Yeni Üyelik
13.
Bölüm

“Kibrit”

@kalopsia

 

Güncelleme: Yarın akşam yeni bölüm, ondan sonraki gün de ekstra bölğm geliyor!!

Maalesef dershane ve taşınma üst üstr gelince gram vaktin olmadı yazacak, nakliyeciler evi taşıyıp boşaltırken bile bölüm yazmaya çalıştım🫠

 

çok geç kaldığım için iki bölüm ard arda günlerde gelecek, yarın tatilim çünkü🤭


Söz verdiğim gibi, yeni bölüm sizlerle. Bölüm sonunda ise minik bir açıklama bıraktım. İyi okumalar🪶🤍

 

 

 

 

 

12.Bölüm

 

“Kibrit"

 

“…Ve ateşle sınandığında

Bu kitabı yeniden al ve yavaşça oku

O yumuşak bakışı düşle
Gözlerinden süzülen bir keresinde

Ve derin mi derin gölgelerini onun

Kimbilir kaç kişi o ince o zarif anlarını sevdi senin

Ve güzelliğini belki gerçek belki yalan

Ama yalnız bir adam içindeki o göçebe ruhu sevdi

Ve hercai yüzündeki kederi…”

-William Butler Yeats

 

Elindeki kağıdı sinirle buruşturdu, ruhu gibi boş olan duvara salladı. Ruhunda ilhamı, yanında ise ilham perisi yoktu artık. Tekrar başa dönmüştü, on yaşına. Bir-iki ay uzaklıkta olan sınav ise en yüksek seviyede çalıyordu zillerini. Yansı, ne çizim beğenir ne de ders çalışabilir olmuştu. Yetenek sınavları artık sırtında bir yüke, gelecek için almaya baş koyduğu risk ise imkansıza dönüşüyordu. Artık, her ne olursa olsun yaslandığı duvarı yoktu, duvar yıkılmıştı. Duvarını sarmış olan çiçekler moloz altında kalmış, yüreğine batmıştı keskin parçaları. Artık Oğuz yoktu. Hayatının merkezine aldığı insan gidince, ne yapardı ki insan? En acıtanı ise, o insanın hayatının merkezine oturduğunun farkında bile olamamaktı işte.

En çok Yansı bağlanmak istemezdi birine, en çok o öğrenmek isterdi ayaklarının üzerinde tek başına sağlam durmayı. Aşk ise onun adını bile anmadığı aile laneti olarak kalmıştı, babasının ona tek mirasıydı lanetli bir aşk. Babasına aşık kızlar, en çok babaları gidince ağlarmış, bunu çok küçükken deneyimlemişti Yansı. Annesi sonunda babasını boşama gücüne ulaşınca eski babası olmadığını daha da iyi anlamıştı. Onu her gün okuldan sonra ve işten önce kucaklayan, koltukta uyuduğunda kucağında yatağına kadar taşıyan, her doğum gününde başka bir karaktere bürünüp kızına en güzel doğum günlerini yaşatan babası yoktu. Yerine, onu yıllar önce terk eden, damarlarında alkol akan, aklı yerinde dahi olmayan bir adam varolmuştu.

Annesinden öğrenmişti ayakta kalması gerektiğini. Hiç kimseye yüz vermedi, veremedi. Kimseye yaklaşmadı, yardım istemedi. Oysa fark etmeden yıllar içerisinde dünyanın en güçlü bağı ile sımsıkı bağlanmıştı birine; sevgi. Sevgi ile bağlanmıştı Oğuz’a. Gidince anlamıştı değerini, sadece gittikten sonra kalbinin her saniye Oğuz’u aradığını fark etti. O, dışarıdan güçlüydü. İki ayağının üzerinde dimdik durabilirdi, lakin kalbinin ritmi bozulmuştu bir kere. Zamanı kapadı üzerine.

Sandalyesinde geriye doğru yaslandı, saat gece on bir civarıydı. Masasındaki sarı lamba tek ışık kaynağıydı. Her daim Oğuz’un içeri sızmak için kullandığı cama baktı, şimdi o cam her gece açıktı. Gelirse duyamamaktan korktu Yansı. Gittiği haftadan itibaren her gün açık bıraktı. Kar yağdı, yağmur doldu, rüzgar üşüttü. Asla kapatmadı. Kapatırsa tüm umutları da o pencere ile söner diye düşündü. Şimdi de açıktı. Dışarıdan gelen uluma ve uzaktan duyulan araba sesleri eşliğinde yaslandı geriye doğru. Oğuz gideli üç ayı geçiyordu. Aramayı denemişti Yansı, lakin telefon açılmamıştı. Mektup bile yazmayı denemiş, lakin evden çoktan taşınmışlardı. Asla ulaşamıyordu Oğuz’a, sırra kadem basmıştı. Gitmesi normaldi, lakin birden tüm bağlantıların kesilmesi ne kadar normaldi ki? Masanın üzerinde duran telefonuna ulaştı, tuşlarına basmaya başladı. Aylar önce sildiği, lakin ezberinden kaybetmediği eski numarayı tuşladı. Belki bu sefer açılır diye düşündü.

Haklıydı da. Telefon açıldı.

“Efendim?” İnce bir kadın sesi yükseldi, Oğuz değildi açan. Belki sevgilisidir diye düşündü, hemen kapatmadı.

“Oğuz Karaca’yı aramıştım ama.”

“Maalesef, yanlış aradınız herhalde.” Haneye bir adet daha hayal kırıklığı yazıldı.

“Kusura bakmayın.” Telefon kapandı. Artık emindi, Oğuz’un numarası da yenilenmiş, Türkiye hattı kapanmıştı. Bilgisayarından açtığı medyada ise bütün hesaplar kullanılmıyor ibaresi gösteriyordu. Artık Oğuz yoktu.

Geriye doğru yaslandı tekrar, derin bir nefes verdi. İçeriden yükselen televizyon sesi kesildi, annesi odasının kapısında belirdi.

“Kızım, yatmadın mı hala? Yarın okulun var.”

“Yatarım şimdi anne.”

“İyi geceler, Allah rahatlık versin.”

“Sanada.” Kapı kapandı. Şimdi tek ses rüzgara, saatin yelkovanına ve yüreğine aitti.

Acaba o ne yapıyor diye düşündü. Oğuz da özlemiş miydi onun kadar? Veya hiç aklına gelmiş miydi? Gelmese çok üzücü olurdu, şayet Yansı’nın bütün fikirleri Oğuz ile dolmuş, imgesel çalışmaları acının tatlı burukluğu ile hayat bulur olmuştu.

Geçen yılbaşından beri kapağını açmadığı defteri dikkatini çekti, lambaya yaslanmış duruyordu. Defterin ancak ortalarına doğru gelebilmişti. Oysa, bitirmeye çok hevesliydi başlarken.

Bir süre tavan yerine deftere baktı. Oğuz’un gidişi ile kapanmıştı sayfalar, siyah mürekkebe bulanmıştı. Tıpkı aklı ve fikri gibi. Siyah, lekesi çıkmayan bir mürekkep.

Bu sefer de defterine uzandı. Uzun zamandır açmadığı defteri hüzünle aralandı. İyi hedeflerle başladığı bu defter, en kötü kabuslarla kapanmıştı. Şimdi ise beklenti ile geri açılıyordu; kavuşma beklentisi ile.

En son sayfaya geldi Yansı, tarihler yılbaşı gecesini gösteriyordu. Sayfa çevirdi, sinirle fırlattığı mürekkebin lekeleri hala aynı şekilde duruyordu olduğu yerde. Masanın üzerinden siyah bir kaleme uzandı. Yazmadı. Sadece tek bir cümle iliştirdi defter sonuna. Bitirdiği her deftere son bir cümle yazmayı adet edinmişti kendisine. Bu sözüne ihanet etmedi.

“Varlığın doldurdu kalbimi. Sen benim, yüreğimle yazdığım lakin asla yapmam dediğim her kelamımdın, şimdi yeniden paramparça kalbim. Tekrar onarmaya çalışsam zamanım bitecek, ellerim kesilecek. Sen gittin, ben de gidiyorum.”

Defteri kapadı, dolabının en altına yerleştirdiği kutuyu açtı. Diğer bütün günlükleri, albümleri sakladığı kutuyu açtı, son kez tuttuğu günlüğünü yerleştirdi.

Kalemini de kutuya kaldırmadan önce iyice baktı, tek bir şey söyledi. Madem Oğuz gitmiş, arkasında bütün elini çekmişti, o da gidecekti.

“Eğer bir daha onu adını yazarsan, seni de kırarım.”

O gece de kapanmadı pencere, bir sonraki hafta yaz geldi, yine kapanmadı, sonra sonbaharlar geldi, kapatmadı. Aklı, fikri ve kalbi susmuştu, lakin pencere en yüksek çığlığı atıyordu. Umut denilen şey yıllar içerisinde kalpte unutulmuş, lakin etrafın her bir zerresinde yaşar olmuştu. Günler de geçse, derinde molozların altında bir yerlerde, ne Yansı unuttu, ne de Oğuz.

 

 

Sağa sola kaçışan kediler sarmıştı Ethem’in etrafını. O ise, başını bir çöpe daldırmış, kağıt ayıklıyordu. Yani, en azından öyle gözüküyordu.

Eline geçirdiği kartonları diziyle yırtıp arkasında taşıdığı sepete fırlattı. Yüzü gözü kir içinde, saçları ise karman çormandı. Birkaç gündür çöp toplama işiyle uğraşan bir çetede görev alıyordu. İşlek caddelerden birinde, şirketin yakınında geziniyordu.

“Ethem abi, daha önceden çöpcülük ile alakalı bir kariyerin olmadığına emin miyiz?” Ali, kenara park edilmiş arabanın içinden konuştu telsize doğru. İleride bir yerlerde, arabanın içerisinden gözlem yapıp şirketteki bazı elemanların fotoğraflarını çekiyordu.

Ethem sadece göz devirmekle yetindi. Şayet kaç gündür gerçek çöpçülerle kalmaktan kokuşmuş, terlemiş ve yorulmuştu. Lakin bunca emeğin sonunda işe yarar bir bilgi ele geçirecekti, bunu da biliyordu.

“Niye lan, çok mu iyi duruyorum.”

“Biraz fazla profesyonel abi. Harikasın, böyle devam.”

“Gençsin dedik, beceremezsin diye vermedik işi sana. Yanlış anlama yani Ali’ciğim.”

“İyi ki öyle düşünmüşsün abi, benim seninki gibi büyük bir banyom yok. Malum, kir pas falan anca çıkar.”

Sabır çekti Ethem, kanı kaynayan en genç takım arkadaşından intikam almayı sonraya erteledi. Aradıkları adam şirket kapısından elinde siyah bir çanta ile arabasına doğru ilerledi.

“Ethem, tişörtünü düzelt.” dedi Aybüke telsizin ardından. Ethem, yakalığında mikro kamera bulunan tişörtünü düzeltti, arabaya doğru döndü.

“Görüntüyü aldım, kimlik taramasına gidiyorum.” dedi Çağatay. Çok geçmeden profili sisteme aktarılmış olan adam hakkında konuştu Çağatay.

“Abdullah Mahmud Al-Jabari. Filistin kökenli bir adam, meslek olarak net bir diplomaya sahip değil. Şirketin muhasebe kısmında kayıtları var lakin düzenli bir işte çalıştığı görünmüyor.”

“Para ve ayak işleri bunda demekki.” dedi Aylin, oturduğu yerden kocaman ekrana bakıyordu. O sırada yudumladı kahvesini, bu sefer sahada görev alan o değildi.

Ethem çalışan arabayı takip etmeyi bıraktı. “Sende Aliş.” dedi ara sokaklardan birine doğru ilerlerken. O sırada araba ile takibe başladı Ali. Aynı anda Ethem’e gelmesi için konumu belirtti. Çok geçmeden Ethem de bir bankanın yanına yanaştı. Gittiği mesafe çok az olmasına rağmen arabayı tercih etmişti Abdullah.

Ethem, elinde para dolu çanta olan adamın yanaşacağı bankanın yakınındaki bir çöp ile uğraşmaya başladı. Lakin adam bankaya uğramadı.

Ethem, yüzünde saklayamadığı bir şaşkınlık ile Ali’nin olduğu arabaya doğru baktı. Dip dibe olmasalarda Ali okumuştu ifadeyi.

Aybüke ise aynı duyguları paylaştı, tek kaşı şaşkınlıkla havaya kalkmış olan Aylin’e döndü.

Şaşkınlığını geçirdi, toparlandı. “Hemen Türkiye ve İngiltere kökenli başta olmak üzere bütün bankaların Abdullah ile açılmış olan hesaplarına gir.”

O sırada Ethem, elinde çantasıyla bir mağazaya ilerleyen adamı takip etti. Adam, mağazaya girince iş işten geçti, Ali hareketlendi.

“O kılıkla seni içeri almak değil, polisi bile çağırma ihtimalleri var abi.”

Ethem, yeniden, sadece göz devirdi. “Vay anasını, Sherlock'a bak sen, yemin et?” Ya sabır çekti içinden.

“Kaldır şu götünü de gir şu mağazaya!”

Ali, hızlı adımlarla ilerledi, sakince mağazaya girdi. İçerisi, Filistin’e dair tabak, çanak, el işi, kıyafet satıyordu. Az önce giren adam ortalıkta yoktu. Kapısı yarım açık olan kapıdan silüeti görünüyordu. Ali, eline aldığı bir vazoya bakarken kapı doğrultusunda döndü, bakışları vazodaydı. Lakin merkezdeki bütün gözler kameralardan o boşluğu izliyordu.

“Ali, biraz daha yaklaş.” dedi Aybüke.

Elindeki vazo ile kapının çaprazında duran kıza doğru ilerledi. “Merhaba. Bu vazo kültürünüze dair bir şey mi? Baya dikkat çekici.”

“Yaratıcılığa eksi on.” dedi Aylin telsizin ardından, bıkkın bir tonda.

“Bu bizzat benim anamın yaptığı bir el işi. Boyaları da fabrika işi değil ha, el işidir.” dedi Filistinli kız.

O sırada merkezden konuştu Aybüke. “Açı güzel. Böyle kal.”

Ali, komutu almıştı. Şimdi bu pozisyonda durmak için bahaneye ihtiyacı vardı, bahane ise tam karşısındaydı.

“Türkçeniz çok iyi, burada mı doğdunuz?” diye sırıttı.

Kız, karşısındaki genç delikanlının jestleri üzerine kızardı, olduğu yerde küçüldü de küçüldü.

“Okumaya gelmişem buraya.” Sohbet, içerideki alışveriş bitene kadar devam etti. Ali, kızı oyaladı, o sırada diğerleri olan biteni izlemek için harika bir açı elde etti.

Abdullah, karşısında oturan adama bir çanta uzatıyordu. Konuşulanlar duyulmasa da alışveriş olduğu duru bir gerçekti.

Abdullah odadan çıktı, Ali’nin dibinden ilerledi. Arabasına geri binmedi ama başka bir çanta daha aldı, bu sefer de karşı caddede bulunan bir kuyumcuya ilerledi. Bu sefer onu Ethem takip etti. Cam vitrinler sayesinde her açıdan görüntü almak gayet kolaydı.

Az önce mağazada yaşananlar gibi, yine çanta alışverişi gerçekleşti. Bu alışveriş sonucunda her daim bir kağıt alıyordu Abdullah. Çok gecikmeden arabasına bindi. O gitti, Ethem ve Ali ise görevini tamamladı. Artık, Elmas denen adamın para transferinin banka kayıtlarına neden ulaşamadıklarını biliyorlardı. Para, elden ele çeşitli satıcıların kasasından geçiyordu.

Merkezde kamera bağlantıları kapatıldı. Ethem, Ali ile buluşmak adına tanımlanmış noktaya doğru ilerlemeye başladı. Sırtında gezdirdiği çöp toplama arabasını ise düzgünce bir çöp kenarına bıraktı. Üstü başı yırtık ve kokuşmuştu, kendisinden tiksinecek hale gelmişti.

Ona doğru yaklaşan arabanın ön kapısını açtı, Ali ise arabaya dolan koku ile yüzünü ekşitti. Ethem, yanında şekilden şekle giren elemana baktı.

“Ne var lan? Bir şey mi diyecektin Ali’ciğim?”

Burnunun direğini iki parmağı ile sıkarken konuştu Ali, aynı zamanda arabayı sürüyordu. “Yok, abi. Harikasın. Ama hani, acaba bir bi senin eve mi uğrasaydık Aylin patronun yanına git-“

Ensesine bir silke yapıştırdı Ethem, Ali ise sadece sustu.

O sırada merkezde, Aylin ve Çağatay elde ettikleri bütün görüntülerin analizlerini yapmakla meşguldu. Çağatay ana işleri hallediyor, Aylin ise elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordu. İçine sızdıkları kamera sistemleri sayesinde Abdullah denen adamın her açıdan profilini yakalamış, plakayı izlemeye almışlardı.

“Araba alışveriş merkezi otoparkında durdu.” dedi Çağatay önündeki programa bakarken. Aylin ise tepesinde, elinde tuttuğu kahveyi yudumlarken konuştu. “Bu kadar bariz olması salaklıktı zaten, araba değiştirecektir büyük ihtimalle.”

Gayet rahattı, koltuğa uzandı. Görevden dönecek olan sevgilisini ve ekibini beklemeye başladı. Birazdan burada olurlardı.

“Bu arada..” dedi Çağatay. “Bu mağazaların her birinin sahiplerinin Filistin ve İsrail’den geldiğini tespit ettim. Mağazaların diğer kolları oralarda. Adamın da Türk bir banka dışında başka bir hesabı yok, onda da para yok zaten.”

“İşte bu yüzden paralar banka aracılığıyla değil, esnafın kasası aracılığıyla naklediliyor.” dedi Aybüke.

Telefonuna daldı Aylin, Ethem’e belli etmese de gelinlik modeli bakıyordu. Fiziğine uyan, balık bir model arıyordu fakat gelinliğinin orjinal bir tasarıma sahip olmasını da istiyordu, özenle inceliyordu telefondan modelleri.

“Şu nasıl?” diye uzattı telefonunu Aybüke’ye doğru, Aybüke ise doğruldu, uzatılan telefona baktı.

“Güzelmiş bu, ama sen bu kadar kapalı giymezsin ki. Tarzın değil.”

“Kapalı mı ki? Göğüs dekoltesi var az da olsa. Hem, ben giymem o kadar da iddialı.”

Kaşlarını olmaz manasında kaldırdı. “Senin kendinden haberin var mı?”

Bir süre bakıştılar, bakışmalar ile anlaştılar.

“Ethem’in ailesine kalp krizi geçirtelim diyosun yani.”

“Bence onlar senin evetinle geçirdi o krizi çoktan ama, neyse.” Oturduğu yerde toparlandı Aybüke, Aylin’e doğru eğildi. “O günden sonra konuşamadık ama sen harbi nasıl evet dedin. Ömrünün sonuna kadar hayır dersin diye iddiaya bile girmişti Ali’ler.”

Farkındaydı Aylin, zor bir kadındı. Ethem, sadece sevgili olabilmek için bile peşinden üç buçuk yıl koşmuştu.

“Yani. Ne bileyim, bende bilmiyorum.” Bakışları elindeki kupaya kaydı. O sırada içeriye Ethem, Ali ve onlarla beraber keskin bir koku girdi.

“Lan Çağatay, tuvalete kalkmaya üşenip cidden sıçtın mı bu sefer!”

Koku, arka odaya kadar ulaşmış olacaktı ki uyuyan Hakan’ı bile uyandırmaya yetmişti. Ana salondakiler neyin olup bittiğini bildiklerinden mütevellit kırıcı olmadan burunlarını sıkmaya çalıştılar. Lakin, gram fayda etmedi.

“Galiba burnumun direği kırıldı. Koku alamıyorum.” dedi saf bir tavırla Ali. “Ayy, Ali’ciğim özür dilerim. Valla ne yapsam(!)” diye sakin bir cevap verdi Ethem.

Ethem, sinirli bir şekilde tokatı geçirdi Ali’nin kafasına. Kesinlikle olmak istemediği bir durumun içindeydi. Görev ona verildiği için birkaç gün çöp çetesi olarak adlandırılabilen kalabalık bir gruba dahil olmak durumunda kalmıştı. İki gün, ona aşırı seviyede yetmişti.

Aybüke, oturduğu yerden ayaklandı, toplantı masasına doğru ilerledi. Peşinden diğer herkes geldi. Hakan yattığı, Aylin oturduğu yerden kalktı. Şimdi herkes bir masaya kurulmuş, başkanı dinliyordu.

“İlk öncelikle, temiz ve hızlı bitirdiğiniz için teşekkür ederim.” Ethem başı ile selamladı, Ali ise gülümsedi. Anlaşamasalar da iyi bir ekiplerdi, hatta en iyilerinden.

Aybüke devam etti, projeksiyonda haritalar ve bilgiler sunuluyordu. “Elmas dediğimiz adama her gün artık daha çok yakınlaşıyoruz. Elmas, teknoloji şirketi için mühendis toplamaya devam ediyor. Hisselerin değerleri de olağanüstü bir ivme ile günden güne artıyor, ki bu zaten sizlerin bildiği kısım.”

Aybüke ekibine döndü, genç bir kadın olmasına rağmen operasyon başkanı seçilmiş, koca bir istihbaratçı timi verilmişti.

“Bugün elde ettiğimiz bilgilere göre sonunda Alastan Holding’in neden yasal para akışının yanı sıra gerçek akışı göremediğimizi bulduk.” Elindeki işaret çubuğunu masaya bıraktı, ekibine döndü, sustu. Ekibinden her zamanki gibi onu okumalarını istedi. Her zamanki gibi, okundu.

Ekip üyeleri birbirine baktı, Ethem ise yanında oturan kadına döndü. “Buyurun sevgili patronum.”

Aylin başladı. “Elmas’ın bütün yasa dışı mali işlemlerini mağazaların hesapları üzerinden hallettiğini gördük.”

“Nasıl yani?” diye yalandan sordu Aybüke, bildiği masalı ekibinden duymak istedi.

Bu sefer Ali devraldı. “Yaptıracağı her bir darbe veya suikast ödemelerini buradaki anlaşmalı mağazaların kasalarından yolluyor. Başka yerdeki şubesinden ise başka bir adamı teslim alıyor diye tahmin ediyoruz.”

Bu sefer Oğuz tamamladı. “Yani her türlü şekilde alttan alttan parayı yollayabiliyor ve bunu gözlemlemeden bilmemiz neredeyse imkansızdı. Bu saldırıların hepsini Kurul mu yaptırıyor dersiniz?”

“Alastan Türkiye’deki en uzun adam. Karanlığın dahi gölgesi. İllaki kendi fantezilerini beslediği şeyler vardır. Kurul kaybetmek istemez Alastan’ı.”

“Şimdi, bir saniye.” diye yavaşça yaklaştı Çağatay masaya doğru. “Benim anlamadığım bir şey var.”

Herkes soracağı şeyi merak ederek baktı Çağatay’a.

“Ekibe seçildiğimden beri onca şey yaptım. Ama anlamadığım şey ilk defa bu kadar bilgiye ulaşmışken, neden hala buradayız. Gidip alsak ya şu Elmas denen şaklabanı.”

Aylin, elini alnına attı, Ethem sabır çekti. Oğuz, yüzü eline yaslıyken boş boş baktı, Hakan ise kısık gözlerle projeksiyona bakıyordu. Projeksiyon yamulmuştu, toplantıdan sonra düzeltmeyi aklına kazıdı.

Aybüke sakinlikle onuncu kez cevapladı Çağatay’ı. “Yapamayız.”

Çağatay, bezmiş bir şekilde ofladı. “Neden abi, anlatın şunu, anlamıyorum. Yemin ediyorum anaokulu çocuğu pyhton öğrenmişti şimdiye, anlamıyom anlamıyoom!”

Herkes sessizce baktı. “Ich bin mal yani, ich bin nicht zeki. Hani birincilikle fakülte bitirmem dolayısıyla zekidir diye aldıysanız beni, size kötü bir haberim var.”

“Pekala. Aç kulağını beni iyi dinle, sana içinde bulunduğun operasyonu en başından anlatacağım.” Çağatay koltuğunda dikleşti.

“Operasyon Elmas, sen ekibe dahil olmadan önce start verdi. Karşımızdakilerin güçlü teknolojik alt yapısı sebebiyle ekipte senin gibi birine ihtiyaç duyduk. Elmas denen adam Yusuf Alastan. Uzun yıllardır Alastan Holding’in başında olan cani bir mafya bozuntusu. Oturduğu koltuğa geçebilmek için bütün ailesini katletti. Bir tek Sevim adında bir kardeşi olduğunu biliyoruz. Saha ajanlarımız sayesinde evini zaten bulduk. Lakin Alastan bizim hedefimiz olduğu kadar zafere giden köprümüz.”

Çağatay, içinde bulunduğu karmaşayı biraz daha anladı, yavaş yavaş her düğümü çözdü. “Köprü?” diye sordu. “Elmas’tan başka daha nereye gideceğiz ki?”

Bu sefer Oğuz cevapladı genç analisti. “Bir işe istihbarat dahil olmuşsa, o oyun büyük oynanır. Asla bitkinin çiçeği ile kalmaz, köküne iner. Alastan bir çınar, kökünde ise kurul var.” Olduğu yerde dikleşip yüzünü Çağatay’a yaklaştırdı, fısıldadı. “Ve biz o kökü kuruturuz.”

“Elmas, eyvallah, hedefimiz. Ama kurul? Onlar asıl başlangıç.”

Şaşkınlıkla karşısındaki ajanlara baktı Çağatay. Abisi dediği bir yandan da aynı yaşta olduğu binbir türlü insan vardı. Hepsi de manyaktı, artık bundan emindi.

Herkes, üzerlerinde hissettikleri yorgunlukla koltuklarına gömüldü. Gece gündüz demeden çalışıyorlardı. Ethem ise, maalesef, hala kokuyordu.

İlk defa konuştu Hakan. “Lan Ethem, siktir git hamama mı gidiyorsun direk denize mi atlıyorsun ne yapıyorsan yap, defol oğlum.”

“Niye(ğ)? Beğendiremedik mi lan sokak kokusunu.”

“Oğlum küfür ettirme bana başkanların yanında, ulan bari sevdiğin kadın için siktir git.”

Sevdiğin kadın sözünü duyunca düzleşti çatık kaşları, yüzünde çocuksu gülümseme saçıldı. Yanında gözlerini yummuş oturan kadının elini tuttu. “O beni her halimle sever, dimi sevdiğim kadın.

Cevap gelmedi. Aylin gözlerini açtı, lakin ağzını kapalı tutmayı tercih etti. Yandan yandan baktı Ethem’e. Ethem’in yüzündeki gülümseme ise yavaşça hayal kırıklığına dönüştü. Kaşları düştü, dudağı büzüldü. Hakan istediği kadar hakaret edebilirdi, lakin otuz yedi yaşındaki bu adamın dudağını büzecek, ciddiyetini bozacak tek insandı Aylin.

Bir süre sonra insanlar dağıldı, gece vakti oluyordu. “Aylin’im, sevmez misin yoksa?” Şimdi odada sadece Aylin ve Ethem vardı, Aylin yaslandığı sandalyeden kalktı, yanında oturan adamın tek dizine kuruldu. Çaktırmasada kokuyu duymamak adına tuttu nefesini. İki elini sevdiği adamın yanaklarına yerleştirdi.

“Saçmalama, Ethem.” Yüzü gözü kir içinde kalmış olan adamın yüzünü okşadı, kirli saçlarını dert etmeden ellerini gezdirdi. Nefesini de tutarak dudağına minik bir buse bıraktı. Ethem’in yüzünde ise gülümseme tekrar yer buldu.

“Seversin demi.” diye sordu Ethem, Aylin ise karşısındaki dağ gibi adamın eriyip gidişi izledi. Gülümsemesinin, canına kastı vardı. Bir insana bir gülüş nasıl bu kadar yakışırdı?

Severim demedi Aylin ama baş salladı. Ethem bilirdi Aylin’den seni seviyorumu kolay kolay duyamayacağını ama bu elde edilen her şansı denemeyeceği anlamına gelmezdi.

“Sevmez misin?” Aylin sadece güldü. Yüzleri yakınlaşmıştı, Aylin aşk sarhoşluğundan kokuyu bile duymaz olmuştu, veya Ali gibi onun da burun direği kırılmak durumunda kalmıştı.

“Ethem.” dedi imalı bir şekilde, ne yapmaya çalıştığını çok iyi biliyordu.

“Aylin.” dedi Ethem aynı ima ve ses tonuyla. “Aylin’im.”

Tuttuğu eli öptü Ethem, pürü pak dudakları kirletmek istemedi. Bütün özlemini duş sonrasına sakladı.

“Bu, yıkanmaman gerektiği anlamına gelmez. Haydi, Ethem bey, banyoya!” Dizinden kalktı, bellerinde yer edinmiş ellerden tuttu, ayağa çekiştirdi. Ethem kendi rızasıyla kalkmasa, asla kaldıramayacağını biliyordu Aylin. Onca spora ve dövüş sanatlarına rağmen Ethem’i kaldırabilmek ayrı bir spor dalıydı.

Ethem, hışımla kalktı, kadını kendi vücuduna yasladı. “Sende gelsene.” Göz kırptı, sırıtıyordu. Aylin ise deli olduğu adamın kollarında erimemek için gardını aldı, gözlerini devirdi. Yok öyle dercesine cıkladı. “De hayde uşağım, git paklan, sonra gel, sarıl bana.” Duşakabinlere doğru iteklerken yanağından öptü Aylin, Ethem ise sesli bir şekilde gülüyordu.

Aylin onu iteklerken Ethem üstünü çıkardı, iteklendiği duşakabinden kafasını çıkarttı. “Yakıştı ha sana böyle Karadeniz ağzı falan, tam Karadeniz gelini oldun.” Yine sırıttı, göz kırptı. Aylin ise kızardı, belli etmemek adına sinirini kuşandı. “Ethem!”

Üzerine kapıyı kapattı, hızlıca kendi alanına döndü, Ethem’i beklerken eve gitmek için eşyalarını hazırladı. İnanamıyordu Aylin, sonunda taş kesmiş kalbine inat birisi çiçek açtırmıştı ruhunda. Sonunda sevdiği adamla beraberdi, üstüne üstlük şimdi parmağında onun taktığı yüzüğü taşıyordu, evleniyorlardı! Biliyordu Aylin, korku denen illet her daim zincirlere vuracak, zorlayacaktı. Lakin adını cesaretin haşin iziyle yazdırmıştı Aylin, korku illa olacaktı, artık görevler ise daha endişeli geçecekti. Bu sefer kendine değil, ona güvenmeyi seçti Aylin; Ethem’e. Belkide bu, vereceği en zorlu, lakin bir o kadar da en huzurlu karardı, pişman olmadı, olmayacaktı. İnandı Aylin, aşk bu sefer her engeli aşacaktı.


 

En başından bilseydim ömrümün tezlerle geçeceğini, üniversite sınavına daha farklı bakardım. Şaka. Yine de aynı tercihi yapar, Tıp fakültesini en başa yazardım. Ne de olsa doktor olmak farklıydı, ben hekim olacaktım.

Akşam saatleriydi, evin duvarları turuncunun en hoş tonuna boyanmış, estetik bir görüntü esir almıştı. ‘Al işte sana çalışmak için mükemmel ortam’ diyordu evren. Masada duran bilgisayarım gibi benim de şarja ihtiyacım vardı. Bir araştırmaya merak salmış, yıllardır hayata geçirmek için tasarım yapmakla uğraşıyordum. Şayet aklımda planladığım bu tedavilerin aktif bir şekilde akademiye geçmesi ve kullanılması, binlerce hastanın iyileşebilmesi demekti. Sadece bir değil belki de bin farklı insan!

Kalp kapakçıklarının hasarını gidermek için üç boyut laboratuvarlarının aksine biyomedikal maddelere sardım ve genetik mühendisleri ile iletişimde kalmaya çalıştım. Yılları harcamam gerekmiş olsa bile değiyordu. Zamanında bizzat tırmıklayarak ektiğim tohumların meyvesi şimdi belirginleşiyordu. Geç olmuştu lakin güç? Güç olmamıştı.

Tezimin içeriği Biyomalzeme ile Kendini Onaran Kapakçıklar, Nanoteknoloji Tabanlı Tedavi ve Yapay Zeka Destekli Tanı ve Tedavi başlıklarını kapsıyor, bütün tedavi fikirlerinin nasıl faydalı olabileceğini savunuyordu.

Kendimi çalışmaya vermişken çaldı telefonum masanın diğer ucundan. Kim olduğunu anlamam zor olmadı; Oğuz’un ayrı bir arama sesi kayıtlıydı. Masanın üzerinden telefonuma uzandım, haklıydım. Arayan oydu.

“Efendim?”

“Neden açmıyorsun telefonunu Fındık, meraklandık burada.”

Telefonu kulağımdan uzaklaştırıp gelen cevapsız çağrılara baktım, en az beş kez aranmıştım lakin telefon nedense çalmamıştı. “Duymamışım. Çalışıyordum.”

“Hastanede misin? Bugün nöbetin mi vardı?”

Hayır, yoktu. “Yok, evdeyim. Sen?”

Sen nasılsın sesine kurban olduğum, çapraz gülüşünde eridiğim, hafiften sarıya kaçan kumral saçlarında kaybolduğum, sen nasılsın?

“Sen nasılsın?” diye mükemmel yaratıcı bir soru sordum kırk yılda bir konuşabildiğim astronom beyefendiye.

Ama emindim, ninelerimin dedelerimin dediği gibi bu işte bir bit yeniği vardı.

“Boşum bugün. Sesini duymak istedim.” Yüzümde engelleyemediğim minik bir tebessüm belirdi. Ben de duymak istiyordum sesini, her dakika, hatta her saniye.

“Ben evdeyim, biraz işim var ama…” Ama sana her daim boşum diyesim vardı, tabiki de demedim. Evet, aramızda bariz bir şekilde bir şeyler vardı fakat resmiyette hala sevgili değildik. Yıllardır da onu beklediğimi düşünüp hevesli olduğumu sansın istemiyor, kendimden bıktırmaktan korkuyordum. Oysa gerçek korkularımdaki gibiydi; yıllardır bir yerlerde onu bekliyormuşum, kendimin haberi dahi olmadan.

“Ama gelebilirsin. Hem, sana da anlatmış olurum tezimi.”

“Emin misin?”

“Evet, gel. Bekliyorum.”

“Bak, sonra evden kovma.” Kısık bir kahkaha ile yanıtladım cevabını. Zamanında evden atmışlığım vardı kendisini, bunu bile unutmaması güzeldi. Ona dair en sevdiğim şeylerden biriydi bu, laf aralarında bile geçmişi, beni unutmadığını, her detayı aklına kazıdığını belli ediyordu.

“Aşk olsun. Niye kovayım.” Ben gülmeye devam ederken onun da gülümsemesi hissediliyordu. “Olsun valla.” diye bir cümle ilişti kulağıma. Anında dediğimden pişman oldum, yanaklarım kızardı. Ne desem bilemedim, her dediğime de böyle dalga konusu yapacaksa işimiz vardı.

Elim ayağıma dolandı, ani bir kararla kapadım telefonu. Geliyordu. Hem de buraya, şimdi. Bağdaş yaparak oturduğum sandalyeden hışımla ayrıldım, sehpanın üzerinde duran çöpleri ve bulaşıkları mutfağa doğru taşıdım. Uzun zaman sonra ilk defa şanslıydım ki bulaşıklar erkenden yıkanmıştı. İçimden, Joel Houghton’a tekrar teşekkür ettim.

Hızlı hareketlerle salona döndüm, düzgün olan koltuk minderlerini sert darbelerle tekrar düzelttim, kabarttım. Yemek masasına dokunmadım, çalışma düzenime zaten alışıktı Oğuz, yani herhalde hala öyleydi. Holdeki dolabın aynasından saçımı düzeltirken kapı çaldı, düzeltemediğim, üstüne daha da dağıttım saçım ve gri eşofman takımımı son kez silkeledim ve kapıyı açtım.

“Oğuz!” Minik bir gülümseme yaptığımı umuyordum, ama sanırım otuz iki diş sırıtıyordum. Yalan yok, heyecanlandırıyordu Androjen Bey beni.

“Yansı!” Benim tepkimin yansıması olarak aynı heyecanla adımı söyledi. Üzerinde uzun kollu ince bir tişört ve eşofman vardı. Bir elinde ise bir poşet tutuyordu.

“Hoşgeldin.” Yana doğru çekildim, ona girmesi için yol açtım. O ise kapıya tutunarak ayakkabılarını çıkardı, içinden ise bir besmele çektiğini duydum, tıpkı zamanında Fırat amcanın yaptığı gibi. Fırat amca da her daim misafirliğe geldiği eve elinde dolu bir poşet ile gelir, besmelesini çekerek eve buyururdu. Şimdi daha iyi canlanıyordu gözümde, Oğuz büyüdükçe Fırat amcanın kopyası haline gelmişti.

İçeri girdikten sonra bir süre holde kaldı, nereye geçeceğini bilmediğinden olsa gerek elinde poşeti, üstünde ceketi ile bana baktı. Arkasında olduğum için ceketine dokundum çıkar dercesine, poşeti ile beraber elime verdi. “Sen salona geç istersen, geliyorum ben.”

Yavaş adımlarla salona ilerledi. Çocukluğumuz beraber de geçmiş olsa, yıllar sonra istemesek de yabancılık çekiyorduk birbirimize. Ya da belkide yabancılık birbirimize değil, şimdiki hayataydı. Çünkü bizim bildiğimiz hayat, en değerli dediğini senden alandı. Yıllar sonra seni buluşturan, yüzünü güldüren değil.

Mutfağa geçtim, poşete baktım. Tulumba vardı, ikinci yaşam sebebim. Makaron severdik elbette, ama Türk tatlısı bir başkaydı arkadaş!

Tabağa biraz tatlı koydum, tepsideki çaylarla beraber salona taşıdım. Evin en ferah odası salondu, orada çalışırdım çoğunlukla. Şimdi ise Oğuz vardı bu salonda, evin her bir köşesi ferahtı artık.

Oğuz, koltuğa oturmuş, yemek masasının üzerindeki bilgisayarım ve defter yığınıma bakıyordu. Odaya girer girmez bakışları bana döndü. “Bunuda unutmamışsın.” dedim gülerek, tatlıyı kastediyordum. Kafasını yana doğru salladı, ‘unutmadım’ diyordu.

Koltukta yanına kuruldum ama aramızda mesafe vardı. Yakındık, bir o kadar da uzak. Şimdilik, bu bile kafiydi aslında.

“Evi sen mi dizdin?” diye sordu, başını geriye atmasına rağmen gözleri bendeydi.

“Gece’yle dizdik. Onunla beraber kalıyoruz, İngiltere’de yanımda olan arkadaşım.” Onaylarcasına baş salladı. Daha resmi olarak tanışmamışlardı, Gece Oğuz’un kim olduğunu biliyordu lakin Oğuz onu tanımazdı.

“Yakın arkadaşın mı?” diye sordu.

“Sadece yakınım değil, başka annenin rahminden doğan kardeşim.” Gençliğimiz geldi aklıma, çocukluğumuz. Gece ne de güzel örtmüştü kanayan yaralarımı. Onun da beni kardeşi gibi gördüğünü biliyordum, özellikle de ölen kardeşi gibi.

“O da seni öyle görüyor herhalde?” Oğuz’un kuşkuculuğu da cüssesi gibi artmıştı. Günden güne nelerin değiştiğini öğrenmek çok hoşuma gidiyordu. Kim bilir, belki de oturup konuşmamız gerekiyordu sadece.

Minik bir nefes verdim, gülümsedim. En sevdiğime diğer bir en sevdiğimi anlatabilme lüksü ne de güzelmiş. Hayatta tek bir seveninin olmadığı Yansı, şimdi en sevdiklerine anlatıyordu onları.

“Evet, hatta belki de o daha fazla.” Sorgularcasına baktı bana, ne dediğini okuyabildim.

Nasıl yani?

“Çok detay bilmiyorum, bir gün üstünkörü anlatmıştı. Gece yetimhanede büyümüş, bir süre sonra kardeşi de gelmiş, ama çok hasta olduğu için bir ameliyatta kaybetmişler. Onunla tanıştığımda çok içine kapanık, çok sinirli, duvarları kocaman kocaman olan bir kızdı. Hala öyle, ama bana değil. Galiba beni kaybettiği kardeşi yerine koyuyor. Her yıl aynı günde bana hediye alır mesela, annem yanımda olmasa bile o bakar bana, ben istemesem dahi ablam olur. Oysa biz aynı yaştayız Oğuz.” Oğuz dikkatlice beni dinliyordu, benim ise gülümsemem yerini acı bir tebessüme bırakmıştı.

Masadaki tatlıya değdi bakışlarım. Tatlı yiyelim tatlı konuşalım mottosundan ilham alarak koca bir tulumbayı Oğuz’un ağzına tıktım. O ise beklemediğinden olacak öksürdü. Adamı boğdun be kızım.

“Kız, yavaş.”

“Yok bişi yok, maşallahın var. Boğaçhan gibi adamsın, maşallah!” Sırtına hafifçe vuruyordum. Oysa bu sadece utancımı örtmek adına yaptığım bir şeydi, dudağımı istemsizce dişledim. Koca adam tek bir tulumbayla kıpkırmızı olmuştu.

İstemsizce yakınlaşmıştık, dizlerimiz birbirine değiyordu. Öylece kaldık. Ne o geri çekildi, ne de ben. O sırada boynunun bir kısmından başlayan ve aşağı doğru indiğini tahmin ettiğim bir morluk gördüm. “Burana ne oldu?” Elim istemsizce boynuna uzandı, lakin o ellerimden tuttu ve kendini geri çekti. Şaşkınlıkla bakıyordum karşımdaki adama. Tek kaşım havalandı. Çok şükür ki stresli olduğu durumlarda salağa bağlayan bir tek ben değildim.

“Nereme?”

“Götüne, Oğuz! Nerene olacak boynuna.” Ellerimi tutan ellerinden kurtulmaya çalışıp boynuna bakmaya çalıştım fakat bu neredeyse imkansızdı. Ona ulaşabilmek için dizlerimin üzerine kalktım, yine de bakamadım.

“Yalnız, götüm orada değil.” Debeleşirken bu sözüyle durdum. O kıkırdıyordu ama ben sinirliydim. Yalandan şaşırmış gibi ağzımı açtım. “Vay canına, ne diyosun? Ben de yıllardır stajımda neyi eksik bildiğimi sorguluyordum!”

Koltukta debelenmeye devam ettik, boynuna artık kesin olarak bakmam farzdı.

“Çıkarayım mı üstümü, daha rahat bakarsın.” Göz kırptı, ben ise kafasına hafif bir silke patlattım. “Oğuz!”

“Ya, güzelim bir dur. Tamam. Allah için dur, düşeceksin şimdi.” Onunla debeleneceğim diye koltuk ucuna kadar sürüklendiğimi fark etmemiştim, bir elinin belimde olup beni tuttuğunu ise ancak şimdi fark ediyordum.

“Tamam, bak boynuma.” Ben hala dizlerimin, hatta neredeyse de onu üzerindeydim. Ellerimi bırakması ile tişörtünün yakasını hafifçe sıyırdım, boynundan aşağı doğru inen bir yara ile karşılaştım. En az iki gün önce pansuman yapılmıştı. İçim acıdı, ben doktordum oysa. Alışık olmalıydım.

Tişörtünün içinden yaranın devamını görmeye çalıştım fakat göremedim, beni anlamış olacaktı ki tişörtünü tek hamlede çıkardı, şimdi net bir şekilde ortadaydı yarası. Uzun ince bir iz. Dokunmak istedim, parmak ucum yakınlaşsa dahi acıdan inledim. O değildi canı yanan, bendim. Onun yarası kabuk bağlamıştı zaten, yara ile ilk karşılaşan bendim.

“Acımıyor Yansı.” Gözlerine baktım, o zaten çoktan yüzüme odaklıydı.

“Hiç mi?”

“Hiç. Merak etme.” Eli topuzumdan fırlamış saçımda gezindi. Ben ise artık dayanamıyordum onu yaralı görmeye. Bu yaralar sakarlık yarası, düşme kalkma izleri değildi. “Oğuz.” dedim.

“Hm?”

“Bir şey soracağım ama dürüst olacaksın.” Cevap vermedi. Söz veriyorum demedi, onun artık sırları vardı.

“Sen astronom olacağım derken kendini Star Wars’da sanıyor olma.” Yüzüme şaşkınlığını belirtircesine baktı. “Bunlar hiç normal yaralar değil. Sokak çetesine falan mı karıştın yoksa?”

“Otuz küsür yaşında adamım Yansı, ne çetesi be güzelim.”

“O zaman bunlar ne Oğuz?” Huzursuzlukla baktım vücudundaki yaralara. Çoğu kötü bir dikim sonucu iz bırakmıştı. Neredeyse hepsi derin, cerrahi dikiş isteyen yaralardı. Ben kaşlarım hüzünle bükülümüş bakarken ellerimi avucunun içine aldı.

“O zaman bu yaralar ne? Oğuz, bunlar ne?” Vücudundaki yorgan ipi misali dikilmiş izlere dokundum, bakarken yandım.

Cevap vermedi, sessizliği aslında tek cevaptı. İşte bu yüzdendi korkularım, ben Oğuz’a koşsam da kaçsam da aramızda olan bu sırlar bizleri her daim eksik, biraz da uzak bırakacaktı. Bizler, kendine karşı dahi susan, birbirine geç kalmış iki çocuktuk.

“Bana gerçekten ne yaptığını söyleyecek misin?” Derin bir nefes aldı, yüzünden bu konunun bende olduğu kadar onu da nasıl yıprattığını görebiliyordum. Ne söylemiyor ise, gerçekten çok ciddi olmalıydı. Bana bildiğim şeyleri söyledi en baştan.

“Yansı.” dedi kısık sesle, oturduğu yerde bana döndü, ben ise dizlerimin üzerinde ağzından çıkacak her bir harfi yakalamaya hazırlanmıştım. Bir insanı dinlemeyi sevmek değildi bu, bir insanın her bir harfine olan özlemdi belki ya da sesine hayran kalmaktı. Bilmiyorum.

“Ben astronomum, bu bir. Ve evet, bazı sırlarım var, olmak zorunda. İkincisi, bu yaralar benim canımı yakmaz, ama senin tek bir göz yaşın beni boğar.” Dediklerini kalbimde bir yumru ile dinledim. Çok istedim dürüst olsum, on sekizindeki Oğuz olsun. Olmadı. Belki de olmamalıydı, belki de artık değişimi kabullenmeliydim. Bir o kadar gerçeği bilmek isterken, bir o kadar da yıkılmaktan korktum.

“İşte bu yüzden sana söyleyemem. Seni koruyabilmem için susmam gerek.”

Dudaklarım büküldü, söylemeyecekti ne saklıyorsa. Ama ona o kadar alışmıştım ki, küssem dahi kendime zincirleyesim, dibine yapışasım vardı. Benim, Oğuz’a ihtiyacım vardı.

“Ben korurum kendimi. Asıl sen ilk önce kendini koru.” Bu dediğime dudağı kıvrıldı ama gözlerinde aynı hüzün hüküm sürüyordu.

“Sana yemin ederim, her şeyimle sana gelmek istiyorum, her an, her dakika. Çıkmıyorsun ki aklımdan. Tek bir kelamım dahi yalan olmasın istiyorum.” Parmak uçları yanağımda geziniyor, okşuyordu. Ben de konuştukça onun dibine sokuluyordum. Aslında uykum yoktu lakin kollarının arasında mayışmıştım, bir sarhoş olmuştum.

“Yaraların acıyor mu?” Tekrar tekrar sordum. Ellerim gezindi izlerin üzerinde, kabuk bağlamıştı bir çoğu. Bazıları kurşun yarasıydı, bazılarıysa bıçak. Ona öyle sarılıyordum ki, sanki ne kadar kollarıma alsam o kadar koruyabilirdim, yaralarının acısını kendime alabilirdim. İşte bu duyguya ne denirdi bilmezdim. Şefkat, sevgi veyahut aşk belki? Bilemezdim, bilmiyordum. Ama öğrenmeyi, onunla öğrenmeyi, çok istiyordu bir yanım.

“Dediğim gibi, benim yaralarım acımaz, Fındık. Ama sana gelebilecek olan tek bir çizik kalbimi acıtır, yakar, kül eder.”

Bir süre öyle kaldık, konuşmadık. Ben kafamı onun omzuna yasladım, gün batarken vücudunda açılmış her bir yaraya dokundum, izimi bıraktım. Bende açmayan çiçekler onda açsın diye dua ettim. En son hatırladığımda güneş batıyordu, evimin duvarları pencereden süzülen turuncu ışıkla boyanmıştı. Aynı anda kolumda Oğuz’un eli vardı, yavaş bir ritimle sıvazlıyordu kolumu. Kapattığım gözlerimi tekrar açtığımda hava kararmıştı, bense hala onun kollarındaydım. Uyandığımda hala beni sıvazlamaya devam ediyordu. Mayışık bir halde, gözlerim yarı kapalıyken konuştum.

“Ne kadar uyudum ben?” Dağılmış saçlarıma götürdüm ellerimi, düzeltmeye çalıştım. Oğuz’un hala üstü çıplak, saçları ise uzandığı için dağınık olduğunu görünce paniği bıraktım.

“Çok değil, kırk dakika falan uyudun.”

“Ay, özür dilerim. Ben yorulmuşum herhalde.” Hala mayışık bir haldeyken yine kollarına çekti beni, sarmaladı. Saçlarımı kokladığını hissettim, ardından kafama minik bir buse kondu.

“Yansı.” dedi kısık bir sesle. Tok sesine hala alışmaya çalışıyordum. Daha varlığına bile şaşırdığınız bir şey nasıl iyilik sebebiniz olabiliyordu? Daha dün olmadığını bildiğiniz biri nasıl bu zamana kadar her daim yaralarınızı kapamıştı? Nasıl mümkün dü bu kadar bağlılık?

“Yansı’m.”

“Ben bir süre olmayacağım. Aklın kalmasın.” Bir öpücük daha yerleştirdi saçlarıma, gitmeden önce bir kez daha kokladı. Ben de onun saçlarından öptüm, en çok ona sarıldım, en çok ben sarıldım. Sımsıkı tuttum, biliyordum, yine gidecekti. Ama evet, dönüp dolaşıp yine bana gelecekti.

Tam o sırada kapı çaldı, gelen kişi Gece olamazdı. İkimiz de anında kapı yönüne pür dikkat kesildik. Yavaşça kapının deliğinden baktım, gelen Dilruba’ydı.

“Bu kim? Bu saatte niye burada?” İkimiz de hafif panik ve şaşkınlıkla kapının arkasında duruyorduk. Daha doğrusu panik olan bendim, şayet Dilruba da Oğuz’u tanımayanlar grubuna dahildi. Oğuz’da daha çok şaşkınlık ve sinir hüküm sürüyordu.

“Sen gençken böyle değildin, daha bi sakindin. Hayırdır?” Tek kaşımı kaldırmış, ona bakıyordum. Şaka yapıyordum elbet ama yinede söylediğimin arkasındaydım.

“Biz hala genciz güzelim.” Bana bakarken göz kırptı, çarpık gülümsemesi yüzüne geri geldi, Oğuz gülümsemesi.

Göz devirmekle yetindim, kapıda bekleyen arkadaşımı daha da bekletmeden iki katım olan adamı odama doğru iteklemeye başladım. “Gelen Dilruba, arkadaşım. Hadi, çık şu camdan, arka bahçeye bakıyor, ağaçlık alan görenin de olmaz.”

Panik bir şekilde odamda bulunan camı açtım, geriye döndüğümde ise şimdi giyinik olan adamın etrafa bakındığını gördüm. Aslında onu yıllar sonra odamda görmek kalbimi ısıttı, normal şartlar altında olsaydık heyecandan bayılabilirdim bile. Ama şimdi biraz acelemiz vardı.

“Oğuz!” Sakince, yüzünde minik bir gülümseme ile etrafa bakınmaya devam etti. “Valla sözüm olsun, bizzat oda turunu ben yapacağım, şimdi gitmen lazım. Yallah!”

Oğuz, ironi ile bir elini şalırmışçasına göğsüne koydu. “Sana inanamıyorum Yansı, Neslihan teyzemin misafirperverliği hiç aktarılmamış! Resmen kovuluyorum. Aşkolsun.”

“Bir, kovmuyorum, sadece beklenmedik bir misafirimiz var. İki, annem misafirden nefret eder.”

Ağzım konuşurken ellerim hala itekliyordu. Son kez yanağına minik bir buse bıraktım. Bir anlığına boşluğuna gelmiş olmalı ki pervazında durduğu pencereye sıkıca tutundu düşmemek için. “Bak valla gitmem, bi dur kızım ya.”

Güldüm bu haline, Dilruba kapıda kalmıştı ama biz burada hala ayrılamıyorduk. Kaç gün uzak kalacaktım ondan, onu da bilmiyordum.“Hadi git artık, valla kız kapıda kaldı.”

“Allah’a emanet ol.” Alnımdan son kez öptü.

“Sende.”

Döndüğü zaman tekrar sayacaktım her bir yarasını, on üç adet derin izi aklıma kazımıştım bile. On dört olduğu an kavga çıkaracatım. Çünkü ha onun vücudu yaralıydı ha benim kalbim, yüreğimiz bir atıyorken ne farkı vardı ki?

Odadan çıktım ve kapıya doğru koştum. “Dilruba’m! Kusura bakma tuvaletteydim. Çok özür dilerim.”

“Ne özrü aşkım sende, saçmalama.” Sarıldık, içeri geldi. Salona gittiğimizde uyumadan önce sehpada duran tatlı tabakları yoktu, Oğuz kaldırmış olmalıydı. Dilruba kendini koltuğa bıraktı. Hala işte giydiği beyaz saten gömleği ve siyah pantolonu üzerindeydi. Esmer teninde inci misali parlıyordu saten kumaş.

“Ay, geberdim yorgunluktan.”

Aynı şekilde bende yanıdaki koltuğa attım kendimi. Hala Oğuz etkisi altındaydım.

“Dökül.” dedim.

Bir süre konuşmadı, yorgunluk üzerine çökmüş olacaktı ki gözleri de kapanmıştı.

“Bir kadın var, bayağı zorluyor ama vakıflara tanıtıyor beni. Kankan ünlü oldu kız! Önümüzdeki süreçte bakalım artık, galalara davet edicek mi.”

“Eder eder, benim kankam en yeteneklisi.”

“Ya, salak.” Aramızda şakalaşıyorduk dertsiz tasasız. Dilruba mezuniyetten beri arkadaşımdı. Çok nadir görürdüm onu diğerlerine nazaran. Sabah akşam çalışıyordu. Neredeyse her gece atölyede kalıp dikim ve tasarım bitiriyordu. Sayılı buluşmamıza gelebilmişti bu zaman kadar.

“Yansı.” dedi birden bire, ikimiz de birkaç dakikadır beyaz tavana bakıyorduk.

“Hm?”

“Senin üzerinde çalıştığın tez nasıl gidiyor? En son bayağı yaklaşmıştın bitirmeye.”

“Evet, işte az önce yine üzerinde çalışıyordum. Eğer teori kısmı kadar güçlü olursa modeller, belki kongreye bile konuşmacı seçerler.”

“Kalp kapakçıkları hakkındaydı, değil mi?”

Onaylamak adına baş salladım. “Hayırdır, neden sordun?”

“Hiç, öyle bilgisayarını görünce geldi aklıma. Gece nasıl?”

“Nöbette, yorgundur büyük ihtimalle. Şu aralar baya ekstra nöbete kalıyor. Aklı karışık.”

“Neden?”

“Bilmem. Biliyorsun Gece’yi. Kendisi anlatmazsa kimse ağzından laf alamaz. O isterse bana anlatır zaten. Biraz fazla düşünceli şu aralar.”

Dilruba çatık kaşlarla bakıyordu boşluğa, aynı anda her bir yanına bakıyordu evin. “Neden sordun, bir şey mi fark ettin Gece’de?”

“Yok ya, senin dediğin gibi bende biraz yorgun gördüm geçen gün. Sorayım dedim. Ben sorduğumda geçiştirdi beni de.”

“Neyse.” dedi birdenbire. Hışımla ayağa kalktı. “Ben gidiyom. Çok işim var.”

“Daha şimdi geldin, nereye?”

“Şu bahsettiğim kadın var ya, onun bir elbisesi var taş bezeli. Ayarlamaları yapmam lazım sabaha kadar. Hadi eyvallah!”

Tam kapıya gelmişken durdu, yüzünü bana döndü. “He bu arada, Sinan beni Antalya’daki defileye davet etti. Bir iki gün orada olacağım.”

“Vaay, yakışır kız! Gitmişken biraz kal bari, geberdin burada.”

“Doğru diyosun, dur bi rezervasyon yaptırayım. Sen de gel istersen?”

Yalandan ağlamaklı bir ifadeye büründüm. “Keşke!” Başımla masadaki bilgisayarımı işaret ettim. Bu ona yeterliydi.

“Sen bilirsin birtanem. Hadi öptüm.”

Kapıdan geçirdim onu, vedalaştık. Herkes bir yerlere kaçıyordu. Ben ise bir sandalyede saatlerimi geçirmek durumundaydım. Ah hayat, umarım ödettiğin bedellerin mükâfatını da vereceksin bir gün bana!

Saat akşam on bire yaklaşıyordu. Tekrar kuruldum masama. Bizleri çalışmak kurtaracaktı, çalışmak!

 

 

“Şimdi siz manita mısınız değil misiniz?”

Ateş’in restoranında, barda oturuyordu tim. Saat gecenin bilmem kaçıydı, lakin bar hala kalabalıktı. Oğuz, Yansı’nın yanından ayrılınca buraya gelmişti. Ondan bahsedince de Atlas’ın ağzı kapanmak bilmemişti.

“Yani, galiba.” Oğuz da bilmiyordu. Kesin olarak aralarında bir şey vardı, lakin hala resmi olarak sevgili olmamışlardı. “Öyledir herhalde.” Kuşkuyla karşısındaki adamlara baktı Oğuz, Atlas mükemmel bir şekilde şüphelendirmişti onu. “Öyle olmalı, değilse de olacak.’

Atlas, sabır çekti. Karşısındaki bu adamın çaylaklığından ötürü içkisinden bir yudum aldı. İyi hoş adamdı, çok da güçlüydü. Ama konu aşk olunca, bir o kadar salaktı. Gerçi, aşk denen güç karşısında kimin kol bükmeye gücü yeterdi?

“Sen bu kıza karşılaştıktan sonra adım attın mı?”

“Attık tabi oğlum, daha az önce geldim yanından diyorum.”

“Yok, onu demiyorum. Karşısında geçip sordun mu, teklif ettin mi?”

Durdu Oğuz. Onu yıllar sonra tekrardan görünce teklif denen şey aklına bile gelmemişti. Direk devam etmişti Oğuz, bütün ayarları bozulmuştu haliyle. Koca istihbarat ajanı, tek bir kız yüzünden neredeyse adını unutacaktı. Yüreği hak etmiş miydi bu kadar ağır bir aşkı?

“Etmedin dimi lan, kızı görünce apaşık kaldın a böyle!” Elini konuşmasını desteklemek adına kaldırmış, yüzüne avucunu açmıştı.

Oğuz sadece göz devirdi. Timin en romantik adamıydı Atlas, o nedenle ağzını kapadı. Boş konuşuyordu ama haklı konuşuyordu.

“Oğlum, bak şu adama, bak şu karizmatiğe!”

Yanlarında oturan ve elinde gülerek telefonuna bakan Ethem’i işaret etti, iki eliyle çenesinden kavradı. Tabi bunu yapmak için ekstra bir güç sarf etmesi gerekti.

“Bak şu sarhoşa! Adam iki saattir aynı hikayeye gülümsüyor. Adamın götü çıktı kızı alacağım diye. Ethem’im, kaç sene sürünmüştün tam olarak tekrar söyler misin?”

Başını telefonundan kaldırdı, Aylin’in kendini paylaştığı hikayenin ekran görüntüsünü aldı ve kapattı. Aklına, Aylin’in peşinden koştuğu zamanlar gelince gülümsedi.

“Üç buçuk yıl.” Hakan barın arkasından sırıttı. Ethem’i en uzun zamandır tanıyan kişi oydu. Çok iyi biliyordu daha tim kurulmamışken dahi Ankara’da ilk görüşte nasıl vurulduğunu Aylin’e.

“Bak şimdi.” dedi Atlas. “Taktı yüzüğü Aylin patrona, evli barklı karısı yapıyor sevdiğini! Helal olsun lan sana.” Alnından öptü Ethem’i, Ethem ise karşılığnda yanağına hafif bir silke patlattı. “Gurur duyuyorum seninle. Az biraz şuna da öğret bir şeyler, elimizde kalacak.”

Masadaki sigara kutusunu kafasına attı Oğuz, Atlas’a şu an kutunun yapıldığı ağacı atsa dahi susturmaya yetmezdi.

“Yansı yengeyi tanımam ama Oğuz’u sevdiği belli.” dedi Ethem.

“Harbi lan, biz niye tanımıyoruz müstakbel yengemizi. Tanıtsana oğlum bizi. Yoksa utanıyon mu bizden?”

“Sen dahil misin o ‘biz’e?”

“Yazıklar olsun, Oğuz.”

O sırada restoranın arka tarafından sivil kıyafetlerini giymiş olan Ateş yaklaştı. Eliyle saçlarını karıştırarak geliyordu bara doğru.

“Hoş geldiniz.” dedi arkadaşlarına. Onların aksine, Ateş hep mutfağındaydı.

“Şefim! Hoş bulduk.” dedi Atlas.

Hakan, Ateş’e de bir bardak uzattı. Yanlarına oturdu ama ne bakışları ne de dikkati arkadaşlarındaydı.

Oğuz, Ateş’in baktığı yöne baktı. Siyah saçlı bir kadın ve Bülent denen it vardı. Hakan’ın ilk zamanlar gördüğü gibi, yine beraberlerdi. “Hayırdır?” dedi Oğuz. Ateş’e bakıyordu. Adına nispet gerçekten de gözlerinden alevler püskürtecek kadar ciddi ve sinirli duruyordu, içkisini ise çoktan bitirmişti.

“Hiç.” dedi sadece, bardağını doldurması adına yeniden Hakan’a uzatmıştı. Hakan ise tek kaşı kalkık bir biçimde baktı kor kor yanan asama.

Bu gece yine iş başa düşüyor anlaşılan.’ diye geçirdi içinden Hakan. Aldığı bardağı tekrar doldurdu.

Havayı değiştirmek adına konuştu Atlas. İşte bu oydu. Kararan her bulutu etrafı aydınlansın diye bizzat dağıtmaya çalışmaktı Atlas’ın doğası, sonra onu saran kara bulutları gölgesi gibi gösterip odadaki en yüksek kahkahayı atmak demekti Onur Atlas Coleman olmak.

“Oğlum, hepiniz aşık mı oldunuz lan!”

Ateş, gözlerini diktiği kadına bakmaktan vazgeçmedi lakin soruyu da cevapsız bırakmadı. “Öyle bir şey değil, boş konuşma.”

“Nasıl bir şey tam olarak Ateş’ciğim. Azıcık aydınlatır mısın bizi? Yoksa görevine olan aşkından mı gözlerini ayırmıyorsun zaten takibe aldığımız kadından?”

“Evet, aynen ondan.”

Bülent denen itin Gece’nin yanında olmasından hoşlanmıyordu Ateş. Düşüncesi bile mide bulamdırıcıydı hatta. O sırada içeri Aybüke girdi, saçları örülmüş, sivil kıyafetlerini giymişti. Masaya doğru ilerledi. “Aybüke başkan!” dedi Ali sindiği köşeden.

“Selam. Aylin yok mu?”

“Evde, gelmek istemedi.” dedi Ethem. “Ben de istemiyordum da sürüklendim.”

“Ay götüm, iki dakika ayrı kal be, iki dakika! Merak etme kaçmaz.” dedi Atlas. İçkisini kafasına dikti.

“Biz de Oğuz abimin sevgilisinden konuşuyorduk.” diye açıkladı Ali Aybüke’ye. Aybüke ise Oğuz’un Yansı ile sevgili olduklarını bilmiyordu, şaşırdı.

“Sevgilin derken? Yansı mı?”

“Siz tanıyor muydunuz başkanım?” Şaşkınlıkla sordu Ali.

Bunun cevabını Aybüke yerine Ethem verdi. “Karşında koskoca MİT müsteşarı, operasyon başkanı var. Giydiğimiz donun rengini bile biliyordur. Pardon başkanım.”

Bir süre konuşmadılar, Ateş ise restoranında yemek yiyen ikiliye bakıyordu hala. Elinde olsa gebertecekti Bülent itini ama elinden hiçbir şey gelmedi. Zaten Gece’ye de asla yaklaşamıyordu. Bu operasyonda Gece kendine duracak bir ateş hattı seçmişti, diken üzerindeydi.

“Neyse. Sabah toplantımız var. Akşamına yola çıkıyoruz. Hiçbirinizi kafası dağınık görmek istemiyorum.”

“Eyvallah.” dedi Ethem. O sırada Atlas sessizleşmişti. Bunu ise Oğuz fark etti. “Ne oldu lan, bülbül gibiydin az önce. Aşık mı oldun yoksa lan.” dedi kendisini taklit ederek.

“Evet, oldum. İsmini versem ayarlar mısınız?” diye kinaye ile sordu Atlas. Lakin kimse beklemiyordu böyle bir cevabı, Aybüke de dahildi buna.

“Cidden mi yoksa yine salak salak dalga mı geçiyorsun.”

Az önceki neşesinin yerini durgunluk esir almıştı Atlas’ı. “Çok güzel bir hatun var, böyle kahverengi saçları var, uçlarında sarılar. Gözleri ceylan gibi. Ateş mübarek.”

“Ama?” diye sordu Ethem.

“Aması, nazlı.”

“Sen son naz bükücü değil miydin lan? Hangi dağda kurt öldü.”

İçkisini yudumlarken derin bir nefes aldı, içtiği her yudum iz bırakarak, acıtarak geçti boğazından. “Kurt, bir ceylan karşısında kuzu oldu, olan da kurda oldu.”

“Onur abi, sensin dimi?” diye sordu Ali.

Tim şaşkınlığını gizleyememişti. Her daim her şeyi şakaya vuran, istediği her kadına ulaşan Onur Atlas, şimdi bir restoranın barında üzüntüye içiyordu.

Ters bakışlarla ajanlarını izleyen Aybüke, uzun süren sessizliğinden sonra konuştu. Her bir yanı aşk kokan ekibi boğmuştu onu. “Dikkat et, o ceylanı başka kurt kapmasın.”

Atlas, kafasını gömdüğü masada dikleşti, elindeki bardağı masaya bıraktı, gayet ciddi bir şekilde cevapladı Aybüke’yi. Bu sefer şaka yoktu.

“İşte o imkansız, başkanım.“

“Bu kadar emin olma kendinden.” Aybüke’nin neşesi yerine gelmişti, genelde her şeyi dalga konusu yapan bu ajanı kendi silahı ile vurmak amaçsız bir keyif vermişti ona.

“Ben, bir ağlarım, iki üzülürüm, üçüncüde alırım, başkanım. Öyle bir huyum var maalesef. Siz de bu yüzden almadınız mı zaten ekibinize.”

Güldü Aybüke, hatta baya içten geldi gülüşü. Nadiren sergilediği bu gülüş, eğlendiğinin somut kanıtıydı.

“Diyorsun. Anlattığına göre kız baya zor gözüküyor. O senin dediğin ‘bir zıpla, iki zıpla, üçüncüde çakıl’ a dönüşmesin, bak üzülürsün sonra.”

Ortama çöken gerginlik herkesin damarlarına işlemişti. Ali, bir yandan tırnaklarını kemiriyor, Ethem tek kaşı havalanmış bir şekilde ekip arkadaşlarını izliyor, Oğuz ise Hakan gibi, sessizliğini koruyordu. Bu sefer Atlas da bir kahkaha saldı ortama. Başkanı pis oynuyordu, ve o hiçbir baskının altında kalmazdı. Aybüke’nin tam olarak bilmediği tek şey, Atlas’ın kesinlikle kolay bir lokma olmadığıydı. Arkadan yükselen müzik bastırıyordu konuşmaları. Ateşler püskürten bakışlar, karışık akıllar, aptal duygular bulutu saruyordu ortamı. Amaçsız bir kavgaya tutunan Aybüke ve Atlas, hala bir masada yemek yiyen Gece’yi izleyen Ateş, aklı Yansı’da olan Oğuz, ve kalbi deli gibi sevdiğini görmek için atan Ethem sadece birkaç saat sonra hiçbir şey olmamış gibi operasyona devam edecekler, belki de intikam için şehadet şerbeti içeceklerdi.

“Peki o zaman, iddiaya girelim.”

Aybüke, serçe parmağını uzatan adama en ters bakışıyla baktı. İddia mı, gerçekten mi?

“Eğer, ben kızı üç aya kadar sevgilim yaparsam, istediğimi yapacaksın. Ama ne istersem sorgulamadan yapmak zorundasın, başkanım.”

Aybüke, gözlerinde yer edinen aynı kinaye ile baktı Atlas’a. “Çocuk muyuz?”

Yine güldü Atlas, belki de alkolün etkisiydi, bilmiyordu. Lakin kendinde değil gibiydi, etkisinde olduğu kadın ona başkanı karşısında cesaret veriyordu.

“Korkuyorsanız asla zorlamam, başkanım.”

Hışımla hareket etti Aybüke, tıpkı karşısındaki adam gibi kolunu uzattı ve serçe parmağını adamınkine doladı. “Peki ya ben kazanırsam?”

“Ne istersen, başkanım.”

“Tamam, kabul. Ama kaybedersen acımam, sevgili Alastan.”

“Asla.”

“Oğlum, emin miyiz lan bu Bülent itinin sadece iş yaptırdığından!” diye patladı Ateş, daha az önce iki cepheli bir savaş ortamına kıskançlık ve öfke bir alev topu misali düşmüştü.

“Lan, gerizekalı şefim benim, beynini peynir ekmek niyetine yiyen beyinsizim, lan sanane!” dedi Atlas oturduğu yerden. Şayet Ateş de grubun geri kalanı gibi tüm dikkatini başka olaylara vermişti. Kimsenin aklı yerinde değildi. Vatanı korumaya ant içmiş birkaç kahraman, işte kendilerinden sandıkları gölgeler tarafından esir alınmıştı; aşk.

“Korumamız gereken bir sivilden bahsediyoruz burada, nasıl bu kadar rahatsınız?”

“Kadının bu itlerle iletişim kurduğunu öğrendiğimizden beri izlettiriyoruz zaten, Ateş. Biz de biliyoruz onun sadece korumamız gereken bir sivil olduğunu ve asla ama asla yakınımıza alamayacağımız bir şüpheli olduğunu. Sen de biliyorsun bunu zaten, değil mi?

Son kısmı bastırarak söyledi Hakan, kardeşi dediği bu adamın imkansız bir kadın yüzünden işini riske atmasını istemiyordu. Ateş ise kimseye söylemese de, hatta kendine bile itiraf etmese de geceleri çöken ay misali tutulmuştu bir kara sevdaya. Daha farkında değildi. Daha kendini bilmiyordu. Bilecekti. Zamanı vardı hala yaşamak adına, şayet işte gerçekler kendi akıllarında kabul olduğu anda bir yağmur bastıracak, sel basacaktı. Ama hava, bugün de açık, bugün de günlük güneşliydi.

“Ya kadın da bu şerefsizlerle çalışıyorsa?” diye bir soru sordu Ali oturduğu yerden.

“Saçmalama.” dedi Ateş, ama içine düşmüştü o kurt bir defa. Şimdi onu günlerce, hatta belki de haftalarca aynı kurt kemirecek, yüreğini ezecekti.

“Neden olmasın?” dedi Oğuz. Yansı’nın yakın arkadaşı olduğunu öğrendiğinden beri diken üzerindeydi. Elinde olsa ayrı eve çıkartacak, Gece denen bu kadın temize çıkana kadar da izole tutacaktı lakin yapamazdı. Çünkü, onlar hala sadece arkadaştı. “Kadının daha geçen gün izini kaybettirmeye çalışarak malikaneye gittiğini biliyoruz.”

Ateş, bunu bilmiyordu. Gece’nin malikaneye gittiğini öğrendiğinde dikleşti, tamamen Oğuz’a çevirdi bedenini. “Benim bundan niye haberim yok?”

“Sanırsam bunun hakkında tek bilgisi olmayan sen değilsin, Ateş.” dedi Ethem. Hakan da aynı şekilde sorgulayıcı ifadesini takınmış, konuşması adına Aybüke’ye bakıyordu.

“İşte, yine sizin bilmediğiniz lakin benim bildiğim bir şey daha. Bilmeniz gereken her şeyi sabah anlatacağım zaten. Ha, bu arada. Eğer öğrenmemişseniz, bilmeniz gerekmiyor demektir. Bunu da zaten size yıllar önce öğretmiş olmalılardı. Konuyu kapatın. İyi geceler.” Aybüke masadan ayrıldı, saat gece ikiye geliyordu. Evine gidip uyumak, sabaha dinlenmek istiyordu. Arabasına doğru ilerledi, içine girdiğinde ise karanlıkta derin bir nefes aldı. Üzerinde dünya yükü, omuzlarında koruması gereken insanların umutları vardı. Aybüke, kalbini çıkartmış, sadece aklını kullanmaya alışmış, vatan için en çok kendinden vazgeçmiş biriydi. Belki, o da içerideki ajanlarının yanında, tasarlanmış kimliklerin arkasında dinlenebilir, biraz da olsa hayata karışabilirdi. Eski o olsaydı, yapardı. Ama yıllar önce çıkarılan bir yüzük ile beraber gitmişti benliği. Geriye, koruması gereken insanlar ve vatanı kalmıştı. Aybüke’nin atan kalbi, bir alyansla beraber yok olmuştu. Arabasını çalıştırdı Aybüke, operasyon binasına doğru yol aldı. Her gece burada uyur, burada kalkardı. Aile diyebileceği tek bir insan dahi yokken, dört duvarlı odaya daha neden ihtiyaç duysundu ki? Bir koltuk, bir mutfak yetiyordu ona.

O sırada mutfak kısmına geçmişti Ateş, arkadaşları barda oturmaya devam ediyordu. O ise mutfak penceresinden yine aynı iki insana bakıyor, kendi kendini yakıyordu. Gece, her zamanki gibi katı, her zamanki gibi sert duruyordu. Eğer o karede sadece Gece’ye bakmış olsaydı bunun bir iş toplantısından ibaret okduğunu rahatlıkla söyleyebilirdi; fakat onun güvenmediği Bülent’ti. Son birkaç ayda anladığı bir şey vardı ise, o da bu itin beyninin şişirilmiş plastik olduğuydu.

Çeşmeye doğru ilerledi Ateş, avuç içine dolan suyu haşin hamlelerle yüzüne götürdü. “Kendine gel gerizekalı. Sanane elalemin kızından. İşini yap!”

Yandaki havluya uzandı, saçları dahi ıslanmıştı. Ellerini de aynı hışım ve sertlikle ovaladı. “Kadın seni tanımıyor bile a**** koyayım. Daha bir kez bile konuşmadınız. Kendine gel, salak!”

Ateş, az önceki masaya doğru ilerledi. Arkadaşlarına veda ettikten sonra Hakan’a seslendi. “Ben çıkıyorum, buralar sende.”

Restoranın otoparkında duran motoruna ilerledi, deri ceketini giydi. Kaskını da takmaya yeltenirken otoparkın kenarında duran siyah arabaya doğru ilerleyen Gece’yi gördü. Hemen arkasından da Bülent adındaki pezevenk geliyordu. Gece arkaya binmek için hareketlenmişti, o sırada ön kapıyı açtı Bülent, el mahkum oturttu kadını. Onlar göremese de, Gece’nin peşindeki ajanları kestirdi Ateş gözüne, sakin kalmaya çalıştı.

Normalde böyle değildi Ateş, ne olmuştu da adını bile daha yeni öğrendiği, varlığından yeni haberi olduğu kadını bu kadar merak eder olmuştu. Ona neydi? Araba hareketlenirken arkasından baktı, motorunun üzerine oturmuş, kaskını takmıştı. “Ağır savaşlar zayıflığı affetmez Ateş, kendine gel.”

İnce bir yoldu bu, herkes için ince bir ipti. Karşıdan gelen düşmana karşı ayakta kalmaya çalışanlar, gölge misali sızan duyguların esiri olmamak için çabalıyordu şimdi. Savaş, herkes için ikinci cephesini açmış, çetinleşmişti. Karşıdan Elmas geliyordu, her saniye biraz daha yakına. Lakin bir ipte iki cambazın oynadığını tarih ne zaman yazmıştı?


...

 

Herkese merhaba, nasılsınız? Umarım harikasınızdır, şayet ben yoğunluğun altında ezilmekten bir hal oldum.

 

Bu hafta Cuma günü bir tatilim olacak, geriye kalan bölümleri yazmaya devam edeceğim. Artık beş günde bir veya haftada bir bölüm atacağım, elimdeki çoktan yazılmış bölümler neredeyse bitti.

 

Bunun yanı sıra, neredeyse 1K okuyucuya ulaştık! Daha iki ay önceye kadar en yakın arkadaşıma mesaj ile yolladığım hikayeyi burada paylaşmak ve gerçekten okumak isteyen insanlara ulaşmak çok değerli, yeniden her birinize ayrı ayrı teşekkür ederim.

 

Artık monoton bölümlerden ayrılıyoruz arkadaşlar. Sizlere giriş bölümünde bahsettiğim Viraha şimdi başlıyor. Heyecan ve aksiyonun, alev alev yanan aşkların etkisindeki yeni bölümlerde görüşmek üzere❤️

Loading...
0%