@leeseaa
|
Aklım daha önce farkına varmadıklarımla dolmuştu, kendimi karanlığın içinde bulmuştum. Girmemem gereken yollara kimi zaman sapmıştım fakat kahinlerin müdahalesiyle hemen arkamı dönebilmiştim. Ne zamandır tapınağın içerisindeydim, ne zamandır kendimi bilinmeyen sulara bırakmıştım bilmiyordum. Bildiğim tek şey çıkmak istediğimdi. Kalbimdeki sancı yer edinmişti, günlerdir acısını büyütüyordu. Daha fazla görmek istemiyordum, katlanamıyordum. İçimi parçalıyor, beni yok ediyordu. Midemin bulantısı meditasyonun içinde bile kendisini hissettiriyordu. Koşuyordum, nefes nefese kalmıştım. Sadece aklımı kullanıyordum fakat çıkışı ararken bedenim bile yoruluyordu. Çığlık atmak, öfkemi başkalarından çıkarmak istedim. Fark edemediklerim beni hiddetlendirmemişti. Küçük bir çocuk gibi arkamı dönüp, kendime sarılıp içli içli ağlamak istiyordum. Karanlığın içinde durdum, çığlık attım fakat sesim çıkmadı. Parmaklarımın kavrandığını hissettim. Elimi tutuyor, beni kayboluşumdan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Onu hissettim, kahinin beni çekip çıkarmasına müsaade ettim. Daha fazla dayanamadım. Gözlerimi açarken boğuluyormuş gibi nefes çektim. Kendimi öne doğru atıp ellerimi yere koydum. Yedi kahin arkamda kaldı. Çıkış sürecinde dolan gözlerimden bir damla yaş süzülerek aşağı düştü, yere damladı. Göz yaşıma bakarken sinirden yanaklarım titredi. Omzumda kahinin dokunuşunu hissettim ama doğrulmadım. Savaşın nasıl sona ereceğini, belki de başlamadan bitirmenin yolunu bulmuştum ama savaş umurumda olan son şeydi. “O benim kardeşimdi!” Orduyu uyandırmamanın tek yolu Saya’yı büyüyü tamamlayamadan öldürmekti. Bu onun gücüydü, kara büyü onun sayesinde bu kadar canlı kalabiliyordu ve Saya’yla birlikte yok olabilirdi. Bana yaptıkları nefretimi körüklese de hiçbir zaman onu öldürebilecek kadar yürekli olmamıştım, Vaassar’ı üstüne salmak istemiştim çünkü benim onun canını göz kırpmadan alabilecek cesaretim yoktu. Fakat kahinler bana onun yaptığı her pisliği göstermişti. “Onu öldüreceğim. Onu Vaassar değil, ben yok edeceğim. Yaptığı her şey için pişman olacak, bana yalvaracak!” Ellerimi yerden çektim ama gözlerimdeki yaşı engelleyemedim. “Cassandra,” Yatıştırıcı ses tonu hiçbir işe yaramayacaktı. Avuçlarımla yüzümü kapattım. “Xin’i öldürmeye kalktı!” Sesim tapınağı titretti. “Xin’in benim için ne kadar değerli olduğunu biliyordu. Sırf acı çekeyim diye onu öldürmek istedi!” Soğuk odanın içinde intikamla yanıyordum. Xin’i öldürmeyi denemişti. Ondan bahsederken, Xin ile aldığım yolları kız kardeşime anlatırken, beni gülümseyerek dinlerdi. Kendim gibi acımasız bir siax bulduğum için sevinsem mi, yoksa üzülsem mi diye yorum yapardı ama en başından beri planları farklıydı. Onu uzaktan öldürmek istemiş, Xin’in üzerinde büyü kullanmaya kalkışmıştı. Xin, bana kara büyüyle bağlıydı ve onun canını alabilecek tek şey kutsal kılıçtı. Saya başarısız olmuştu ve yılanı öldürmeye çalıştığını anlamayayım diye bir daha denememişti. Zaten ilk denemesinde Xin’in kara büyüyle güçlendirildiğinin farkına varmıştı. “Xin’e dokunmaya kalkışan herkesin sonu ölüm olur. O, benim seçtiğim ailem! O ve Vaassar bana Saya’nın bağlı olmadığı kadar bağlılar.” Ayağa kalktım. “Koşulsuz sevgi. Ben ona istediğini veremesem, onları görmesem bile hala beni sevmeye devam edecekler! Elimden onları almaya kalkıştı. Beni öldürmeye bile çalışmış!” Hissettirmeden, küçük büyülerle bana dokunabiliyor mu diye test etmişti. “Yirmi yıllık koca bir yalan!” Önceden de acı vericiydi. Yaptıklarını gururla anlatması, Jhann’ın canını aldığını gülümseyerek söylemesi… Fakat görmek, acımı ona katlamıştı. “Onu bir şekilde kurtaracağıma inanıyordum. Asla affetmeyecektim, benden aldıklarını asla yerine koyamayacaktı ama yaşamasına müsaade edecektim. Onu pislikten çekip çıkarırım sanıyordum ama o, karanlığın ta kendisi.” “Öfkeni kontrol etmeyi öğren Cassandra.” “Öfkemi hissedecek olan tek kişi Saya.” Dayanamayıp bu işkenceye son vermiştim fakat görmem gereken her şeyi görmüştüm. Zioldra’yı hala davet etmemiştim, ona ulaşamamıştım. Saya’nın beni öldürmek için giriştiği çabaları görünce ejderha aklımdan uçup gitmişti. “Kaç gündür buradayım?” “Yirmi sekiz.” dedi beklemeden. Arthur ve Ephraim herkesi toplamış olmalıydı. Xilmari kralların ve kraliçelerin şimdiki durağıydı. Biraz daha bekleyeceklerdi. “Zioldra’yı bulacağım.” deyip onlara arkamı döndüm. “Beş güne daha ihtiyacım var. Ardından Xilmari’ye döneceğim.” Bağdaş kurdum fakat bu kez kahinler bana yaklaşmadı. Zihnimi Vaassar’a açtığım an dışarıdan onu izliyor gibi hissettim. Kıpkırmızı gözleri aklımda canlandı. “Bir canavar yaratacağım. Vaassar hayallerin ötesinde olacak. Saya’yı tir tir titretecek bir güç uyandıracağım. Zioldra, ona ve bana istediğimizi vermek zorunda. Göklere hükmeden ejderhanın dünyadaki yansıması olacak. Ona hayal ettiği pençeleri vereceğim ve süzülmek için kanatlara ihtiyacı kalmayacak.” ** Ava Bryann olarak kimlik değiştirdiğim noktada, en alttaki merdivenin tam önünde duruyordum. Saatler önce arayışım bitmişti, Zioldra beni dinlemişti ama tapınaktan hala çıkamamıştım. Vaassar öfkesini bana hissettirmeyip beni sakin tutmaya çalışan olmuştu. Zioldra geçmişimi görmüş, sakladığım gizli duygulara erişmişti. Sessizlik içinde gerçekleşen detaylı bir konuşmaydı, kelimelere asla ihtiyaç olmamıştı. Ejderha beni deniyordu, benimle oynuyordu. Onu tehdit ederken öfkeme yenik düştüğümü görmüştü ve bu yüzden bana nerede olduğunu veya ona nasıl ulaşacağımı söylemiyordu. Karar aşamasında bile değildi, belki de benden her zaman saklanacaktı. Görmek istiyordu. Başka bir evrenden beni izleyecekti ve ancak kararından emin olduğunda Vetrax’ın kapısını açmanın yolunu bana söyleyecekti. Ejderha benimle konuşmamış olmasına rağmen onu bulmadan önce bilmem gerekeni aklımdaki tek düşünce haline getirmişti. Kanı lanetliydi. Bir kere daha hatırlatmıştı. Fakat onların lanet olarak nitelendirdiği ölümsüzlükten başka bir şey değildi. Zamanı gelince kendimi tıpkı onun gibi ölümü hissettiren bir uykuya bırakabilirdim. Dalgın bakışlarımı gözlerimi kırpıştırarak yok ettiğimde kara dumanlar bedenimi sardı. Arthur’a bir ay boyunca ortalıkta olmayacağımı söylemiştim fakat Zioldra’ya kendimi dinlettirmek sandığımdan daha uzun sürmüştü. Birkaç gün gecikmiştim, merak ettiğinden emindim. Xilmari’ye gidiyordum. Bütün kralların ve kraliçelerin orada olduğunu biliyordum. Herkes Xilmari’de toplanmışken oraya yapılacak bir saldırı savaşı başlamadan bitirirdi, Saya orduya yoğunlaşmış olsa bile bunun farkında olmalıydı. Fakat elini süremiyordu çünkü Vaassar onu bekliyordu. Uykum bitmişti, şimdi içimi gerçek bir endişe kaplamıştı. Gerçek insanların yarattığı muhteşem bir endişe… Hepsinin benimle geçmişi vardı. Bütün krallar beni tanıyordu. Kara dumanlar koca heykelin önüne beni bırakıp geri çekildi. Sağımda duran muhafız onunla göz göze geldiğimiz an daha da dik durdu. Gözlerime bakarak bağırdı ama bu kez bağırma sebebi bambaşkaydı. “Cassandra geldi!” Kaçmak veya herkesi uyarmak için değildi, haber veriyordu. Yerimden kıpırdamadan onunla konuştum. “Herkes geldi mi?” Başını eğdi. “Büyük salondalar.” Yüzümü ekşittim, kralların ve kraliçelerin suratı gözümde canlandı. Kimisinin canını yakmıştım, kimisini tehdit etmiştim. Aralarında geçinebildiğim tek kişi Mesmea’ydı çünkü onu hiç görmemiştim. Yürümeyi tercih ettim, büyük salona doğru sakin adımlar atmaya çalıştım. Kalbim gümbür gümbür atıyordu ve sebebi ilk defa Arthur değildi. Kralları buraya ben toplamıştım, herkese gelecek olanı açıklamak ve yapacaklarımızdan bahsetmek zorundaydım. Kalem Xilmari’ydi ve atışma yaşanmaması için yüz yüze konuşulması gerekiyordu. Çift kapının önüne geçtiğimde iki muhafız da selam verdi ve kapıları aynı anda açtılar. Dışarıda duruyor olsam bile içeriden gelen gürültüyü duyabiliyordum lakin odaya girdiğim an hepsi sustu. Kapı arkamdan yavaşça kapandı. Uzayıp giden masanın çevresine yerleştirilmiş sandalyeler tamamen dolmuştu. Herkes, dünyanın sonunu getirebilecek kadar güçlü büyücüler buradaydı, beni bekliyordu. Ephraim masanın başındaki yerini almıştı, içeri girdiğim an gözlerini bana çevirmişti. Hemen ardından gözlerimi özlediğim maviliklere çevirdim. İçeri girişimle susmuştu. Cecilia’yla konuşuyordu. Arthur beni gördüğü an ayağa kalkmak istedi ama yapamadı. Mesmea, Raeran, Eliza… Davetimi geri çeviren bir kişi bile yoktu. Gözlerimi yavaşça masanın ortalarına doğru çevirdim ve ela gözlerle buluştum. Dudaklarım aralık kaldı, yıllar sonra onu Xilmari’de gördüm. Alec, içeri girdiğim an rahat oturuşunu bozmuştu. Gözlerini baştan sona üzerimde gezdirdi, suratıma hafızasına kazıyor gibi baktı. Ve gülümsedi. Gerilemek, odadan kaçmak istedim. Onun burada olduğunu bildiğim halde gözlerime bu şekilde bakmayacağına inanmıştım fakat o, yaşanan her şeyi bir kere daha hayal ediyor gibiydi. Arthur’la aynı odadaydı. Ona bakmayı kestim. Diğerleri uzun bakışmayı farklı yorumlamasın, geçmişi anlamasın diye uğraştım. “Cassandra,” Ephraim adımı söyledi çünkü odanın orasında kilitli kalmıştım. Arthur’un sağında oturan prensesten gözlerimi alamıyordum. Saçlarını her zamanki gibi özenle taramış, çiçeklerle süslemişti. Elbisesi onu diken terzilerin gözlerini kör edecek kadar ihtişamlıydı. Onun Arthur’un hemen yanında oturuyor olması beni aylar öncesine götürdü. Kim olduğumu hatırladığını yüzüne baktığımda anlamıştım. Aşağıdaki karşılaşmamızı unutmamıştı, Ezra’nın araya girdiği günü anımsıyordu. Konuştuğu kadın Ava değil, Cassandra’ydı. Fakat onu prensimle yan yana görmek ertelediğim pis düşünceleri gün yüzüne çıkardı. Bu bir rüyaydı ve elbet uyanacaktım. Ephraim’e döndüm. “Gecikme için üzgünüm.” derken masaya yaklaştım. Mesmea ile göz göze geldim. Aralarında sadece o gülümsüyordu. Masanın sonuna doğru başımı çevirdiğimde Alec’in beni eskisi gibi izlediğini gördüm. Bakışmamızı Mesmea’nın sesi bozdu. Kendisine göre uzun kalan sandalyeden kalktı ve heyecanla konuştu. “Cassandra,” dedi ilk defa gördüğü gözlerime bakarak. “seninle tanışmak bir onurdur.” Başımı eğdim. “Onur bana ait Mesmea.” Reaeran’ın hemen arkasında kalmıştım. Elimi uzatsam sandalyesine dokunacaktım. Ephraim’in bir yanında oturmasıysa dikkatimden kaçmamıştı. Yokluğumda konuşmuş olmalılardı, Ephraim ve Arthur onlara her şeyi açıklamıştı. Raeran önümde mırıldandı, sözlerinin hoşuma gitmeyeceğinden emin olduğum için anlamaya uğraşmadım. Aradan birkaç kelimeyi seçebildim. “Bu şekilde tanışmak eminim çok daha güzeldir.” Arkasından kısık gözlerle baktım. Bir daha Arthur’un endişeli gözleriyle buluştum. Neden geciktiğimi bilmek istiyordu. “Açıklamak isterdim fakat prensle konuşmak zorundayım.” Yanlarında bu kadar kısa duracağımı hiçbiri tahmin etmemişti. “Arthur, benimle gelir misin?” deyip geriye doğru bir adım attım. Aralarında bakmadığım tek kişi Alec’ti. “En kısa sürede size katılacağım. Meditasyon düşündüğümden uzun sürdü, kısa bir konuşmadan sonra dinlenmem gerekiyor.” “Tabii,” dedi Raeran. “beklemekten başka çaremiz yok.” Odadan çıkmaktan son anda vazgeçtim, Arthur ayağa kalkarken ona bakış attı. “Raeran.” Adını arkasından mırıldandığımda sandalyesinde dönüp tebessüm etti. “Cassandra ne diyorsa o.” Tekrar önüne döndüğünde Alec’in Raeran’ın sözüne güldüğünü duydum. Axilya’nın kralı henüz hiçbir şey dememişti. Arthur yanıma geldiğinde gözlerimi yukarı kaldırıp önümüzdeki günleri sakince atlatmayı umdum. “İzninizle.” diye mırıldanıp Arthur’la beraber çıkışa yürüdüm. Sarıyı andıran ela gözlere son kez baktığımda Alec’in dudağının kenarı kıvrıldı. Çenesini kapalı tutması gerektiğini gözlerimle anlatmaya çalıştım. Kendi odamın yolunu tuttum, aşağı inene kadar hiç konuşmadık. Arthur sadece bana bakıyordu, gerçekten bir sorun olup olmadığını çözmeye çalışıyordu. Sorun vardı ama tapınaktan çıkmadan önce kendimi rahatlatmıştım, halledecektim. Asıl sorun salona girdiğimde tekrar zihnime yıldırım gibi düşmüştü. Krallar buradaydı, benim düşünmem gereken onlardı. Korkutmadan açıklama yapabilmem, detaylıca her şeyi anlatmam gerekiyordu ama aklımı meşgul eden yanımda yürüyen prensti. Ne Saya ne de yukarıdakiler… Sadece o’ydu. Arthur her geçen gün hayatımın merkezi oluyordu. Kimseyi Vaassar’a yakınlaştırmamıştım, siax zehrini bir başkasına enjekte etmemiştim, bu şekilde korumak istememiştim. Elimde olsaydı kendi gücümün bir kısmını bile ona verirdim, sadece kendini herkese karşı koruyabilsin isterdim. Onun geleceği hepimizinkinden farklıydı, muhteşem bir kral olacaktı. Cecilia’yı yanında gördüğümde, neredeyse ona dokunacak kadar yakın olduğunu fark ettiğimde akan sular benim için durmuştu. Onu sevmiyordu, hazzetmiyordu fakat gelecek için birçok fedakarlık yapılmak zorundaydı. Yaptığım her şeyi, istemediklerimi bile geleceği düşünerek yapıyordum, etkileyici kararları mantığımla alıyordum. Ama Arthur kendisini düşünmüyordu. Kapıdan geçtiğimiz an elimi tutup beni kendisine çekti. Beklemediğim hareketine tepki veremedim. Bana sarıldı, bir ayın özlemini sarılarak çıkarmaya çalıştı ama yetmeyecekti. “Cass,” Kulağıma doğru fısıldadığında gözlerimi yumdum. Duymayı sevdiğim isim buydu, söyleyişine hayrandım. “seni çok özledim.” Kollarımı omuzlarından çekerken o da geriye gitti. “Ben de seni özledim Arthur.” dedim ama sesim onunkinden çok daha farklı, ruhsuz çıktı. “Geç kaldığım için endişelendiğini biliyorum. Eğer sana ulaşabilseydim ulaşırdım.” Başını hemen iki yana salladı. “Tahmini bir süreydi.” “Öyleydi.” Elimi bırakmadı ama biraz olsun uzaklaştı. Bir ay ikimiz için de uzun bir zaman dilimiydi ve çok daha başka bir karşılama beklemişti. Belki de odaya girdiğim üzerine atlayacağımı, dudaklarımı dudaklarına bastıracağımı hayal etmişti. Kaşlarını çatıp “Bir şey mi oldu?” diye sordu. “İstediğine ulaşamadın mı?” Gülümsemeye çalıştım. “Hayır, her şeyi gördüm. Her şey olması gerektiği gibi.” Hiçbir şey olması gerektiği gibi değildi. Elini bıraktım ve birkaç adım geriledim. Yaptığım hareket garibine gitti, bacaklarımdan suratıma kadar gözleri isteksizce dolaştı. “Söyle.” dedi sakladığım bir şeyler olduğunu düşünüp. “Ne olduğunu bana söyle.” Üzerimdeki tozlanmış pelerini çıkarırken ona arkamı döndüm. Dolabıma yürüdüm, içine fırlatır gibi attım fakat ona hemen cevap veremedim. Şu an olan bir şey yok, haftalardır olmaması gerekenler oluyor diyemedim. Yaşadığım rüya, prensesle birlikte yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Günlerdir gerçeklerin içinde yüzüyordum ve Arthur gerçekliğimin içinde yoktu. Mantıklı düşünmeye kendimi itiyordum ama duygularımdan vazgeçemiyordum, yapılması gerekeni yapamıyordum. Sıkıntılı ifademi ona bakmıyorken toparlamaya, sabit tutmaya çalıştım. Saklanacak bir şey artık kalmamışı, sorusunun cevabını alacaktı. Ya şimdi alacaktı ya da oyalanmaya devam edecektik. Ona tekrar döndüm ve elimi kaldırıp kendisini gösterdim. “Ben geleceği kurtarmak için debeleniyorum, bir yandan seninkini mahvediyorum. Senin hatırlanacak bir geleceğin olmalı Arthur. O günlerde ben olmamalıyım.” Haftalardır beni görmüyordu ve ağzımdan çıkacak ilk kelimelerin bunlar olmamasını ummuştu. “Senin yanında ancak bir prenses durabilir.” Salona girdiğimde ona ve Cecilia’ya baktığımı görmüştü ve ağzımdan çıkanların kıskançlık yüzünden olduğuna bir an inanmıştı ama ciddiyetimi kavraması sadece bir saniye sürdü. Doğrusunun ne olduğunu ikimiz de biliyorduk ve birlikte geçirdiğimiz günlerin uyandığımızda biteceğinin de farkındaydık. Gözlerimi pencerede tutuyor, odağımı dışarı vermeye çalışıyordum. “Cass,” Bakmadım, konuşmasını bekledim. “Cassandra, bana bak.” Yürüyüp koluma dokunana kadar gözlerimi ona çeviremedim. Hafif bir öfke sezdim. “Cecilia benimle konuştuğu için bunları söyleyecek birisi değilsin, başka bir şey olmuş.” Belki de bu konuşmayı yapmak için berbat bir an seçmiştim fakat her şey için çok geçti, ağzımdan bir kere çıkmıştı ve lafımı sakınmayacaktım. Şu güne kadar ne düşündüysem söyleyecektim. “O senin için geliyor Arthur. Sana tutulmuş durumda, zaten yeterince belli ediyor. Sözüm Cecilia’dan dışarı, o veya onun gibi olan bir kadın senin yanında durmalı.” İkimizi gösterdim. “Bu çok saçma, en başından beri ve…” “Ve benim gözüm senden başkasını görmüyor.” Lafımı bu şekilde tamamlayınca susmak zorunda kaldım, ne diyeceğimi bilemedim. “Bunu konuştuk Cass.” “Hayır, biz benim burada kalıp kalamayacağımı konuştuk. Biz, burada kaldığım süre boyunca senden kaçmamam gerektiğini konuştuk. Duygularımı saklamayacaktım, hala saklamıyorum Arthur. Sadece… geleceğe bir bakıyorum ve imkansızı görüyorum.” Rahatsız oldu ama söylediğim her şeyi kendisi de biliyordu. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu. “Gelecekte seni herkese karşı kullanacağımı mı? Seni böyle konuşmaya iten yukarıda oturan krallar ve kraliçeler mi?” Hemen başımı iki yana salladım. “Xilmari’nin yanında duracağını sen kendin söyledin fakat ben bunu senden hiçbir zaman istemedim. Yine de kimsenin Xilmari’ye karşı gelmeye yüreği olmayacak, bunu ikimiz de biliyoruz. Kara büyüden sonra tarafsız kalacağını söylesen bile herkes seni benim yanımda görecek, Raeran tekrar susacak çünkü sen burada olacaksın. Bu beni ve krallığı arşa çıkarabilir ama asla bunu kullanmayacağım. Hakkım neyse onu istedim, fazlasında gözüm hiçbir zaman olmadı.” “Hayır, bunu kastetmedim. Bundan bahsetmediğimi biliyorsun.” Bu bir sorun değildi. Ortalıktan kaybolsam bile artık her şey için çok geçti, bir kere Xilmari’nin yanında durduğumu açıklamıştım ve herkes beni sonsuza kadar taraf olarak bilecekti. “O zaman sorun ne Cass?” “Ephraim’in ne düşündüğünü biliyorum Arthur. Baban hasta, ilaçlarla ayakta duruyor. Ezra bana her zaman idamların kralının oğluna olan sevgisinden bahsediyordu. Baban, sana bir yıl dolmadan taç giydirecek. Onun yerini alacaksın, hem de erkenden çünkü Ephraim bunu görmek istiyor. Hükmedecek gücü kalmadı, bedeni izin vermeyecek.” Neyden bahsettiğimi şimdi anladı. Yüzündeki değişimi görmemek için gözlerimi kaçırdım. “Cassandra asla kraliçe olamaz ve senin bir veliahda ihtiyacın var. Bunun için geç bile kaldın.” Dişlerini sıktığını çenesi kasılınca fark edebildim. Bu konuşmayı yapmak istemiyordu ama kaçamayacağının da farkındaydı. “Sorun hiçbir zaman Cassandra’nın taraf tutması olmadı.” dedi kendi kendine. “Herkes yukarıda, benim sarayımda. Ayaklarımızın altında Vaassar duruyor. Eğer sorun kutsal büyücünün Xilmari’nin yanında olması olsaydı, onları asla tehdit etmezdin.” Gözlerini bana çevirdi. “En başından beri… Ava olduğunu söylediğin zamanlar bile sen taraf tuttuğunun bilinmesinin yanında bunu da düşünüyordun. Geleceği.” Sessiz kaldım çünkü haklıydı. “Sen kral olduğunda ben dolaşmaya devam edeceğim. Kralın yanındaki Cassandra bile olsa bir başka krallıktan can alırsa ne olur? Savaş! Tekrar ve tekrar, bitmeyecek olan bir savaş çünkü ben Xilmari’ye bağlı olacağım.” “Sana dedim ki değişme!” Sesini yükselttiğinde benim yüzümdeki sinirli ifade kayboldu. “Bundan bahsediyordum Cass. Zaman akıp gitse bile, ben tacı taksam bile değişme demek istiyordum. Kim olursan ol, hangi konumda olursan ol… değişmek zorunda değilsin, Xilmari’ye bağlı kalmak zorunda değilsin. Bana bağlı kal yeter demek istedim.” Aklından geçirdiği her şeyi çekinmeden dillendiriyordu ve dürüstlüğü, söyledikleri kalbimi hızlandıracak kadar beni mutlu etmeliydi. Fakat aksine üzüyordu çünkü gerçek olamayacaktı. Belki de onunla yıllar sonrasını konuşmak, geleceği tartışmak mantıksızdı fakat o günler gelecekti ve devam etmeden önce her şeyi bilmek zorundaydı. Aynı şeyleri tekrar edecektim. “Arthur…” “Kendine de işkence çektirirsin bana da.” Ondan uzaklaşmak, Xilmari’ye dönememek nasıl bir ızdırap olurdu hayal dahi edemiyordum ama her zaman istemediklerimi yapmak zorunda kalmıştım. İnkar etmek istiyor gibi başını iki yana salladı, fikirlerimi değiştirmek istedi. Odanın ortasında dolaşmasını izledim fakat aramızdaki mesafeyi açmıyordu. Gözlerimle onu takip ederken mırıldandım. “O konuma çıkamam. Ben taç giyme hakkını doğduğum gün kaybettim. Kutsal büyücü olduğum gün.” Sözlerimden sonra tam karşımda durdu, duymamış olmayı diledi. “Yanımda aşık olduğum, sevdiğim ve güvendiğim kadın olmayacaksa o tahtta oturmanın hiçbir anlamı yok.” Gözlerimin içine bakıp konuştu. İlk defa bu kadar açık yüreklilikle hislerini beyan etti fakat her zaman belli etmişti. Bir an bile düşünmeden, sesinin tonunu hiç bozmadan, kendinden emin bir şekilde dillendirdi. Az önceki acımasız kararlılığım kaybolup gitti. Söylediği tek kelime zihnimde yankılanıyordu çünkü daha önce hiç duymamıştım. Aynı karşılığı benden alabilirdi, sana haftalar öncesinden kalbimi verecek kadar aşık oldum diyebilirdim fakat bu dürüstlük az önce söylediğim her şeyi bana yuttururdu ve ikimiz de tekrar rüyalara gömerdi. Ephraim’in kararını açıklamasına az kalmıştı. Karşımdaki adamı bir kral olarak görmek zorundaydım. Zaten ona olan duygularım yüzünden bu konuşmayı yapıyor, yoluna engel koymamaya çabalıyordum. Ona asla bir çocuk vermeyecektim. Yerine geçebilecek kimse olmayacaktı. Boğazımı temizledim. “Prenses veya bir başkası, ancak onlar...” “Hiçbiri sen değil. Hiç kimse senin yaratacağın boşluğu dolduramaz, sen olamaz.” Sözümü kestiğinde gözlerimi yumup hızla tamamladım. “Ancak onlar sana bir veliaht verebilir.” Taşıdığım yükten kurtulmak istiyor gibi konuştuğum zaman gerçekleri söylediğimi anladı. Şimdiden bilmeli, olmayacak bir şeye umutlanmamalıydı. “Bütün kuralları yıksam, taç giysem bile… sana asla bir çocuk vermeyeceğim.” Kendimden bu kadar emin olmama şaşırdı. “Soyun devam etmeli, Warrenler Xilmari’yi yönetmek zorunda.” Onun kardeşi yoktu, Eloise’in ikinci bir çocuğu olmamıştı. Akrabası, kan bağı olan herhangi biri… ya ölmüş ya da öldürülmüştü. Warren kanı güçlüydü ve Xilmari gibi yüce bir krallığı ancak onlar canlı tutabilirdi. Tacın bir önemi yok diyordu ama yanılıyordu. “Xilmari sen olmadan ayakta kalamaz ve eğer sen olmazsan Xilmari tarihe gömülür Arthur. Taç bensiz taşınabilir fakat o taç bir veliaht olmadan nesillere geçemez.” Aramızda geçen sessizlik saniyeler can yakıcıydı. “Söylediğin her şey, bütün düşüncelerin değişebilir Cass.” dediğinde başımı sakince iki yana salladım. “Kuralları yıkmak zorunda kalacaksın ve bunun konuşmasını bugün yapmak istemeni anlıyorum fakat bir çocuk… Doğru zaman değil.” “Doğru zaman çünkü fikrim asla değişmeyecek.” Dudaklarını itiraz etmek için araladığında ona doğru bir adım attım. “Asla.” dedim hafif yüksek bir sesle. “Asla bir çocuğum olmayacak. Düşüncesi bile midemi bulandırıyor. İstenmeyen bir evlattan daha kötü hiçbir şey olamaz.” “Cass…” “Bir çocuk taşıdığımı öğrendiğim gün gücümü kendi üstümde kullanırım ve onu asla dünyaya getirmem Arthur. Bir an bile düşünmem, bir an bile endişe duymam.” Söylenebilecek en kötü kelimeleri sıraladım. Bahsi bile tüylerimi ürperiyor, boğazımı yakıyor, kendimden tiksinmeme sebep oluyordu. Ne kadar ciddi olduğumu anlamasını umdum. “Bunu neden yapasın?” Söylediklerime inanamadı. Ona ne söylersem söyleyeyim asla anlamayacaktı çünkü o, ben değildi. Oldum olası çocuklardan kaçmıştım, anne olmanın hayalini bile kurmamıştım. Bu kez kurallardan veya Cassandra olmamdan ötürü değildi. “Bunu bil, asla bir çocuğum olmayacak. Kutsal büyücü olmakla veya çocuk sahibi olamıyor olmakla hiçbir alakası yok. İstemiyorum, asla istemeyeceğim.” Gözlerine bakmayı bırakmadım. “Sen krallığını düşünmek zorundasın. Babanın seni yetiştirdiği gibi oğlunu veya kızını yetiştireceksin. Ben sana bunu vermeyeceğim. Kara büyüye karşı kazanacağız ama sonra herkes hayatına dönecek.” Bana bakmayı bıraktı, yan döndü. Söylediğim her söz onun sadece canını yakıyordu. Tıpkı benim canımı yaktığı gibi. En baştan karşı koymak istemiştim, duygularımı gömmeye çalışmıştım ama susturulamayacak kadar şiddetliydiler. Bu konuşma bu kadar açık sözlülükle devam etmemeliydi fakat gerçeği öğrenmediği takdirde onu sadece bağlanmaktan korktuğum için bırakmak istediğimi düşünecekti. Fakat ben kendisini düşündüğüm için gözlerini açmaya çalışıyordum. “Arthur,” Seslendiğimde tekrar bana baktı. “sana bunu daha önce söylemeliydim ama gerçekçi gelmiyordu.” Elini kaldırıp beni susturdu. Koca bir adım atıp tam önüme geçti, nefesi yüzüme düştü. “Sana dedim ki eğer yanımda değilsen hiçbir önemi yok ve çok ciddiydim Cassandra. Sen yanımda durmayı kabul ediyorsan ben de bunu kabul ederim.” “Anlamıyorsun…” “Gayet iyi anlıyorum.” Konuşmama müsaade etmiyordu gerçi söyleyebilecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Anlatabileceğim en sert dille ona gerçeklerden bahsetmiştim. Odaya girdiğimizde yanında olamayacağımı söylememin sebebinin kendisine kuralları yıkacak kadar değer vermediğimi sanmasıydı fakat konuştukça gerçekleri öğrenmiş, kuralları yıkabilecek kadar onu sevdiğimi anlamıştı. Herkes Xilmari’yle yol aldığımı bilebilirdi, kahinleri bile hiçe sayabilirdim. Sorun, hiçbir zaman bu kadar basit olmamıştı. “Sebebini anlamıyorum.” diye fısıldadı. “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun anlamıyorum. Senin bile tahmin etmediğin şeyler olabilir, bir gün fikirlerin tamamen değişebilir.” İkinci kez benzer bir cümleyi kurduğunda ona bir çocuk vermemenin her zaman sorun olacağına inandım. İstiyordu. Herkes gibi baba olmak istiyordu fakat bana olan sevgisi gelecekte olabilecek bir çocuğun vereceği mutluluktan daha ağır basıyordu. İleride fikirleri değişecekti. Seçiminden pişman olacaktı. Konuşmuyor olmam dikkatinden kaçmadı. Çok daha naif bir tonla “Asla istemiyorum diyorsun ve bir daha ağzımdan çocuk kelimesini duymayacaksın, konusunu açmayacağım.” dedi. Ona inanmak istesem de yapamadım. “On yıl sonra karşıma çıkacak ve bana bir çocuk bile vermedin diyeceksin.” Sessizce söylediğimi duydu. “Pişman olacaksın.” Gözleri karardı. “Bir daha konusunu açmayacağımı söyledim Cass.” Suratımın her yerinde bakışları durdu fakat konuşamadım, sana inanıyorum diyemedim. Geriledi. “Benim yerime karar veriyorsun. İsteklerimi veremeyeceğine inandığın için arkanı dönüp gitmeyi seçiyorsun ama bana sormuyorsun. Bana bak.” Yerde tuttuğum yüzümü ona kaldırdım. “Sen kabul edebilecek misin Cass? Bana bir çocuk vermediğin için kendini suçlamayı kesecek misin, yoksa hayatımı mahvettiğini düşünecek ve bunun pişmanlığını ilelebet yaşayacak mısın? Eğer içinde bir pişmanlık kalacaksa her şeyin başlamadan bitmesini tercih ederim Cassandra.” Omuzlarım düştü, deminden beri söylediğimi o bana söyleyince kalbim sızladı. İlerlemeden bitmeli diyen bendim, kendi sözlerimin onun üzerinde bu etkiyi yarattığını düşünemedim. Sözlerinin canımı yaktığını görünce derin bir nefes çekip parmaklarını çenemin altına yerleştirdi. “Söylediğim her şeyde ciddiydim. Önemli olan yanımda seni görüyor olmak, sabah seninle uyanmak ve seninle yol almak. Bir daha konusunu açmam diyorsam açmam ve sen bana güveneceksin. Sürekli aklında pişman olduğumun düşüncesiyle yaşarsan ikimizi de mahvedersin Cass. Ne sen mutlu olursun ne de ben.” Ona inandığımı söylememi bekledi. Arthur her şeyden vazgeçmeye hazırdı ve ben de onun için kuralları yıkacak, dengeleri bozacaktım. Fakat duymayı beklediği sözcükler ağzımdan çıkmıyordu. Tam tersi olmalıydı, benim onun düşünmesini beklemem gerekirdi fakat o kendisinden çok emindi. Çocuğun önemi yok diyordu ama her zaman bu isteği içinde bastıracağını düşünecek, kendi kendimi yiyip bitirecektim. Bu yüzden az önceki sözlerinde samimi olduğuna inanmamı bekliyordu, aksi halde devam edemezdik. “Bana biraz zaman ver.” dedim. “Bugün zaten benim için yeterince kötüydü Arthur. Konuştuklarımızı düşüneyim. Bugünü burada geçirmek istemiyorum. Sessizliğe ihtiyacım var.” Gözlerini merakla kıstı. “Nereye gideceksin?” Önemsizmiş gibi “Şatoya.” dedim. “Çölün içindeki ormanda bir evim olduğunu biliyorsun.” Sadece başını sallamakla yetindi. Önümden çekildi, aramıza mesafe soktu. “Yarın akşam dönmek zorundasın.” Bu kez ben anlam veremedim. Söylemeyi unutmuş gibi yüzünü sıvazladı. “Balo var. Raeran ve Mesmea’nın fikriydi. Xilmari’de dostluk adı altında bir balo düzenlenmesi gerekiyordu. Bütün krallar ve kraliçeler burada. Sen döndüğünde hazırlık başlayacaktı, herkes geldiğini gördü.” Erteleyemiyordu. “Hatırlanması gereken bir birliktelik, tarihin sayfalarında yer alacak bir balo.” “Tamam.” dedim kurcalamayıp. “Yarın dönerim. Anlatacaklarım iki gün sonraya ertelenebilir.” Hiç karşı çıkmadı, gitmemi kendisi de istedi çünkü onun yanında düşünemezdim. “Gitmek zorunda olduğunu onlara söyleyeceğim.” Gözleri baştan aşağı bedenimde gezindi. Bir aylık özlemi benim gibi yutmak zorunda kaldı. Dokunmak için yanıp tutuşuyordu, onu öpmek için krallıkları parçalardım fakat yapamıyordum. Arkasını dönüp kapıya doğru ilerlemesini kıpırdamadan izledim. Çıkmadan önce konuştu. “Hiçbir zaman pişman olmayacağım. Kaç yıl geçerse geçsin.” |
0% |