göze alamazdım. Bu yüzden bir hafta boyu kullanmayıp maç sonrası düzenli şekilde devam edecektim.

 

Sabah spor salonuna gidip Koç'un planına göre yaptığım antrenmanla stresimi orda atmış olsam da aslında hala içimde kin beslediğim şu an fark ediyordum. O an ona yeterli cevap veremediğim için dünden beri kendimi yiyip bitirmiştim, üstüne üstlük onun hırsıyla sporda da vücudumu çok yormuştum.

 

Alya ve arkadaşlarının yanına geri döndüğümde masada geriye Alya, Cihan ve Sinem'in kaldığını gördüm. Eğer o çift gittiyse isabetli olmuştu çünkü öfkemi o kızın gereksiz laflarından biriyle çıkarmak istemiyordum. Bu onun tarafından epey beklenmedik olurdu.

 

"Ben de şimdi sana bakmaya gelecektim," dedi Alya, korkmuş gözüküyordu. "Gelmen çok uzun sürünce endişelenmeye başladım."

 

"Sıra vardı." Sıkıntıyla hareketlendim. "Gitmiyor muyuz?"

 

"Kavga çıktı," dedi. "Aklıma sen gelince hemen koştum, ama neyse ki orada değildin."

 

"Ben gittikten hemen sonra mı oldu?" Lavabodayken hiç ses duymamıştım.

 

"Evet, güvenlikler çabuk müdahale ettiler zaten."

 

"E ne duruyoruz hala? Gidelim o zaman."

 

"Bizimkiler bir arkadaşlarıyla konuşmaya gittiler, onlar gelsin gideriz." Ortaya attığım sorunun cevabını Cihan üstlenmişti.

 

"Beklememize gerek var mı? Ayrı bir arabayla gitmeyecek miyiz zaten?"

 

"Tamam Lina ya, biraz daha dayan lütfen." Alya, bunu söylerken ellerini masaya dayayıp yere çöktü.

 

"Ne oldu? Başın mı döndü?" diye sordum endişeyle. Saçlarını yüzünden çekmeye çalışıyordum ama başını kaldırmaya zahmet bile etmiyordu.

 

"Ayakta durmaktan yoruldum sadece."

 

Yanaklarımı şişiren sıkıntılı nefesi bıraktım. Neden kalmak konusunda hala bu kadar ısrarcı olduğunu da anlamıyordum. Derdi arkadaşlarını memnun etmekse bunun aslında kimse için önemi olmadığını bilmesi gerekiyordu ancak sürekli uyarmak istemediğim için yorum yapmadım.

 

"Sen de yorulduysan yardımcı olabilirim Lina." Yüzümü buruşturarak Cihan'ın gevşeyen ifadesine baktım. O kadar hareket etmesine karşı hala enerjisi yerinde duruyordu.

 

"İma ettiğin şeyi dile getirirsen ne kadar iyi smaç basabildiğimi öğrenirsin."

 

Önce şok olarak ağzını açtı sonra büyüttüğü gözlerini kırpıştırıp birkaç kez alkış yaptı. "Gerginlik dağılsın diye söylemiştim, ama şakasız söylüyorum etkilendim."

 

"Bunu aklına soktuğunu bilsen söylemekten vazgeçerdin Lina," dedi Sinem başını sallayarak. Bir yandan da Cihan'a iflah olmayacağı bakışını atıyordu. "Dayak arsızı birini bir tokatla tehdit etmek gibi."

 

Tam ona cevap vereceğim esnada elimdeki telefonum titreşmeye başladı. Erez Kozahan arıyor...

 

"Ne demek istediğini daha iyi anlıyorum," diye mırıldandım.

 

Sinem eğilip, "Efendim?" diye sordu.

 

"Alya'ya göz kulak olur musun? Hemen döneceğim." Gözlerini yumup açarak onayladı ve neden bilmiyorum ama güven verdiği için içim rahat şekilde lavabonun olduğu koridora doğru yürümeye başladım. Müziğin sesi daha az olduğu için buraya gelmeyi tercih etmiştim ama az öncekine nazaran daha kalabalık olduğu için muhtemelen konuşsam kendimi bile duyamazdım. Yine de koridorun sonunda bir köşeye kadar yürüdüm.

 

"Ne oldu? Neden arıyorsun?"

 

Bir iki saniye ses gelmeyince duymadı sanıp tekrar konuşacaktım ki oldukça sakin bir tonlamayla, "Biri öfkeli konuşacaksa o kesinlikle sen değilsin küçük, o yüzden sesini duyurmak için bağırdığını varsayıyorum," dedi.

 

Hayretle kalakaldım. "Hayır, bilinçli bağırdım," dedim geri adım atmayarak. Aslında evet bir amacım da sesimi duyurmaktı ancak öte yandan bilhassa öfkemi sesime yansıtmıştım.

 

"Lina."

 

"Ne?"

 

"Öfkeni benimkiyle yarıştırmak istemezsin."

 

Bir an için duraksadım çünkü zor duymama sebep olacak kadar normal düzeyde konuşuyordu ve sesinde aslında herhangi bir duygu yoktu.

 

"Seninle hiçbir şey yarıştırdığım yok." Koridorun sonundaki kapının altından gelen rüzgarı hissettiğimde dışarı açıldığını anlayıp kapıyı araladım ve kendimi dışarı attım. "Hem unuttun mu? Sen dahil olduğun her şeyde baskın olursun. Biz normal insanlar seninle yarışamayız."

 

Kapının önünde birkaç kişinin bakışları bana döndüğünde zaten dışarısı sakin olduğu için sesimi normal desibele indirdim. Göz ucuyla onlara baktım, üzerinde dikenli teller olan duvarın yanına park edilmiş iki motorsikletin biraz uzağında takılıyorlardı. Ortada çöp konteynırları, kapının yanında duvarın dibine üst üste dizilmiş içi boş kasalar vardı. Hemen onların tersi yönüne doğru seri adımlarla yürüyüp epeyce bir uzaklaştım.

 

Bu süreçte karşı taraf da sessizdi. "Neden konuşmuyorsun?"

 

"Ne zamandan beri bu kadar alaycı bir insan olduğunu düşünüyorum."

 

Hala duygusuz ve tekdüze konuşuyordu ve bu içten içe onu kışkırtmak istememi tetikliyordu. İtiraf etmeliyim ki bu kadar rahat olması bana batıyordu. Bu yüzden üzerine gitmekten çekinmedim. "Söz konusu sen olunca istemsiz gelen bir özellik."

 

"Cık, yanlış cevap." Arkada bir hareketlenme olduktan sonra bir kapının açılıp kapanmasına benzer tok bir gürültü duyuldu ve yürüdüğünü işaret eden adım sesleri duydum. Bir an sonra ise sesi sadece hoparlörden değil, çok daha yakından geliyordu. Karşımda durduğunda nutkum tutuldu. "Bence artık canın sana eskisi kadar tatlı gelmiyor."

 

Aralık kalan dudaklarım birkaç kelimeye bile ev sahipliği yapamayıp neredeyse uyuşmuştu. İçinde bulunduğumuz anın gerçekliği reddeden zihnim, üzerinden henüz yirmi dört saat bile geçmemiş olan ağır bilgileri sindiremediği için tıkanıp kalmıştı ve bu yüzleşmeye kesinlikle hazır değildi.

 

Telefonunu indirip koyu gri deri ceketinin iç cebine soktuktan sonra iki adım yaklaştı, ancak hala aramızda bir o kadar daha mesafe vardı. "Neden beni her gördüğünde bu kadar şaşırıyorsun? Varlığıma mı alışamadın yoksa ben yokken kazandığın cesaretini karşına geçtiğim anda yitiriyor musun?"

 

Telefonumu kulağımdan indirdim ve sorusunu cevaplamak yerine küçük bir adım geriye gittim. Aslında bu hesapta yoktu, geri adım atmak bana göre değildi, ama haber yazıları ritmik bir hızla gözümün önünden akıp giderken orada öylece dikilmek kolay olmayacaktı. Erez, temkinle geriye taşınan Mary Jane ayakkabılarımı seyretti, sonra ağır ağır kaldırdığı bakışlarıyla arkamı kontrol etti. Geride bıraktığım kişilerden ne kadar uzaklaşmıştım ya da hala oradalar mıydı bilmiyordum. Dönüp bakmaya da korkuyordum çünkü sanki ona sırtımı döndüğüm an beklemediğim bir şey yapacakmış gibi hissediyordum.

 

Kuru bir sesle, "Neden geldin?" diye sordum.

 

"Aramalarıma cevap vermeyince yüz yüze konuşmak istediğini düşündüm."

 

Gerçekten mi böyle düşünmüştü yoksa onu cevapsız bırakmamın bir sonucu olarak mı gelmişti emin olamadım ama bunu ona sormadım da. Onun yerine, "Bu kadar önemli olan konu ne?" diye sordum yanıtı duymak istediğimden emin olamayarak.

 

Oysa sorumu duymazdan gelerek üzerime yürümeye başladı fakat bu kez uzaklaşmaktansa o yaklaştıkça göz temasını bozmamak için başımı hafifçe kaldırdım. Bedenlerimiz arasında santimler kala durdu ve bir şeyden rahatsızlık duymaya başlamış gibi kaşlarını indirdi. Onu kızdıranın ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ama bu yakınlıkla mantıklı düşünmek zordu.

 

"Buraya nereden geldiğimi biliyor musun?" Başımı olumsuz yönde salladım. "Önemli bir işimin ortasından çıkıp geldim, çünkü minik kedimin tehlikeli sularda yüzdüğünü öğrenince kayıtsız kalamadım."

 

"Ben..."

 

"Sana ait olmadığın sularda boğulacağını öğretmediler mi?"

 

"Kuzenim ve arkadaşlarıylaydım," diye açıklama mecburiyeti hissettim, öte yandan irdeleyici bakışları tenimi uyarıyordu. Titreyen elimi gizlemek ve gerginliğimi bastırmak için parmak uçlarımla elbisemin eteğini kavrayıp avucumda sıktım.

 

"Kim olduğu fark etmez, böyle yerlere ben olmadan gelemezsin." İşaret ve başparmağı çenemi yakalayıp uyarıyla sıktı. "Ben de seni böyle yerlere getirmem zaten."

 

Birkaç saniyede cesaretimi toplayıp tek seferde, "Kiminle nereye geldiğim seni ilgilendirmez," diyebildim.

 

"Nereye gideceğine de..." Parmakları tenime batmaya başladı. "Kiminle gideceğine de ben karar veririm."

 

Zorlukla yutkunsam da "Buna hakkın yok," demekten geri durmadım.

 

"Bu konudaki fikrinin bir geçerliliği yok." Çenemi serbest bıraktığı eli bu kez boynumu sardı ve beni kendisine çekip yüzünü kulağıma yaklaştırdı. "Sadece her inkarında sana, neler yapabileceğimi en hoşuna gitmeyecek şekillerde kanıtlama isteğimi tetikliyorsun."

 

Kulağa boğuk gelen bir fısıltıyla, "Erez," dedim. "Nefes alamıyorum."

 

"Boynunu sıkmıyorum," demesiyle içime derin bir nefes çekebildim ve bu hissin psikolojik olduğunu fark ettiğimde bocaladım. Kipriklerim refleksle kırpıştığında görüntüsü kısa bir an için bulandı.

 

"Gidebilir miyim?" diye yakardım. Yalnızca arkamı dönüp ona bir süreliğine ara vermekten bahsetmiyordum. Onu bir daha yüzünü dahi hatırlamayacak şekilde hayatından çıkmaktan söz ediyordum. Bunu anladığını anladım. Bu ıssız arka sokakta, karanlık gecenin içinde onun tam karşısında durmak ve sadece gerçek anlamıyla değil, mecazen de onun karşısında, ona karşı durmak. Bu zamana kadar nasıl onunla başa çıktım, hatta çıkabildim mi bilmiyorum fakat onun gerçekliği bilincime sanki yeni yeni varıyor. Sanki bunca zaman olanların hepsi birer oyun gibiydi, fakat belki de ilk kez bu kadar acımasız bir tona bürünen yeşil gözleri, öncekine nazaran daha soğuk sesi bana onun aslında kim olduğunu hatırlatıyordu. Bunlardan hiçbiri değil Lina, haberleri okuduktan sonra onun zaman zaman gelen anlayışlı hallerini, bıçaklamana rağmen olabilecek en sakin şekilde karşılamasının bir illüzyondan ibaret olduğunu fark ettin. Çünkü onu bir önceki günden daha iyi tanıyorsun ve artık onun gibi bir adamın seninle olma konusunda ısrarcı oluşunun altında asla iyiye yakın—ah hayır, felaketten bir parça bile eksik bir nedeni olmayacağını çok iyi biliyorsun.

 

Sanki aklımı bir kitap gibi baştan sona, hiçbir detayı kaçırmadan titizikle okumuş gibi geriye çekildi. O saniyelerde oldukça yatkın olduğu bir hareketi canlandırıyor gibi seri şekilde beline davrandığında ceketi geriye sıyrıldı ve bir an sonra alnıma dayalı olan namlunun soğuk ucuyla ürperdim.

 

İşte tam da bu anda, ölüme tek bir çarpık saniye kadar yakınken, ondan geriye dönüşün olmadığını kabullendim.

 

Gözlerimi sıkıca yumdum bundan kaçabilirmişim gibi bir çaresizlikle, pişmanlık demek tam karşılamaz fakat ona çok yakın birkaç farklı duygu harmanlanarak içimi doldurdu ve soğuktan değilse de son nefeslerini almanın bilinciyle burnumun ucu sızlamaya başladı.

 

"Bitmesini istiyor musun?" Tekdüze tonlamasıyla onda duyguya dair tek bir izin olmadığını anladım. "Senin için bitirebilirim."

 

İçli bir nefes ciğerlerimin anca ucuna kadar varıp göğsümü şişirerek sarstığında, bedenim ağlamaya karşı zorlukla direniyordu.

 

"Sana bunu söyleten ölüm korkusuysa tetiği çekip korkunu senden alırım, şayet korktuğun bensem de öldüğünde bile varlığımdan kurtulamazsın."

 

Gözyaşım tenimde akıp yanağımda yerini bulduğunda alnımdaki baskı hafifledi, hemen sonrasında silahın ucu gözyaşımın üzerinde durdu. Gözkapaklarımı kaldırdım. Erez'in öfkeli bakışları silahın tenimle buluştuğu noktaya kilitlenmişti. O an aklından geçenler adeta mimiklerine doldu ve tam karşımda şahitlik ettiğim o çehreyi belki yeterince iyi tanımlayamam, fakat vazgeçer oluşumun onu hayal kırıklığına uğrattığına yemin edebilirim.

 

Bu farkındalık bana tenimdeki silahın baskısını birkaç saniye unuttursa da tuttuğum nefesim yüzünden ciğerlerim kasılırken kalp atış hızım yeniden arttı.

 

"Bunun yüzünden mi?" Ona soru dolu gözlerle baktığımda silahı yeniden alnıma tuttu ve kalbim tekledi. "Bu yüzden mi gitmek istiyorsun?"

 

"Erez—"

 

"Öğrendin değil mi?" Yeniden konuşmayı deneyecek olduğumda araya girmeme müsaade etmedi. "Zodyak'ı araştırdın, karşına birkaç haber sitesi çıktı hemen, okudun sen de, sonra kafan karıştıkça hep bir sonrakine geçtin ve böylece tüm haberleri okudun. Çok merak ettiğin işime dair biraz daha fikrin var ama aslında hiçbir sikim bildiğin yok. Daha da açık konuşmamı ister misin? O haberlerin hepsini ben orada durmalarına izin verdiğim için okuyabildin. Adımı daha önce araştırıp hiçbir şey bulamadığını söylemiştin, tahmin etmesi zor değil, adımı internet ortamından tamamen sildirdim. Aslında hiçbir zaman var olmasına izin vermedim. Zodyak'ı araştırarak bana dair birkaç ize rastlanabilir, ama tanışmadığım biri için Erez Kozahan adı hiçbir anlam ifade etmez. Yine de adımı biliyorsan ya seninle tanışmışız demektir ya da denk gelmemek üzere benden kaçıyorsundur. Peki ya sen Lina? Benimle tanışmana rağmen kaçmaya çalışırken başarılı olabileceğini mi sanıyorsun?"

 

"Senden kaçmıyordum," dediğimde sesim kelimelerin çatlayıp karanlığa dağılmasına sebep oldu. Boğazım kurumuştu ve zorlukla yutkunabiliyordum. Ancak yine de dürüsttüm. Ondan kaçmıyordum, sadece... Belki de tek ihtiyacım biraz zamandı. Kendi kendime kalıp düşünmeye biraz daha fırsatım olsa belki de bu durumu daha iyi değerlendirebilecektim.

 

"Şu anda tek yapmak istediğin bu."

 

Tıslarcasına, "Bana bir silah doğrultuyorsun," çıktı dişlerimin arasından, onun bu olay karşısındaki tepkimi adeta yersiz buluşuna karşı.

 

"Sana en büyük korkunu mu yaşatıyorum?" sorusunu onun alay eden üslubu sandım yine, fakat eğer yanılmıyorsam saf bir merak taşıyordu.

 

"İndir silahı." Ayakta durmak artık güçleşiyordu ve her an ölebilirim korkusu bambaşka bir duyguydu çünkü ne başa çıkılıyordu ne de karşısında dimdik durmaya benziyordu. Hayatım bir film şeridi gibi akmadı gözlerimin önünden ya da keşke yapsaydım diyebileceğim hiçbir şey gelmedi aklıma, ama birkaç an vardı sadece. Garip, huzursuz eden, yanlış gibi gelen ve çiğ bir öfke hissettiren birkaç an. Hayal etmeye çalıştım, hiçbir görüntü yoktu, dış dünyaya karşı kendimi kapatmayı denedim fakat gece kulübünden gelen boğuk müzik sesi ve ileride akan araçlardan öte bir şey duyamadım ya da onun kokusu dışında bir şey algılayamadım. Anlam vermesi güçtü, ama sadece hissettim.

 

Sorusunu ikiletmek yerine alnımdaki silahı bastırdığında uyarıyı aldım fakat yine de güçsüzce, "İndir," diyerek direndim.

 

Uzakta bir yerden ismim yankılandığında onunla aynı anda bağırışların geldiği yöne döndük. Yaklaşan bir ses bu kez daha net bir şekilde duyulduğunda, "Alya," diye mırıldandım korkuyla. Erez ise hiçbir sorun yokmuş gibi yeniden bana bakmayı sürdürüyordu. "Kuzenim beni arıyor. Şimdi gelir buraya, indir artık şunu."

 

Tavrından biraz olsun değişikliğe gitmemişti. Hatta lanet silahı indirmek bir yana dursun eli kabzayı daha sıkı kavradı.

 

"Lütfen."

 

"Sana bir soru sordum," diye hatırlattı.

 

"Sırası değil!" Onu silahı indirmeye ikna etmeye çalışıyordum biçare, ancak anlaşılan o ki ne yakalanma ne de beni öldürme endişesi taşıyordu.

 

Tetiği çekti.

 

"Neyi öğrenmek istiyorsun?" diye bağırdım telaşla. Adrenalin kan damarlarımı genişletti ve kan kulaklarımda boğuk bir senfoni misali uğuldadı. Bir mermiyle beynimin parçalanma ihtimali mi yoksa bu halde bir yığın insanın gözü önünde olma riski mi bilmiyorum fakat belki de ikisi birden her an bayılacak gibi hissetmeme sebep oldu.

 

"En büyük korkun bu mu?" diye sordu pürdikkat.

 

"Hayır! E-evet! Bilmiyorum," dedim daha da telaşa kapılarak. Nasıl cevaplamam gerektiğini ve hangi cevap doğrultusunda nasıl davranacağını kestiremiyordum. Yanlış bir şeye sebep olmaktan deli gibi korktum.

 

Gözleri kısıldığında midem sıkıştı ve neredeyse öğürecek gibi oldum. Ne bir şey söylüyor ne de silahı indiriyordu.

 

"Lina! Nerdesin?" Adımı çağıran sesler daha da yakından duyulmaya başladığında aramızda son bir bakışma daha geçti ve nihayet silahı indirdi.

 

Elimi sıkışan kalbime götürdüğümde daha fazla ayakta duramayıp dizlerimin üzerine çöktüm ve kendimi sıkmaya bir son verip hıçkırarak ağlamaya başladım.

 

Az önceki korkum uzun zamandır içimde birikenlerle beraber bir sel olup gözlerimden taşmaya başlamıştı. Bedenim kontrol edilemeyecek bir şiddetle titriyordu ve elimin altındaki kalbim yerinden çıkmaya hazır darbelerle göğsümü dövüyordu.

 

Böyle ne kadar sürdü bilmiyorum ama beni bir köşeye sıkıştıran duygularımı içimden söküp atmak hafiflememi sağladı. Hıçkırıklarım düzensiz nefes alışverişine döndüğünde geride bırakılmış bir harabeden farksızdım. Elbisem sıyrılmıştı ve dizkapaklarım yere düşmem yüzünden çizilip kanamıştı, saçlarım dağılıp iki yanıma dökülmüştü ve gözlerim buğulu olduğu için görüşüm net değildi.

 

Başımı çok az kaldırıp sesin geldiği yöne ve etrafıma baktığımda kimseyi göremedim. Başımı tamamen kaldırdığımda saçlarım biraz daha geriye çekilip yüzümü açığa çıkardığında Erez tam karşımda duruyordu.

 

Silah görünürde yoktu ve iki eli ceplerindeyken tam tepeden beni seyrediyordu. O an bana sandığımdan daha yakın durduğunu fark ettim. Öylesine tükenmiş halde ve güçsüzdüm ki bakışlarına yorgun gözlerle karşılık vermekten öteye geçemedim.

 

"Gitmek istiyor musun?" diye sordu yavaşça, neredeyse duymamıştım bile.

 

Benimkinin aksine onun teklifi yalnızca buradan gitmekti, elbette öyledi. Çünkü ondan giderken bile onunla gitmemi bekleyen psikopatın tekiydi.

 

Başımı önüme eğip kucağımda duran ellerimi sıktım, parmaklarım ince olduğu için bakınca zayıf görünüyorlardı ama öyle bir öfkeyle sıkıyordum ki eklem yerlerim beyazlaştı. O gece onu bu ellerle bıçaklamıştım, şimdiyse kalkıp suratına, göğsüne, ulaşabildiğim her yerine ardı ardına yumruklar indirmeyi istiyordum. Belki normalde olsa canını çok acıtamazdım ama öfkem öyle büyüktü ki en azından birkaç yerini kanatabilirdim.

 

Böyle düşünmemem gerekiyordu. Psikiyatristimin söylediklerini hatırladım. Uzun süre seansları aksatmış olsam da birkaç gün önce ilaçlara bir hafta ara vermemin bir sorun olup olmayacağını danışmak için gitmek zorunda kalmıştım. Daha önce de ona danışmadan kullanmadığım oluyordu ama hiçbir zaman üç günden fazla içmemezlik etmemiştim, bu yüzden olası komplikasyonları bilmem gerekiyordu. Maçta performans düşüklüğü gibi doğrudan bir sıkıntı yaşamayacağımı, yani en azından bir hafta bırakmanın böyle bir etki için kısa bir süre olduğunu söylemişti—ki benim için asıl önemli olan buydu, ama yine de herhangi olası bir risk için kademeli azaltmamı önermişti. Kabul etmedim. Sonuç olarak şu anda zihnimde, kalbimde ve hatta ruhumda kopan fırtınaların hiçbirine engel olamıyorum. Başta midem bulanıyor sanıyor ve kusacak gibi oluyorum fakat az sonra tek hissettiğim beynimi sıkıp yok eden bir baş ağrısı oluyor.

 

Bu gibi durumlarda genelde ilk tepkim soğuk ya da sıcak bir şeyler hissetme arayışı oluyordu, ancak şu anda oturduğum asfalt zemin bile yeterince soğuk gelmiyordu ya da saçlarımı dağıtıp duran rüzgar da ortama alıştığım için etkisini kaybetmişti.

 

Dikkatimi dağıtmak için önerdiklerini hatırlamaya çalıştım. 'Objektif gözlem yapabilirsin, bu hem dikkatini dağıtır hem de gözlem süresi boyunca yatışmanı sağlar,' demişti. Bu yüzden etrafımda gördüğüm nesneleri tanımlamayı denedim. Çaprazımda dikilen sokak lambasının sarı ışığı altında küçük sinekler uçuşuyordu, onun haricinde gözüme çarpan pek bir şey olmadı. Diğer tarafa baktım daha detaylı bir görüntü için ama bu kısım boş bir arka sokak nasılsa öyleydi işte. Bunun işe yaramayacağını anlayınca gözlerimi kapatıp yüzden geriye saymaya başladım bu kez de, ama lanet olsun—alnıma dayanan bir silahtan başka bir şey gelmiyordu gözümün önüne.

 

Önümde bir karaltı hissedip gözlerimi açtığımda elini açıp bana uzattığını gördüm. Sinirle gülecek gibi olduysam da tepkisizdim. Kabul etmem gerekiyordu ki nezaketiyle bile bir insanı delirtebilecek biri varsa o da Erez Kozahan'dan başkası değildi. Garip olan da nezaketin onda eğreti durmamasıydı. Sanki biraz önce aynı elini alnıma bir silah tutmak için kullanan kendisi değilmiş gibi centilmen görünüyordu.

 

Avuçlarımı asfalt zemine yasladığımda küçük taş parçaları canımı yaktı, aslında belki de hissetmek için ihtiyacım olan buydu. Kalkabilmek için dizlerimin üzerine geldiğimde ise acı tarif edilemezdi. Şüphesiz ki ne kadar taş, kum ya da başka ıvır zıvır varsa açık yaralarıma dolmuşlardı. Acıyla inlesem de güçlükle doğrulmayı başardım.

 

Yüzüne bile bakmadan yanından geçmeye niyetlendiğimde dirseğimi yakalayıp beni kendisine çekti. "Bırak!" Tutuşundan kurtulmaya çalışırken de bakmamayı sürdüyordum. "Bırak dedim sana!"

 

"Seni gitmek istediğin yere ben bırakacağım," diyerek bedenimi bir oyuncak bebeği yönlendiriyormuş gibi kolaylıkla önüne çekti.

 

"Seninle hiçbir yere gelmeyeceğim," dedim ağlamaklı bir sesle ve bu kendimden nefret etmeme sebep oldu. İtirazları beyhude olan ve oradan oraya savrulmaya hazır bir bez bebek gibiydim.

 

"Yeniden o herifin arabasına binmene izin vermiyorum."

 

İşte bunu duyunca istemsizce yüzüne bakmak için başımı kaldırdım. Nereden nasıl öğrendiğini sormayacaktım bile çünkü istediği her şeyden haberi oluyordu. Zaten sorun sadece bu da değildi. "Benim yerime karar alamazsın," dedim hayret içinde çünkü bunu söylemek zorunda olmak bile kulağa son derece anlamsız geliyordu.

 

Gözleri karardığında, "Şu anda burada benimle olmasaydın o yavşak seni yatağa atmak için bir sürüngen gibi etrafında dolanmaya devam ediyor olurdu," dedi tükürürcesine. "O sikik herif değilse de başka biri seni buna zorlayacaktı." Yüzüm, duyduklarımın etkisi üzerine şok ifadesiyle şekillendiğinde başını iki yana salladı. "Kendimi koruyabilirim zırvalıklarına sakın girme, nefesinden alkol kokusunu alabiliyorum. Bu haldeyken ne sen ne de yanındakiler seni koruyamaz."

 

Ağzım açık kaldığında söyleyecek hiçbir şey bulamadım. Duyduklarımın ağırlığını sindirmeye çalışıyordum sadece.

 

Bir dakika kadar sonra bir şey söylemek için dudaklarımı oynattım fakat sesim çıkmadı çünkü hala ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Bu çarpıcı sözleri beni sarsmıştı.

 

"Bunları öylesine söylemediğimi biliyorsun." Yüklü bir nefes bıraktı. "Hala etrafındakileri zararsız görüyorsan sebebi benim öyle olanları sen fark etmeden yok etmiş olmam." Bu söylediği aklıma koridordaki kavgayı getirdiğinde bunda onun parmağı olup olamayacağını düşündüm ve bu ihtimal sertçe yutkunmama sebep oldu. "Kabul etmesen de gölgem her zaman üzerinde küçük, benden başka kimsenin senin ışığını kesmesine izin vermem."

 

Gölgem her zaman üzerinde... Beni takip ettireceğini daha ilk geceden bildirmişti, fakat bir de arkaplanda bununla beni koruyordu demek. Nedense hiç bu ihtimali göz önünde bulundurmamıştım—muhtemelen dediği sebepten dolayıydı.

 

Kolumu serbest bırakması boşluğa düşmüşüm gibi gelse de yerimde kaskatı dikilmiş kalmıştım. "Üzerimi..." Kuru bir öksürükle boğazımı temizledim, ağlamaktan sesim çatallaşmış ve kısılmıştı. "Üzerimi örten tek karanlık sen olsan bile içime asla ulaşamayacaksın bu yüzden hiçbir zaman söylediklerin benim için tam anlamıyla geçerli olmayacak," dedim tek seferde. "Bana gelince, bundan öncesine kadar nasıl kendimi herkesten ve her şeyden koruduysam bundan sonra da aynı şekilde devam edecek. Sen yalnızca kendi tehlikeni bana bulaştırma yeter."

 

"Saçmalıyorsun."

 

"Biraz önce söylediklerini düşününce saçmalayanın sen olduğun açık," dedim kollarımı göğsümde bağlayıp. İçimdeki okyanusu gözlerimden akıntınca geriye sadece yüzeydeki her şeyi sünger misali emmeye hazır bir bataklık kalmıştı ve bu beni birilerini—özel olarak onu—dibine itmeye zorluyordu.

 

Etrafta bir yere bakıp "Gerçekleri duymayı sevmiyorsun," diye söylendi.

 

"Gerçek ne? Adamın birinin benimle birlikte olmak istemesi mi?" Başımı yana eğip bakışlarını yakaladım. "Bir gerçek de ben söyleyeyim, bu senin bana sahip olmak istemenden daha kötü değil."

 

Mekanın neon mavi ışıklı tabelası açık tenli yüzünü aydınlatıyordu, bu da onun tenindeki gerginliği ve sağ gözündeki seğirmeyi kaçırmamamı sağladı. "Sabrımı sınama, Lina. İkisi arasındaki farkı ayırt edebilecek kapasitedesin."

 

"Farklı olduklarını ayırt edebiliyorum. Yine de demem o ki bu senin niyetini daha masum kılmıyor." Suratım asıldı. "Ya da istediğini elde ettiğinde yapabileceklerini sınırlandırmıyor."

 

Kaşları çatıldı. "Hakkımda böyle bir ima yapma."

 

Omuz silkip "Seni tanımıyorum," gerekçemi sundum. Sonuçta ne kadar ileriye gidebileceğini bilemezdim, değil mi? Tek bildiğim onun için imkansız kavramının bir ütopyadan fırlama oluşuydu.

 

Hızlı bir hareketle kafamın arkasındaki saçlarımı kökünden yakaladı ve yüzüme eğildi. "Eğer gerçekten böyle bir şey yapacağıma inansaydın karşımda bunu söyleyebilecek cesareti bulamazdın," dedi sertçe. Tutuşu sıkılaştıkça saç diplerim sızlamaya başladı.

 

Susmadım, belki de hırsımın nedeni bile isteye canımı acıtmasındandı. "Cesaret buluyorum çünkü kaybedecek bir şeyim yok," dedim, zorlukla konuşmuştum.

 

"Sana daha kaybedeceğin hiçbir şey yaşatmadım," diye hırladı.

 

"Daha az önce beni ölümle burun buruna getirdin," diye çıkıştım. "Bir de üstüne böyle tehdit edemezsin!"

 

Bu yakınlıktan çarpıcı görünen yeşil gözlerini kıstı. "Tehdit olduğunu nereden çıkardın?"

 

Sıcak nefesim aralanan dudaklarımdan kaçıp çenesine çarptı. Onun için bir anlam ifade etmediğini ve onu kötü hissettirmeyeceğini bilmeme rağmen kendimi rahatlatmak için, "Senden nefret ediyorum," dedim kısık sesle.

 

"Biliyorum."

 

"Ve zaman, sana olan nefretimi daha da arttıracak."

 

"Biliyorum," diye yeniledi.

 

"Nasıl?"

 

"Çünkü her seferinde nefretini hak edecek daha kötü şeyler yaptığımdan emin olacağım."

 

 

 

 

༺☆༻

 

 

Işığın altında parıldayan gümüş isim bilekliğimi diğer elimle çevirip dururken önümde dönen tartışmanın bir sonuca varmasını bekliyordum. Tartışmanın konusu ben olmama rağmen bekliyordum, evet. Biraz şaşırtıcı olduğunun ve beni yansıtmadığının farkındayım, ama kim on dakika kadar öncesinde alnına dayalı bir silahla biraz daha yaşamak için pazarlık yaptıktan sonra basit bir tartışma için efor sarfetmek ister ki?

 

"O adamı tanımıyoruz bile... Gerçi Lina tanıyor olabilir ama ben yani—Ben tanımıyorum!" Alya beni çekiştirmeye çalışırken geriye doğru sendelediğinde Cihan onu belinden tutup ayakları üzerinde sabitledi. Düşmek üzere olduğunun farkında bile değilmişçesine büyük bir özgüvenle, "Onu götürmek için önce beni çiğnemen gerekecek!" diye haykırdı. Issız sokakta sesi yankılandığında utançla başımı iki yana salladım. Geçen birkaç dakikadır ses tonu giderek artarken, kendine olan hakimiyeti azalıyordu.

 

"Beni sizin evinize götürecek Alya, endişelenecek bir şey yok," dedim en sonunda. Aslında konuya girişim de aynen bu olmuştu ama Erez'i tanımadığını öne atarak güvende olmayacağımı söyleyip duruyordu.

 

Haksız da sayılmaz sanki.

 

"Nereden bileceğim evin yolundan sapıp seni ıssız bucaksız yerlere götürmeyeceğini? Hem ona bir baksana...." İşaret parmağını bir ok misali Erez'e doğrulttu. "Hiç güvenilir birine benzemiyor."

 

Neyse ki Erez, başından beri olduğu gibi buna karşı da tepkisizliğini korudu. Alya'ya haber vermek zorunda olduğumu, aksi halde eve geri döndüğümüzde ağzından kaçırması halinde amcamın sorun çıkaracağını söylemiştim. Senaryo aynen de bu şekilde gelişirdi. E tabii bir de amcamın babama iletme kısmını eklersek.

 

Erez de itiraz etmemişti ama Alya'nın tavrına karşı sabrını kaybedip kötü bir şey söyleyecek olmasından endişeliydim.

 

Alya'ya yaklaşıp kollarından şefkatle tutup üzerine eğildim ve sadece onun duyabileceği şekilde, "Kendisi arkadaşım, onunla yeni tanışmıyorum. Hem için rahat etsin istersen sana canlı konum da gönderirim yol boyu takip edersin," dedim. "Olur mu?"

 

Alya, önceden de hatırladığım kadarıyla hep böyleydi. Sevdiklerine karşı korumacı, cömert ve iyi niyetli oluyordu, ama bazen onun saf olduğunu düşünüyordum.

 

"Adını söyle bari, araştıracağım kimmiş neyin nesiymiş," dediğinde sesi sokakta yankılandı, derin bir nefes verip gözlerimi yumdum.

 

Birinin ona engel olması gerekiyordu, hemen şu an. Çünkü araştırmakla hiçbir şey elde edemeyince daha çok şüphelenecek ve polisi arayıp sanki gece çok sakin geçmiş gibi bir de son saatleri yokuş aşağı kaosun kollarına itecekti.

 

Bir şeyler bulabilirsen benimle de paylaş, demek istesem de gergince, "Alya, uzatma lütfen," diye sızlandım.

 

O esnada kollarımdaki temasla irkilip sol tarafıma döndüğümde Erez'in yanıma kadar gelmiş olduğunu gördüm. Eli deri ceketinin cebine uzandı ve arada geçen saniyelerde içim endişeyle kaplansa da siyah bir kartvizit uzattığını gördüğümde şaşkınlık beni ele geçirdi ve kaşlarımı kaldırdım.

 

Alya da önce benim gibi temkinliydi, fakat kartı eline alıp gözlerini kısarak okuduktan sonra kaşları kalktı ve soru dolu gözlerle Erez'e baktı.

 

"Kuzenini sağ salim getireceğime söz veriyorum. Yine de sonradan benimle hesaplaşmaya karar verirsen işte ofisimin adresi, her zaman beklerim." Şimdiye dek onda gördüğüm en kibar tebessümle pembe dudakları şekillendi ve gözleri alışılmadık bir güvenle ışıldadı.

 

Alya'nın kaşları gergin duruşundan sıyrılıp yerine oturdu, gözlerindeki baygın bakış canlandı ve hala kartviziti tutarken... Gülümseyerek karşılık verdi?

 

Ben ve karşımda duran Cihan, ortamızdaki ikilinin bir anda buzları eritmesini karışık kafalarla seyrederken Alya ise başıyla onayladı ve son kez uyarma ihtiyacıyla, "Yine de gözüm üzerinde," diyerek geriye çekildi. Ama şimdi konuşması daha rahattı ve öyle ki gardını da çoktan indirmişti.

 

"Bekle, ona ne gösterdin?" diye araya giren bu kez Cihan'dı. Alya'nın sebebi ne olursa olsun beni savunmak istemesine hak verilebilirdi, ama Cihan şüpheci tavır takınması gereken kişi değildi.

 

Oluşacak yeni gergin atmosferi dağıtmak için hemen söze girdim. "Hadi gidelim artık, saat çok geç oldu."

 

Cihan, beni susturmak isteyerek elini açıp havaya kaldırdı. "Müsaade eder misin, Linacım? Alya hemen ikna olmuş olabilir, ama ben hiç de öyle kolay yutulur bir lokma değilimdir."

 

Bira fıçısına düşmüş gibi bir tavrı olduğunu bilse yine de bu kadar emin konuşur muydu bilmiyorum, ama bildiğim bir şey varsa o da başına gerçek bir dert alacağının hiç farkında olmayışıydı.

 

Erez, bileğini tutup ortamızdaki elini indirdiğinde Cihan'ın suratı acıyla buruştu. Ama Erez'e bakılırsa hiç güç uyguluyor gibi gözükmüyordu.

 

Nihayet bileğini serbest bıraktığında Cihan diğer eliyle bileğini sertçe ovuşturdu, bense teninin çoktan kızarmış olduğunu fark edip kaşlarımı çattım. Bir canavarın pençesinden kurtulmuşçasına dehşetle, "O neydi öyle amına koyayım," diye inledi.

 

"Hadi gitme vakti," diyerek olacakları önlemek için hızlıca harekete geçtim ve arabanın kaputuna yaslanmış, ayakta uyuduğu için önünde olanları fark etmeyen Alya'yı doğrulttum. Hala garip bir nesneyi çözümlemeye çalışırcasına bileğini inceleyen Cihan'a karşı sabrımı yitirerek seslendim. "Sen de geç içeri artık!"

 

Arka kapıyı açıp dikkatle ve olabildiğinde hızlı şekilde Alya'yı koltuğa yatırdım. Ağzının içinde bir şeyler mırıldandığında, "Cihan, seni eve götürecek, biz de arkadan geleceğiz. Evin önünde alacağım seni," diye bilgilendirdim alelacele.

 

Tek gözünü beceriksizce açıp fısıldayarak, "Sakın yakışıklı diye ona aldanma," uyarısını beklemediğimden aniden geri çekildim ve kafam arabanın tavanına çarptı.

 

"Off, aldanmam," diye homurdandım başımın tepesini ovuştururken.

 

"Yalancı."

 

"Ne?"

 

"Kimse yok diyordun." Bir anda kendi kendine kıkırdadı. "Tatlı küçük yalancı. Korkma, kızmayacağım sana."

 

"Anlamıyorum," dedim şaşkınca.

 

"Ama ben halden anlarım işte," diye mırıldanıp ellerini başının altına koydu ve cenin pozisyonu aldı. "Aşık olduğunu saklamanı yani. İnsan kendinden bile..." Ağzını kocaman açarak esnedi. "Hatta en çok da kendinden saklıyor."

 

Kendi durumundan bahsettiğini anladığımda, "Yok öyle bir şey," dedim sadece. Beline bağladığı ceketini çözüp üzerine örttüğümde kartvizit aradan sıyrılıp koltuğa düştü.

 

Arabanın arka camından kontrol ettiğimde Erez ve Cihan'ın karşılıklı konuştuklarını görüp rahat bir nefes verdim. En azından olası bir kavgayı önlemek için biraz daha vaktim vardı. Buna da güvenerek merakıma yenik düştüm ve dışarının ışığından faydalanmak için kartviziti alıp camın önüne tuttum. Mat siyah kartvizite işlenmiş gümüş harfleri okudum.

 

 

 

QINGLONG

 

 

 

Erez Kozahan

 

 

Mechanical Engineer / Makine Mühendisi

 

Telefon: (555) ***-****

E-posta: ***.com

Adres: *** Sk. No: ** , İzmir

 

Düşünceli şekilde bakakalmıştım. Normal bir mühendis miydi? Peki ya kartın sahte olmasının ihtimali var mıydı? Elbette. Kendi ağzıyla söylemişti; haberleri denetletip düzenleyerek itibar yönetimi yapıyordu. Mühendis olduğuna dair bir kartvizit hazırlatıp bastırmak da onun için pek zor olmazdı sonuçta.

 

Dışarıya çıktığımda Cihan arabanın şoför kapısını açtı. Ortamın nabzını ölçmek için ikisine de baktım ama görünürde bir sıkıntı yoktu. Erez'in bakışları doğruca üzerimdeydi.

 

"Dikkatli sür," diye uyardım Cihan'ı.

 

İki parmağını alnına yaslayıp selam verdi. "Bende."

 

İçimden bu tavrına gülmek geldi, mekanda olduğu kadar sarhoş gözükmüyordu ama hala gülünç bir hali vardı.

 

Eve giden yolda kendimi tutamayıp "Mühendis olduğunu bilmiyordum," dedim. "Hangi üniversiteden mezunsun?"

 

"Caltech."

 

"Mesleğini yapıyor musun peki?"

 

"Yapıyorum."

 

Bir noktaya dalıp onu beyaz yakalı bir mühendis olarak hayal etmeye çalıştım. Beyaz gömleğinin manşetleri dirseğine kadar katlanmış, birkaç düğmesi açık yakasından gözüken gövdesi sağlam bir kaya kadar sert. Ofisinde oturuyor, elinde dönüp duran bir dolmakalem varken önündeki projeye pürdikkat odaklanmış halde. Yeşil gözlerinden sayısız fikir geçip duruyor ve düzenli nefesi, aralık duran pembe dudaklarını usulca terk ediyor.

 

Dalgınlığımı kafa sallamayla bertaraf edip "Normal bir işte çalışıyor olduğunu sanmıyorum," dedim.

 

"Doğru," diye yanıtladı.

 

"Anlatır mısın?"

 

"İlgi çekici bir yanı yok. Sadece senin normal standartlarına uymayan herhangi bir şey daha," diye mırıldandı, yola odaklanmıştı. Sitem mi ediyordu yoksa sadece yorulmuş muydu emin olamadım ama ilki daha makul geldi.

 

"Merak etmiştim," dedim sessizce. Yine de anlatmak istemiyorsa ısrar edecek halim yoktu. Hem yarım saat önce yaşananlara rağmen hala ne diye onunla sohbet ediyordum ki?

 

Kollarımı bağlayıp arkama yaslandım. Artık onun özel hayatındaki detaylarla ilgilenmeyecektim. Beni o hayatın içinde tutmaya zorlasa bile.

 

"Lina—"

 

"Unut gitsin." Bıçak gibi kestim sözünü, ilk kez o beni değil ben onu susturdum. Her ne söyleyecekse önemi yoktu, çünkü hiçbir türlüsü başa çıkmaya çalıştığım o evrendeki silik varlığıma etki edemeyecekti. Bu zamana kadar kimsem oydum, o da—tanımlayamazdım bile—her kimse oydu. Bundan sonra daha akıllı davranacak, gelgitlerine anlam vermek yerine ayak uyduracaktım.

 

O haklıydı, artık ona kızmıyordum. Yapabileceği en iyi şey, yarattığı düzeni yine kendisi kaosa sürüklemekti.

 

Fakat kendimle alakalı dürüst bir bilgi vereyim, yapılan hiçbir şeyin, söylenen hiçbir sözün kinini soğutmayan ve kendini dahi yakan bir kalbim ve açık mezarlara ziyaretçi bekleyen karanlık bir zihnim var. Ve göreceksin, varlığıma garezi olan herkesi, kabuslarımın içimde yarattığı boşlukta cayır cayır yakacağım.

 

 

 

Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

 

 

 

Loading...
0%