Yeni Üyelik
3.
Bölüm

1. Bölüm

@itzaeraly

"Ölüm o kadar güç değildir, unutulmak yamandır."

-Hüseyin Nihal Atsız, Deli Kurt-

27 Aralık 2014 – Ankara

“Değişmez tek bir şey var insan için: Ölüm.” diyor Yusuf Atılgan.

Her canlı için kaçınılmaz ancak özellikle insan için oldukça farkındalık yaratan tek gerçek. Kimisi için bir rüya, kimisi için bir kâbus… Dünyadaki kaderin sonu ve asıl kaderin başlangıcı olan mutlak gerçeklik, ölüm.

Ölümle ilk tanışmam, henüz ilkokula bile başlamamış ufak benliğimin en derinlerinde saklı bir anıydı. O dönemlere ait beni yaralayan tozlu birkaç hatıra arasında en belirgin olandı.

Hakkari’ye yeni taşınmıştık. Babam yeni görevlendirilmiş, bizi ise annemin ısrarları sonucu ilk defa Ankara’dan peşine sürüklemişti.

Hakkâri, bana o zamana kadar geçirdiğim en soğuk kışı yaşattığı için annem hastalanmamı istemediğinden beni pek dışarıya salmazdı. Genelde kar yağar, dışarıdaki sert rüzgâr uğultulu bir şekilde camları zorlardı. Vaktimin çoğunu pencere önündeki mutfak masasında, dedemin imkân buldukça Ankara’dan bana gönderdiği boyama kitapları ve resimli kitaplarla geçirirdim.

Yine bir gün oturmuş boyama kitabını karalarken gözüm camdan dışarıya kaydı, siteye giren bir ambulans ve onun peşi sıra giren siyah bir araca dikkat kesildim. Elimdeki kalemi merakla bırakarak oturduğum sandalyede ayağa kalktım, pencere kenarındaki mermere oturdum ve bakış açımın izin verdiği kadar gelenleri seyretmeye başladım. Siyah aracın içerisinde tıpkı dedem ve babam gibi koyu yeşil üniformaları içerisinde üç tane orta yaşlı adam indi. Kaşları çatıktı ancak gözlerinde görebildiğim net bir hüzünle başlarındaki şapkalarını düzelttiler. Arkalarında genç bir asker kollarında üçgen şekli verilmiş kırmızı bir kumaşla peşlerinden ilerlemiş ve hepsi yandaki binaya girmişti.  

Çok geçmemişti, belki beş belki on dakika sonra ben boyama kitabıma geri dönmüş bütün dikkatimle boyama yapıyordum ki bütün siteyi inleten çığlık sesiyle, korkudan resmen olduğum yerde sıçramıştım. O anki korkumu çok net hatırlıyordum. Ne olduğunu anlayamamıştım. Annem içeriden koşup yanıma gelmiş ve bana bir şey olup olmadığını kontrol etmişti. Sanırım çığlığın bana ait olduğunu zannetmişti o da anlık olarak.

“Birine bir şey mi oldu anne?” dediğimi hatırlıyordum. Saçımı okşayışını, sessiz kalışını ve pencere kenarına yanaşarak endişeyle dışarıya bakışını...

O zamana kadar hayatın bütün gerçekliklerden uzak yetişmiş çocuk ben, o gün ilk defa hayatın en büyük gerçeğiyle, ölümle tanışıyordum. Ölüm, hayatımın en soğuk kışında zihnimin en derinliklerine kadar nüfus etmişti artık ve hayatımın geri kalanında da kendisini sık sık belli etmeye kararlı olmuştu.

Lojmandan arkadaşlarımın babalarını uğurlamıştık sonsuzluğa. Yaşım ilerledikçe ve artık soyutlukları kavrayabilme yeteneği kazanırken o uçsuz bucaksız sonsuzluk yürüyüşünü, ölümü oldukça merak ediyordum. Bu yoldan bir daha geri dönüş olmadığını biliyordum, anlıyordum. Eşler ve çocuklar, anneler ve babalar kucaklarında bir çerçeve, göğüslerinde iğnelenmiş bir resimle belki de şehidi son bir defa bile göremeden al bayraklı tabutta uğurluyorlardı. Çocuklar babalarına ait kepleri ve montları giyiyor, farkında olmayarak içlerinde yok oldukları kıyafetlerin sahibi babalarına sarılıyorlar; anneler, eşler ağlamaktan gözlerinde bir damla yaş kalmamış halde kucaklarındaki çerçeveyi seviyor, öpüyorlardı. 

Babama baktım. Heybetli babam... Onu üniforması içerisinde gördüğümde gözlerimi üzerinden alamadığım aslan babam... Gözleri ilerideki tabutta bütün ciddiyetiyle duruyordu. Ancak emindim ki benim ona baktığımı hissedebiliyordu ki bunu kanıtlayarak hemen dibindeki benim saçlarımı okşamıştı da.

O an çocuk aklımdan geçenlerin karmaşasıyla bir ilerideki tabuta bir babama gözlerimi gezdirdim.

Düşündüm.

Bir gün benim babam da mı ölecekti? Peki ya dedem, o da mı?    

Gözlerim düşüncelerimin korkunçluğuna dayanamayarak dolarken o korkuyla yapmak istediğim tek şey babama dönerek sarılmaktı ama beni durdurmuş ve omuzlarımdan tutarak beni tekrar tabuta çevirmişti. Eğdiğim başımı çenemin altından nazikçe tutarak kaldırırken, normalde oldukça gür olan sesi o an pamuk kadar yumuşak bir şekilde kulaklarımı okşamıştı. “Seyret evlat.” Usulca dediğini yapıp gözlerimi şehidin tabutunu sırtlayan arkadaşlarına çevirdim.

O akşam eve gittiğimizde akşam yemeğine çağırmak için babamı ararken onu yatak odalarında bulmuştum. Yatağın ucuna oturmuş başı avuçlarında öylece duruyordu. Usulca bacakları arasına ilişmeye çalışırken beni fark ettiğinde başını avuçlarından kaldırarak beni kucağına oturtup, suratında buruk bir gülümsemeyle yüzümü okşamıştı. Yüzünde, gözlerinde, her canlıya duyduğu merhameti ve sevgiyi çok net görebiliyordum, aynı şekilde yılların getirdiği yorgunluğu da.

Göğsüne sokulup başımı omzuna yaslamıştım ve henüz çıkartmadığı üniformasındaki rozetlerinde ufak parmaklarımı gezdirmiştim. “Baba,” dedim cılız bir sesle. “Bütün asker babalar, Ahmet’in babası gibi gider mi?” 

“Bir gün vakti geldiğinde herkes gider oğlum.”  

Anlamamıştım tabii. Kısa süre sessiz kaldıktan sonra aklımdaki soru işaretini hissetmiş olacak ki babam cümlesine devam etmişti. “Allah hepimize bu dünyada bir rol ve bu rolü gerçekleştirmek için belli bir vakit veriyor. O görev bittiğinde ise biz tekrar onun yanına dönüyoruz.” 

Bakışlarımı ona çevirmiştim. Alnıma bir öpücük kondurduğunu ve sıcacık gülümsediğini hatırlıyordum. “Ahmet’in babası ve onun gibi başka askerler ise şehit oluyor. Unutma Korkut, şehitler asla ölmez.”

“Şehitler ölmüyorsa neden herkes ağlıyor? Neden herkes üzgün baba?” Babam bu soruma bir cevap vermemişti, belki de verememişti. Belki de anlayamayacağımı düşünmüştü, bilmiyorum. Kolu sıkıca beni sararken kokusunu daha çok hissetmiştim. Tıpkı dedem gibi kokuyordu. Genzimi saran keskin kokuya eşlik eden tıraş kolonyası... O zamanlar o keskin kokunun adını bilmezdim. Barutmuş. Benim için baba demekti, babam evde demekti. Evim demekti bu koku.  

Sonra yavaşça büyüdüm. Babamla beraber çok şehir gezdim, o şehirlerde çok şehit gördüm. Babamın arkadaşlarını bir bir kaybettiğine, onları kaybetmesiyle içten içe ne kadar sarsıldığına ve onların katillerine ne kadar nefret dolduğuna şahit oldum.

Babam görevdeyken geceleri annemin yalnız gördüm. Geceleri uyuyabilmek için yatakta babamın tarafında, onun yastığına gömülerek yattığını gördüm. İkisi beraberken aşklarının ne kadar sıcak olduğunu hissettim. Şimdi bile birbirlerine karşı değişmeyen o sıcacık sevgileri altında kendimi hiçbir yerde olmadığım kadar güvende biliyordum.

Babamın yaralarını gördüm. Her biri bir başka yerde edindiği o yaraları... Yıllar içerisinde saçlarına düşen akları gördüm. 

Ben asker çocuğu ve torunuydum. Babamı sık sık görmezdim ama beraber olduğumuz zamanlarına dair hiçbir anımızı da aklımdan silemezdim. Tanıdığım her asker babamdı, dedemdi. Babam içinse her çocuk ben.  

Genç bir delikanlı olduğumda ve askeri lise istediğimde neredeyse annemin yüreğine indirecektim. Ama başka bir seçeneğim olduğuna da hiç inanmadım. Yüreğim sanki doğuştan bunu istemiş gibi başka hiçbir mesleği kabullenmedi. Nasıl yapabilirdim ki? Ben başka hiçbir şey bilmedim. Gözümü açtığımda, kendimi bildiğimde ve büyürken önümdeki tek örnek meslek askerlikti. 

Benim babam Tümgeneral Baturalp Kutlu, dedem ise Emekli Tümgeneral Kutay Kutlu’ydu. İkisi de oldukça başarılı iki komutandı. Birçok operasyonda bulunmuşlar, emrinden binlerce asker geçirmişlerdi. Türkiye’yi birçok haliyle görmüş ve onun için birçok fedakarlıklarda bulunmuşlardı. Ancak asla ideolojilerinden, inançlarından asla vazgeçmemiş, çizgilerini asla bozmamış iki asker olmuşlardı. Her şeyden önemlisi ikisi de vatanlarına aşık iki Türk’tü.

Vatan, bayrak, şehit... Bunlar benim hayatımın zeminine dizilmiş en sağlam üç temeldi. Bunlar üstüne yetiştirilmiştim. Pek tabii disiplinle yetişen bir genç olarak derecelerle, başarılarla bugünlere gelmiştim. Benim hayatımda bugüne kadar kuralsızlık ve disiplinsizlik olmamıştı. Dışarıdaki gençler kadar umursamaz olmak istediğim anlar da olmuştu elbet. Hala oluyordu. Arkadaşlarımla gece yarısına kadar deliler gibi gezmek, eğlenmek, belki yurtdışına seyahat etmek ve serserilik yapmak...  

Ancak yapamazdım. İki komutanın kuralları ile örnek bir asker gibi yetiştirilmiştim. Babamın evde olmadığı zamanlarda annemi üzmemek için erkenden olgunlaşmıştım. Yanlış anlaşılmasın ben halimden, ailemden, bu şekilde yetiştirilmekten oldukça memnun ve mutluydum ama insan yine de bazen özeniyordu. Nihayetinde nefsi insanı yoklamalıydı yoksa insanlıktan geriye neyimiz kalırdı? 

Keyifle masaya yaslanmış oturan asker “Yani gomutanım yanliş duymirsimsa ahan bu ikisi sizin hakkızda ihtiyar mı ney diyirmişler?” diye sorusunu karşımızdaki yüzbaşıya yöneltti. Sanırım Erzurum ağzıyla konuşmuştu, emin değildim. Koyu kumral saçları biraz uzamıştı ancak dağınık bir görüntüsü yoktu, aksine özenle arkaya doğru taranmıştı. Bir yanağında yeni tıraş olduğunu belli eden ince bir ustura çiziği vardı. Saçları ile aynı tonlardaki kaşları, ışıktan dolayı oldukça koyuya kaçan mavi gözleri olmasa belki de yüzüne sert bir hava katabilirlerdi. Ama parçalardan sıyrılıp genel bir çerçeveden bakıldığında yüzü gayet muzip bir ifadeye sahipti. Zaten kendisi şu an içinde bulunduğumuz durumdan da oldukça zevk alıyor gibiydi. Rütbesine kaydı gözüm. Astsubay Üstçavuş Dadaşoğlu.

Az önce demiştim ya ‘Nihayetinde nefsi insanı yoklamalıydı yoksa insanlıktan geriye neyimiz kalırdı?’ diye ne yazık ki nefs, benim arkadaşımı yanlış yerde dürtüklemişti. Ne yazık ki benim kalın kafalı arkadaşımın nefs kontrolü çok zayıftı. Ne yazık ki benim çenesi kırılasıca arkadaşımın o çenesi kırılmamıştı da biz şu an yeni tim komutanımızın karşısında şu kadar rezil durumdaydık. 

Alparslan Yüzbaşı karşımızda kolları göğsünde bağlı bir şekilde dururken, sessizliğini koruyarak bir bana bir Oğuz’a dik dik bakıyordu. Astsubayın yanında aynı rütbeden başka bir asker Karadenizli olduğunu bariz belli eden bir ağızla konuştu. Astsubay Üstçavuş Şimşek. 

“Kerem'cuğum yarma deduklerini de unutmayalum.” derken yarma kelimesinin r harfini bastırınca Yüzbaşı gözlerini sabır diler gibi kapattı ve derin bir iç çekti.  

Olay şuydu; Biz time gireceğimizin haberini ilk defa öğrendiğimizde Oğuz’la bunu kutlama kararı almıştık. O gün akşamüstü Gençlik Parkı’nda dolaşırken birkaç serseri herifin yaşıtları başka bir çocuğa laf attığını görünce aramızda ufak bir münakaşa gerçekleşti. Biz onlarla uğraşırken o zamanlar tim komutanımız olduğunu bilmediğimiz Alparslan Yüzbaşı da oradaymış. Ama adam bize yardım etmeyi bırak -ki yardıma gerek de yoktu- gülerek halimizi seyrediyordu. E Oğuz durur mu adama yarma dedi, ihtiyar dedi, bir ara ağzından izbandut çıkacaktı ki ben durdurmuştum. Ama o an biz bunları söylerken Alparslan Yüzbaşı afallasa da hemen gülmüştü. Doğruyu söylemek gerekirse ben onu bu hakaretler üstüne gülerken gördüğümde deli zannetmiştim. Olay bundan ibaretti.

Şimdi karşımdaki yüzbaşıya bir de üniformaları içerisinde bakınca düşünüyorum da belki de yarma yerine daha kibar kelimeler kullanılabilirdi. Öyle ki gerçekten karşımızda iri yarı bir adam vardı. Bakın kilolu değil aksine oldukça kaslı -çok fazla kaslı- bir adam duruyordu. Bence oğuz ve beni tek başına ensemizden kedi gibi kaldırabilecek derecede de güce sahipti. Yani söylemek istediğim şu ki adam gerçekten yarmanın tekiydi.

Dadaşoğlu konuşmaya alaycı bir tavırla devam etti. “Vay be...”  

“Anlaşilen bu çomezler yureği fazla kaçurmiş komutanum.”

“Ama şimdi şöyle-” Oğuz ikisine açıklama yapmak ihtiyacı hissetmiş olacak ki söze atıldı ancak yüzbaşının bağırmasıyla lafı ağzında kaldı. Dudaklarını birbirine bastırıp başını kuzu kuzu önüne eğdi.

“Ama ne lan!?” Yüzbaşı yüzümüze diktiği bakışları göğsümüzdeki isimliğimize indirdi. “Evet, aması ne Çetin?” 

“Ş-şimdi şöyle k-komutanım...” Oğuz gerginlikten altına işemese iyiydi. Haline gülmek istiyordum ancak hem yüzbaşının dibimde olması hem de Oğuz’un kendiyle beraber bu duruma beni de sokması bunu engelliyordu. Ne olurdu sanki ben de köşede onunla dalga geçebiliyor olsaydım.

Yüzbaşı bana baktı. “Ama Kutlu? Arkadaşın dilini yuttu herhalde, senin açıklaman nedir?” 

Ben söze girecekken Karadenizli tekrar lafa girdi. “Komutanum, sırf iri yari kaslisunuz diye size yarma demak, ne bileyim yaptuğunuz onca kahramanluklarun nişanesi saçlarunuzun beyazlamasinden sebep size ihtiyar demak hayin fena bir şey olmiş benum kitabumda... Şimdi habu reva midu komutanum?” Bir sussalar kendimizi anlatacaktık ama araya girip durarak Alparslan Yüzbaşı’yı daha da sinirlendirmekten başka bir şeye yaramıyorlardı.

Kerem “Hele ne katan ayıp gomutanım.” deyip kınayıcı bir şekilde bizi süzdü.

Yüzbaşı iç çekti sıkıntıyla. “Hiç merak buyurmasınlar. Ben sahada bu lafların hepsini ikisine de afiyetle yedireceğim. O zaman bakalım Çetin ne kadar çetinmiş, Kutlu ne kadar talihliymiş... Hepsini bir bir göreceğiz.” 

Birkaç saniye süren sessizliği fırsat bilerek hemen konuşmaya başladım. “Komutanım ne derseniz boynumuz kıldan ince, yerine getiririz. Ancak o gün bu söylediklerimizin hedefinin siz olduğunu bilsek gerçekten yapmazdık.”

Yüzbaşı birkaç saniye benim yüzüme baktıktan sonra en sonunda sert ifadesinden kurtularak gülümsedi. Aslında babacan birisine benziyordu ama yine de bu durumla ensemizden yakalanmak ilk izlenim açısından hiç hoş olmamıştı. Ama ben de Korkut’sam bunun acısını Oğuz’dan çıkartacaktım. Ağzına sıçtığımın herifi bir susamıyordu. Yok illa götü başı bir boka bulanacaktı.  

“Pekâlâ asker rahat olabilirsiniz.” Yüzbaşının dediğini yapıp rahat pozisyonuna geçtik. Göğsünde birleşik kollarını indirip bu sefer ellerini arkasında kavuşturdu. Arkasını dönüp birkaç adım atarken keyiflice bir kıkırtının dudaklarından döküldüğünü işitmiştim galiba ya da ben öyle zannetmeye çalışarak kendimi rahatlatmak istiyor olabilirdim.  

“Kutlu demek...”  

“Emredin komutanım!” Yavaşça çenesini ovuştururken vücudunu bana döndü. Onu ilk gördüğümüzde uzamış sakalları şimdi yeni tıraş edilmişti.  

“Emekli Tümgeneral Kutay ve Tümgeneral Baturalp Kutlu ile bağlantın var mıdır asker?” Beklediğim yerden gelmişti soru. Hiç anlam veremediğim ve yöneltilirken üstündeki imayı hissettiğimde çok rahatsız bulduğum bir soruydu. Sanki bu zamana kadar girdiğim okullara dedem sayesinde girmişim ya da aldığım her not babam sayesinde şişirilmiş gibi suçlayıcı bir ifadeydi benim zannımca. Ve ne yazık ki artık babamla aynı karargâhta bulanacağımızdan sıkça aynı soruya maruz kalacak, bu tip ifadeleri sık sık işitecektim.

“Var komutanım. Biri dedem diğeri babam olur.” dedim. Başka ne diyebilirdim ki? İsteseler bebekken sıçtığım bezimin alındığı markete kadar bulurlardı ki Yüzbaşı bu soruların cevabını zaten biliyordu.

Başını salladı yavaşça. “Neden buradasın asker?” Merakının nedeni belliydi. Arkam bu kadar güçlüyken ben neden oturup onların gücünü kullanmıyordum? Olabileceğim onca meslek varken neden askerdim? Neden Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndaydım? 

Gözlerine baktım. Ben dedemin gölgesinde güvenle yetişmiştim ancak boyum o gölgeyi aşalı çok olmuştu. “Vatanım için savaşmak istiyorum komutanım. Babam ve dedem gibi komutanlarımın gerekçe ve nedenleri neyse veyahut sizin nedeniniz neyse ben de o yüzden buradayım komutanım. Bir çocuk işten gelen babasına kavuşabilsin ya da bir kadın sokakta rahatça yürüyebilsin diye. Kandaşlarım topraklarında rahatça yaşasın, şehitlerimin kanıyla boyanmış al bayrak yakıştığı mavilikten eksilmesin diye komutanım.” 

Cevabım onu tatmin etmiş gibiydi. “Eminim bu soruyu çok sık duymuşsundur Kutlu. Sorum art niyetli değildi. Seni tanımıyorum ama baban ve dedeni Türk Silahlı Kuvvetleri’nde tanımayan yoktur diye de düşünüyorum. Sen buraya askeri başarından kaynaklı geldin. Kaldı ki burası Özel Kuvvetler ve biz bordo bereliyiz,” Gülümseyip bir elini benim, diğer elini Oğuz’un omzuna koydu. “...buraya gelmek için biraz gözü kara olmak gerekir.” 

Yüzbaşı omzumdaki elini hafifçe sıktı ve yüzündeki gülümsemeyi silmeden geri çekildi. Gömleğinin kolunu geri çekip bileğindeki saate baktı. “Şimdi yemin töreniniz için yirmi dakikanız kaldığını bilmenizi istiyorum asker. Hazırlanın.” 

“Emredersiniz komutanım!” 

Yüzbaşı çıktıktan sonra kalan astsubaylarla göz göze geldik. Yaslandıkları masadan ayrılarak birkaç adımda yanımıza geldiler. Elini uzatıp “Hoş geldunuz demayi unuttuk uşaklar.” dedi Şimşek. Uzattığı elini sıktığımda devam etti. “Ben Akif, Akif Şimşek.”

“Şahsım Kerem Dadaşoğlu. Nasipte embele tanışmak varmiş. Alparslan gomutanım ahan bu halıylan sizi yanıltmasın ha, yoksam çok baba adamdır yani. Birazdan timin hepisi gelir, tek tek tanişirsiz. Her ne katan resmi olarak ast üst olsak da sonuçta hepiz ailedeniz. Birbirimizi bacı gardaş kimin görün. Yeni olmak zordur bilirem. Ahan hepimiz o yollardan geçmişiz. Bir ihtiyacız neyin olursa çekinmeden söyleyin hemi, hepimiz yardımci oluruk. Anlaştık hemi benim gardaşlarım?”

Başımızla onayladık. Aslında biz ikisinden de üst rütbeli, üsteğmendik ama onlar şu an bize abi konuşması yaptı diye buna takılmayacaktım ki zaten şimdi daha önemli bir meselemiz vardı. İkisi de yüzbaşının peşinden çıktıklarında omuzlarım rahatlamayla çökerken Oğuz’la birbirimize döndük. Yüzünde zafer dolu bir ifade vardı. Beklemediği bir anda kolumu omzuna atıp boynunu sıkıştırarak eğilmesini sağladım. “Ulan senin yüzünden düştüğümüz hale bak it herif. Hala gülüyorsun.” derken cümlelerim aksine sesim eğlenir bir tondaydı ve gülüyordum.

Kendisini kolumdan kurtarıp dikleşti ve dağılamayacak kadar kısa olan saçlarını dağılmışlar gibi düzeltti. “Sayemde unutulmaz bir giriş yaptık. Daha ne istiyorsun?”

Gamsız cevabına güldüm.

Oğuz böyleydi. Krizlerden bile zevk alabilecek tanıdığım en umursamaz insandı. Kendi kamuflajımı düzelttikten sonra onunkine de ufağından göz gezdirdim. Aman aman dağınık biri değildi ama benim kadar düzene bayıldığını da söyleyemezdim. Kamuflajının duruşunu omuzlarındaki apoletlerden tutarak düzeltirken göz devirdiğini fark ettim. “Korkut porselen bebek miyiz biz ağabey? Saat başı şu kamuflajı çekiştirip durmasana koleksiyoncu teyzeler gibi. Oldu olacak eline o toz alma sopası var ya hani bu babaanne evlerinde olur renkli bir şey, ondan da al üstüme toz düştüğü an süpürürsün.”

“Sadece düzgün görünelim istiyorum. Askeriz biz. Böyle olması lazım.”

Oğuz ile askeri liseden bu yana arkadaştık. Düşünceli, eğlenceli, benim aksime yapmak istediklerini hiç düşünmeden icraata geçiren, dili gönlü bir, bir kimseyi sevmezse Oğuz’u öldürün yüzüne gülmez ama normal ilişkileri içerisinde bu huyunun aksine oldukça güleç biridir. Gençliğimin en güzel zamanlarında, ailemden uzakta, İstanbul’da bir başımayken sıkıldığımda o hep yanımdaydı. Şimdi aramızda bir masa, bu masanın üzerine örtülmüş al bayrak, bir uzun namlulu silah ve yine bayrağa sarılmış Kur’an-ı Kerim vardı.

Biz önde yeni timimiz arkada hazır olda beklerken alana benim için oldukça tanıdık bir sima girdi. Bununla beraber Alparslan Yüzbaşı da hepimize dikkat çekmişti. Kabul etmeliydim normalde ciddi bir ortamda duygu yönetimi konusunda oldukça iyiydim ancak şu an karşımda babam varken içimdeki çocuğu bastırmak istemiyor resmen boynuna atılmak, heyecanla ona beremi göstermek istiyordum. Ama tabii ki yapamadım. Yıllardır olduğu gibi Tümgeneral’in karşısında bütün ciddiyetimle dimdik durdum. O ciddiyetsizliği pek sevmezdi. Ama göz göze geldiğimizde gözündeki ışıktan beni ne kadar sevdiğini ve bununla ne kadar gurur duyduğunu da görebiliyordum. Bu ise bana yetiyordu. Sanırım kendi babasına yaşattığını benim ona yaşatmam göğsünü kabartıyordu.

“Yüzbaşı Sipahi ve Pusat Timi’ni burada görmekten mutluyum. Asıl meselemize gelmeden evvel hepinizin bildiği bir gerçeği tekrar hatırlatmak istiyorum. Yakın zamanda yaşadığımız acı kayıp, bugün bizi bir araya getirse de biliyorum ki hiçbiriniz o arkadaşlarınızın şehadet ederken size emanet ettiği o sancağı yere bırakmaz. Kaldı ki sancaktaki bayrağın alına eklenmiş iki yeni şehit kanı varken hepinizin Yakup ve Mehmet’in öcünü almak istediğini de biliyorum.” Birkaç saniye susup hepimizde göz gezdirdi ve devam etti. “Öcünüz belki yarına kalır ancak o alçakların yaptıkları yanına kalmaz. Siz yüreğinizi ferah tutun. Türkiye Cumhuriyeti’ne kim düşmansa kimin içinde en ufak pislik varsa bugünden itibaren gerekirse daha uzun saatler çalışacak uykusuz kalacağız ancak o kahpeler içlerindeki pisliği vatanımıza döküp, bulaştıramayacaklar. Hepiniz benim evladımsınız. Her biriniz bu vatanın her hanesine ait birer evlatsınız. Kılınıza gelen zararda bir baba olarak size uzanan eli kırmaya hazırım. Allah hepinizi korusun ve yardımcısı olsun.”

Yine söylüyordum, babam için her çocuk bendim. Ben babamı doğduğumdan beri karargahtaki abilerimle, okuldaki çocuklarla paylaşmıştım. O belki günlerce, haftalarca eve gelmiyordu ancak gelmediği vakit ben babamın vatanın en ücra köşesindeki köylerin birinde bir çocuğun başını okşadığını ya da silah arkadaşları ile gitmeden yeleklerine sıkıştırdıkları çikolatayı o çocuklara paylaştırdıklarını biliyordum. Hiç tanımadığım onlarca kardeşim ve abim vardı. Ama kabul etmeliydim ki bazenleri küçük Korkut Alp onları oldukça kıskanmıştı. Babasını özlediği, onu göremediği zamanlarda içten içe kıskanmıştı. Belki veli toplantılarında başka arkadaşları bir yanlarında anneleri öbür yanlarında babalarıyla otururken o sadece annesiyle otururken, belki parkta kendi kendini sallarken babasını böyle anlarda daha çok aramıştı o küçük Korkut Alp. Komiktir ki başka çocuklar babalarını kardeşlerinden kıskanırdı ama o başka çocuklardan kıskanmıştı.

Babam “Yüzbaşım,” dediğinde Yüzbaşı Alparslan bir adım öne çıkarak selam durdu ve “Emredin komutanım!” dedi.

“Özel Kuvvetler Yemini’ne başlayabilirsiniz.”

“Emredersiniz komutanım!” deyip birkaç adımda yanında durduğumuz masanın başına geçti. “Tören vaziyeti al ve dediklerimi tekrar et!”

Söylediğini yapıp elimizi ortamızdaki silahın üzerine yerleştirdik.

Ben bir Türk Özel Kuvvetler mensubu olarak vatanıma, milletime, bayrağıma, Atatürk ilke ve inkılaplarıma bağlı kalacağıma; üstün hizmet ve vazife duygusu ile silahıma ve görev arkadaşlarıma her zaman ve her şartta güveneceğime; özel kuvvetlerin alacağı her türlü görevde kanımın son damlasına kadar mücadele ederek gerektiğinde canımı seve seve feda edeceğime; yaptıklarımla milletimin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin onur ve şerefini daima koruyacağıma; şehitlerimizin ve gazilerimiz kanına şanına yakışır görev anlayışı ile her türlü vatan hizmetine hazır olacağıma; öğrendiklerimi hayatımın sonuna kadar ülkemin ve milletimin çıkarları doğrultusunda kullanacağıma namusum ve şerefim üzerine ant içerim.

Bir anlık Oğuz’la göz göze geldik. Gözlerinin içi parıldıyordu. Dudaklarımızda ufak bir sırıtış belirdi. Aynı hisleri paylaştığımızı biliyordum. Birbirini bu kadar iyi tanıyan iki ruh elbette birbirini çok iyi de anlıyordu. ‘Bazı arkadaşlar senin ruhundan yaratılmış gibidir’ Bu söze tam olarak nerede denk gelmiştim bilmiyordum ama Oğuz’u ne zaman düşünsem aklımın bir köşesinde bu söz beliriyordu.

Artık birer bordo bereliydik. Artık burası için verdiğimiz her emeğin karşılığını almıştık ve şimdi ikimiz de aynı timde yan yanaydık. Şu hayatta daha da isteyebileceğim bir şey varsa o da Oğuz’la hayatımın kalanında hep yan yana olabilmekti. Belki göğsümde bir kurşundan şehit olurken belki ihtiyar bir adamken ölecektim bilemiyorum ancak Oğuz benim o ana kadar hayatımdaki ana karakterlerden biri olmaya devam etmeliydi. Onsuzken nasıl bir hayat geçirdiğimi hatırlamıyordum bile. Allah birbirimize eksikliğimizi yaşatmasın.

“Evet çömezler tekrardan Pusat Tim’ine hoş geldiniz. Allah şimdiden ikinizi de muvaffak eylesin. Ayağınıza taş değmesin inşallah.” diyen Alparslan Yüzbaşı’ya döndü bakışlarımız. Ellerimizi silahtan çekerek karşısında esas duruşa geçtik.

“Sağ olun komutanım!”

Alparslan Yüzbaşı arkamızdaki Pusat Tim’ine çevirdi bakışlarını ve “Yiğit sen şu bitirim ikilinin eğitimini bir gözden geçir bakalım. Ne var ne yok görelim. Ben komutanla istihbarat merkezine geçiyorum.” dedi içlerinden birisine. Oğuz’la arkamızdaki time bakmak için döndük. Yiğit olduğunu düşündüğümüz bir asker küçümseyici ve sert bakışlarıyla bizi baştan aşağı süzdü. Üzerindeki üniformanın hakkını verecek bir fiziğe sahipti. Dik duran geniş omuzları, 1.90’a yakın olduğunu düşündüğüm boyu ile birçok kadını eminim ki kendisine aşık ediyordu. Sert bir çehreye sahipti ve eminim ki diğerlerine oranla çok daha olgun birisiydi.  

“Evet gençler sizi barfiks barlarında görebilir miyiz?” deyip gözüyle ilerideki barları işaret edip önden ilerledi. Biz itirazsız peşinden ilerlerken timin geri kalanı da kendi aralarında şakalaşarak arkamızdan geliyordu. Üzerimdeki kamuflajın gömleğini çıkartarak yakasından barın kenarına astım. Oğuz benim aksime sadece iki kat yapıp köşeye fırlatmıştı.  

“Kaç yapalım komutanım?” diye sordu Oğuz barın altına geçerken. 

“Kaç yaparsın Çetin?” 

Oğuz birkaç saniye düşünüp ne kadar yapabileceğini tarttı. “Sanırım otuz komutanım, zorlarsak belki kırk.”  

“Sen Kutlu?” 

“Bende aşağı yukarı aynı yaparım komutanım.”

Başını kınar gibi iki yana salladı. “Beyler kız mısınız, bu sayılar ne?” Çenesini kaşırken bakışları bir noktaya sabitlendi. Sanırım kendisini eğlendirebilecek bir sayı düşünüyordu. “Beş iyi, beş barfiks istiyorum ikinizden de.” Duyduğum sayının ne olduğunu algılamaya çalışırken dalga mı geçiyor acaba diye de düşündüm ama hiç şaka yapar gibi bir ifadesi yoktu. “Ne bakıyorsunuz yüzüme aval aval, başlasanıza lan!”  

Dediğini yaparak bara tutunduk ve barfiks çekmeye başladık. “Bir... İki... Üç... Dört...” Rahatça sonuncu için kendimizi yukarı çektiğimizde beş tane ile kalmayacağını anlamam uzun sürmemişti. “Dört... Dört... Dört...” Her sayışında itirazsız yapıyorduk ancak düştüğümüz oyun yüzünden çaresiz bakışlarımız da Yiğit’in üzerindeydi. Yüzünde ciddi ifadesi asla bozulmuyordu ancak bakışları resmen içten içe kahkahalarını belli ediyordu. Dayan Korkut, bir süre böyle çömezlik muamelesi görecektik. Sık dişini. 

“Akif kaç oldu unuttum ben.”  

“Bir oldi komutanum.” 

“Bir mi!?” diye isyankâr bir şekilde sordu Oğuz ancak bu isyanı pek umursamayan Yiğit “İki!” diye devam edince mecburen devam ettik.

Timin kalanı keyifle bizi seyrederken aramızdaki tek kadın olarak gördüğüm kişiyle bakışlarımız kesişti. Diğerlerinin eğlenir yüz ifadeleri arasında bizim eziyetimizden zevk almadığını belli eden çatık kaşları memnuniyetsizliğini ortaya koyuyordu. Siyah saçlarını ortadan ikiye ayırarak ensesinden sıkıca topuz yapmıştı. Bir kadına göre oldukça uzun bir boyu vardı. Aşağı yukarı 1.80 diyebilirdik. Yine de timdeki diğer askerlerin yanında kadın olduğunu belli edecek kıvrımlı vücut hatlara sahipti. Esmer yüzü oldukça orantılıydı. Biçimli kaşları altındaki yeşil gözleri çakmak çakmak bakıyordu. Öyle ki o çakmaklar isterse gerçekten birilerini yakabilir gibiydi. Gözü altında kendini belli eden ve onu oldukça karakteristik yaptığını düşündüğüm bir bene sahipti. Hokka bir burun ve kavisli dudak hatlarıyla eminim ki Allah bu kadını gerçekten özene bezene yaratmıştı. 

Kaçıncı turumuzdaydık ve ben ne kadar süre gözümü dikip incelemiştim farkında bile değilken “Yiğit komutanınıza bu saatten sonra da saymayı öğretmemiz gerekecek anlaşılan.” diye ilk defa konuşmaya girdiğinde Yiğit, yaslandığı demirden sırtını çekerek ona döndü. Aralarında ne vardı bilmiyordum ancak sanki aralarındaki gerilim fiziksel olarak gözümün önünde belirmişti.  

“Say baştan Sude komutanınız için!” dediğinde birkaç saniye için yere bıraktığımız vücutlarımızı tekrar yukarı çekmeye ve önce Oğuz sonra da ben sırayla saymaya başladık.  

“Bir,” 

“İki,” 

 “Üç,” 

“Dört” 

“Beş” 

“Yanlız gomutanım vallaha helal olsun, gıklari çıkmi daha.” dedi Kerem. Bir bilseniz içimde ne fırtınalar kopuyor, anlatamam. Megafonu kaslarıma tutsanız ne çığlıklar atacaklar haberiniz yok. 

“Bu kadarı yeterli Üsteğmenim.” diye uyarıcı bir sesle konuştu isminin Sude olduğunu öğrendiğimiz kadın. “İndirin kollarınızı bardan gençler.” 

Dediğini yapıp kollarımızı indirirken Yiğit oyuncağı elinden alınmış gibi huysuz bakışlarını Sude’ye çevirirken göğsü sabır diliyor gibi sıkıntıyla iç çekerken inip kalktı. “Onları teste tabii tutmam Alparslan komutanımın talimatıydı. Başımıza buyruk iş yapıyoruz zannettiniz sanırım.” 

Sude başını alayla aşağı yukarı salladı. “Ben sizi bilmiyorum sanki. Aklınız sıra fırsat bu fırsat aldınız çocukları çömez işkencesi yapıyorsunuz.” 

“Aşk olsun Sude,” duraksadı ve ekledi. “Aşk olsun Sude Komutanım, biz hiç öyle şeyler yapmadık. Duyan da diyecek ki işkence yaptık. Altı üstü barfiks çektiler. Ne var bunda, erkek adam barfiks de mi çekmesin?” 

“Bunun erkeklikle alakası ne anlamadım ama bir daha bana karargâh içerisinde ismimle hitap edersen o kafanı kopartır eline veririm Yiğit. Anladın mı? Şimdi,” Bakışları bize döndüğünde onları seyrederken oldukça gevşemiş vücutlarımızı dikleştirdik. “Önce tanışalım sonra eğitim için ne yapacaksak yaparız. Ben Kıdemli Üsteğmen Sude ASLAN. Yüzbaşı’nın olmadığı vakitlerde sizden, ben ve Yiğit komutanınız sorumlu olacağız. Aranızda bir şey olduğunda tabi ki de çocuk gibi gelip bize bunları şikâyette bulunmayacaksınız ama yine de söylemiş bulunayım çömezlik sınırlarını aşmadan pek tabii kendinizi savunmanıza izin veriyorum. Ha onlar verir veya vermez beni ilgilendirmiyor.” Timin geri kalanını başıyla işaret etti. “Herkesle tanıştınız mı?” 

Buraya geldiğimizden beri arkada Sude’yle beraber duran ve onun kadar suratı asık görünen asker yüzündeki memnuniyetsizliğini silerek gülümsedi. Rahat adımlarla yanımıza yaklaşarak “Sanırım ben hariç herkesle tanışmış olmalılar.” dedi. Tokalaşmak için elini uzattığında anlık olarak afallamıştım. Solaktı. Şaşkınlığımın nedenini anlayarak gülerken tekrar diğer elini uzattı. Uzanıp kısaca sıktım. Çok yaşlı değildi. Ancak saçındaki yer yer beyazlar ve gülerken kısılan gözleri kenarlarında çizgi çizgi ortaya çıkan kaz ayakları yaşını biraz olsun ortaya koyuyordu. “Time hoş geldiniz gençler, ben Astsubay Kıdemli Üstçavuş Hazar Kaya.” 

“Yav gomutanım, biz şinci ahan bu iki tene cırbağaya ‘gomutan’ demah zorunda mıyıh ki?” dedi Kerem isyankâr bir sesle.

“Evet Kerem sana askeri disiplin ve nezaket kurallarını yine anlatmamız mı gerekiyor? Okulda öğrenmeliydin.” dedi Sude. Yüzü ciddiydi ancak sesinden eğlendiği belli oluyordu.

“Yoh gomutanım ondan demirem de-”

“Ondan demadi de kendinden kuçuklere komutan demek Dadaş'un zorina gitti komutanum.” diye araya girdi Akif.

“Ne var Akif senin zoran gitmedi mi?”

“Haset etma ne olur çaliş senun da olur canum kardaşum Dadaş'um.”

Onlar kendi aralarında didişip dururken arkamızdan gelen çakıl sesleri ile gelen kişiyi görmek için döndük. Yüzbaşı’ydı. Yüzünde ciddi bir ifade ve elinde bir dosya ile yanımıza geldiğinde sıkıntılı bir iç çekti. “Hepinizi yarım saate operasyona hazır bir vaziyette görmek istiyorum. Beklediğimiz talimat geldi. Detayları helikopterde anlatacağım.”

Bunu söylemesi üstünden çok geçmemişti ki hepimiz hazırdık. Helikoptere bindiğimizde Komutan Alparslan bölge şartlarını ve görevin ciddiyetinin üstünden geçiyordu. “Bu alçakların içimize kadar rahatça girip üstüne üstlük bir öğretmeni, devlet memurunu rahatça kaçırabilmesi işten bile değil arkadaşlar. O yüzden sizden istediğim, mümkün olduğu kadar hızlı ve her zamanki kadar temiz bir iş. Bunun uyarısını zaten yapmak bana boş geliyor çünkü işinizi çok iyi yapacağınıza inanıyorum.” Bakışları benden ve Oğuz’dan tarafa döndü. “Siz ikiniz atakta olmayacaksınız. Olabildiğince onları azaltmalı ve yormalıyız. Bu görev de sizde gençler. Hiçbir askerimi ilk görevinde tehlikeye atmadım, atlamasına da izin vermedim. O yüzden sakın bilgim dahilinde olmayan bir işe kalkışmayın yoksa kellenizi ben alırım ona göre.”

“Emredersiniz komutanım!” dedik. Başka ne söyleyebilirdik ki? Bizi korumak istiyordu, haklı olarak.

Oğuz’la asker olarak ilk görevimiz değildi ancak bir bordo bereli olarak ilk günümüzde ilk görevimizdi. Ankara’dan Şırnak’a giden askeri bir helikopter içerisinde henüz yeni tanıştığım altı kişi ve en yakın dostumlaydım. Şehadetin esas olduğu bir görevde elbette ki ikinci en önemli mevzu silah arkadaşlarını kişisel olarak tanımasak bile onlara güvenmemizdi. Henüz tanışalı birkaç saat bile olmamış birkaç kişilik bir grupta birbirlerine canlarının emaneti söz konusuydu. Gözlerimi timde gezdirdiğimde hiçbirinin böyle kaygılarını hissetmedim. Şakalaşıp gülüşen dostlardı. Yapmam gereken onlara gözüm kapalı güvenmekti. Tıpkı Oğuz’a olduğu gibi bu yeni altı arkadaşıma, büyüğüme, silah arkadaşlarıma güvenmeliydim. Onları bir görev olduğu için değil, kaderimizde olduğu için dost edinmeliydim.

Helikopterin zemininde düşünceler içerisinde kucağımdaki silahımın dürbününü indirip kaldırırken omzumu sıkan elin sahibine döndüm başımı geriye atarak. Alparslan komutanımın bana gülümseyerek bakan sıcak bakışlarını gördüğümde üzerimdeki ağırlığın dağıldığını hissettim. Babam yanımdaymış gibi, dedem sırtımı sıvazlamış gibi…

“Endişe etme, ben hep bir adım ilerinizde sizi koruyor olacağım. Size güveniyorum. Siz ikiniz altın gibi çocuklar, askerlersiniz. Sizi ben seçtim ve ben şimdiye kadar hiçbir askerimde yanılmadım. Bir baba olarak çocuklarımı ateşe atmayacağım gibi sizi de ateşe atmam. Şayet o ateşe düşerseniz gerekirse ben yanarım ama sizi çeker çıkartırım oğlum. Anladın mı?” dedi şefkat dolu bir sesle.

Usulca başımı salladım. “Anlaşıldı komutanım.”

Alparslan komutanım elindeki dosyadan birkaç kâğıt çıkarttı ve birisini yanında oturan Sude’ye verdi. Kağıtlar elden ele dolaşırken bize görevin detaylarını anlatmaya başladı. “Alınan istihbarata göre bu kadın Şırnak’ın sınır köylerinden birinde ilkokul öğretmeni, Arzu Güntepe. Kendisi 26 yaşında. Kadının hiçbir suç örgütüyle bağlantısı ya da göze çarpan olayı yok, bu da demek ki sadece provokasyon için kaçırdılar.” İsmini duyduğum an tanıdığıma emin olduğum kadının resmi elime geldiğinde, yine tanıdık olan simasını dikkatlice inceledim. Koyu kahverengi kıvırcık saçlara, hafif esmer bir tene ve kameraya derin derin bakan badem şeklinde yeşil gözlere sahipti.

Fotoğrafa benimle bakan Oğuz başını bana çevirdi. “Düşündüğümü mü düşünüyorsun?”

“Dünya fazlasıyla küçük anlaşılan.”

Küçüktü ve bu kız bizim liseden çok yakın arkadaşımızdı. Okuduğumuz Kuleli Askerî Lisesi’nin yakınlarında bulunan ve bizim de çok yakın olduğumuz Kandilli Kız Lisesi’nden, bizimle aynı dönemden bir kızdı. Doğruyu söylemek gerekirse son senemizde kendisini oldukça sık görmüş ve muhabbette bulunmuştuk. Şimdi hayat o kadar saçma bir şekilde yollarımızı kesiştirmişti ki gerçekten ne tepki vereceğimi bile bilemiyordum.

İkinci bir fotoğrafı uzattı Alparslan Yüzbaşı. “Onu kaçıran terörist grubunun ele başı, Theo. Eğer istihbarat doğruysa -ki umarım öyledir- Yakup ve Mehmet’i şehit eden itlerin de başı. Onu canlı istiyorum. O yüzden bu fotoğrafa iyi bakın.” Bu adamdan bahsederken sesi, az önceki merhametli ve yumuşak hissiyatını kaybetmiş yerini oldukça sert ve mümkün olsa kesip atacak kadar keskin çıkıyordu. Allah, Theo’ya acımalıydı çünkü Alparslan Yüzbaşı ona hiç acımayacak gibi görünüyordu.

Acımamalıydık da. Yıllarca yüzlerce şehit haberi duymuş, onlarcasının cenazesinde bulunmuştum. Biliyordum ki bu dağ domuzları benim askerime, kardeşime ve abilerime acımıyordu. Biz neden acıyacaktık? Değil bir kap su vermek analarından emdikleri sütü burunlarından fitil fitil getirmeliydik. Değil barınabilecekleri bir koğuş veya hücre vermek domuzdan bile aşağılık ortamlarda hapsetmeliydik. Onlar bizim acımamızı, şefkatimizi, merhametimizi hak edecek varlıklar değillerdi.

Hazar’ın bakmak için elimizdeki resme uzandığını fark edince eline verdim. Önce resme sonra bize baktı. “Onu tanıyor musunuz?” diye tereddütle sordu.

Başımı salladım onaylayarak. “Liseden çok yakın dostumuzdu Arzu. Burada, bu halde karşılaşmak bizi de şaşırttı.” diye açıkladım. Keşke daha iyi bir karşılaşma şansımız olsaydı. Onun adına oldukça endişeliyim ve korkuyordum.

“Kaderin ufak oyunları diyelim, onu güvenle ele geçirdiğimizde artık bağlarınızı kopartmazsınız.” dedi Hazar.

“Umarım ona zarar gelmemiştir.” dedi Oğuz silahına sarılırken.

Dizini pat patladım ve gülümsedim. “Gelmemiştir, hatta eminim ki başlarının etini yiyordur şu an.” deyip hayalini kurduğum şeye güldüm. Arzu hep çok konuşan, tuttuğunu koparan ve hakkını savunmayı bilen bir kız olmuştu. Allah korusun ama şu an çenesinden başına iş gelme ihtimali daha yüksekti.

Oğuz birkaç saniye söylediğime cevap vermedi sonra ise kıkırdadı. “Haklısın sanırım, bazen o kadar konuşurdu ki susması için çare bulamazdık.”

Eski günleri hatırlamanın etkisiyle yüzümdeki gülümseme yerini buruk bir ifadeye bıraktı. Neyse ki aklım bu anılarla çok fazla dolmadan pilot ineceğimizin çağrısını yapmış ve hafif sarsılarak yere helikopteri indirmişti. Helikopterden indikten sonra Kerem haritayı çıkartıp yere serdi ve bir köşesine rastgele bulduğu taşı koyarken diğer köşesini eliyle tuttu. Alparslan Yüzbaşı haritanın yanına bir dizi üstünde çöktü.

“Biz şu an buradayız.” deyip ufak bir taş parçasını konumumuza koydu. Parmağıyla hayali bir yol çizerken konuşmaya devam etti. “Yaklaşık 10 kilometrelik bir yolumuz var, bu patikadan ilerleyeceğiz. Arzu’yu götürdükleri yer, bu patikanın devamında ulaşacağımız tepelikten çok temiz görebileceğimiz ufak bir yamacın eteğinde bir mağara.” dedi ve çenesini gergince kaşırken bakışlarını hepimizde gezdirdi. Kafasında gruplandırma yapıyor olmalıydı.

"Operasyon sırasında her zamanki gibi sessiz ve hızlı hareket etmemiz gerekiyor," derken haritada tek bir noktaya odaklanmış, bize aklından geçenleri bütün detaylarıyla aktarıyordu. "Ulaşacağımız tepede bulunan kayalıklar buradakilerden daha büyük ve sivri olacaktır. Birçoğunuz bu coğrafyaya hakimsiniz zaten ama Korkut ve Oğuz’un yeni olduğunu varsayarak üstünden geçiyorum. Korkut ve Oğuz, siz ikiniz bu tepenin kuzeybatı ucunda konuşlanacaksınız. Göreviniz gözetlemek ve bizimle iletişimde kalmak. Çatışmaya gireceğimiz an destek veriyor olacaksınız. Kerem ve Hazar, siz ikiniz vadiye sızarak onlarla ilk teması sağlayacaksınız. Sude ve Akif, siz ikiniz ise vadinin girişinde kalıp destek sağlayacaksınız." Haritayı katlayıp Kerem’e uzatırken Yiğit’e baktı. “Biz ikimiz de patikadan devam edip Kerem’lerin karşısından diğer tarafı halledeceğiz. Çok geçmeden uyanacaklardır bu yüzden herkes atik olsun. Beklenmedik bir durumda akıllıca davranacağınıza şüphem zaten yok. Mağaraya girip Theo’yu sıkıştırmalıyız ama adamı alacağız diye sakın Arzu’nun güvenliğini tehlikeye atmayın. Önceliğimiz Arzu.” dedi ve ayaklandı. “Her şey anlaşıldı mı?”

Hep bir ağızdan “Anlaşıldı komutanım!” dediğimizde gururla gülümsedi.

Hızlıca patikaya yürürken saatime baktım. Günün aymasına yaklaşık bir saat vardı. Sadece ayın aydınlattığı çevreye göz attım. Yüksek zirvelerde ay ışığıyla parıldayan kar kalıntıları ve oldukça keskin devasa kayalıklar göze çarpıyordu. Yükseğe çıktıkça artan rüzgâr yamaçtan aşağıya doğru esiyor, çevredeki yer yer çam ağaçlarını şiddetle sallıyor ve yine aynı şiddetle yüzüme çarparak resmen yüzümü kesiyordu. Ciğerlerime kadar çektiğim soğuk hava içimi üşütürken çenemdeki kar maskemi burnumun üstüne çektim.

Sessiz bir şekilde ilerlediğimiz yolda ayaklarımız altında ezilen taş ve otlar, yeni uyanmaya başlayan kuşların cıvıltıları, uzaktan duyulan havlamalar ve rüzgârın sesi dışında hiçbir ses yoktu.

Patika bizi Alparslan Yüzbaşı’nın söylediği gibi bir tepeliğe çıkartmıştı. Silahının dürbünüyle kayalıklardan aşağıya baktı ve sonra bize döndü. “Korkut ve Oğuz dediğim gibi buraya konuşlanıyorsunuz, biz devam ediyoruz.”

“Emredersiniz komutanım.” dediğimizde devam etmek için dönmüştü ancak tekrar bize çevirdi başını ve parmağını bize doğrulttu.

“Sakın benden habersiz bir işe atlamayın!” diye son kez üstüne bastıra bastıra uyarmıştı.

“Anlaşıldı komutanım.” dedim ve sırt çantamı sırtımdan indirerek iki kayalık arasına sıkıştırdım ve silahımı üzerine bıraktım.

Diğerleri gözden kaybolurken Oğuz konuştu. “Çapraz alalım, ben şuraya geçiyorum.” deyip biraz ileride çantasını benim gibi kayaların arasına sıkıştırdı yatarak dürbün ayarlamalarına başladı.

“Görünürde kaç kelle var Korkut?” diye sordu Yiğit.

Dürbünü gözüme götürüp açıkta kaç kişi olduklarını saydım. “Eli silahlı ve nöbette duruyor gibi görünen altı kişi görüyorum komutanım. İkisi sizin tarafınızda, ikisi Alparslan komutanımda ve kalan iki de ortalarında kalıyor. Siz altısını hallettiğinizde Oğuz ve ben o ikiyi indiririz.”

“Anlaşıldı, takipte kalın.” dedi ve sustu.

Dürbünden aşağıyı seyretmeye devam ettim. Güya nöbette duran ve silahları omuzlarına çanta gibi asmış iki tanesi gülüşerek bir şeyler konuşuyorlarken arkalarından yavaş adımlarla yaklaşan, ellerinde kasatura bulunan Kerem ve Hazar’ı fark etmemişlerdi. İkisi usul usul adımlarla iki adamın dibine kadar yanaşmış ve oldukça ani bir atakla ellerini ağızlarına kapatarak kasaturayla boğazlarını keserek adamları etkisiz hale getirmişlerdi.

Silahımın dürbününü Alparslan ağabeylere çevirip kontrol ettiğimde orada duran iki adamın da etkisiz hale getirildiğini ve köşeye taşıdıklarını gördüm. Şimdi sıra bizdeydi, kalan iki nöbetçiyi indirdiğimizde bu operasyon tam anlamıyla başlamış olacaktı. Oğuz’a baktım ve başımı salladım. Aynı şekilde komutumu anlayarak başını salladığında dürbüne gözümü yaslayarak hedefe kilitlendim.

Üçe kadar sayıp silahımı ateşlediğimde arka arkaya iki el silah sesi işittik. Oğuz ve ben kalan iki adamı da etkisiz hale getirirken mağaranın içerisinden sesi duyup çıkanlar yeni hedeflerimiz olmuştu. Yıllarca atış eğitimi almış sayısız kez silah kullanmıştım, üstlerimiz hep ilk çatışmaya kadar bir şey bilmezsiniz derdi. Tam şu ana kadar bunu abartı zannederdim. Ama artık bu söylenenleri daha iyi anlıyordum. Bütün o eğitimler evet önemli, almamız gereken eğitimlerdi ama biz asıl askerliği çatışmada, sıcak temasta öğreniyorduk.

Taşlara çarpıp seken kurşunların, vadide yankılanan silah seslerinin, silahımdan yayılan barut kokusunun artık babama ait bir anıya değil, bende gerçek bir ana ait oluşu ve bu beni biraz olsun gerçekle tanıştırmıştı. Korkuyor muydum, hayır. Kesinlikle hayır, aksine damarlarımda gezinen adrenalin beni oldukça heyecanlandırmakla beraber yıllardır verdiğim emeğin şimdi canlı örneğini yaşamak beni mutlu ediyordu.

“Biz önden giriyoruz.” diyen Hazar’ın sesini işittiğimde yattığım yerden doğrulmadan kayanın üstünden indim. Amacım çantamı da alıp yer değiştirmekti ama o an gördüğüm yüzle planım değişmişti. Bizim geldiğimiz tarafta ağaçlık bir alana sapan yoldan Theo ve beraberinde dört adam çıkmıştı. Benden yaklaşık 200 metre ötede hızla ilerliyorlarken silahımı kaparak peşlerine düştüm.

Sayı olarak benden fazla oldukları için ateş etmek için zayıf bir an ve uygun koşul bekliyor ve peşlerinden olabildiğinde seri bir şekilde gizlenerek ilerliyordum. Yavaşladıklarında gizlenerek sırtını kayaya yasladım. Dönüp kontrol edecekken omzumu yakalayıp beni arkaya çeken ve ağzımı kapatan kişiye silahımın dipçiğini indirecektim ki o kişinin Oğuz olduğunu fark ederek tuttuğum nefesimi rahatlayarak bıraktım.

“Ne yapıyorsun lan sen geri zekalı?” dedi fısıldayarak. Yüzünde oldukça kızgın bir ifadeyle bana bakıyordu. Oğuz’u kızdırmak çok kolay bir iş olsa da emin olun ki yüzü gözü kızaracak kadar kızması demek gerçekten fazlasıyla kızgın demekti.

“Theo, kaçıyordu. Öylece gitmesine izin mi verseydim?” dediğinde kontrol etmek için kayanın arkasına eğilecektim ki Oğuz beni çekip tekrar sırtımı yasladı kayaya.

“Geri gidiyoruz, bu çok riskli Korkut. Gittiğini bildirmedin bile, ya seni buraya çeken onlardan biri olsaydı? Ben olduğum için şanslısın.” Kolumu çekiştirip beni de beraberinde yürütürken bir yandan da söyleniyordu. “Aptal aptal kahramanlıklar yapmaya çalışırken canından olacaksın mal herif. Hayır ne bekliyordun? Bir de şaşırıp kalıyor. Ulan adam seni öylece yakalasa önce yaralar sonra kaçırır, sonra da uğraş ki Korkut beyefendileri nereye kaçırdılar da bulalım. Mal.”

“Oğuz’cuğum söylenmen bittiyse kulaklığın mikrofonunu kapat işimize odaklanamıyoruz, amına koyayım bir susmadı o güzelim çenen.” diye ikimizin konuşmasına Yiğit’in boğuk sesi girdi. Boğuktu çünkü ses benim kulaklığımdan gelmemişti. Hemen kontrol ettim çünkü Oğuz konuşurken benim kulaklığıma ses gelmemişti. Kablonun girişine elimi attığımda hafif çıkmış olduğunu fark ederek yerine geri taktım. Muhtemelen Oğuz beni geriye çekerken yerinden oynamıştı.

“Derhal aşağıya gelin, hemen!” diyen Alparslan Yüzbaşı’nın oldukça sert sesini işittiğimiz an Oğuz’la bakışlarımız kesişti ve bakışları kesinlikle beni öldürecek gibiydi.

“Geliyoruz komutanım.” diye emri onayladı Oğuz bakışlarını üzerimden çekmeden. Sonra yeleğinden çekiştirip beni önüne doğru itti. “Yürü ağzına sıçtığımın salağı, yürü.”

Ben önden Oğuz arkamdan etrafı kolaçan ede ede vadiye inmiş karşımızda ise kollarını göğsünde kavuşturmuş oldukça asık suratıyla Alparslan Yüzbaşı’yı bulmuştuk. Kuzu kuzu yanına yaklaşırken bakışları beni buldu. Hiçbir şey söylemedi sadece başını seninle görüşeceğiz der gibi aşağı yukarı salladı ve bana bakmayı kesti.

Az ötede omuzlarındaki polara sarılan Arzu ve ona su içirmeye çalışan Sude’yi gördüğümde onlara ilerledim. Arzu yerdeki bakışlarını kimin geldiğini görmek için kaldırdığında beni görmeyi beklemediği belli ederek yüzü oldukça şaşırmış bir ifadeye büründü. Başka bir durumda olsaydık o ifadeye kahkahayı patlatmıştım. Bakışları arkama kaydığında Oğuz’u da görmüş ve iyice şaşırmıştı.

“Ne işin var senin dağ başlarında kızım?” diye girdi Oğuz lafa. “Karşımıza çıkacak başka yer mi bulamadın?

“Yıllar sonra sizi görmenin tek yolu buymuş demek ki.” deyip ufaktan güldü. Başına böyle bir bela gelmişti ve bu kız hala gülebiliyordu. Tam da Arzu’dan bekleyebileceğim tarzda hareketlerdi. Ama yüzü oldukça hırpalanmış gibi görünüyordu. Gözaltları muhtemelen uykusuzluktan çökmüş ve morarmış, rengi ise hafiften soluktu. Dudağının kenarında ise oldukça belirgin bir yara vardı.

Havanın hafiften aymasıyla beraber gökyüzü siyahlığını maviye bırakıyor, güneşten gelen ilk ışıklar vadinin tepesinden aşağıya doğru saniye saniye uzuyordu. Kuşlarsa en azından Arzu’yu sağ salim kurtarmamızı kutluyor gibi heyecanla cıvıldıyorlardı.

“İyisin, bir yaran yok değil mi?” derken gözümle her yerini kontrol ettim. Görünürde bir şey yok gibiydi.

“Ben iyiyim Korkut. Biraz hırpaladılar, biraz da uykusuz kaldım o kadar. Zararı yok, toparlanırım.” derken gerçekten de sesinden uyku akıyordu sanki. Ama hala da direniyordu.

“O halde helikopter gelene kadar biraz uyuyabilirsin.” dedikten sonra silahımı omzuma asarak diğerlerinin yanına çekingen adımlarla gittim. Kerem helikoptere koordinatları bildiriyor, Hazar ve Akif vadinin girişinde dolanarak etrafı kolaçan ediyorlar, Alparslan Yüzbaşı ve Yiğit ise operasyon raporunu tartışıyorlardı. Benim yaklaştığımı fark ettiklerinde ikisi de bana çevirdi bakışlarını.

“Komutanım az önce kendimi savunamadığım için-”

“Şimdi bir savunma istemiyorum karargâhta görüşeceğiz Kutlu.” dediğinde anlamıştım ki hapı fena halde yutmuştum.

 

 

Kandeli ilk bölümüyle sizlerleydi!!!

 

Gözümden kaçmış yazım yanlışlarım olduysa affola kitap bittiğinde veya gözüme çarptıkça el atacağım. Siz de söyleyebilirsinizz.

 

Neler düşünüyorsunuz, neler hissettiniz, neler bekliyorsunuz???

 

Gerçekten o kadar heyecanlıyım ki hepinizi tek tek karşıma oturtup bunun üstüne sohbet etmek istiyorum.

 

Umarım Kandeli'yi sıkı takip eder, benimsersinizzz

 

Ben inanıyorum onların dünyasına hemen adapte olacaksınızdır.

Loading...
0%