Yeni Üyelik
51.
Bölüm
@justtbirisii

"Hatice sultan, çıksan mı artık mutfaktan?"

"Niye kızım, size de yarıyor yaptıklarım."

Babaannemin haklı oluşuyla sustum ve içinde bulunduğum durumu kabullenerek bitişikteki salona gidip kendimi koltuğa bıraktım.

Bu gün babaannemin ısrarları sonucu Esra abla Toprak ve İlkin'i de alarak bize tanışmaya gelecekti. İlk başta sadece kendisi gelecek olsa da Toprak ve İlkin de plana sonradan dahil olmuştu. Gerçi, benim için hava hoştu, sevgilim geliyordu sonuçta.

Babaannem de sabah kalktığından beri mutfaktan çıkmıyor, üstelik ona yardım etmemize de katiyen izin vermiyordu.

Ben sıkıntıdan tekevizyondaki magazin programını izleyerek koltuğa gömülürken zil çaldı. Benden önce Doğa koşarak kapıyı açmıştı bile. Yine de hoş geldiniz demek için ayağa kalkıp hole gittim.

"Doğa, ablan nerede?"

Toprak tam Doğa'ya beni ssorduğu sırada göz göze gelmiştik. Göz göze geldiğimiz an büyüyen gülüşü beni de gülümsetmişti.

"Hoş geldiniz."

"Hoş bulduk canım," diyerek bana sarıldı Esra abla. "Nasılsın bakalım?"

"İyiyim, siz nasılsınız?"

"Yağmur, sizli bizli konuşmayalım dedim ya kuzum?"

Başımı sallayarak anladığımı belirttim.

Konuşmaları duyan babaannem de mutfaktan elinde börekleri kızarttığı maşayla beraber çıktı. "Hoş geldiniz, geçsenize içeri."

"Hoş bulduk, geçelim tabii."

Herkes salona girip koltuklara kurulduğunda babaannem de işleri, sonunda, bitmiş olacak ki yanımıza geldi.

"İyi ki geldiniz Esra'cığım, bizim kız sizden o kadar bahsetti ki tanışmamak olmazdı."

"Çok haklısınız Hatice hanım."

"Ay, ne hanımı kız? Abla desene sen bana."

Onlar biraz daha sohbet ettikten sonra kahvaltı için mutfak masasına geçtik. Babaannem her zamanki gibi döktürdüğünden sofrada üç çeşit yemek vardı.

Medeniyetten habersiz şekilde direkt yemeklere dalan Doğa'yı hafifçe dürtüklemek zorunda kaldım. Kulağına eğilerek "Az yavaş ye, kaçmıyor yemekler," diye fısıldadım.

Doğa beni pek anlamışa benzemiyordu ama uğraşmayı boş verip yemeğe döndüm.

Gayet güzel geçen yemek faslından sonra babaannem mutfağı bana bırakıp misafirlerle beraber salona gsçmişti. Ben de tek başıma mutfakta bulaşıkları topluyordum.

Ev işleri benim için o kadar sorun ettiğim şeyler değildi ama Toprak içeride olduğu halde benim burada iş yapıyor olmam canımı sıkıyordu.

Sıkıntıyla nefes verip elimdeki tabağı bulaşık makinasına yerleştirirken üzerimdeki izlenme hissiyle beraber kapıya doğru döndüm. Toprak, omzunu kapının pervazına yaslamış gülümseyerek beni izliyordu.

"Yardım edeyim mi?" diye sordu omzunu pervazdan ayırıp yanıma gelirken.

"Gerek yok," diye cevap verdim başka bir tabağı alıp yerleştirerek. "Ben hallediyorum."

"Olsun, ben yine de yardım edeyim."

"Yardım edilecek bir şey yok ki, tabakları alıp makinaya koyacağım sadece."

"İyi o zaman, ben de seni izlerim."

Ben işime devam ederken o da bir sandalye çekip oturmuş ve üzerimden saliselik dahi ayırmadığı gözleriyle beni izlemeye başlamıştı. Başka biri beni izlese kesinlikle rahatsız olurdum ama o yaptığında aynısı olmuyordu.

Hatta bu durum pek çok şeyde geçerliydi. Bazen kız arkadaşlarımın bile bana temas ettiğinde irkilmeme rağmen onda hiç bir şekilde bu olmuyordu. Aksine, onun bunu yapması hoşuma gidiyordu.

Temastan nefret eden ben söz konusu o olduğunda bağımlı hale geliyordum.

Ya da bağımlısı olduğum oydu.

Tüm bulaşıkları makinaya yerleştirdikten sonra kapağını kapattım ve Toprak'ın yanındaki sandalyeyi çekerek oraya oturdum.

"İçeri de çok mu sıkıldın?"

"Hayır, seni görmek istedim sadece."

Söylediği şeyle istemsizce dudaklarım yukarı kıvrılmıştı.

"Yapma şöyle şeyler," dedi ve ne dediğini anlamama kalmadan tek elini bacağıma koyup üzerime doğru eğildi. "Öpesim geliyor."

"Öp o zaman," dedim arsızca.

Bu fikir ona da cazip gelmiş olacak ki dudaklarında bir gülümseme belirirken iyice dibime sokulmuştu. Tam dudakları dudaklarıma değecekti ki kapının olduğu taraftan bir öksürme sesi gelmişti.

Telaşla geriye doğru giderek kim olduğuna baktım. İlkin gelmişti.

Ben sertçe yutkunup utançla bakışlarımı kaçırırken Toprak çatılmış kaşlarıyla İlkin'e bakıyordu.

"Niye geldin abiciğim?"

"Su içecektim," dedi rahat bir tavırla. Tezgahın önüne doğru ilerledi ve "İçmeyeyim mi?" diye ekledi.

"İç tabii, niye içmeyesin?"

İkisinin birbirini iğneleme üzerine kurulu konuşmasının arasında ben oturduğum sandalyede gittikçe küçülüyordum. Resmen basılmıştık!

"Yağmur, bardaklar nerede?"

İlkin'in sorusuyla biraz olsun dünyaya döndüm ve "Lavabonun üzerindeki camlı dolapta," diye yanıtladım soruyu.

"Teşekkürler," dedi ve masanın üzerindeki sürahiden aldığı bardağa suyunu doldurup çıktı. Çıkarken kapıyı da kapatmayı ihmal etmemişti.

Onun çıkmasıyla Toprak'ın çatılan kaşları gevşemiş ve az önce olduğu gibi üzerime eğilmişti. Refleks olarak anında ellerim omuzları buldu.

Çok geçmeden dudaklarını kendiminkilerin üzerinde hissetmemle vücudumdaki en ufak tüyler bile diken diken olmuştu. Anında ona ayak uydurmuş ve aynı şekilde karşılık vermeye başlamıştım. Bu artık çok sık tekrar rden bir şeydi ve ben daha da sık tekrar etmesini istiyordum.

Kesinlikle arsız değilim, siz çok fesatsınız.

Bir süre sonra ikimizin de artık nefes alması gerektiğinde dudaklarımızı ayıran taraf o olmuştu. Geri çekilmek yerine alnını alnıma yasladı.

Sıcak nefeslerimiz birbirine karışırken ne ara kapattığımı bilmediğim gözlerimi açma zahmetinde bulunmamıştım. Bir süre sonra elini boynumda her daim takılı olan sarı papatya figürlü kolyede hissettim.

"Bunu hep takmanı seviyorum," dedi sık nefeslerinin arasından.

"Ben de boynumda hissetmeyi seviyorum, bana seni hatırlatıyor."

Aslında bana her şey onu hatırlatıyordu. Hayatımın her köşesine sinmişti ve bu yüzden nereye baksam o vardı. Üstelik bu tahmin edemeyeceğim kadar güzeldi.

Geri çekilip ayağa kalktı ve elini bana uzattı.

"Gel içeri geçelim, biri daha basmasın sonra bizi."

Tam elini tutup kalkacaktım ki aklıma bir şey dank etti. Bu halde içeri gitsek kesinlikle daha fazla şüphe çekecekti.

"Dur biraz daha," dedim ve uzattığı elinden faydalanarak onu sandalyeye geri oturttum.

"Ne oldu ki?" diye sordu safça.

"Dudakların."

"Ne olmuş ki?"

Onaylamaz şekilde başımı iki yana salladım. Bu çocuk cidden anlamıyor muydu yoksa salağa mı yatıyordu?

"Daha az önce öpüştük, farkındasın değil mi?"

"Ha..." diye mırıldandı hülyalı hülyalı. "Farkındayım tabii, nasıl olmayayım?"

Hiç bir şey demeden sadece gözlerimi devirdim ve arkama yaslandım.

Uzanıp yanağımdan makas aldı ve geri çekildi.

"Bence birileri çağırana kadar burada oturabiliriz," diye bir öneri sundu. Ben zaten dünden razıydım, o da bunu elbette biliyordu.

"A takımı seçmeleri olacak haftaya," diye bambaşka bir konuya atladı sonra. "İki kişi seçilecekmiş, belki sonradan bire de düşebilir."

(yazar notu: bu işlerin nasıl işlediği hakkında pek bir fikrim yok, o yüzden tahmin ettiğim şekilde yazdım. As takıma seçmeyle almıyor da olabilirler.)

"Bence seçilirsin, güzel oynuyorsun sonuçta."

Toprak'ın okul maçları dışında da maçlarına gitmiştim ve kaptanı olduğu takımı ne kadar iyi yönlendirdiğini de kazanılan maçlardaki katkısını da görmüştüm.

"Bilemiyorum," dedi sıkıntıyla oflayarak. "Hayalim hep buydu ama aklıma sürekli 'ya başaramazsam?' ihtimali geliyor."

Uzanıp masanın üzerindeki elini tuttum sıkıca. "Başaracaksın, ben sana inanıyorum."

"Teşekkür ederim," dedi sıcacık gülümsemesiyle.

Çat diye açılan kapıyla içimde bulunduğumuz atmosfer bir anda dağılmıştı.

"Abla, bababannem yedikleri naneleri de alıp içeri gelsinler dedi," dedi Doğa ve gerisin geri mutfaktan çıktı.

"Gidelim bari," dedi ayaklanırken.

"Gidelim."

Tam mutfaktan çıkacakken belimden tutup beni kendine çekti ve dudaklarıma ufak bir öpücük bıraktı.

Neden yaptığını sormadım, o da açıklama gereği duymadı. Sadece gözlerimin içine bakıp içimi eritecek şekilde gülümsedi ve benim önümden salona girdi.

♡°♡°♡

Sonraki bölümde final yapacak olmayı hala kaldıramıyorum ben ;(

Loading...
0%