@m.yaprak_epli
|
Betül ile konuştuktan sonra çok daha rahatladığımı hissediyordum. Tebliğ yapmak ve karşındaki kişinin buna itimat etmesi kadar mutluluk veren bir şey yok herhalde. Bu kalbime öylesine bir huzur vermişti ki kendimi sürekli gülümserken buluyordum. Hatta Betül'ün yanından ayrılıp da bizim kızların yanına geri döndüğümde bu gülümsenin sebebinin birinci görücüler olduğunu ima etmişlerdi. Ne kadar sebebinin Betül'den kaynaklandığını açıklamaya çalışsam da dalga geçip durmuşlardı. Sonrasında ise düğün bitmiş ve taze evli çiftimiz evde yalnız bırakılmak üzere annemler evdeki herkesi kovmuş, ayrı ayrı yerlere dağıtmıştı. Kimilerini komşuya, kimilerini de yakın aile dostlarına. Ne yazık ki bu da buranın geleneklerinden biriydi. Ben bunu daha önceden tahmin ettiğimden dolayı kızlarla anlaştığımız gibi düğünden sonra sakin bir kafeye geçmiş, yanımıza yalnız kalmasın ve biraz sosyal hayata karışsın diye Betül'ü de almıştık. O kadar tatlı bir kızdı ki masum soruları ile beni benden alıyordu. Kafeye geleli yaklaşık 10 dakika olmuştu ki çaylarımız gelmiş, kızlarla birlikte Betül'ün kafasına takılan soruları yanıtlıyorduk. "Peki Ceylan abla, şunu çok merak ediyorum. Hep kafama takılmıştır. Neden Allah'tan hem korkup hem de sevmemiz gerekiyor? Yani demek istediğim elbette ki bizi yaratanı seveceğiz. Sonuçta O'da bizi sevdiği için yarattı ama ben mesela korktuğum birini sevemem. Öyleyse neden severken aynı zamanda da Allah'tan korkmamız gerekiyor? Bazıları hatta şey diyor; Ben seviyorken Allah'tan niye korkayım?" "Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu çok güzel açıklıyor aslında. İstersen onunla başlayayım?" Betül heyecanla kafasını sallayınca gülümseyerek devam ettim. "Halik-ı Zülce-lâlinden havf etmek (korkmak), Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf (korku) bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem'asıdır / parıltısıdır. Demek, havfullahta (Allah korkusunda) bir azîm (büyük) lezzet vardır." "Yani Allah'tan korkmak bizi O'na yaklaştırdığı için mi gerekli?" "Aynen öyle. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi nasıl ki bir anne çocuğunu zararlı şeylerden korumak için korkutuyor ve çocuk direkt ona sığınıyor ise tüm annelerden daha şefkatli olan Rabb'imize sığınmak bizi elbette yine O'na daha fazla yaklaştıracaktır. Allah-u Teâlânın istediği gibi, Allah'tan korkmaya takva denir. Takva; Allah'a iman edip O'nu sevmek, O'na kulluk etmek, yani O'nun emir ve yasaklarına riayet etmektir. En üstün mertebe neden takva zannediyorsun?" "Gerçekten öyle."diye heyecanla öne atıldı Betül. "Ben bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Allah bütün kullarını eşit görüyor, yalnız takva sahipleri hariç. Onlar en üstün kişilerdir. Demek Allah'tan hakkıyla korkmak bu kadar önemli ve aynı zamanda güzelmiş de."diye kendi kendine gülümsedi hatta sırıttı. "Ama Ceylan'ım, gerçekten de şöyle bir şey var ki ben de korktuğum insanları sevmem. Öyleyse Allah'tan korkma kavramı o kadar abartılmamalı diye düşünüyorum. Sevmek yeterli değil mi?" "Haşa! Bu, Allah'ı seviyorum ama namaz kılmama gerek yok demek gibi bir şey Ela. Allah'a duyulan sevgi ve korku başka bir şey, insanlara duyulan korku ve sevgi başka bir şey. Onca ayet var, onca hadis var; önce müjdeleyip sonra korkutmak gerektiğini söyleyen. Bu demek oluyor ki müslüman olarak sorumluluklarımız var ve bunlardan biri Allah'tan hakkıyla korkup uyarmaktır. Tebliğ budur işte. Önce müjdeleyici bir şekilde uyarmak, sonrada korkutarak uyarmak. Bu sayede o kişi korkarak daha çok sevecek ve Allah'a daha çok yakınlaşacaktır. Bu ayet ve hadislerle de tasdikli. -Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet var. (Rahmân sûresi, 46. Ayet) -Eğer iman etmişseniz, onlardan değil benden korkun! (Al-i İmran suresi, 175. Ayet) -İnsanlardan korkmayın, benden korkun! (Maide suresi, 44. Ayet) -Allah indinde en kıymetliniz, O'ndan en çok korkanınızdır. (Hucurat suresi, 13. Ayet) -Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz. (Maide suresi, 100. Ayet) -Allah'tan korkup sakınan kurtuluşa erer. (Nur suresi, 52. Ayet) -Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa, öylece korkun. (Al-i İmran suresi, 102. Ayet) -Sizden öncekilere de, size de Allah'tan korkmanızı tavsiye ettik. (Nisa suresi, 131. Ayet) Hadis-i şeriflerde ise buyuruldu ki: Allah korkusu her hikmetin başıdır. (Taberani) Hem ayrıca ona bakarsan çoğu insan en çok sevdiği kişilerden yara aldığını söylemiyor mu? O zaman Allah'a ve insanlara duyduğumuz sevgi ve korku ayrı şeylerdir. Allah'a duyduğumuz korku, sevginin gerekliliğindendir. Bizi Allah'a yaklaştıran korku da elbette ki güzel olacaktır ve sevgi ancak güzele duyulur. Haksız mıyım?" "Oha! Nasıl bu kadar çok ayeti ezberledin böyle abla?"diyen Hülya ile gülümsedim. "Ay afedersiniz oha dediğim için."diye sonra da ağzını örtmüştü eliyle. "Önemli değil canım benim. Kızlar biz Yeni Zelanda'da sadece bir şirket değildik. Ayriyeten bir okul gibiydik. İslami bir okul... Beni o kadar ilme ve sünnet-i davranışlara özendirdiler ki kendimi onlarla birlikte Asr-ı Saadet'te yaşarmış gibi buldum. O yüzden bu kadar gitme ısrarım, o yüzden bu kadar devam etmek istiyorum orada. Onların teşviki bir yana, oradaki küçük evimde bir medrese kurdum adeta. Her yere günlük yapılması gereken sünnetleri yazdığım ve duvarlara yapıştırdığım notlar mı dersiniz, döşemesi İslami olan dekorasyon mu dersiniz, bir odasını muhteşem bir mescid gibi süslemek mi dersiniz; tam bir medrese gibi hazırladım. Tek başıma yaşamama rağmen. Mesela banyoya yapıştırdığım notlardan birinin üstünde 'banyo ve tuvaletlere sol ayakla girilip sağ ayakla çıkmak sünnettir' yazısını görünce hemen kendimi düzeltiyorum. İnsanız, arada gaflete dalabiliyoruz. Mutfağa yapıştırdığım notlardan birinin üstünde ise 'Yemek yaparken Tahiyyat suresini okumak yemeğe bereket ve lezzet getirir' yazısını gördüğümde unutursam hemen okuyorum. Bunun gibi daha birçok örnek var. Bu yüzden akşam işten eve gittiğimde evimde paha biçilmez bir huzur hissediyorum. Her yeri İslam kokan bir yerde ancak böyle hissedilir zaten. Bunun yanı sıra yatsı namazından sonra erkenden yatıp her gece teheccüde kalkıyor; namaz, Kur'an ve tefekkürden sonra oturuyorum laptopumun önüne başlıyorum araştırmaya, İslami ilim öğrenmeye ya da çağımız alimlerin videolarını izlemeye. Bu ayet ezberlerim de oradan geliyor. Bir defterim var. Her araştırma yaptığımda ya da video izlediğimde notlar alıp ezberlenecek yerleri yapışkan notların üzerine yazıyor ve panoma asıyorum. Haliyle her zaman görüyor oluyorum ve kendiliğinden ezberime yerleşiyor. Sonra zaten sabah namazı, sabah zikirleri derken yasin okuyor, oruçlu değilsem kahvaltı yapıyor ve hazırlanıp işe gidiyorum. Bu döngü arada yaptığım yeniliklerle sürekli devam etti çok şükür."diye bitirdiğimde herkes ağzı açık bakakalmıştı. "Vay be Ceylan'ım! Şimdi hak verdim işte sana. Şu an benim de oraya gidesim geldi."dedi Ela başını ibretlik bir şey dinler gibi sallayarak. "Ceylan abla ben de seninle oraya gelmek istiyorum. O ne güzel yaşamak öyle..."dedi Betül gözleri kalpler saçarak. "Çok güzel konuştun Ceylan'ım. MaşaAllah, barekAllah."diyen Mukaddes'ten hemen sonra Hümeyra devraldı sözü heyecanla. "Hakikaten ha. Vallahi bir ağabeyim daha olsaydı seni de ona alırdık Ceylan abla. Bu kadar bilge olmak maşaAllah ötesi yani. Gerçekten maşaAllah!"deyince Mukaddes ve Ela ile birbirimize baktık. Diğerleri ise gülmüştü. "Ağabeyin demişken Hümeyracığım. Hani bize öğrendiğin şeyleri söyleyecektin ablam?"diye hafiften fısıldadı Mukaddes Hümeyra'ya doğru. "Aa evet, unutmuşum Mukaddes abla. Düğünden dolayı tamamen aklımdan çıkmış. Afedersin." "Vayyy demek şimdi eniştelerden konuşacağız ha?"dedi Betül gülerek. "Bende neler var neler, bir duysanız..."diye gözlerini şirinlik yapıp kısarak yanıt verdi Hümeyra. Bunun üzerine Ela ve Mukaddes ile soluğumuzu tutup söyleyeceklerini beklemeye başladık. Allah'ım ne olur, hayırlısını ver bize Rabb'im. Amin. "Biraz kızacaksınız ama bu iş için ağabeyimin en yakın arkadaşı Ömer var ya? Onun aracılığıyla öğrendim bir şeyleri. Ağabeyimin arkadaşı ya, aynı ağabeyim kadar muhafazakar. Onunla konuşana kadar öldüm. Biraz evirip çevirdim. Meseleyi üstü kapalı anlatıp öğrenmesini rica ettim. Çünkü ağabeyim hayatta anlatmazdı, biliyorum. Nedense bu konuda çok hassas. Katiyen özel hayattan konuşulmasından hoşlanmıyor. Meğerse Ömer de bilmiyormuş bunu. Sonra merak etti tabi. Kabul etti çiftlerimizin hatırı için."dedi en sonda Mukaddes'e sırıtarak. Mukaddes ise sadece buruk bir gülümseme ile karşılık vermişti. İçi içini yiyordu endişeden biliyordum. İnşaAllah üzülecek bir şey duymazdı. "Ee sonra ne oldu Hümeyra?"dedi Ela dikkatle Hümeyra'yı dinleyerek. "Ertesi gün ağabeyim için eve gelmişti. Evde bir tek ben ve ağabeyim vardık. Ağabeyim hazırlanana kadar beklemek üzere salonda oturuyordu. Ben de fırsattan istifade hemen sordum işte, öğrendin mi diye? Kızlar ne yaptı biliyor musunuz? Önce kapıların hepsini açtı, sonra da pencereyi. Ardından bana en uzak yere gidip yan döndü de anlattı meseleyi." "Neden yaptı ki böyle bir şeyi?"dedi Betül merakla. Kaşları çatılmıştı. "Dediğine göre bir ortamda böyle yalnız kalmamız doğru değilmiş ağabeyim gelene kadar. İlk başta ne kadar kırılsam da işin aslını anlatınca takdir ettim onu. Bilmiyordum bunu açıkçası. Diyorum ya ağabeyimin arkadaşı. Tıpkı onun gibi..." İstemsizce bir gülümseme yerleşti yüzüme. "Neyse daha fazla uzatmadan konuya gireyim bari. Ömer'in dediğine göre ağabeyim, seni bizzat çocukluk aşkı olduğun için seviyormuş."deyince Mukaddes'in kasıldığını gördüm. "Biz küçükken buradan mecburiyetten ayrıldığımızda ileride birbirinizi bulursunuz diye bir aksesuar vermiş eline. Böyle anahtarlık gibi bir şey. Öyle tanımış seni."diye devam edince Mukaddes sandalyesine astığı çantasını kucağına aldı ve önüne çevirerek fermuara asılı aksesuarı aldı eline. İnceledi, inceledi ve sıktı... O anda Ela ile şaşkınlıkla birbirimize baktık. "Hah işte bu galiba."dedi Hümeyra Mukaddes'in aksesuarı eline aldığını görünce. "Tam ağabeyimin Ömer'e tarif ettiği gibi. Osmanlı taşlarından yapılmış bir Osmanlı tuğrası aksesuarı." Mukaddes'in gözleri dolmuştu. Hatta taşmak üzereydi. Ela ile sürekli ona bakıyorduk. Kalkmak için hareketlendi ki elini tutup kulağına fısıldadım. "Mukaddes ne olur, metanetini korumaya çalış kardeşim. Bunlar birer imtihan. Lütfen, hemen bırakma kendini. Üçümüz yalnız kaldığımızda konuşuruz bunları güzelce olur mu?" Mukaddes bir şey demedi ama kalkmadı da. Başını öne doğru etmişti. Dolan gözyaşlarını saklıyordu anlaşılan. "Mukaddes abla iyi misin?"diye sordu Betül hemen fark ederek. Mukaddes kimsenin yüzüne bakmadan "Ben bir lavaboya gidip geleyim. Kusura bakmayın."dedi kalkarak. O gittikten sonra Hümeyra "Duygulandı tabi kızcağız. Sonuçta aralarında çok güçlü bir bağ var. Ne zamandır merak ettiği şeyi öğrenince de her şey daha bir anlam kazandı. Ee duygulanmasın da ne yapsın?"dedi gülerek. Bunun üzerine Ela ile birbirimize baktık yine. Bilseydi asıl konuyu, bu kadar rahat konuşmazdı Hümeyra. Dayanamayıp "Ben bir Mukaddes'e bakayım."deyince hemen ardımdan Ela da kalkıp "Ben de seninle geleyim. Tuvalete gideceğim zaten."dedi. Kızlar başını sallayınca hızlıca lavabonun yolunu tuttuk. Lavaboyu bulup da içeri girer girmez Mukaddes ağlayarak boynuma sarıldı. "Ceylan o aksesuarı sen bana hediye etmiştin."dedi hıçkırarak. "Demek o yüzden beni çocukluk aşkı zannetmiş." İlk okuldayken bir gün ailenin tüm kuzenleri birleşmiş oyun oynuyorduk. Mukaddes oradaki kayalardan birinden çıkan sivri demire başını çarpmış ve yaralanmıştı. O gün çok kötü bir gündü. Annesi ve benim annem onu kanlar içerisinde hastaneye yetiştirmişti Yengemin Mukaddes için döktüğü gözyaşlarını asla unutamıyordum. Mukaddes hastaneden başında sargıyla geri dönmüştü. Sonraki günlerde okula gelemediği için öğretmenimiz hep birlikte onu hediyelerle ziyaret etmemizi teklif etmişti. Ben hediye almayı unutmuştum, her şeyi unuttuğum gibi. Mukaddes'i ziyarete gittiğimizde çok üzgündüm. Çünkü hediye alamamıştım ve kendimi kötü hissediyordum. Elimde, o gün beni yanağımdan öpen ve benimle evlenmek istediğini söyleyen çocuğun verdiği hediyeyle oynuyordum. Mukaddes onu elimde görünce ona aldığım hediye sanmıştı. O aksesuarın bana çok özel birinden hediye olduğunu söylemek istedim ama Mukaddes o kadar beğenmişti ki çocuk aklı işte, eğer hediye edersem hemencecik iyileşir zannetmiş ve o aksesuarı hediye etmiştim. O kadar mutlu olmuştu ki o günkü sevinci görülmeye değerdi. En çok benim hediyemi beğenmişti. Ne kadar o aksesuarı hediye olarak vermenin burukluğunu yaşasam da ses etmedim. Onun mutluluğunu izlemek benim için çok daha güzeldi. O gün bugündür Mukaddes hangi çantayı taktıysa o aksesuarı hep taktı, hiç yanından ayırmadı. O derece sevmişti işte o Osmanlı tuğrası aksesuarını. Oysa ki o çocuk mutlaka sakla demişti, sakla ki seni kaybetmeyeyim... Anılar tek tek zihnime düşerken kendime inanamadım. Bu kadar şeyi bir anda hatırladığıma inanamadım. Oysa o aksesuarı görene kadar ben bile inanmıştım Ahmet'in Mukaddes'e aksesuar hediye ettiğini. O yüzden ilk başta tepki vermemiştim. Sonra o aksesuarı görür görmez benim de tansiyonum yükselmişti. O aksesuarı görür görmez tüm anılar bir bir gözlerimin önünden geçmişti. Ahmet yıllarca Mukaddes'i çocukluk aşkı zannettiği için sevmişti. İşin kötüsü ağzıma bile anmak yüreğime hançer saplamak gibi gelse de aralarında kaynayan o kişi bendim. Sanki bir suç işlemişçesine kötü hissetmekten kendimi alamıyordum. Allah biliyor ya, Mukaddes kollarımda ağlarken ben hâlâ şoktan çıkamamış, bir tepki bile verememiştim. Keza Ela da aynı durumdaydı. İlk defa bu kadar suskun görmüştüm Ela'yı. "Mukaddes canım kardeşim benim. Ne olur sakin ol. Lütfen harap etme kendini bu kadar."deyip başını okşadım ama Mukaddes hıçkırıklara boğulmuştu. Bir türlü dinmiyordu gözlerindeki yaşlar. "İçim hiç rahat değildi zaten. Bunun olacağı belliydi. Allah'ım Sen yardım et..."dedi kendi kendine söyler gibi fısıldayarak. Dayanamayıp onu kendimden ayırdım ve yüzünü ellerimin arasına aldım. "Bak Mukaddes, Ahmet seni ne kadar çocukluk aşkı zannedip ilk böyle sevmeye başlasa da kalbinde olan sensin anladın mı? Eğer ona bu gerçekleri anlatmak gibi bir saçmalık yapıp seni unutacağını düşünüyorsan yanılıyorsun. İkiniz de sadece acı çekersiniz. Bırak her şey onun ve bizim bildiğimiz gibi kalsın. Sen onu, o da seni seviyor. Her ne kadar çocukluk aşkı zannederek sevmeye başlasa da! Bunun bir önemi yok. O sana aşık gerçekte, çocukluk aşkına değil! O yüzden bunlar hiç yaşanmamış gibi davranıyor ve hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Anlaştık mı?" Ela dehşetle bana bakıyordu. "Cey-" diyemeden öyle sert bir bakış attım ki hemen sustu. Yetti artık bu çocukluk aşkı saçmalığı! "Ceylan olmaz öyle şey. Bunu Ahmet'e yapamam. Sadece kendimi düşünemem. Ki o da her şeyin farkında olabilir." "Olabilir olabilir! Olabilir diyorsunuz ama çocuktan hiçbir şey çıkmadı bugüne kadar. Tüm bunlar aramızda kalacak ve normal hayatımıza döneceğiz!" "Ceylan sakin ol."dedi Ela. "Sakin olamıyorum artık Ela! Ben artık çileden çıkmak üzereyim! Bıktım artık bu çocukluk aşkı saçmalığından! Ben Ahmet'in çocukluk aşkı falan değilim anladınız mı! Değilim! Çocukluk aşkı mı kaldı artık ya, ergen miyiz biz!" Daha devam edemeden birden lavaboya dalan Hümeyra ile hepimiz sustuk. Mukaddes'in ağlamaktan ıslanmış yüzünü, benim öfkeli suratımı ve Ela'nın da morali bozuk ifadesini görünce tek tek baktı hepimize. "Ne oldu hepinize birden ya? Uzun bir süredir gelmeyince merak ettik sizi. Ben de bir bakayım dedim ama belli ki biraz tartışmışız. Sesiniz taa içeriye kadar geliyor. Neyi paylaşamıyorsunuz?" Kimseden ses çıkmaması üzerine Ela konuştu. "Yok bir Hümeyracığım. Kusura bakmayın, biraz beklettik. Şimdi geliyorduk." "Demek bana anlatmayacaksınız öyle mi? Hımm... Hani Mukaddes abla ve Ela'yı anlıyorum da Ceylan abla yoksa senin de mi çocukluk aşkın çıktı? O yüzden mi böyle tartışıyorsunuz? Kesin sen istememişsindir, kızlar da seni ikna etmeye çalışıyordur değil mi?"deyince üçümüz de şaşkınlıkla ona baktık. Burada yaşananların bir senaryosunu anlatmıştı resmen fakat benim takıldığım kelime "Çocukluk aşkı!" İdi. Eğer bugün bir kez daha bu kelimeyi kullanırsa biri, elimden bir kaza çıkacaktı biliyorum. İçimdeki öfkeye karşı bol bol istiğfar çektim yoksa bu alev daha da büyüyecekti. Allah'ım Sen benimle ol... *** Bir buçuk saate yakındır bahçedeki merdivenlerin üzerinde oturuyor, elimde kitap olmasına rağmen okumuyor, sırf gökyüzünü izliyordum. İki gündür ne Ela ne Mukaddes ne de diğer kızlarla hiçbir iletişim kurmamıştım. Ela bana mesaj atsa da geri dönmemiş, belki de istememiştim. Onun dışında Mukaddes ise hiç aramamıştı. Onu anlıyordum. Yaşadığı hiçbir şey kolay değildi ve buna biraz da ben sebep olmuştum. O gün o kadar çok anı hatırlamama inanamadım. Neden bu kadar unutkan olduğumu da bilmiyordum. Acaba genetik miydi? Diye düşünceden düşünceye atlarken annemin sesini duydum yanı başımda. "Ne yapıyorsun kızım burada tek başına?" Ona dönüp bir süre dalgın dalgın yüzüne baktım. "Anne sence ben niye bu kadar unutkan bir insanım?" Annem gözünü yukarılara kaldırarak geçmişe dönmüşçesine konuştu. "Küçükken... Çok küçükken ufak sayılmayan bir kaza geçirdin Ceylan gözlüm. Bir süre kendine gelemedin." "Ne kazası anne?" "Bir ilaç içtin. Hangi ilaç olduğunu hatırlamıyorum ama ilacın yan etkilerinden biri unutkanlıkmış. O gün bugündür bir türlü düzelemedin. Belki de Allah'ın takdiri böyleymiş."dedi en sonda gözleriyle yeri deşerek. "Demek bu yüzden..." "Senin suçun değil bu Ceylan'ım. Bebek kadar bir şeydin. Ne bileceğin neyin ne olduğunu? Bu arada şu çocuk-" "Anne ben emin değilim..." "Neyinden emin değilsin kızım anlamıyorum ki? Eli, yüzü abdestli, terbiyeli, edepli. Bak hatta benim aracılığımla iletişime geçti hep seninle. Bu bile senin için bir şey ifade etmez mi kızım?" "Haklısın anne."diyebildim sadece. Haklıydı gerçekten. "Seninle görüşmek istiyormuş kızım. Eğer senin de rızan olursa yarın kalabalık bir kafede buluşmak ve konuşmak istiyormuş. Annesi öyle dedi." "Anne kim bu çocuk ya?" "Sen görüşeceğin mi, onu söyle önce! Çocuk cevabını bekliyor." Anneme cevap veremedim bir süre. Düşündüm... Mukaddes'i, Ahmet'i ve tüm yaşadıklarımızı... Eğer başım bir şekilde bağlı olursa Mukaddes çok daha kolay ikna olabilir ve Ahmet'e hiçbir şey anlatmazdı. Böylece ayrılmaları için hiçbir sebep de kalmazdı. Hem bu görücüye gelen çocuk da gayet iman ve ihsan sahibi gibi görünüyor. Daha ne istiyordum ki? Peki gönlüm neden bir gram olsun o görücü çocuğa kaymıyordu? Neden ona karşı içimde bu kadar isteksizlik vardı? Derin bir nefes çekip anneme döndüm. "Peki, görüşeceğim..." -Bölüm sonu- |
0% |