@kahveyesilineasik
|
(Meleğin Anlatımıyla)
Gözlerimi, kulağıma gelen aralıksız kapı tıklama sesi ile araladım. Kimse açmadığına göre daha uyuyor olmalıydı evdeki diğer kadınlar. Komodinin üzerindeki telefonumdan saate göz atarken, sabahın sekizinde kimin kapıyı kırarcasına çaldığını düşünüyordum.
Rahatını bozmadan uyumaya devam eden sevgili oda arkadaşıma ufak kinli bir bakış attıktan sonra odadan hızla çıkıp kapıya doğru ilerledim.
Sıkıca kavradığım kapı kolunu indirdiğimde, karşımda siyah takım elbiselerinden nihayet kurtulup üzerindeki koyu yeşil bir tişört ve siyah bir kot ile bana bakan Celil'e baktım uykulu gözlerimle. Sabahın bu saatinde uyanıp beni de uyandırması anlamsız gelmişti çünkü.
Gözlerimi ovuştururken konuştum:
- N'oldu, niye erkenden buradasın?
- Şoför birazdan uyanır. Geç kalmayın diye haber vermek istedim. Hem diğerlerine de söyle, uyanıp hazırlansınlar.
Başımı aşağı yukarı sallayarak cevap verdim:
- Tamam, söylerim.
Kapıyı kapatacağım sırada eliyle buna engel olurken ekledi:
- Dün gece... Sarhoştum. Aklına bir şey gelmesin.
Burnumdan güldüğüm sırada cevap verdim:
- Merak etme, bu zamana kadar gelmediyse bundan sonra da gelmez. Gelmedi de zaten.
Başını olumlu anlamda salladıktan sonra cevap verdi:
- Peki, geç kalmayın o zaman.
Arkasını dönüp apartman kapısından dışarı çıktığında ardından kapıyı kapatıp hazırlanmak üzere kaldığım odaya doğru ilerledim.
Valizin derinliklerindeki çiçek desenli beyaz tulumumu gördüm, onu giydim üzerime. Dalgalı saçlarımı açtım, dudağıma da belli belirsiz bir parlatıcı sürdüm.
Evdeki diğer kadınlarla birlikte daireden çıkıp, otobüsteki koltuklarda yerlerimizi almıştık.
Başını geriye atıp gözlerini kapamış bir şekilde duran Celil'e kaydı gözlerim. Boynundaki varla yok arasındaki ademelması biraz daha belirginleşmişti.
Ona yandan küçümser bir bakış atarken konuştum:
- Uykunu alamadın galiba? Pardon sarhoştun değil mi sen...
Kapalı gözlerinin ardından cevap verdi:
- Alamadım, gidene kadar gözlerimi dinlendireceğim. Rahatsız etmeyi bırak.
Gecenin ikisinde bana 'Günaydın' mesajı atarsan tabii uykunu alamazsın.
Suskunluğumuzun bilmem kaçıncı dakikaları, öksürmeye başlamasıyla son bulmuştu.
Başta her ne kadar önemsemesem de cebinden çıkardığı peçeteyi ağzına tuttuğunda gözüm peçeteye akan birkaç damla kırmızı sıvıya kayınca sağlığından şüphe etmeye başlamıştım.
Çatık kaşlarımı yüzünde gezdirirken endişe dolu sesim ile tur rehberine seslendim:
- Suya ihtiyacımız var!
Rehberin elinden aldığım suyu hızla Celil'e uzattığımda şüpheyle ona bakmaya devam ediyordum. Su şişesini geri yerine koyduğunda pantolonunun cebindeki sigara paketini tek hamlede elime geçirmiştim.
Kızgın ve şaşkın bir ifadeyle yüzüme baktığı sırada konuşuyordum:
- Bunların bir süreliğine bende durması lazım.
Öfkeye göz devirdiği sırada cevap verdi:
- Ver şu paketi. Seni ilgilendiren bir durum yok.
Sigara paketini çantama attığım sırada söylediklerini dikkate almayarak bambaşka bir cümle kurdum:
- Kahvaltıyı yapar yapmaz merkezdeki bir hastaneye gitmeliyiz.
Öfkeli bakışlarını üzerimde hissederken sesini duydum:
- Abartılacak bir şey değil. Dün gece balkonda olduğumdan dolayı üşütmüşümdür. Paketi geri ver.
Son cümlesindeki emri yerine getirmeden umursamazca konuşmaya devam ediyordum:
- Celil, kusura bakma ama ben son sözümü söyledim. Hastaneye gidiyoruz.
Sadece sinirle mırıldanıp kafasını koltuğa yasladı ve susmakla yetindi. Yolculuğun geri kalanı ise her yutkunduğunda hareket eden ademelmasını izlemekle geçirmiştim.
𓆩𓆪
Aradan geçen bir saatlik yolun sonunda ormanın içinde güzel bir kahvaltı mekânı bulmuştuk. Mekâna girmeden önce ise Celil'in öfkeli bakışları altında çantamdaki sigara paketini bulduğum ilk çöpe atarak görevimi tamamlamış gibi hissetmeye başlamıştım.
Çalışanlar tur olduğumuzu öğrenince 3-4 masayı birleştirip kahvaltı sofrası kurduktan sonra Celil'le yan yana oturduğumda, telefonumla bulunduğumuz yere en yakın hastaneyi araştırmaya başlamıştım. Bir süre sonra Celil ne yaptığımı sordu:
- Ne yapıyorsun sen?
Umursamazca omuz silkerek sorusuna cevap verdim:
- Buraya en yakın hastaneyi araştırıyorum.
Derin bir iç çektikten sonra tekrar öfkeli sesi doldurmuştu kulaklarımı:
- Sana bir şey olmadığını söylemişt-
Cümlesini bitirmesine izin vermeden kendi çatalımla ağzına bir köfte sıkıştırdım. Köfteyi çiğnerken konuşmaya başlıyordu ki bir köfte daha sıkıştırdım ağzına. Ardından sözü ben aldım:
- Birincisi; ağzın doluyken konuşma, ikincisi; Kahvaltıdan sonra hastaneye gidiyoruz.
Bu sözlerimden sonra öfkeli gözlerini sertçe yumarak tekrar masaya döndü.
Kahvaltı ikimiz için de sakin geçerken aklıma Celil'in kullandığı ilaç geldi. Hap yutarken görmüştüm adını. Telefonumu tekrar elime alıp Google'a kullandığı ilacın ismini girdim.
Bin bir türlü sonuç gözümün önüne serilirken ben ilk önüme gelen siteye girip yazanları içimden hızla okumaya başladım.
İlaç, akciğeri destekliyor, solunumu rahatlatıyor. Ayrıca akciğer kanseri tedavisi için kullanılan ilk ilaçlardan.
Bir sürü siteye girdim. Hepsinde ufak çaplı ayrıntılarla aynı sonuçlar yazıyordu. Demek ki Celil'in benden sakladığı birşeyler vardı.
Ardından aklıma gelen bir düşünceyle arama motoruna yeniden girip klavyedeki harfleri tuşladım.
Akciğer kanseri belirtilerinin ilk maddesinde sol kolda ağrı ve uyuşma.
Gerisini okumadım.
Telefonumu kapattıktan sonra çayını yudumlayan Celil'e uzun uzun bakınca sorgu dolu gözlerini, ona hayal kırıklığı ile bakan gözlerime çevirdi. Öğrendiğimi anlamış olmalıydı.
𓆩𓆪
Birkaç saat içinde Celil'in başının etini kemirerek hastaneye getirmiştim onu. Apar topar bulduğumuz bir göğüs cerrahının odasındaydık şimdi.
55-60 yaşlarındaki kır saçlı doktor, elindeki sonuç kağıtlarını incelerken orada ne yazdığını deli gibi merak ediyordum. Nihayet burnuna düşen gözlüğünü çıkartıp masaya koyduğunda bana dönmüştü:
- Siz eşisiniz sanırım?
Karşı koltukta bana bakan Celil'e kısa bir bakış attıktan sonra tekrar doktora döndüm:
- Evet.
Doktor, elindeki sonuçlara tekrar bakmaya başlamıştı. Bu sırada ben de küçük bir kız çocuğu gibi Celil'i doktora şikayet etmeye başladım:
- Elinden sigarayı bugün zorla aldım. Her an, her saniye sigara kullanıyor.
Bu sözlerim Celil'i kışkırtmış olacaktı ki bana ters ters bakmaya başlayıp göz devirmişti. Doktor gözlerini sonuç kâğıdından ayırarak bir cümle kurdu:
- Sol ciğerinden belli zaten.
Gözlerim yine Celil'in gözlerinde gezdikten sonra doktora döndüm:
- Nasıl yani?
Doktor masasında biraz daha doğruldu. Ellerini birbirine kenetledi ve soruma cevap vermek üzere araladı dudaklarını:
- Tam zamanında gelmişsiniz. Hastalık ilk evrede. Tedaviye başlanması lazım.
Sonra Celil'e döndü ve konuşmasına devam etti:
- Hastalığınızı biliyor muydunuz?
Celil memnuniyetsizce doktorun sorularına cevap vermeye başladı:
- Evet.
- Peki önceki doktorunuzun verdiği ilaçları kullanır mıydınız? Kullanırsanız hangi aralara?
- Ara sıra. Çok ağrım olursa.
- Dediğim gibi Celil Bey. Tedaviye başlanması lazım. İstanbul'daki doktorunuz size daha çok yardımcı olacaktır. Burada kalıp daha fazla zaman kaybetmeyin. Benim yapabileceklerim bunlarla sınırlı.
𓆩𓆪
Hastanenin bahçesine çıkar çıkmaz Celil bir taksi arayışına girmişti. Ya da benim laflarımdan kaçabilmek için zaman kazandığını düşünüyordum.
O taksi aramak için birkaç adım ilerlerken ben onun inadına olduğum yere sabitledim kendimi.
Celil'in taksi arayışı boşa çıkınca arkasını dönüp bana baktı. Ona o kadar sinirliydim ki hastalığını benden sakladığı için... Bu sinirimi anlamıştı ve bu yüzden konuşmak için dudaklarını araladığında öfkeme yenik düşüp aramızdaki 1,5 metrelik mesafeyi kapattım. Elimle sert bir tokat vurdum yüzüne. Başı yana düşerken anlık duygu patlamasıyla sertçe sarıldım ona.
- Seni aptal adam! Ölmeyi mi bekliyordun?
Ne ona vurmama kızdı, ne de soruma cevap verdi. Sustu sadece, ve o da ellerini sırtımda birleştirerek sarıldı bana.
Şimdi ise Batum'da elimi tuttuğu an kalbimin hızlanmasının nedenini anlayabiliyordum.
Onu kaybetmekten korkuyordum...
Ve sanırım aynı zamanda ona tutuluyordum...
Yani sanırım...
𓆩𓆪
Doktorun da dediği gibi... Zaman kaybetmemeliydik. Bu yüzden tur rehberine haber verdik ve turdan önce kaldığımız yere gidip valizlerimizi aldık.
Tuttuğumuz bir taksiyle havalimanına gelip ilk İstanbul uçağına bilet ayarladık.
Saatler sonra İstanbul'a vardığımızda hava henüz yeni kararmaya başlamıştı. Yine bir taksiyle havalimanından köşke doğru ilerlerken saatlerdir konuşmadığım Celil'in telefonu çaldı.
Aramayı onaylayıp verip telefonu kulağına götürdü:
- Efendim Emre?... Evet...Niye?... Nasıl lan?... Şimdi mi?... Siz neredesiniz?... Her yer mi?... Tamam... Bilmiyorum, belki Mersin'e... Tamam... Haber bekleyin benden... Ölen var mı?... Sen de helal et.
Telefondaki aramayı sonlandırdı ve taksi şoförüne seslendi:
- Tekrardan havalimanına dönebilir miyiz lütfen?
Şoför Celil'e cevap verdi:
- Peki efendim.
Neden geri dönüyorduk ki? Celil'in bahsettiği yere, Mersin'e mi gidiyorduk yoksa? Neler olmuştu da havalimanına geri dönüyorduk şimdi?
Saatler önce aldığım konuşmama kararını bir yana koyup Celil'e sordum:
- N'oldu?
- Sen benimle konuşur muydun Prenses?
- Celil, sana zaten sinirliyim. Söyler misin ne olduğunu?
- Ferhan ve adamları... Köşkü yakmışlar.
Duyduklarım karşısında çatılmıştı kaşlarım:
-Peki şimdi ne olacak?
- Olacak şu; Mersin'e babaannemlerin yanına gideceğiz. İstanbul'da daha fazla kalmaya devam edersek yenilgiye kucak açmış oluruz.
- Peki ya senin tedavin?
- Mersin'de de halledilir o. Öncelik, namlunun soğukluğundan uzak durmak. İkimiz için de en iyisi bu.
- Anladım.
Şu halde bile beni de düşünüyordu. Şimdi daha iyi idrak ediyorum -ki sanki ona biraz fazla tepki verdim. Ya da gereksiz yere vicdan azabı çekiyordum. Ama bana yaptığı az buçuk iyilikleri göz önünde bulundurursam ona karşılığını vermeliydim:
- Celil.
Başını elinde uğraştığı telefonundan kaldırdı ve göz teması kurmamızı sağladı:
- Efendim?
- Sana biraz fazla tepki verdim. Konuşmadım falan. Bir de tokat attım... Kusura bakma.
Derin bir nefes aldıktan sonra konuştu:
- Anladığım kadarıyla kendini affettirmek istiyorsun. O halde sana bir teklif sunuyorum; babaannemlerin yanında sorunsuz bir evliliğimiz varmış gibi davranacaksın. Bunu ister severek ister sevmeyerek yap ama mutlaka yapmak zorundasın. Bahanen de hazır; kendini affettirmek amacı ile yapıyorsun.
Düşünmeden başımı sallayarak cevap verdim:
- Tamam, kabul ediyorum.
Zaten istemesem bile yapmak zorunda olduğumu söylemişti. Bir şey fark etmiyordu.
𓆩𓆪
(Yazarın Anlatımıyla)
O gün her zamankinden daha özenli hazırlanmıştı Mahizar Hanım. İçinde nedenini bilmediği bir huzur vardı. Küçük oğlu Akif, gelini Müezza ve torunları Fırat ile Fahriye yanında kalıyordu. Her ne kadar içinde büyük oğlu Yağız ve onun eşi İrem'in burukluğu varsa, o burukluğu yanında kalan küçük oğlu ve ailesi ile beraber yaşayarak hafifletmeye çalışıyordu.
Ama bu burukluğun hafiflemesinde ona en çok yardımcı olacak kişinin bugün kapısını çalacağından henüz haberdar değildi.
Belki de içine doğmuştu o huzur...
Büyük yatak odasından ayrılıp aşağıya, kahvaltı masasındaki son kontrolleri yapmak üzere merdivenlerden inip kocaman salonuyla bitişik olan yemek odasına doğru ilerledi.
Torunları Fırat ile Fahriye, yemek masasının önündeki koltuklarda oturmuş, birbirleriyle atışıyordu:
- Bana bak Fırat, zaten tersimden kalktım bugün sinirimi senden çıkarmayayım!
Fahriye'nin bu sözleri üzerine Fırat cevap verdi ikizine:
- Ne meraklısın gösterişe be kızım! Oldu olacak fosforlu yeşil yaptırsaydın bir şeye benzerdin, bize de eğlence çıkardı.
En sonunda Fahriye eline aldığı yastığı Fırat'a atarak bağırmaya başladı:
- Fırat! Alırım ayağımın altına seni şimdi!
Fahriye'nin bu hareketi üzerine onlara doğru yaklaşan Mahizar Hanım, kavga eden torunlarına seslendi:
- Fahriye! Fırat! Eşek kadar oldunuz hâlâ bıkmadınız atışmaktan. Susun bakayım.
Onlar babaannelerinin bu uyarısını dikkate alarak susarken, Mahizar Hanım kahvaltı masasını kontrol ediyordu. Bir süre sonra hizmetlilerinden birine seslendi:
- Mehtap! Salam da getir.
Elinde bir tabak salam ile yemek masasına hızla yaklaşan hizmetli Mahizar Hanım'a cevap verdi:
- Getirdim Hanımım.
- Hah şöyle. Akif'le Müezza neredeler?
O sırada merdivenlerden inen siyah elbiseli, kızıl saçlı bir kadın Mahizar Hanım'a seslendi:
- Ben buradayım annecim. Akif hazırlanıyor, iner birazdan.
Yaklaşık beş dakika sonra tüm aile kahvaltıdalardı. Masanın baş köşesinde oturan Mahizar Hanım, yıllar önce oğlu Yağız ve gelini İrem'in doldurduğu, şimdi ise boş olan sandalyelere bakıp iç çekti derince. Sonra da ince belli çay bardağındaki çayından bir yudum aldı.
Az sonra bir diğer hizmetlisi Seher, güler yüzle yanlarına gelip Mahizar Hanım'a seslendi:
- Hanımım, Celil Bey ve eşi geldiler, kapıdalar!
Mahizar Hanım mutluluk ve şaşkınlık dolu ses tonuyla emir verdi:
- Al içeri, al! Gelsinler hemen!
𓆩𓆪
(Melekğin Anlatımıyla)
Karşımızda üzerimizdeki mont ve valizlerimizi alan hizmetli bizi yemek odasına götürürken çaktırmadan sadece Celil'in duyabileceği bir ses tonuyla fısıldadım:
- Bana birşey olursa bu oyuna kiminle devam ederdin acaba?
Sonra o da bana aynı ses tonuyla fısıldayarak cevap verdi:
- İki güne kalmaz bulurdum yeni birini.
Ona göz devirirken tek kelime çıktı dudaklarımın arasından:
- Öküz.
Hizmetlinin yönlendirmeleri sonucu kocaman bir salona çıktı yolumuz.
Celil yanımdan ayrılıp babaannesi olduğunu düşündüğüm kadının elini öptü. Sonra ona sıkı sıkı sarıldı.
Babaannesi birkaç saniye sonra geriye çekildi ve Celil'le göz teması kurarak konuşmaya başladı:
- Ne iyi ettin de geldin.
Sonra kısa bir süre bana baktı kadın. Suratında imalı bir gülümsemeyle Celil'e döndü tekrardan:
- Bu hanım kızı da bana hediye mi getirdin?
Celil sakallarını kaşırken cevap verdi:
- Öyle oldu biraz.
İşte şimdi harekete geçme zamanı. Orta derece bir hızla kadının yanına gelip uzattığı elini tutup nazikçe öptüm ve başıma koydum. Kadın bu hareketimi takdir edercesine bir yüz ifadesiyle bana bakarken konuşmaya başladı:
- Adın ne bakayım melek kızım benim?
Bu kadının kalp gözü açık olabilir miydi?
Nazikçe gülümseyip cevap verdim:
- Adım Melek.
Kadın gülümseyip konuşmaya devam etti:
- Keşke sormasaymışım adını, yüzünden okunuyor zaten melek olduğun
- Sağolun.
Kadının konuşması biter bitmez 57-58 yaş civarında bir adam Celil'e seslendi:
- Vay Celil Bey! Amcanın elini öpmek yok mu?
Amcası olduğunu öğrendiğim adam, Celil'e öpmesi için sağ elini uzattığında Celil, o eli öpmek yerine memnuniyetsiz bir gülümsemeyle tokalaşırcasına sıktı.
Adam Celil'in bu hareketine bozulmuştu.
Bende sırf nezaket gösterisi için amcasının yanında oturan kızıl saçlı kadına tokalaşmak için elimi uzattım ve ekledim:
- Ben Melek, Celil'in eşi. Memnun oldum.
Kadın kahverengi gözleriyle bana baktı. Tokalaşmak için uzattığım elimi tutmayarak konuştu:
- Müezza. Akif'in eşiyim.
Şimdi bozulma sırası bende miydi?
Sanırım birazcık evet...
Havada kalan elimi kendime çektim. Bu sırada Celil'in babaannesi, Müezza isimli kadına ters ters bakarak bana açıklama yapma gereği duydu:
- Küçük gelinim, kızım. Kusuruna bakma, solundan kalkmış bugün.
- Önemli değil.
Sonra başımı yemek masasının diğer tarafına çevirdim. Bir kız ve bir erkek yan yanalardı. Erkek olan hemen ayağa kalkıp bana kendini tanıttı:
- Fırat ben. Celil'in en sevdiği kuzeni.
Sonra yanındaki asık suratlı, saçının bir tutamı pembe olan kıza baktı. Ardından tekrar bana döndü:
- Bu da Fahriye. İkizim. Kayalar Ailesi'nin Toz Pembe'si.
Adının Fahriye olduğunu öğrendiğim kız ikizi Fırat'ı masanın altından dürterken bana baktı ve şöyle söyledi:
- Adım Fahriye.
Anasının kızı sanırım? Şaşırmalı mıyım acaba?
Hemen sonra babaanne bize döndüğünde ses tonunda neşe vardı:
- Kızım ayakta kaldınız, şöyle geçin.
Masanın en sonunda yan yana duran iki sandalyeyi işaret etmişti kadın bize.
Kadına tebessüm edip çoktan işaret ettiği yere oturan Celil'in hemen yanındaki sandalyeye oturdum.
Kahvaltının geri kalanını ise yeni tanıştığım bu insanları yakından incelemekle geçirdim.
|
0% |