@kadrisyazar_
|
ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ
13.BÖLÜM
Çocuklarla kısa muhabbetimizin ardından, düşüncelerimle beni tarumar edecek bir şekilde baş başa bırakarak odalarına dağılmışlardı. Yvonne, mutfağın içinde açılan ve kendi odası olduğunu bildiğim bu yerde kalmam için bana vermişti. O da Valentino’nun odasına el koymuştu. Myron, Otis ve Edwin’de ilk girişteki salonda, sağ taraftaki oda da ise Valentino kalacaktı. Birkaç şey atıştırdıktan sonra Valentino, çok fazla içtiğini söyleyerek uyumaya gitmişti. Myron’un da ondan kalır yanı yoktu. Hangi ara o kadar içtiğinin, farkında bile değildim. Kaşla göz arası tüm içkileri götürüvermişti. Hemen girişteki odanın koltuklarına kendisini yüz üstü atarak uyuya kalmıştı. Yvonne, onla Valentino’nun aynı yerde uyumalarının daha rahat olacağını söylese de, ne Valentino ne de Myron kabul etmişti bu teklifi. Uyudukları yerde sadece iki koltuk vardı ve Otis sandalyeleri yan yana koyarak üzerinde uyuyabileceğini söyledi. Fakat Edwin hemen araya girip sırayla koltuğun üzerinde uyumaları gerektiğinin daha doğru olduğunu söyledi. Zaten Myron çoktan bir koltuğa devrilmiş, uyumaya geçmişti. Bu sohbete dahil bile olamadı. Valentino’nun kaldığı yerde de vardı koltuklar fakat bir ev sahibi olarak asla teklif etmemişti. Edwin ve Otis’te Valentino’nun yanında kalmayı konuşmadılar bile. Yvonne’de çok fazla üstelemeden, herkese bir yastık ve battaniye vererek, uyumaya gitmişti. Edwin ve Otis onlara göre daha sağlamdı. Bardaktan sadece birkaç yudum aldıklarını görmüştüm. Ondan sonrası ise herkesi bir telaş kaplamıştı. Ne olup bittiğini anlamadan kendimi evde bulmuştum. Uyku tutmuyordu. Yatağın içinde ne kadar dönersem döneyim, uyumak bir ızdırap gibi geldiği için baş ucumda duran gaz lambasını alarak yataktan çıkmış, kendimi pencerenin önünde bulmuştum. Gaz lambasını da, pencerenin kenarına koyarak, odanın içinde tek ışık kaynağı olmasını sağlamıştım. Şimdi ise, dağın zirvesini izliyordum. Orası tamamen karanlıktı fakat gökyüzündeki dolunayın ışığı, az da olsa oraya vuruyordu. Yani görmem için yeterliydi. Biraz kulak kabarttığım da ise, evin yanında akan şelalenin rahatlatıcı sesini duymak mümkündü. Gözlerimi birkaç saniye kapatıp kendimi ona vermekten alıkoyamıyordum. Fakat o kadar şiddetli akmıyordu tepeden. Uzayıp, nerede sonu bittiğini bilmediğim nehir ise durgun bir şekilde yoluna devam ediyordu. Ellerimi, pencerenin önünde ileriye doğru tahtadan yapılmış çıkıntısına yasladım. Yaşadığım her şey birer rüya gibi geliyordu. Bazen, kendimi çimdiklememek için zor tutuyordum. Daha düne kadar evimde, yatağımın içindeydim. Hazırladığım doğum günü partisi için kendime elbise seçiyordum. Ve evde kutlamam gereken doğum günüme sadece üç gün kalmıştı. Fakat şimdi… Bilmediğim bir yerde, bilmediğim insanlardan kaçıyordum ve tanımadığım yabancılar bana yardım etmeye çalışıyordu. Ve bu yabancı insanlara fazlasıyla alışıktım! Hangisi daha tuhaftı benim için, bilmiyordum! Kesik bir nefes daha içime çekip, kirpiklerimi yavaş yavaş araladım birbirinden. Dağın zirvesine baktım. Birkaç kişinin, kahkahalı sohbetlerini işitmiştim ve ellerindeki gaz lambalarıyla evlerine girerken görmüştüm. Hâlâ, Yıldız Düşme Festivali dedikleri şey devam ediyordu. Çatıların üzerinde oturup, ellerindeki kupaları tokalaştırarak, şarkılar söylüyor, bedenlerini sağa sola sallayarak, dans ediyorlardı. O kadar çok içmişlerdi ki, şarkının harfleri resmen ağızlarının içinde yuvarlanıp kayboluyordu, bu yüzden ortaya anlamsız şeyler çıkıyordu. Kafamı hafif öne doğru uzattığımda, görüş alanıma giriyorlardı bu kişiler. Ama fazla bakmamaya özen gösterdim. İçime çöken kasvetli hava, git gide beni içinde sıkıştırıyordu. Yvonne’nin yaşadığı yer çok güzel olsa da, etrafta yaşanacak her bir şey beni tedirginliğe sürüklüyordu. Ve şu anda evde; Ateş’in Evladı tarafından Gezgin olarak görevlendirilen biri vardı. Bu durum, soğuk, çakur çukur bir sivri taşın üzerinde oturmaktan daha beter bir durumdu. Oradan oraya, ne olup bittiğini söylemek için görevlendirilmişti Valentino. Ve bu evde onunla ilk karşılaşmamızda bile onlardan ne kadar çok çekindiğini gözlerimle görüp, kulaklarımla da şahit olmuştum. Her an söyleyebilirdi, evlerinde olduğumuzu. Kendisi için, kız kardeşi için tehlikeyi göze almamak için ele verebilirdi bizi. Kendim için bu duruma katlanabilirdim ama diğerleri ve Yvonne abisinin ihanetiyle, daha çok üzülür ve acı çekerlerdi. Elimden gelen tek şey, bizi ele vermemesi için dua etmekti. Burası bana göre değildi; buradaki hiçbir yer bana göre değildi. Ben buraya ait değildim. Taş, alem, geçit, ırk, Ateş’in Evladı, yer altından çıkacak olan kişi… Hiçbiri aklıma yatacak kadar, olumlu şeyler değildi. Ve şimdi de balo işi çıkmıştı başıma. Edwin oraya gideceğimi söylemişti. Biz onlardan kaçarken, tam burunlarının dibinde bitmek hiç hoş bir fikir değildi doğrusu. Bu akşam söyleyememiştim bunu ama yarın ilk işim oraya gitmeyeceğimizi söylemek olacaktı. Bana durmadan efendim ve bu kelimeyi çağrıştıracak cümleler söylüyorlardı ama ben basit bir kadın olan Karina’ydım. Öz annem, babam ve kardeşim şu anda yokluğum için gözyaşı dökülüyorlardı. Bu saçmalıkları geri de bırakıp, beni buradan çıkaracak olan o kadını bulmalıydım. Hem de bir an önce. Taş, efendilik umurumda değildi! Aileme kavuşmam gerekiyordu benim! Diğer saçmalıklarla ilgilenmemem gerekiyordu. Neler yaşadığım aklıma bir bir gelince gerçekten çok fazla yorulduğumu hissetmiştim. Hep yoldaydık ve dinlenme gibi bir zamanım olmamıştı. Yvonne’de bu durumu bildiğinden, kendisine ait olan kıyafetlerden vermiş, istediğim zamanda banyo yapabileceğimi söylemişti. Ama sadece rahat kıyafetler giyinebilmiştim. Gerisine mecalim yoktu. Sabah kalkar, duşumu alırdım. Gözlerimi sıkıca yumduğumda, ilk girdiğimiz Han’daki adamın sözleri teker teker, yankılanmaya başladı zihnimin duvarlarında elimde olmadan. “Anneni herkes tanır. Gerçek bir Efendi’idi.” “Efendi kelimesinden bıktım. Annem efendi değildi, bende değilim!” “Geldiğin yerdeki annenden bahsetmiyorum.” “Buraya aitsin Amaris. İsmin bu. Herkes duydu.” “O kadın…O kimdi?” “Annendi.” “Hayır!” “Aşk, onu mahvetmesine göze aldı. Ama seni kurtarmayı başarmış, yarattığı ve pişman olmayacağı tek taşsın onun için!” Buğulanan bir camın arkasından izlemek gibiydi o kadının yeşil gözlerini görmek. Ağlamalar ve acı ile inlemeler, kulağıma incelikle işlenen bir ip gibi kulağıma nakşediliyordu. Adam bana, annen diyordu o kadın için. Bu durumu ne kadar inkar etsem de yüreğimin bir yerlerinde, sızı vardı. O kadına acıyor muydum? Peki niye? Çünkü acı çekiyordu. Ağlaması bu yüzdendi. Kulaklarım o ağlama ile dolup taşmıştı ve Amaris diyordu, yumuşak ve dinlendirici sesiyle. Her sabah uyandığım kabuslar sadece anne kelimesiyle bitiyor ve o kelimeyle gözlerimi açıyordum fakat ses bana ait olsa da, orada bir başka kadının da sesini duyabiliyordum. Kendi sesime karışmış, yabancı bir ses! Pencerenin tahta çıkıntısına yasladığım elimin birini oradan çekip parmaklarımın ucunu şakaklarıma yasladım. Bir ağrı saplanmıştı oraya. Gözlerimi daha sıkı yumdum. Bu yaşadıklarım saçmalıktan ibaretti. Sadece saçma olması gerekiyordu, başka türlü olmasına kaldıramazdım. Ama o adamın söylediklerinin arasından başka şeylerde dikkatimi çekmişti: Aşk, onu mahvetmesine göz aldı. Ama seni kurtarmayı başarmış, yarattığı ve pişman olmayacağı tek taşsın onun için! O kadına ne olmuştu? Aşk, onu nasıl mahvetmiş olabilirdi? Eğer gerçekten, ben Amaris isem… Hayır. Ben Karina’ydım. Bu düşünceden kurtulmak için kafamı iki yöne doğru sallayıp, derin bir nefes alıp bıraktım. Böyle şeylerin beni ele geçirmesine izin vermeyecektim. Bir an önce, kendimi bu cehennemden kurtarmam gerekiyordu. Aslında burası için böyle sıfat kullanmak bile hoşuma gitmemişti çünkü bana yardım etmek için ellerinden gelen yapan kişiler için saygısızlık olurdu. Daha fazla düşünmemek için gözlerimi kısacık kapatıp açtım, kafamı iki yöne doğru tekrar sallarken. Bedenim yavaş yavaş uyuşmaya başlamıştı. Uyku, bana doğru geliyordu artık. Sabah da düşünecek çok vaktim olacaktı. Bu yüzden uyuyup dinlenmem gerekiyordu. Derin bir nefes daha içime çekiyordum ki, iki elimle de pencerenin çıkıntısından tutunacağım bir sallantı başladı ayaklarımın altında. Nefesimi tutup bakışlarımı zemine indirdim anında. Bedenim sağa sola doğru hafif hafif sallanıyordu! Lanet olsun deprem mi oluyordu? Gözlerim yuvalarından çıkacak kadar büyürken, gerçekten sallanıp sallanmadığımı anlamak için, kendime odaklandım çünkü uykusuz ve halsizdim böyle hissetmem normal olabilirdi fakat gerçekten de sağa sola zemin yüzünden sallanıyordum. Bu sallantı sadece birkaç saniye böyle devam etti fakat kalbimin ritmi felaket derecede artmıştı. Sallantı durdu! Ama benim bakışlarım hâlâ zemindeydi. Çok kısa süren bu sallantı ile anlam veremediğim bir nedene dönüştü! Sallantı yüzünden, korku ve endişe beni sarmalarken, pencerenin önündeki yanan gaz lambasın elime alıp sertçe yutkundum. Ya gerçekten hayal görüyordum ya da delirmek üzereydim. Bu sallantı da nereden çıkmıştı şimdi böyle? Arkamı dönüp yatağa doğru adımladım, daha fazla ayakta durmamam gerektiğimi anladığımda. Kalın yorganının ucunu açıp, içine girmeden önce, gaz lambasını baş ucuma koydum. Işığını kapamadım çünkü bu yerde karanlıkta uyuyamazdım. Hızla soğuk çarşafın içine komple girerek, sırt üstü uzandım. Yorganı da aynı şekilde çenemin ucuna kadar çekip, tamamen kendimi uykunun kollarına serbest bırakmak için bekledim. Yan dönüp, pencereye çevirdim bedenimi. Ellerimi üst üste koyarak, yanağımın altına yerleştirdim. Şelalenin sesi, dağın zirvesine vuran dolunayın ışığıyla, dışarısını izlerken, gözlerimi usulca kapattım. En azından uykudayken böyle şeyleri unutabiliyordum!
****
“Karina, uyandın mı?” Kapının bir iki defa tıklatılmasından sonra, yerimde huzursuzca kıpırdandım. Yüzüme vuran ve gün ışığı olduğunu bildiğimden elimi gözlerimin üzerine kapatma isteğiyle doluverdim. Fakat bana bağıran kişinin ardından, dışardan gelen kuş sesleriyle, içimdeki huzuru arttırmıştı. Kirpiklerim yavaşça birbirinden ayrılırken, bakışlarımı ilk karşılayan dışarının manzarası olmuştu. Güneş çoktan yerini almış ve sabah olur olmaz ayağı kalkan insanların birbirleriyle sohbetleri odaya kadar geliyordu dışardan. Birkaç saniye öylece dışarının manzarasını izlerken, pencerenin önüne beyaz bir güvercin kondu. Gagasıyla pencereye vurup kafasını geriye atarak izlemeye başladı pencereyi. Sanırım kendi yansımasını izliyor olmalıydı. İstemeden dudaklarımda bir tebessüm oluştu. Dışarda serin bir hava olmalıydı ve saatte çok erken. Serin hava, uyuşan bedenime vurdukça, gözlerimdeki uyku yavaş yavaş dağılıyordu. Kapı bir kez daha tıklatılınca, “Karina uyandın mı?” diye soran kişinin Edwin olduğunu anladım. Artık sesler kulağıma çok net gelmeye başlamıştı. “Bırak biraz daha uyusun!” diyen Yvonne’nin uyarıcı sesini işittim. “Daha işim bitmedi benim.” Dediğinde, bu sefer kaşlarım çatıldı. Ne iş ile ilgilendiğini merak etmiştim. “Sen de biraz elini çabuk tut!” dedi Valentino. “Kolaysa sen gel yap o zaman!” dedi Yvonne’de onu tersleyerek. “Elinden geleni yapıyor işte.” Diyen kişi ise Myron’du. Hepsi şu anda mutfakta olmalıydı. Benden önce uyanıp, bir şeyler yapmalarına şaşırmıştım. Kendi evimde olsaydım kesinlikle bu saatte kalkmaz, bir şeylerle uğraşmazdım. Onlar erken saatlerde uyanmaya alışık olmalıydılar. Yan dönerek uyuduğum bedenimin hiçbir şekilde başka pozisyona geçmeden uyuduğumu fark ettim. Çok fazla yorgun olduğum için uyku direkt beni kendisine hapsetmiş ve nasıl uyuduysam öyle de uyanmıştım. Sırt üstü dönerken, yatağın içinde gerindim ve esneyerek elimi ağzıma kapadım. Edwin’i de çok bekletmeden, “evet uyandım.” Diyerek cevapladım. “Al işte!” diyen Yvonne’nin yaptığını beğendin mi? der gibi sesi çıkmıştı. Kime bunu dediğini bilmesem de istemeden gülmüştüm. Yorganın ucundan tutup kenara doğru atarak, doğruldum. Bacaklarımı yataktan sarkıtarak ayaklarımı zemine bastım. Ellerimi saçlarıma daldırıp geriye doğru yatırırken, kapı tıklatıldı. Omuzumun üzerinden geriye doğru baktığımda, kapı açılarak içeriye Yvonne girdi. gülümseyerek, “günaydın.” Dedim. O da aynı şekilde gülümseyip, “günaydın.” Diyerek, kapıyı arkasından örtüp odanın içine doğru gelmeye başladı. “Umarım rahat bir uyku çekmişsindir.” Sorudan çok böyle olmasını umut ederek söylemişti. Başımı hızla sallayıp, “evet, baya hem de.” Dedim. “İyi, sevindim.” Diyerek, odanın içinde ahşaptan yapılmış olan gardırobun kapaklarını açıp katlanmış kıyafetlerden birini aldı. Önünü bana tekrardan çevirip, “bunları giyinebilirsin Karina.” Dedi bana doğru uzatırken. Dudaklarımı ağzımın içine yuvarlarken gülümseyip, çekingen bir tavırla uzatılan kıyafetleri alıp dizlerimin üzerine koydum. Bana çok fazla yardım ediyorlardı ve bu durum beni epey utandırıyordu. “Teşekkür ederim.” Dedim geveleyerek. “Önemli değil.” dedi o da. Ardından derin bir nefes alıp ellerini, bacaklarını saran deri pantolonun ceplerine yerleştirerek, “giyin gel, kahvaltı yapalım.” Dedi. Bugün tamamen sarı saçlarını serbest bırakmışken, birkaç tanede örgü yapmıştı. Üzerinde de üst iki düğmesini açıkta bırakmış geniş bir gömlek vardı. Uzun, önleri bağcıklı siyah botlarını da giyinivermişti. Bir elini cebinden çıkarıp, alnını kaşımaya başlarken, dizlerimin üzerindeki kıyafetleri işaret edip, “dolapta sadece bunlar vardı, idare edeceksin artık.” Dedi. Gözlerim, aşağıya indiğinde incelemeye başladım. Beyaz bir gömlek ve siyah deri bir pantolon bana verdiğini gördüm. Elimle, pantolonun ucundan kaldırıp incelemeye başladığımda, Yvonne, “sadece bu tarz şeyler giyiniyorum.” Dediğinde, ona baktım. Omuzlarını da, mahcup olmuş bir şekilde indirip kaldırarak başka seçeneğimin olmadığını gösterdi. Pantolon tabii ki giyinirdim ama deri bir pantolon asla. Fakat başka çarem yoktu. Edwin’in bana verdiği ablasına ait olduğunu bildiğim kıyafetler ise fazlasıyla kirlenmişti. En azından, giyineceğim kıyafetler vardı. Çıplak gezmekten iyidir. Yvonne’yi rahatlatmak ister gibi gülümseyip başımı iki yöne doğru sallayarak, “hayır, bunlarda iyi. Teşekkür ederim.” Dedim gülümsemem daha çok derinleşirken. Yvonne’de sorun olmadığını gördükten sonra minik bir tebessüm edip, “o zaman kahvaltı da görüşürüz.” Diyerek, odadan çıkmıştı. Derin bir nefes eşliğinde, kıyafetleri göğsüme yasladım. Gözlerim, yan tarafa katlayarak koyduğum diğer kıyafetlere kaydı. Edwin’in ablasına ait kıyafetlere. Düzenli bir şekilde katlamış, zamanı geldiğinde ise geri verecektim. Çünkü önemsediği birine aitti ve hiç düşünmeden bana vermişti. Ne kadar böyle şeylere karşı gelsem de kabul etmiştim, çünkü hayatta olmayan insanların eşyalarını kullanmayı asla doğru bulmazdım. Eşyaların da kaderi vardı ve bu kader onlara sahiplerinden geçerdi. Kıyafetlerle beraber ayağı kalkıp artık banyo yapmam gerektiğini kesinlikle biliyordum. Saçlarım birbirine girmiş vaziyetteydi ve hep toz içinde kalmıştı. Odanın içinde bir kapı daha vardı ve oraya doğru gidip kapının kolundan tutarak aşağıya indirdim. Geriye doğru açarken, bu yere girmediğim halde banyo olduğunu tahmin ettiğim yer gerçekten de banyo çıkmıştı. Küçük mermerden bir lavabo fakat üzerindeki musluk ahşaptan yapılmıştı. Hemen yan tarafında köşe de bir küvet konulmuştu. Küvetin üzerinde duvara da bir şofben asılmıştı fakat o da ahşaptan yapılmıştı fakat başlığı normal bizim kullandığımız aletlerdendi. Hasırdan sepetler, tabureler mevcuttu. Lavabonun kenarında da birkaç tane renkli sabun vardı. Küvetin yanına konulmuş olan hasır taburenin üzerin de şişelerin içine konulmuş renkli sıvılar ve bitki yumakları vardı. Hemen tahtadan yapılmış bir askılığın üzerine de, iki havlu asılmıştı. Banyonun içi resmen kokularını bile bilmediğim bir bahçenin içindeki çiçekler gibi güzel kokuyordu. Arkamdan kapıyı örtüp tamamen kendimi banyonun içine attım. Biraz daha ortasına geldiğimde, lavabonun üzerine asılmış dikdörtgen şeklinde ayna da yansımamı gördüm. Bitik durumdaydım! Gözlerimin altı çökmüş, rengim bembeyaz olmuştu. Fakat yanaklarımda hâlâ kırmızılıklar vardı. O da çölde uyanmanın eseriydi. Kıyafetleri biraz daha göğsüme bastırıp, tek elimle, saçımın bir tutamını esir alan griliği öne doğru uzattım. Aynadaki yansımama biraz daha bakınca, kaşlarım çatıldı ve bakışlarımı oradan çekip gri tutamıma çevirdim. Sanki, daha öncekine göre koyulaşmış ve artmış gibime gelmişti. Gözlerimi devirip, derin bir nefes alırken dişlerimin arasından sesler çıkarıp kafamı iki yöne doğru salladım böyle bir şeyin saçmalığıyla. Tabi ki böyle bir şey olmamıştır. Sadece banyo etmediğimden, saçlarım kirden pastan koyulaşmıştı. Gözlerimi yansımamdan çekip hasır bir taburenin üzerine kıyafetleri bıraktım. Dün gece Yvonne’nin bana verdiği pijamalar vardı ve hiç vakit kaybetmeden pijamaları üzerimden çıkarıp hasır sepetin içine attım. Bir adım ile önümde duran küvetin yanına vararak, ayağımı küvetin içine attım. Fakat küvetin içi öyle soğuktu ki, tüm tüylerimin havaya dikeldiğini hissettim. Hafiften bir titreme dalgası bedenimi sarınca, artık tamamen küvetin içindeydim. İki tane musluk başı vardı ve soğuk suyu ilk açmanın korkusuyla birazcık geriye doğru gidip sağdaki başlığı çevirdim. Başlıktan akan su, ayaklarımın ucuna çarptı. Birkaç saniye içinde, sıcak su akmaya başladı. Yanlış musluğu çevirmemenin mutluluğu içimi kaplamıştı. Diğer başlığı da aynı şekilde ayarlayıp, banyo yapacağım şekilde ılık suya çevirdim. Ve tamamen çıplak bedenimi suyun altına bıraktım. Ilık su, tenime çarptığında, yıllardır su değmemiş gibi üzerime bir rahatlama çöküvermişti. Islanmaya başlayan saçlarımın arasına parmaklarımı daldırıp, geriye doğru yatırarak başımı enseme yatırdım. Ilık su yüzüme, oradan da tüm bedenime doğru akarak, pisliğimi alıp götürüyordu. Arkamı dönüp, şişelerin içinde olan renkli sıvılardan birini elime aldım. Su akmaya devam ederken, şişenin kapağını açtım. Bunların şampuan olduğunu emindim çünkü açar açmaz müthiş bir koku burnuma doğru infilak etti. Gözlerimi kapatma ihtiyacı duydum, kendimi kokuya bırakmışken. Elime döküp oradan da saçlarıma götürerek yıkamaya başladım. Şimdiden beyaz köpüklere dönmeye başlamıştı bile. Saçlarımı iyice şampuan ile yıkadıktan sonra, bu sefer bitki yumaklarından birini alıp incelemeye başladım. Mor rengindeki bitkiler bir araya getirilmiş ve ortası iple bağlanmıştı. Sert değil, aksine yumuşacıktı. Kolumu öne doğru uzatıp bitkiyi koluma sürtmeye başladım ve aynı saniyelerde güzel bir koku yayılmaya ve köpürmeye başladı. Yıkanmış olmanın sevinciyle küvetten çıkıp kurulandım ve hala sütyen ve iç çamaşırımın olmaması beni hayal kırıklığına uğratırken, Yvonne’nin verdiği kıyafetleri üzerime geçirmiştim. Şimdi ise aynanın karşısında üst dolapların birinden tarak almış, birbirine girmiş fakat bu sefer mis kokular yayılan temiz saçlarımı taramaya başlamıştım. Elimi de biraz çabuk tutmaya çalışıyordum çünkü acıkmaya başlamıştım git gide. Midem içe doğru büzülüyordu. Aynadaki yansımama dalmış, ıslak saçlarımı tararken, dün geceki gibi minik bir sallantı gerçekleşmişti. İrkilerek, hızla saçımı taramayı bırakmış, iki elim ile de mermer lavabonun kenarlarına asılmıştım. Fakat bu sefer ki sallantı resmen ayağımın altından kaymıştı.
Lanet olsun deprem mi oluyordu burada? Yüreğim ağzımda atarken, bir sallantı daha ayağımın altından kaydı ve resmen parmak uçlarımda yükselerek küçük bir çığlık atıverdim. Başımı bu sefer yukarı kaldırıp tavana baktım ama tavanda bizim evlerdeki gibi avize asılmadığı için deprem olup olmadığını anlayamamıştım. Bakışlarım bu sefer banyonun içinde anlayabileceğim bir eşya aradı fakat her şey yerli yerinde duruyordu, hareket etmiyordu. Çünkü saniyeden bile az süren sallantı, durmuştu. Anlayamazdım! Kalbim hızla çarparken, etrafı taramaya başlayan bakışlarımı tekrar önüme çeviriyordum ki, duyduğum fısıltıyla küçük çaplı bir çığlık atmış, arkamı dönerek, sırtımı lavaboya yaslamıştım. Elimdeki tarakta düşüvermişti yere. İki kelime sadece boş duvarlarda yankılanmıştı: Hoş geldin… Ama öyle ki, sesi arkamdan duymuşum gibi, ense kökümde hissetmiştim nefesini. Ayaklarım titrememeye başladı. Nefesim ise duyduğum fısıltı yüzünden, sıklaşmıştı. Lanet olsun deliriyor muydum? Ama duyduğuma emindim. Fısıltıya… Aynı ses odanın içinde tekrardan yankılanmaya başladığında, bir çığlık daha dudaklarımın arasından firar etti. Sesleri sanki odanın içinden değil de, kafamın içinden geliyormuş gibi çok yakından hissediyordum. Kulak ver… Gözlerim, yerinden fırlayacak kadar genişledi. Bu sefer konuşan ses, başkasına ait gibiydi. Kalçamı lavabodan ayırıp, sırtımı duvara yaslamak için geri geri yürümeye başladım fakat ayağımın altından bir sallantı daha gerçekleştiğinde, büyük bir adımla duvara sertçe çarptım. Dilim alındı, konuşamadım. Gözlerim, zeminde, duvarlarda ve tavanlarda geziyordu ama bir ses kafamın içini hapsolmuş gibi konuşuyordu. Hayır, delirmiyordum gerçekten sesini duyabiliyordum. Buradayım… Dedi ses. İzle beni… Dedi farklı bir ses daha. İki farklı ses şu anda arka arkaya konuşuyordu. Kupkuru olmuş dudaklarımı ıslattıktan sonra, bir balon gibi şişip ve bir anda patlıyormuş gibi aşağı inen göğüs kafesimi zorlayarak, “kimsin sen?” diye sordum. Bacaklarım öyle çok titriyordu ki, şu anda beni taşıyamayacak hale gelebilir ve duvarın dibine çökebilirdim. Fısıltıya… Dedi ses. Kulak ver… Diye tamamladığı diğeri. Anlamayarak kaşlarımı çattım. Sesler, fısıltıydı ama hayır, tam kulağımın dibinden geliyormuşçasına onları net duyabiliyordum. Sertçe yutkunurken, hızlı nefeslerim yüzünden kupkuru olmuş genzim acıdı. Ne demek istediğini anlayamıyordum. “Kimsin sen?” diye aynı sorumu sordum. Korkuyordum, titriyordum. Uyandım… Buradayım… İki kelime de iki farklı sesten çıkıvermişti. Ve aynı saniye de bir şey daha söylediler fakat kurduğu aynı kelimelerdi. Hoş geldin… İzle beni… Elimin birini arkamdaki duvara yaslayıp, yavaşça dizlerimin üzerine çöktüm. Elimi duvardan ayırırken, gözlerim sadece zeminin üzerindeydi. Avuç içlerimi zemine sertçe bastırdım. Yer minik minik titriyordu. Hissetmemle, gözlerim zemine yapışacak kadar irileştiğinin farkındaydım ama ellerimi yerden çekmedim. “Neredesin?” diye sordum. Ellerimi, bu sefer zemini kontrol ederek, hareket ettirmeye başladım. Sesleri arıyordum, benimle konuşan sesleri arıyordum. Zemin hafiften hareket edince, avuç içlerim yanmış gibi yukarı kaldırdım ve küçük bir iniltiyle doğrulmamak için kendimi tuttum. Haber et… Dedi. Tohum… Dedi bir diğeri. “Kimsin?” diye mırıldandım. Avuç içlerimi tekrardan yere bastırmak için usulca üst bedenimi eğmeye başladım. “Sen kimsin?” diye yeniden sesimi yükseltirken, kesik kesik nefeslerim korkuyla bir olmuş içimi parçalıyordu. Dizlerim de bu sefer hareket etmeye başladığında, ellerim zeminin üzerinden çekmeden yeniden duyacağım ve hissedeceğim bir sallantıyı aramaya başladı banyonun içinde. “Konuş, dedim sana! Kimsin sen?” ellerim aradı zemini. “Delirmedim ben. Kimsin sen? Buradan gitmek istiyorum!” gözlerim doldu o an. Bağırıyordum. Belki çığlık bile atıyor olabilirdim. Fakat sesim çok yabancı çıkıyordu. Hayır sesim aynıydı ama harfler, kelimeler farklı gibi geliyordu kulağıma! Banyonun içinde kaç saniye ya da kaç dakika sürdüğünü bilmeden, başka duyacağım ses ve hissedeceğim bir sallantıyı aradı gözlerim ve kulaklarım. Ama hayır, tek şey artık koca bir sessizlik olmuştu. Deli gibi benimle konuşanları ararken, bu sefer irkilmem, tanıdığım ses yüzünden olmuştu. “Karina!” Yvonne’nin sesini duyduğumda, dolan gözlerimi yukarı kaldırıp kapının önüne dizilmiş ve bana korkulu gözlerle bakan kişilerle karşılaştım. Hepsi oradaydı, hepsi. Şaşkın, tedirgin ve korkmuş gözüküyorlardı. Ben ise dizlerimin üzerinde, ellerimi zemine bastırmıştım. Edwin hemen diğerlerinin arasından geçip, banyonun içine girdi. Benim gibi dizlerinin üzerinde yanıma oturup ellerini omuzlarıma yerleştirdi. “Karina.” Dedi mırıldanarak. Baş parmağını yanağıma koydu, bakışlarını da parmağını koyduğu yere indirdi. Baş parmağı, yanağımın üzerinde hafifçe süründüğünde, yanağımın üzerindeki ıslaklığı hissettim. Ağlamıştım! “Onu nasıl konuştuğunu duydunuz mu?” diye soran Valentino’nun şaşırmış sesine döndüm. Hepsinin arkasında durmuştu. Yanın da Myron ve önlerinde ise Yvonne ve Otis vardı. “Böyle bir şeyi hiç şahit olmamıştım!” dedi aynı şaşkınlıkla. Hepsi şaşkındı. Şaşkınlıklarını anlayabiliyordum, çünkü o sesleri ben de duymuştum. Edwin’e tekrardan dönüp, “siz de duydunuz mu?” diye sordum. Edwin, ne duyduk mu? der gibi kaşlarını çatarak yüzüme baktı. Yutkundum. “Sallantı,” dedim duraksayarak. “Sallantıyı hissettiniz mi?” diye farklı bir soru sorduğum da, Edwin’nin şaşkınlığı giderek büyüdü ve bakışları yavaşça yan tarafındaki kişilere döndü. Benim de gözlerim onu takip edince, Otis ile göz göze geldiklerini anladım. Otis kafasını usulca olumsuz anlamda sallarken, bana baktı ve ilk defa onu böyle korkmuş bir şekilde gördüm. Benden mi korkuyorlardı? “Karina!” dedi Edwin. Aralanmış ve ıslak gözlerle yüzüne dönerken, yüzümü avuçlarının içine aldı. “Biz bu dediklerini duymadık!” dedi. Omuzlarım düştü o an. Edwin dudaklarının üzerinden diliyle geçtikten sonra gülümseyip, “belki de çok yorgun olmalısın.” Dedi. Bugün yorgun değildim. Yüzüm avuç içlerindeyken, diğerlerine baktım. Ve onlarında bu dediklerime şahit olmadıklarını gördüm. Ama nasıl? Sesler çok net ve gürdü. Sallantı ise büyük olmasa da hissedilir nitelikteydi. “Çığlık atıyordun.” Dedi Myron. Ona baktım tekrardan. Beti benzi atmış olan yüzüne. “Geldiğimiz de ise, konuşman biraz-” Yvonne elini kaldırdı susması için. Myron’nun lafı yarı da kesildi. Yvonne, Edwin’e bakarak, “buraya geldiği günden beridir yorgun.” Ardından bana bakıp, “böyle hissetmen normal.” Dedi tebessüm ederek. Fakat bu zamana kadar yaşadıklarım hiç normal değildi! Şimdi ise aklımı kaçırmak üzere olduğum bir olay yaşamıştım. Gerçek ve hayal arasındaki o ince çizgi etrafıma çizilmeye başlanmıştı. Kayboluyordum sanki! Derin bir nefes alıp, Edwin’e bakmadan önüme döndüm ama Edwin ise tutmam için elini göz hizama getirip, “güzel bir kahvaltı hazırladı sana Yvonne. Hep beraber yapalım ha, ne dersin?” karşısında bir çocuk varmışçasına sesini alçaltmış ve yüzüme bakmak için, alttan yukarı bakmaya çalışıyordu gözleri. İçime yetmeyen derin bir nefes alıp ağladığımı daha demin hissettiğim yanaklarımı hızla parmak uçlarım ile silip, Edwin’e baktım. Korkusu gitmiş ve yerine üzülüyormuş gibi bir hale bürünmüş gibiydi. Onları daha fazla üzmemek için gülümsemeye çalıştım zar zor. Hava da asılı duran elinin içine kendi elimi bıraktım ve beni dizlerimin üzerinde kaldırması için izin verdim. Oturduğum yerden doğruldum. Bacaklarımdaki güç çekilmişti, bu yüzden Edwin’in elini daha sıkı tutup, düşmemek için büyük bir destek aldım tutuşundan. Kalbimdeki ritim aynı hızla atıyordu. Korku ve endişe, kara bir sis gibi sarmalamıştı bedenimi. Titrememek için kendimi kasıyordum. Diğerlerine de kısa bir bakış atarken, banyodan çıkmam için yer açtılar. Benim kadar, onlarda korkmuşlardı ve korkunun izleri bakışlarında apaçık belli oluyordu. Sadece beni izliyorlardı. Fısıltılar hâlâ beynimin içinde yankılanıyordu. Onlar duymasa da, hissetmese de ben çok net yaşamıştım bunları. Delirmedim ben! Sallantıyı hissetmiş, fısıltıları duymuştum! Edwin, banyodan çıkardıktan sonra elimi bırakmıştı ve onların da arkamdan geldiğini bilerek, odanın kapısını açıp çıktım. Şimdi ise salonda ve masanın üzeri donatılmış kahvaltı sofrasıyla karşılaşmıştım. “Bugün güzel bir kahvaltıyla, kendine geleceksin!” diyen Edwin’in yatıştırıcı sesiyle, omuzumun üzerinden geriye doğru baktım. Kendimdeydim. Yorgun değilim. Bunları demek isterdim fakat üzerimdeki şok ifadeyi hâlâ atlatmış değildim. Zorda olsa sadece gülümseyebildim. Hepsi masanın etrafına dizilmiş olan sandalyelere geçip oturdular. Her şeyden vardı masada. Ama şu anda iştahım kapanmıştı. Yine de ben de oturdum sandalyenin birine. Yuvarlak masanın etrafına dizilen; Yvonne ve Valentino tam karşımda, Yvonne’nin yanında ise Otis vardı. Valentino’nun yanında Myron oturmuştu. Otis ve Edwin’in ortasında da ben vardım. Bu grubun içinde sadece nefes alış verişlerimiz duyuluyordu. Herkes gergindi. Tek kişi hariç o da Valentino. Hemen bir şeyler yemeye başlamıştı bile. Edwin tabağımın içine yemem için kahvaltılıklardan birkaçını koydu. Çatalımı da, tabağımın yanına yaslayıp, gülümseyerek, geri çekildi. Teşekkür maksadıyla tebessüm ettim. Doğranmış, salatalardan bir dilim alıp ucundan ısırdım ardından. “Oraya nasıl gideceğiz?” sorusuyla, tüm sessizliği bozan Myron’a çevirdim bakışlarımı. Büyük bir nefes bırakmamak için kendimi zor tuttum. Sonunda, tüm dikkatleri benden çekmişti. Biliyordum ki, herkesin aklında ben vardım. Ve sadece anlamadığım bir şekilde, benim duyup hissettiğim şeylerdi. “Benim bir fikrim var fakat,” diyen Yvonne derin bir çekti. Gözleri tabağının üzerindeydi. “Geri dönüşü çok tehlikeli!” dedi ardından gözleri usulca, herkesin üzerinde gezerken. “Oraya gideceğini düşünmüyorsun değil mi Yvonne?” diye azarlar tonla soran Valentino, kaşlarını çatmış, yanında oturan kız kardeşine bakmıştı. “Mecburuz Val!” dedi Yvonne, omuzları düşerken. Fakat sesi kararlıydı. “Hiçbir şeye mecbur değilsin. Sen bir Tarafsızsın! Irkına yaraşır bir şekilde davran!” diyen Valentino’ya karşılık, Yvonne burnundan gülüp, “korkak ve satıcı bir ırk ha?” gözlerini devirip önüne döndü. “Öyle biri asla kanımda yok!” Yvonne’nin sözleriyle, Valentino’nun gözleri, Otis ve Edwin’e çevrildi. Dudağının bir kenarı kıvrılırken tekrar Yvonne’ye bakışlarını çevirip, “arkadaşlarının yanında böyle söyleme küçük kardeşim. Gerçekten öyle olduğumuzu düşünecekler!” dedi. “Yıllar önce böyle bir ırk olduğunuzu kanıtlamıştınız zaten?” Yanımda oturan Edwin’in imalı sesiyle ona döndüm. Tek kaşını havaya kaldırmıştı. Ve sorudan çok bir gerçeği hatırlatıyordu onlara. Sırtını geriye doğru yaslayıp, kinle bürünmüş gözlerini Valentino’dan ayırmadı. “Kendimizi korumaya çalışıyorduk! Kimse, başkası için ölmek istemez. Böyle olduğumuz için bizi suçlaman yanlış!” diyen Valentino başını hafif omuzuna doğru yatırıp, sinir bozucu bir ifade takınmıştı yüzüne. “Sizden yardım isteyen bir efendiye sırtınızı döndünüz. Yetmedi, ispiyonladınız!” dişlerinin arasından resmen tıslayarak konuşan Otis’e döndüğümde, gözleri alev saçıyordu. “Yardıma muhtaçtı o gün. Ama siz-” devamını getirmeden yutkunuşu yarıda kesti. Kimden bahsettiklerini anlamıyordum! “Kim?” diye sordum, anlamadığımı belirten bir yüz ifadesiyle. “Kime sırtlarını dönmüşler? Kimden bahsediyorsunuz?” gözlerim hepsinin üzerinde gidip geliyordu. Valentino gözlerini kısıp, başını bu sefer diğer omuzuna eğerek, “Sürüngenlerin Tanrıçası Rhea, yani ann-” diyemeden, “sakın!” diye öne doğru bedenini getiren Edwin’in sesiyle, söylediği şey yarıda kesildi. Fevri hareketiyle, oturduğum yerden irkilmiştim. “Bu sana düşmez Valentino. Ona kendi ırkları söylemesi gerek!” dediğinde, yumruklarını sıktı Edwin. Valentino genizden gülüp, dilini yanağının içinde gezdirdi. Bu durumdan baya zevk alıyor gibiydi. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Herkes, yine gerginliğe boğulmuştu. Edwin ve Valentino’nun kavgaları tekrar başlamaması için başka konuya geçmek için derin bir nefes alıp verdim. “Ben o baloya gitmek istemiyorum!” dedim hızla. Bakışlarım Edwin’in üzerindeydi. “İyi bir karar!” dedi Valentino ağzının içinde. “Korktuğunu biliyorum!” dedi Edwin saniyesinde yumuşayan sesle. “Ama o taşı hissedip bulacak kişide yalnız sensin.” Deyip gözlerini çok kısa kapatıp açtı. “Fakat bu yolda seni asla yalnız bırakmayacağım! Ne olursa olsun, elimden geleni yapacağım!” dedi. Nasıl hissedecektim, nasıl? Ben taşı bulmak istemiyordum! Ben sadece eve gitmek istiyordum! Hem o taşı nasıl bulacağımı bile bilmiyordum! Derin bir nefes alıp, “o kadını bulup, evime gitmek istiyorum. Lütfen sadece o kadını bulmama yardımcı olun!” dedim, bakışlarım hepsinin üzerinde gidip gelirken. Boğazım düğümlendi, aldığım nefesi geri verirken. Taş değil, ailem önemliydi benim için. Edwin’in bakışları dalgalandı. Yutkunduğunu gördüm. Bir şey diyemedi, fakat yüzündeki üzüntüyü görmek mümkündü. “Ne kadını?” diye sordu Valentino, hafifçe kaşlarını çatmış, kollarını göğsünün altında bağlayıp sırtını geriye yaslarken. Bu sefer herkes birbirine bakmaya başladı. Bakışlarım, bana bakan Valentino’nun üzerinde dururken, “benim buradan gitmeme yardımcı olacak kişi!” dedim. Valentino’nun kaşları biraz daha alnının üzerine devrilirken, dudakları aralandı. Bir şey söylemek için hazırlanıyordu ki, Yvonne’nin sesi durdurdu ve bakışlarını kız kardeşine çevirmesine neden oldu. “Karina, seninle bugün, ormanda yürüyüşe çıkalım mı?” diye sordu tebessüm ederek. “Ormanda mı?” diye sorduğumda, iki kaşımda havalanmış, gözlerim irice açılmıştı. “Orada yırtıcı hayvanlar olmasın?” “Onlar benden asla sağ kurtulamaz!” deyip kendini beğenmiş bir eda ile, dudağının bir kenarı havaya kalktı. Yani, yırtıcı hayvanlar vardı orada? “Burada kalalım.” Dedim endişeyle. “Orman tehlikeli!” “Ben varım dedim sana Karina. Okumdan hiçbir canlı kurtulamaz!” dediğinde Yvonne, endişeli gözlerimi Edwin’e çevirdim. Edwin beni rahatlatmak ister gibi gülümseyip, gözlerini çok kısa kapayıp açarak başı ile onayladı. “Ben de sizinle geleyim mi?” diye sordu Myron ellerini birbirine kenetleyip, bir yavru köpek bakışı Yvonne’ye atarken. “Tabii ki hayır! Daha fazla erkek görmek istemiyorum yanımda!” dedi hemen Yvonne. Oflayarak kaşlarını çattı Myron bir şey demeden. Israr etse bile Yvonne’den onay alamayacağını iyi biliyordu. Çok geçmeden, Yvonne yayını ve okunu sırtına asmış, masayı toplamaları için erkeklere bırakmıştı. Biz gelene kadar da, tek bir kirli bulaşık görmeyeceğini katı bir dille uyarmıştı. Onlar da hemen harekete geçmişti bile. Valentino hariç. Ayak ayak üstüne atmış, koltuklardan birine uzanıvermişti bile. İkimizde pelerinlerimizi giymiş, şapkalarını başımıza geçirmiştik. Gri tutamlarımı da iyice içine saklamıştım. “Çok fazla avlanır mısın?” diye sordum önümde yürüyerek giden Yvonne’ye. Dev ağaçlarının arasına çoktan girmiştik bile. Dere yatağının uzantısı, diğer tarafımızda kalmıştı. “Her zaman.” dedi Yvonne, omzunun üzerinden geriye doğru bakıp gülümseyerek. Başım ile onu onaylayıp, bakışlarımı göğe kaldırdım. Hafiften sağa sola doğru sallanan ağaç dalları, gökyüzüne çizilmiş bir resim gibi görünüyordu. Ötüşerek uçan kuşlar, o daldan başka dala konuyordu. Şelalenin sesi, ormanın sesine karışarak, en iyi ahengi yaratıyordu. “Neden size Tarafsızlar diyorlar?” diye sorarken, büyük gövdeli ağaçların arasından geçiyorduk. Yvonne’nin bakışları sağını ve solunu durmadan kontrol ediyordu. Gözleri, avlanacak bir şey arıyordu. Benimde gözlerim tetikteydi. Ormanda yırtıcı hayvanlara denk gelmek istemiyordum, bu yüzden dikkatli olmaya özen gösteriyordum. “Böyle yaratıldık!” dediğinde, adımları durdu. Ben de onunla birlikte durdum. Omuzuna astığı yayı çıkarıp, sepetinden bir ok alıp yayına yerleştirdi. “Hiçbir şeye karışmayan, sadece kendimizi düşünen ve yeri geldiğinde kendi çıkarımız için her şeyi yapan!” ucunda oku olan yayını kaldırıp, ileriye doğru uzattı. “Ve böylece, herkes tarafından korkak bir ırk olarak anılan yaratıklar olduk!” dediğinde, oku yayından bıraktı. Ok havada süzülürken, etkilenmiş bir şekilde izledim. Ok çalıların arkasına doğru sert bir şekilde iniş yaptı. Gözlerimi oradan çekip Yvonne’ye baktım. Kollarını iki yanına bıraktı, yayı ile birlikte. Memnun değildi öyle biri olmaktan. Böyle yaratıldık! Başka şansı yoktu. Ama Yvonne, Edwin, Myron ve Otis ile arkadaşlık yapıyordu. Bunu değiştirmeye çalışıyordu. Yürümeye devam edince ben de onu takip ettim. Bir hayvanı avlamak ve onu ölü bir şekilde görmek hiç istediğim bir şey değildi. Ama yine de buradaydım. Sorulacak çok soru vardı. Hepsini tek tek ve cevaplarını en açıklayıcı bir şekilde sorup almak istiyordum. “Ya Sürüngenler?” diye sorduğumda, Yvonne omuzunun üzerinden bana baktı fakat yürümeyi durdurmadı. “Onu ben açıklayamam sana Karina. Bunu sana, Edwin ya da Otis söylemeli.” Deyip önüne döndü. Sıkıntılı bir nefes verip gözlerimi devirdim. Yine beklemem gerekiyordu. “O kadını bir an önce bulmak gerekiyor. Ailem çoktan perişan olmuştur.” Dediğimde, omuzlarım düştü. Yvonne, az önce okun düştüğü çalılığın oraya geldiğinde, arkasına geçip eğildi. Bu sefer doğrulduğunda, bir elinde tam kafasında isabet etmiş ok ile birlikte bir sincap olduğunu gördüm. Hızla başımı diğer tarafa çevirip gözlerimi kapadım. “Lütfen onu indirir misin?” deyip elimin birini ileriye doğru uzatıp, kapatmaya çalışıyordum görüntüyü. “Buradan hiçbir hayvan ben ve okumdan kurtulamaz.” Dedi gururla. Haklıydı. Hangi ara görmüştü zavallıcık hayvanı? “Sen hangi ara gördün onu ya?” dediğimde, tek gözümü açıp Yvonne’ye baktığımda hâlâ hayvanı havada tuttuğunu gördüm. “Lütfen artık onu aşağı indirir misin?” dedim tekrar gözlerimi sıkıca yumup, başımı çevirirken. “Sadece sizin kulaklarınız keskin değil, benimkiler de öyle. Hem hasılata da, bir şeyler de çıktı.” Diye söylediğinde, zor da olsa yine bakışlarımı oraya çevirdim. Oku başından çıkarmış, pantolonuna asarken gördüm. Elimi aşağı indirip, gözlerimi tamamen açtım. “Ne demek istedin?” diye sordum yaptığı işi izlerken. Yvonne başını bana kaldırdı. “Edwin ve Otis’in kulakları çok keskindir.” Dudaklarını ıslatıp, başını tekrar indirdi. “Seninkilerde yavaş yavaş öyle olacak!” Güldüm istemeden. “Çocukluğumdan beridir kulaklarım yakınımda olan kişinin sesini bile duyamayacak kadar zayıf. Yani imkansız bir şey!” Dedim. Ama artık buna inancım yavaş yavaş azalıyordu. Çünkü buraya geldiğimden beridir, sanki tüm duyularım açılmış gibiydi. Özellikle kulaklarım. Yvonne’de benim gibi güldü ve sanırım söylediğim şeye inanmamış gibiydi. Başını belli belirsiz salladı. Yvonne çalıların arkasından yanıma geçmeyip ileriye doğru yürüdü. Ben de hemen çalıların yanından ayrılıp onu takip ettim. “Burası sanki cennetten bir yer gibi.” Dedim başımı göğe kaldırıp kendi etrafımda dönerken. “Sen bir de bana sor.” Diye söylendi Yvonne, bu durumdan memnun değilmişçesine. Tüm renkler canlıydı, renkler bile şakıyordu adeta bu yerde. Hayran olunmayacak gibi değildi. “Gel Karina, sana bir şey göstereceğim.” Diyen Yvonne’nin sesiyle, kendi etrafımda dönmeyi durdurmuş, hemen gözlerim onun baktığı yönü takip etmişti. Baktığı yöne bende dikkatimi verdiğimde, tam karşımızda diğerlerinden farklı bir ağaç duruyordu. Diğerlerinden fazlasıyla farklıydı. Bunun dalları göğe doğru uzanmak yerine aşağıya doğru eğilmişti ve uzun yaprakları yere değiyordu. Boyu çok kısaydı. Tam üzerinden vuran güneş ile parlıyordu. Yürüdüğümüz bu zaman diliminde ilk defa böyle bir ağaç görmüştüm. “Bir şen şakrak ağacı.” Dedi Yvonne. Tebessüm ederek, ağaca bakıyordu. Birkaç adımla ağacın yanında durduğunda, elini ağacın yapraklarına doğru uzattı fakat dokunmadı. “Görünmez meyveler bahşeder.” Bana baktı. “Gel hadi.” Deyip yanına çağırdı. Yutkunup kuruyan dudaklarımı ıslattıktan sonra, merak içimde artarken büyük adımlarla Yvonne’nin yanında durdum. Ağaç tam karşımdaydı. Gözlerimi usulca ağaca çevirirken, Yvonne devam etti. “Ağaçtan bir meyve alıp dilek dilediğinde, dileğin gerçekleştiği gün en sevdiğin meyveye dönüşüverir.” Dudağımın kenarı Yvonne’nin söyledikleriyle yukarı kalkarken, şaşkınlığın verdiği dürtüyle gözlerim irice açılmış, dudaklarım aralanmıştı. “Bir tane alabilir miyim peki?” diye sordum elimi ağaca doğru kaldırırken. Ağaçta meyve yoktu ama Yvonne onların görünmez olduğunu söylüyordu. Böyle bir şey olabilir miydi ki? “Al ve içinden bir dilek tut.” Dedi Yvonne yumuşak bir sesle. Ağaca biraz daha elimi uzattığımda, parmaklarım sert bir nesneye çarptı. İrkilerek elimi geri çekip Yvonne’ye baktım. Başını sorun yok der gibi salladığında ağaca tekrar çevirdim. Elimi uzattığımda, tüm parmaklarımı sert nesnenin üzerine yasladım. Buradaydı fakat görünmüyordu. Sertçe yutkunup yerimde hareketlendim. Parmaklarımı sert nesnenin etrafına sardığımda, kendime doğru çektim. Ağacın dalları sallandı ve sert nesne koparak avucumun içinde kaldı. Göremiyordum ama hissediyordum varlığını. “Nasıl?” dedim şaşkınlık beni sararken. Gözlerim birbirine değmeyen parmaklarımın üzerindeydi. “Bu da buranın en güzel yanı.” Diyen Yvonne yanımdan ayrıldı güldüğünü hissederken. Omuzlarımı dikleştirip, varlığını hissettiğim meyveye biraz daha baskı uyguladım. İnanmak istemiyordum bir dilek tutup gerçekleşeceğine ama buradaydım ve şu anda görünmeyen nesnenin varlığını tenimde hissediyordum. Derin bir nefes alıp gözlerimi usulca kapadım. Tek bir dileğim vardı ve onun da bir an önce gerçekleşmesini deli gibi istiyordum. Titrek bir nefes dudaklarımın arasından kaçarken; lütfen, bir an önce evime, aileme kavuşayım. Dedim içimden. Burası bana göre değil, ben buraya ait değilim. Evime gitmek istiyorum. Diye devam ettim. Tek dileğim buydu. Başka dileğim yoktu. “Şimdi dileğinin gerçekleşmesini bekle.” Diyen Yvonne’nin sesiyle gözlerimi açtığımda, Yvonne’nin diğer tarafımda olduğunu gördüm. “Hadi biraz daha yürüyelim.” Deyip devam etti yürümeye. Görmese de başım ile onaylayıp, elimdeki meyveyi gömleğimin bir ucuna bağladım. Orada bir şişlik vardı. Hangi meyveye dönüşeceğini çok merak ediyordum. Meyvelerle pek aram yoktu fakat bir meyve olacaksa, elma olmasını isterdim, hatta yeşil bir elma olması iyi olabilirdi. Yvonne ile birlikte ormanın içine girdikçe; hafiften esen soğuk rüzgar, ellerimi kollarıma sürtmem için dürtüler uyandırıyordu. Büyük gövdeli ağaçların arasından atlarken, ellerimi arada üzerlerine yaslıyor, onlara dokunarak hissediyordum. “Yvonne.” Dedim hâlâ önümde yürüyen kadına. “Hı?” diyerek seslendi. Buraya geldiğimden beridir tüylerimi diken diken eden bir sıfat söyleniyordu burada. Her duyduğumda, korku tüm bedenime salgılanıyordu. “Ateş’in Evladı kim?” diye sorduğumda, Yvonne’nin adımları yavaşladı fakat durmadı. “İblis’in Evlatları, bunlar ne demek oluyor?” diye sorularıma devam ettim. Annem diye anılan kadını da sormak istedim. Aşk, onu nasıl mahvetmiş olabilirdi mesela? Fakat bu söylenene inanmak istemiyordum. Benim bir annem vardı ve o da evdeydi. Evime gidip anneme kavuşacaktım! Fazlasını öğrenmeye gerek yoktu. Ben Karina’ydım. Amaris ya da efendi değil! “Sana daha fazlasını söylemek isterdim fakat benden öğrenmen doğru olmaz.” diyen Yvonne’nin bakışları sol tarafına doğru döndü ama bana bakmadı. Ben ise tam karşıda, ağacın dibinde oluşan küçük gölete birkaç saniye baktıktan sonra, Yvonne’nin baktığı yere çevirdim gözlerimi. Adımlarım eş zamanlı olarak yavaşladı çünkü sol taraf, insanı huzursuz edecek kadar karanlık ve kasvetli bir havaya sahip olan bir ormandı. Olduğumuz yer ne kadar huzurlu, renkleri canlı ve güzel ise orası buradan nasibini almamış gibi ruhsuzdu. Ağaç dalları kurumuş, toprağı tek bir bitkinin yaşamayacağı kadar ölüydü. Bu iki yerin arasındaki fark beni hem şaşkınlığa uğratmış hem de korkutmuştu. “Onlar, tüm diyarın en insafsız ve acımasız ırklarıdır!” dedi Yvonne, benim gözlerim hâlâ yürümeye devam ederken, bakışlarım sol tarafımdaydı. “Kalpleri buzdan, gözleri ise alevdendir!” dediğinde, bakışlarım tam karşımda yürümeye durduran kadının sırtına saplandı. Onları görmüş gibi konuşuyordu. Görmüş bile olabilirdi çünkü oraya gittiğini söylemişti. Hatta büyü yapmayı bile oradan öğrenmişti. Bulunduğumuz yerdeki ağacın önünde oluşmuş bir küçük, yuvarlak bir göl vardı. Güneş üstüne vurduğu için su olduğu gibi parlıyordu. Kurumuş dudaklarımı ıslatırken, terleyen avuç içlerimi üzerime sildim. Yvonne’nin onlar hakkında anlattığı şeyler beni germişti. “Bu yüzden mi onlara öyle söylüyorlar?” diye sorduğumda, Yvonne bana baktı omuzunun üzerinden. “Ateşten iblis doğdu ve iblis kendi evlatlarını yarattı.” Dediğinde, titrek bir nefes kaçtı burnumdan. “Aamon iblisin ta kendisi!” Dediğinde sertçe yutkundum. Aamon ateşten yaratılmış bir iblis miydi? Aklımı kaçıracaktım! “Söylediklerin,” deyip başımı hafif eğip alttan yüzüne baktım. “Gerçek mi Yvonne?” diye sordum. Yüzümdeki ve sesimdeki dehşet açık açık okunacak bir ifade de olduğuna emindim. “Sana bunları anlatan ben olmamalıyım. Sana kendi ırkın anlatmalı!” deyip önündeki suya baktı. Derin bir nefes alıp verdikten sonra, başımı bu olanları silmek amacıyla iki yöne doğru salladım. “Sanırım yüzümü yıkamam gerekiyor!” deyip, Yvonne’nin yanından geçip, oluşan gölete doğru gidiyordum ki, Yvonne hızla kolumdan yakaladı. Olduğum yerde durdum. “Sakın Karina!” deyip irice açılmış renkli gözleriyle bana baktı. “Sadece yüzümü yıkayacağım.” Dedim anlamayarak. “Biliyorum ama bu suya dokunamazsın!” dedi. Kaşlarım biraz daha çatıldı anlamayarak. “Neden peki?” diye sordum. “Bu su, başka yerden gelme.” Dediğinde, bakışlarım yerde oluşan gölete kaydı. Etrafı topraktandı ve dereyle bir bağlantısı yoktu. Sadece büyük gövdeli ağacın önünde oluşmuştu. “Dokunursan su haber götürür. Bu su bize ait değil.” deyip o da benimle birlikte gölü izlemeye başladı. “Myron ile burada tanışmıştık. Ben avlanmaya çıkıyordum o ise tek başına burada oturuyordu.” Güldü Yvonne. “Elimde ok ile beni görünce, onu vuracağımı düşündü. Sonra ise Tarafsızların birinde hele bir kadının elinde ok görmek onu baya şaşırtmıştı.” Tuttuğu kolumu serbest bıraktı. Myron bu suyu kullanabiliyorsa, bizde kullanabilirdik elbet! “Suya bir atlayışı vardı, görmen lazımdı-” dediğinde lafının kesilmesi ve aynı hızla bakışlarımızın yönünün değişmesine neden olan sol taraftaki tavşanın belirmesiydi. Elinde bir şey vardı ve onu sesli bir şekilde kemiriyordu. “Hasılat için lazım olabilir.” Dediğimde, “haklısın Karina.” Diyen Yvonne bana gülümseyerek arkamdan ilerleyip diğer yanıma geçti. Bir hayvanın ölmesini elbette istemiyordum ama bu insanlar içinde vermesi gereken hasılat önemliydi. Yoksa bedelini çok ağır ödemeleri gerekiyordu. Yvonne, tavşanı ürkütmemek için ağır bir hareketle arkasına astığı sepetinin içinden ok çıkarırken, birazdan Yvonne’nin okundan asla sağ çıkamayacak olan tavşanda hiçbir şeyden habersiz öylece duruyordu. Bizim burada olduğumuzu hâlâ fark etmemişti. Bu yüzden nefesimi bile yavaş yavaş alıyordum. Yvonne okunu çıkarıp, diğer elindeki yayına takarken usulca göğsüne çıkardı, yayı ve oku. Oku, yayına yerleştirdi. Tek gözünü kapatıp, hedefe odaklanmıştı. Ben de tavşanı ölürken görmemek için gözlerimi kapatmaya hazırlanıyordum. Direkt elimi gözlerime kapatacaktım. Fakat arkamızdaki ağaç dallarından gürültülü bir şekilde göğe yükselen kuşlar yüzünden tavşanın gözleri bize doğru döndü. Bizi fark edince, kemirdiği şeyi ağzından çıkardı. Kalbi şimdiden deli gibi atmaya başlamıştı bile. “Hayır kaçacak!” dediğimde, tavşanın yönü, ruhsuz ve kasvetli ormana doğru döndü. Ben de onun arkasından koşmaya başladığımda, “Karina, dur!” diye bağırdı arkamdan Yvonne. Hasılat için lazımdı onlara. Bu yüzden yönünü bize doğru çevirmek istemiştim fakat tavşan çoktan oranın topraklarına adımını atmıştı. Sert bir rüzgar ormanın içinden yüzüme çarpıp, saçlarımı geriye doğru savururken, adımlarım bıçak gibi kesildi. Botlarımın ucu sadece değiyordu toprağına. Tavşan biraz daha ilerdeydi. Elindeki şeyi kemirmeye devam etti. Ormanın içinde de esmeye başlayan sert rüzgar yavaş yavaş kuru dalları sağa sola doğru hareket ettirmeye başladı. Birbirine sürten kuru dallar, korkutucu sesler çıkarmaya başladığında, ormandaki kasvetli hava ve ruhsuzluğu git gide daha da arttı. Sanki canlanmış gibiydi! Ormana girme! Bir yankı rüzgarla birlikte kulaklarıma çarparken, tavşanın gövdesine saplanan bir kuru dalla, küçük bir inleme ile bedeni yana düştü. Kuru dal havadan süzülüp gelmişti bir ok gibi! Ama öyle ki, çok hızlıydı. Sadece silik görüntüsünü ve ıslık sesini duymuştum saliseler içinde. Gözlerim fırlayacak gibi olduğunda, bir sert rüzgar daha çarptı yüzüme ve yer sanki nefes alıp vermiş gibi ayağım altında yükselip indiğinde, kendimi bir anda kalçamın üzerine düşerken buldum. Ormana ayak basma! Boğuk bir kadın sesi tekrar rüzgarla birlikte ormanın içinde yankılandı. Ama sanki yanımda, burnumun dibindeydi. Gövdesine saplanan kuru dalla tavşan son nefesini de verdiğinde, yanmaya başladı ve kısa sürede bedeni bir toza dönüşüp havaya karıştı. Ve bir ıslık sesi daha kulağıma gelince, bakışlarımı yukarı kaldırdım. Tam önüme saplandı ince bir kuru dal. “Yvonne!” diye bağırdım korkuyla. Bir kuru dal daha ve biri daha kendi toprakları içinde tam önüme saplanırken, kalçamın üzerinde geri geri süründüm ve bakışlarımı yerdeki ok gibi saplanan kuru dallardan çektim. Bakışlarımı bir daha yukarı kaldırdığımda, arka arkaya süzülerek bana doğru gelen kuru, sivri dalları gördüm. Kalçamın üzerinde geriye süründüm yeniden fakat sırtım bir yere yapışınca durmak zorunda kaldım. Biri tam bacaklarımın arasındaki toprağın içine saplandı. Bir çığlık attım, bacaklarımı biraz daha iki yöne doğru aralarken. Ve biri de tam şu an yüzüme doğru gelirken, ellerimi aynı hızla yukarı kaldırıp siper ettim. Fakat acı hissetmek yerine sadece parçalanma sesi ardından bacaklarımın üzerine düşen parçaları duyumsadım. Nefesim tıkanma raddesine geldiğinde, ellerimi yavaşça yüzümden çekerken, iki tarafa kırılmış dal parçalarının yanıma düştüğünü, tam ilerde ise Yvonne’nin kullandığı oklardan birinin karşımdaki ormanın toprağına saplandığını gördüm. Yüzümün önüne kaldırdığım elimi artık yüzümden çekmiştim, korku tüm bedenime çoktan salgılanmaya başlamışken. Ne olduğunu, neler olduğunu anlamak mümkün değildi. Her şey bir anda gerçekleşmişti! “Bir daha aptalca şeyler yapma!” arkamdan sesi gelen Yvonne’ye baktığımda, elindeki yayını yavaşça yere indirdiğini, korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerini ise karşıya diktiğini gördüm. Sırtım, onun bacaklarına yaslı vaziyetteydi. Ormana bir daha ayak basma Tarafsız. Sonucu ölüm olur! Dedi aynı boğuk kadın sesi yankı yapacak bir şekilde. Sesi tüm ormanın içinde yayılıyor gibiydi. Yvonne’nin attığı ok ve onların attığı dallar kısa sürede yanıp kül oldu. “Neden, neden bana söylemedin?” dediğimde, dilim damağım kurumuş sesim titriyordu. “Burada böyle bir şeylerin olduğunu!” dediğimde, Yvonne’nin bacaklarına sırtımı biraz daha yasladım. “Üzgünüm Karina, benim hatam!” dedi Yvonne’de benim gibi sesi titrerken. Soluk soluğa kalmıştık! “Onlar, onlar kimdi?” diye sordum. “Onlar, Orman’ın Sonsuz Koruyucu Perileri!” “Peri mi? Birini öldürmeye çalışan nasıl peri olabilir?” diye sordum kalbim boğazımda atarken. Benim peri anlayışım çok farklıydı. “Bunlar yaşanmadan önce içinde iyiler de vardı.” hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. “Ama hepsi geride kaldı.” Dediğinde Yvonne, elini bana doğru uzattı. Tüm uzuvlarımdaki kan çekilse de, biraz daha burada oturup kendimi öldürmeye niyetim yoktu. Yvonne’nin uzattığı eli tutup, titreyen bacaklarımın üzerinde doğruldum. Gözlerim hâlâ dehşet içinde ormana bakıyordu. “Uzun süredir herkes kendi bölgesinde. Bir diğeri, diğer ırkın toprağına izinsiz bir şekilde girerse, sonucu ölüm olur!” duraksadı. “Ama İblis’in Evlatları için geçerli bir durum değil bu!” “Onlar beni öldürmeye çalıştı. Onlar birer katil!” Dedim endişeyle. Yvonne’ye baktım. “Benim burada olduğumu öğrenmişler midir?” diye sordum, cevabı hayır olması için dua ederken. “Yaşadığını rüzgar çoktan haberini getirdi.” Bana baktı Yvonne’de. “Taş’a dokunduğu an, bir kızı olduğunu ve o kızın ise canlı olduğunu öğrendiler.” Nefesim kesildi. Gözlerimi kırpamadan sadece Yvonne’i izledim. “Fakat hepsi, gerçek olup olmadığını sorguluyor!” diyen Yvonne ile birlikte bakışlarımız ormana döndü. “Taş yok bu yüzden sen de yoksun onların gözünde. Taşa dokunur dokunmaz öldüğünü düşündüler çünkü taş sen de değil, eğer taş elinde olsaydı, yaşadığın kesinleşirdi.” Deyip bakışları bana döndü. Ben ise yavaş yavaş sert rüzgarın durduğu, ağaç dallarının birbirine sürtünüşünün kesildiği ormana odaklanmıştım. “Peki nasıl taşa dokunur dokunmaz öldüğümü düşündüler?” diye sordum alçak bir sesle. “Çünkü kanın tek bir ırktan değil, iki ırkın kanını taşıyorsun!” dediğinde Yvonne, ormandan gözlerimi çekip yan profilini ormana baktığı için bana sunan kadına döndürdüm. İki ırkın kanı mı? Sorular, sorular üzerinde birikiyordu. Ve ben sadece bu soruların altında eziliyordum. Korku, git gide beni mahvetmeden hemen oradan son hızla uzaklaşmak için evinin yolunu tutmuştuk. Bu sefer büyük ve hızlı adımlar atarak önde giden bendim. Avuç içlerim terlemiş, bacaklarım bir yaprak gibi esiyordu. Ölümün kıyısından dönmüştüm. O tavşan gibi bana da saplanabilirdi dal parçası. Öyle hızlıydı ki bana doğru gelişi, ömrüm boyunca unutacağım basit bir olay değildi. “Üzgünüm Karina. Boşluğuma geldi. Sana söylemeliydim!” tam arkamdan gelerek konuşan Yvonne’nin sesindeki üzüntüyü ve mahcubiyeti hissediyordum. “Bilemedim, her şey bir anda gerçekleşti.” Dediğinde, derin bir nefes alıp verdim. Benim de hatam vardı. O tavşanı yakalayacağımı düşünmüştüm. Belki yönünü bize doğru çevirip, Yvonne’nin yakalamasını sağlayabilirim diye düşünmüştüm ama yanılmıştım. “Diğerleri de söylemedi.” Kaşlarım çatıldı sinirlerim bozulmuşçasına. “Peri midir nedir, o zırvalıkların olduğunu bana söylemeliydiniz!” dedim, çok kısa başımı yan tarafa doğru çevirirken fakat arkama bakmadım. Burada daha neler öğrenecektim, ya da kaç ölümün kıyısından dönecektim bilmiyordum! “Haklısın. Ama sohbetin etkisiyle unuttuk hepimiz. Uzun süredir de onlarla bağlantımız olmadığı için varlıklarını bile hatırlamayacak konuma gelmiştik!” dedi Yvonne hâlâ sesindeki pişmanlığı duyumsarken. Eve çok az kalmışken, adımlarımı durdurup Yvonne’ye baktım. “Beni öldürüyordular!” dedim boğazıma dizilen yumruyla. “Burası,” dedim sertçe yutkunurken. “Burası bana göre değil.” bakışlarımı Yvonne’den kaçırdım. Gözlerimin dolduğunu görmesini istemiyordum fakat sesim titremeye başlamıştı bile. “Aileme gitmek, onlarla yeniden birlikte olmak istiyorum.” burnumu çektim, gözlerim başka noktalardayken. “Burası bana yabancı. Hisler bana yabancı. Her şey farklı işliyor.” Bakışlarımı artık kaçıramayacağımı anladığımda Yvonne’nin üzüntüyle çatılmış kaşlarına ve düşen omuzlarıyla karşılaştım. “Ben buraya ait değilim. Bir an önce o kadını bulup gitmem gerekiyor!” göğsümü delip geçen nefesle, parmaklarımı avuçlarıma gömdüm. Başını ağır ağır salladı Yvonne gözlerini kırpamadan. Üzülüyordu bana. “Buradan gideceksin Karina. Ama eski Karina olmadan gideceğine eminim. Bambaşka biri olarak evine döneceksin!” dediğinde, kesik nefeslerim boğazımda asılı kaldı. Hafifçe kaşlarım çatılırken, ağlamamak için kendimi sıktım. “Ama gideceksin!” gülümsedi ardından. “Yardım edeceğiz sana.” Buradan gitmem uzun sürmesin istiyordum. Hızlı gerçekleşsin istiyordum. Çünkü ben burada hiçbir şeydim! Yvonne hâlâ gülümserken kaşlarıyla gitmem için işaret etti. Eve uzaklık çok az mesafe kalmışken, içerdeki fısıldaşmalar ve kıpırdaşmalar Yvonne’ye tekrar bakamam neden oldu anlamayarak. Ama onun gözleri evin kapısındaydı. Dudaklarımı anlamadığımı belirten bir ifadeye bularken, elimin tersi ile gözlerimi hızlıca silip göz pınarlarıma dolmuş olan göz yaşlarımı temizledim. “Geldiler!” dedi içerden biri. “Tamam hazır olun!” dedi biri daha. Pelerinimin şapkasını indirip elimi kapının üzerine yaslayıp geriye doğru açarken, bir anda gelen bağırışlarla irkilerek bir adım geriye doğru gittim, elimin birini korkuyla göğsüme yaslarken. “İyi ki doğdun Karina!” Karşıma dizilmiş, ellerinde pasta ile; Edwin, Myron, Otis ve Valentino duruyordu. Pastayı tutan kişi ise Edwin’di. “Doğum günün kutlu olsun.” Dediler hepsi aynı anda. Tek kişi hariç o da Valentino’ydu. Kolları göğsünde, başını sağa sola sallayarak gözlerini devirmekle meşguldü. Ama bana bakınca, sıcak ve içten bir tebessümle karşılaşmıştım. “Doğum günün kutlu olsun Karina.” Diyen Yvonne tam yanıma gelip gülümseyerek yüzüme baktı. Gözlerim şaşkınlıktan kocaman açılmışken şimdi ise mutluluktan dolmaya başlamıştı. Böyle bir şey yapacaklarını asla beklemiyordum. Kalbim boğazımda atmaya başlamıştı heyecanla. Benim başka planlarım vardı doğum günüm için fakat kader; benden önce planları yapmış, devreye sokmuştu. Başka insanlarla farklı hayatlarla doğum günümü kutluyordum. Myron heyecanla Edwin’in yanından ayrılıp iki büyük adımla tam karşımda durup, hâlâ bunu beklemiyor oluşumun şokuyla eşik kısımda beklerken, Myron elini uzatıp, “hadi gel pastana bak. Yvonne tüm gün uğraştı yapmak için.” Dediğinde çok kısa Yvonne’ye gülümseyerek bakan Myron, yanıma saldığım elimi tutup beni içeri soktu. “Dün kutlayacaktık doğum gününü fakat ortada ne pasta vardı ne de bir şey.” Dedi Yvonne’de arkamdan içeri gelirken. Myron tam pastanın önünde durup elimi bıraktığında, “beğendin mi pastanı?” diye sordu. Benden daha heyecanlı olduğu aşikardı. Pastanın üzerinde yanan iki tane mum vardı ve üzerinde ise meyveler. Yamuk yumuk bir pastaydı, biraz da yaparken zorlandığını belli ediyordu fakat benim için yapılmıştı. Beni mutlu etmek için. Bakışlarımı Edwin’de kaldırırken, gözlerinin içi gülerek beni izleyen adamla göz göze geldim. Yanaklarımın kızardığına emin olduğum utangaç bir gülüşle karşılık verdim. Dilim damağım kurumuştu heyecandan. Önce dudaklarımı ıslatıp kuruyan genzimi rahatlatmak için de yutkundum. Ardından hepsine bakarak, “çok teşekkür ederim.” Güldüm utandığım için. “Gerçekten beni mutlu ettiniz. Böyle bir şeyi beklemiyordum.” Deyip iki elimi de kalbimin üzerine bastırdım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. “Hadi üfle mumlarını. Şimdi bitecekler.” Dedi Valentino, dudağının bir kenarı yukardayken. “Ama önce dilek tut.” Dediğinde bakışlarımı pastaya indirdim. Derin bir nefes alıp mumu söndürmemek adına dikkatli davrandım. Gözlerimi yavaşça kapatırken, tek dileğimi bugün dilediklerimdi ve yine aynı şeyleri dileyecektim. Lütfen, aileme, sevdiklerime ve evime kavuşayım, lütfen! Diye geçirdim içimden ve gözlerimi açıp, git gide kısalmaya devam eden mumları üfledim. Hepsi aynı anda alkışladılar. “Ne diledin?” diye sordu Myron, gözlerimin içine kocaman bakarken. “Tabii ki sana söyleyemez.” Dedi Edwin’de hızla. “O zaman dileği gerçekleşmez Myron!” dedi Otis’te gözlerini devirirken. “Ucundan kulağından söylese bir şey olmazdı.” Dedi Myron. “Bence pastayı yiyelim artık. Zor dayandım yememek için.” Dedi Valentino, masanın altındaki sandalyenin birini çekip otururken. “İlk pastayı Karina kesmeli.” Dedi Yvonne, mutfağa girip, tabak içinde ise çatal ve bıçak getirirken. Edwin pastayı masaya koyduktan sonra, Yvonne’de bıçağı bana doğru uzattı. Ellerim hâlâ titriyordu heyecandan, bu yüzden bıçağı tutarken bile kendimi kasıyordum. Pastayı iki taraftan kestiğimde, diğerleri tekrardan alkışlamaya başladı. Kocaman gülümsedim, kestiğim dilimi Yvonne’nin uzattığı tabağın içine koyarken. Yvonne’de ilk dilimi benim önüme koydu. Hepsi masanın etrafına dizilmişti bile. Yvonne’de onlara pasta koymak için dilimlerine ayırmaya başlamıştı. Hepsine tek tek bakarken, “doğum günümün olduğunu nereden biliyordunuz?” diye sordum. Onlara söylememiştim ne zaman olduğunu. Ve doğum günümü de sadece birkaç gün vardı. Doğum günümü bilip kutlamaları epey şaşırmıştı, bir taraftan mutlu ederken. Edwin boğazını temizleyip, pastayı kesen Yvonne’ye baktı. Otis ve Myron’un bakışları da pastanın üzerindeydi. Burnundan gülerek, ortam da ses yaratan tek kişi Valentino’ydu. “Dündü doğum günün.” Dedi Valentino. Oturduğu için alttan bakıyordu, ayakta dikilen bana. “Hayır.” Dedim hemen. “Daha doğum günüme birkaç gün var.” “Dünyadaki doğum günün değil, Araf’takini söylüyorum güzelim.” Dedi Valentino eğleniyormuş gibi tebessüm ederken. Kaşlarım havalandı, Edwin’e bakarken. Valentino’nun söylediklerini yalanlaması için bir işaret bekliyordum ama o sadece yüzüme bakmakla yetindi. “Bence pastanı ye doğum günü kızı.” Diyen Valentino'nun sesi, bakışlarımı Edwin’den çekmeme neden oldu. Önümdeki konulmuş pasta dilimine baktım. Edwin’in sessizliği bile evetti benim için. Artık bir soru daha sormadım. Cevabını çok net alamayacağımı iyi biliyordum. Onunla yalnız konuşmam ve sorduğum soruların cevaplarını işte o zaman alacaktım. Beklemek beni tüketse de sabredecektim. Başka çarem yoktu çünkü! İçimdeki kurt git gide büyüyordu. Açtığı deliklerdeki sıkıntılar içimde büyüyor nefes almamı zorlaştırıyordu. Ben taşı falan değil, o kadını bulacaktım. Gitmek artık bana yakın olmalıydı!
Devam Edecek...
|
0% |