@mahidevrannn
|
'İçime ata ata kadehimi vuruyorum masalara Bu gece yarama meze olur anılar Kârdan zarar katar acılar Yapışır bana yaka paça' Ebru Yaşar & Burak Bulut & Kurtuluş Kuş - İçime Ata Ata
Günümüz...
Okuduğum bir cümle şöyle diyordu: ''Toprak acıyı öldürür, geride sadece sızı kalır.'' Toprak acıyı öldürmezdi. Toprak insanı öldürürdü. Sevenleri öldürürdü, anıları öldürürdü o sessiz, soğuk mezarda. Acıyı değil. Geride sızı da kalmazdı. Sevilen öldüğü zaman gönüldeki yara kapanmaz, sürekli kanamaya devam ederdi. Alınan yaradan geriye sızı bırakmazdı. Derin, acıtan bir yara bırakırdı kalpte. Sızı değil. Bugünle beraber tam altı yıl olmuştu. Abimin habersiz gidişinin üzerinden geçen altı yıl. Dile kolaydı söylemesi ama yaşayanlara zordu. En çok da ailemi vurmuştu bu haber. Giden gidiyordu ama geride kalana zordu bu hayat. Üzerimdeki üniformamı aynanın karşısına geçip düzelttim. Belimin birkaç parmak yukarısında biten koyu kahve saçlarımı ise yukarıdan sıkı bir şekilde toplamıştım. Abimin katillerini bulmak için çıktığım bu yolda hiçbir bilgi bulamamıştım. Hiçbir iz, hiçbir delil yoktu ortalıkta. Yıllar önce abim, bir cinayet iftirası yüzünden hapse girmişti. Hiç kimse inanmamıştı onun böyle bir şey yapabileceğine. Çünkü abim, klasik bir tabirle karıncayı dahi incitmeyecek kadar merhametli bir insandı. Ama bunu o kabul etmemişti. Ben yaptım, diyordu inatla.O adamı ben öldürdüm, gerisi yok. Hapsin ikinci yılında ise bize ölüm haberi gelmişti. İşte ben de abimin katillerini bulmak için çıktığım bu yolda polis olmuştum. Ama hiçbir halta yaramamıştı. Hiçbir bilgiye ulaşamamıştım. Açtığımız davalar kapanıyordu, bilgi arasak ulaşamıyorduk. Büyük bir çıkmazdaydık. Düşüncelerim kapının tıklatılmasıyla ışık hızında yok oldu. Gözlerim oraya kaydı ve ''Gel,'' diye seslendim. Kapı yavaşlıkla açıldı. İkiz Kardeşim Zehra gelmişti. İkizim diyordum ama kendisiyle gram alakam, gram benzerliğim yoktu. Tek benzerliğimiz vardı. O da gözlerimizdi. İkimizin de gözleri simsiyahtı. Kömür gibi... Siyah uzun saçlı olan kardeşim, başına siyah bir eşarp takmıştı. Bugünkü acıyı hatırlatmak ister gibi... Kardeşim Zehra, bizden farklı olarak kapalıydı. Ailede herkes açıkken o kapalı olmayı tercih etmişti. Başta çoğu kişi karşı çıksa da, artık herkes kabullenmiş gibi görünüyordu. ''Müsait miydin?'' diye sordu çok nazik bir şekilde. Ah, canım kardeşim. Bu özelliğini kesinlikle Miraç abimden almış olmalıydı. Gereğinden fazla nazikti. Çok fazla. Ona nazaran ben bir tık daha kabaydım. ''Gel, gel. Müsaitim.'' dedim kapıda bekletmemek adına. İçeriye girip kapıyı kapattı. Sonra da yatağımın üstüne oturdu. Daha yeni topladığım yatak. En ufak bir büzüşmesinde kıyameti koparabileceğim yatak. ''Zehra!'' diye tiz bir çığlık attım. ''Ne yaptın?'' Hızla ayağa kalktı. ''Ay, Beyza ben yine unuttum ya. Tüh, bekle hemen düzeltiyorum.'' dedi ve yatağı düzeltmeye başladı. Bu konularda çok titizdim. Bana ait her eşyanın düzenli ve mükemmel olmasını isterdim. Aynen şimdi de olduğu gibi. ''Tamam, iyice topladım. Olmuş mu?'' diye sordu. Gözlerimi yatağa çevirdim.Gerçekten de düzeltmişe benziyordu. ''Olmuş.'' dedim u'sunu uzatarak. ''Ee, sen niye gelmiştin?'' Ne olduğunu anlayamadığım bir şekilde geldi ve ellerimi tuttu. Gözlerinin içine baktığımda kıpkırmızıydı. Ne olduğunu ise şimdi anlamıştım. Abimi soracaktı... ''Beyza, Miraç abim hakkında bir delil bulabildin mi?'' Güzel kardeşim. Abimin gidişi, en çok ona vurmuştu. Ne de çok severdi abimi. Onun uğruna hayallerinden vazgeçecek kadar... Zehra, abim öldürüldüğünde tıp fakültesinde üçüncü sınıf öğrencisiydi. Abim ise avukattı. Abim ölünce onun hayallerini gerçekleştirmek için hukuk fakültesine geçiş yapmış ve dört yılda bitirmişti üniversiteyi. Şimdi ise Ankara'da duyulmuş avukattı. Bir yemini vardı. Adalet için bizi bile gözden çıkarmıştı. ''Maalesef,'' dedim üzgünce. ''Ama sen merak etme, eninde sonunda bulacağım. İşte o zaman sen de o Gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Kardeşim normalde kimsenin yanında ağlamazdı. Arada bir benim yanımda ama hiç kimse anlayamazdı onun ağladığını. Belki annen anlar. "Zehra, niye yapıyorsun böyle?" Dayanamadım, onu göğsüme çekip sarıldım. Aramızda birkaç santimetre vardı. Kardeşim, benden yaklaşık beş, altı santimetre daha kısaydı. Hıçkırıklarının arasında konuştu kardeşim. "Beyza, ben artık dayanamıyorum. Altı yıl oldu, altı yıl. Ne bir iz ne de bir delil var. Sanki delilleri de toprağa gömmüşler gibi." derin bir nefes aldı, titrekçe. "Sanki bizim o delilleri bulmamızı istemiyorlarmış gibi." "Kardeşim," dedim daha çok göğsüme bastırarak. "Eninde sonunda bir açık bulacağım. Merak etme. Ve... Lütfen böyle yapma." Çalan kapı sesiyle ikimizinde dikkati oraya kaydı. Zehra, hemen kendisini göğsümden çekip gözlerini sildi. Hiç de ağlamış gibi durmuyordu. Ondan onayı aldıktan sonra "Gel," diye seslendim. İçeriye gelen annemdi. Siyah saçlarını arkasında toplamış, üzerinden tam bir anne hissi veren kıyafetiyle bizlere bakıyordu. Bir bana bir Zehra'ya baktı. Sonra dönüp tekrar Zehra'ya baktı. "Ağladın mı sen?" dedi sorguya çeker gibi. Zehra'nın bakışları bir an bana döndü, sonra hemen gözlerini benden kaçırıp anneme dikti kömür gözlerini. Dudaklarına sahte bir tebessüm yerleştirdi. "Olur mu hiç Hülya Sultan? Sebepsiz yere neden ağlayayım ben?" dedi. Sebepsiz yere... Döktüğü gözyaşlarının sebebi öyle büyüktü ki kelimeler kifayetsiz kalıyordu. "Hadi len oradan! Ben senin ciğerini bilirim ciğerini. Gözlerin seni hemen ele veriyor seni. Söyle çabuk neden ağladın?" Ah, neden ağlamasındı ki annem... Gözlerini bana çevirdi. Bir şey yap, diyordu. Kurtar beni. "Ya, anne..." dedim koluna yapışıp sırnaşarak. "Ben çok acıktım yemekte ne var?" dedim. Bir yandan da kolunu çekiştiriyordum. "Kızım bıraksana kolumu. Allah Allah!" dedi azarlar gibi. Hemen bıraktım. "Siz gene bir işler karıştırıyorsunuz, ama dur bakalım. Hayırlısı." dedi. Tabii anneciğim, ne işler, ne işler... Birbirimizle bakışmaya devam edince "E, hadi. Ne duruyorsunuz? Hadi sofraya, hadi." dedi. Ardından birlikte sofraya indik. Babam ve Gökhan abim sofraya oturmuş, çaylarını yudumluyorlardı. Gökhan abim bizi farkedince, "Hele şükür, hele şükür." dedi gülerek. "Kızlar, siz sofraya gelmeseydiniz, ben sofrayı size getirecektim." Gülüştük hep birlikte. Annem babamın yanında, Ben ve Zehra onun karşısında oturuyorduk. Abim ise babamın karşısında. Ama bir sandalye altı yıldır hep boştu. Miraç abimin sandalyesi... Hepimizin bakışları o sandalyedeydi. Zira bugün abimin ölüm yıl dönümüydü. Babam masadaki üzgün ve gergin havayı dağıtmak adına, "E, ne duruyorsunuz çocuklar, başlayın hadi." dedi. Sofra sessizliğin çukurundaydı. Herkes çıtını bile çıkarmadan yemeğini yiyordu. Altı yıldır hep böyleydi. Her 6 Kasım'da günlerimiz böyle monoton, böyle kasvetli geçerdi. Kahvaltımı yaptıktan sonra partmantodaki siyah deri ceketimi üzerime geçirdim. Sonra da Zehra'yı seslendim. "Zehra! Nerede kaldın? Geç kalıyoruz." Postallarımı giyerken yanıma Zehra geldi. "Geldim, geldim." dedi ve krem rengindeki kabanını giydi. İçinde siyah bir gömlek ve ceket vardı, kolunda ise yine siyah renginde mini bir çanta vardı. Bu onu asil göstermişti. Kapının eşiğindeki ayakkabılıktan siyah renginde parlayan bir topuklu ayakkabı çıkardı ve hızla giyindi. "Hadi gidelim." dedi. Birlikte arabamın yanına geldik. Şoför koltuğuna yerleştim ve kemerimi taktım. Ardından arabayı çalıştırdım. "Nereye gitmek istersiniz hanımefendi?" dedim Zehra'ya taksici gibi davranarak. "Mezarlığa." dedi zorlukla. Gülümseyen yüzüm soldu. Yavaşça baş sallayıp onu onayladım. Sonra da arabayı hareket ettirdim. Yaklaşık yirmi, yirmi beş dakika sonra mezarlığın önündeydik. "Sen geliyor musun?" dedi Zehra. Başımı olumsuzca salladım. "Maalesef. Müdür beni yanına çağırdı. İşim bitince ancak." "Anladım." dedi ve arabadan çıktı. Kapıyı kapatmadan önce başını öne doğru uzattı. "Hadi kolay gelsin sana o zaman." Başımı salladım gülümserken. Zehra kapıyı kapatınca oradan uzaklaştım.
*****
Zehra, kardeşinin arabası oradan uzaklaşana kadar arabayı izlemeye devam etti. Araba, gözden kaybolunca bakışlarını mezarlığa çevirdi. Şimdiden içine büyük bir kasvet dolmuştu. Acı, çok acı, göğsünden asla dinmeyecek bir kasvet... Başını öne eğip içeri girdi. Ezbere bildiği yolu yürümeye başladı. Biraz yürüdükten sonra başını mezarlıktaki ağaçlara çevirdi. Abisinin en sevdiği mevsim, ağaçları donatmıştı. Sonbahar mevsimi, Miraç'ın en sevdiği mevsimdi. Yaprakların yerde oluşturdukları renk cümbüşü sonbaharın en güzel tonuydu ona göre. Bir de basıldığı zaman oluşan o yaprak hışırtıları... En sevdiği sesti belki de. Karşıya baktığında abisinin mezarını gördü. Ama o da ne? Hiç tanımadığı bir adam Mezar taşını kenarında oturmuş, abisinin toprağındaki beyaz güllerle ilgileniyordu. Kaşlarını çattı Zehra. Bu adamı daha önce hiç görmemişti. Adam, okyanusu andıran mavi gözlerini beyaz mermerden yazan isme dikmişti. Bir yandan da bir şeyler söylüyordu. Ama bu mesafeden anlaşılması zordu. Dikkatini konuşmaya vererek yavaş yavaş yürümeye başladı. Birkaç adım ileri gittikten sonra bir tık daha net duymaya başlamıştı. "Ah, be abi. Sensizlik ne kadar da zormuş. Affet beni, affet." diyen adam, başını öne düşürdü. Ne diyordu bu adam? Daha fazla bekleyemeyecekti. Tam adamın yanına gidip neler olduğunu soracaktı ki, dikkatsiz bir şekilde bastığı yerden bir hışırtı duyuldu. Yapraklara basmıştı! Gelen hışırtıyla adamın bakışları ona döndü ve bakışları birleşti. Dikkatli bakınca daha güzeldi gözleri. Kemikli yüzüne, biçimli burnuna ve kirli siyah sakallarına bu gözler çok yakışmıştı. Gülümsedi Zehra, adamın şaşkın sıfatına karşılık. Oysa adam hiç beklemiyordu. Altı yıl sonra onu tekrar görmek... Çünkü bu kadın abisi bildiği adamın cenazesinde gördüğü Miraç'ın resmen kopyası olan kadındı. Altı yıl... Altı yıl ikisini de çok değiştirmişti. Adam, abisi bildiği adamın intikamını almak için daha çok insan öldürüyordu. Kadın, abisinin hayallerini gerçekleştirmek için katilleri adalete teslim ediyordu. Aralarındaki soğuk sessizliği bozan Zehra oldu. "Siz de kimsiniz?" dedi kibarca. "Ben-ben..." diye tökezledi Ebubekir. Ne diyeceğini bilemiyordu. Her şeye lafı olan adam kadınının güzelliği karşısında dili kör düğüm olmuş açılmamıştı. Bir de... Ona olan mahcubiyeti. Sonuçta abisinin ölümüne kendisi sebep olmuştu. Karşısında Miraç'ın ta kendisi vardı sanki. Ona benzeyen kömür renginde simsiyah gözler, kaşlarının karalığı, yüzünün diğer hatları... Sanki Miraç tekrar karşısındaydı. Zehra ise artık bu durumdan iyice işkillenmişti. Hem bir merakla hem de az önce sorduğu sorunun cevabını alamamasının sitemiyle, "Size az önce bir soru sordum. Abimin mezarında ne işiniz var?" dedi. Cevap alamayınca, "Sağır mısın, dilsiz misin, kardeşim?" dedi az önceki kibarlığın karşılık biraz daha kaba bir şekilde. Söz konusu ailesi olunca her şeyi bir kenara bırakırdı. Ebubekir hala ne diyeceğini bilmiyordu. Herkese, herşeye laf söyleyen dili, şimdi lal olup çıkmıştı. Kadını gözlerinde harlanan sinir ateşini görünce, "Ebubekir, Ebubekir Atasoy." dedi. Zehra kaşlarını çattı. Bu ismi bir yerlerden duymuş olmalıydı. Ama nereden? Bakışlarını tekrar adamın okyanus gözlerine dikti. "Peki, Ebubekir Bey, sizin burada ne işiniz var?" Cümlenin kaba olduğunu farketttiğinde soruyu yineledi. "Yani... Daha doğrusu abimin nesi oluyorsunuz?" Ebubekir, şimdi istemese de o soruya cevap vermek zorundaydı. Ama ne diyecekti? İşte, 'Ben bir mafyayım, cinayet işlerken abin de benim yanımdaydı. Dava açılınca suçu üzerine aldı, sonra da benim yüzümden öldürüldü.' mü diyecekti? Asla. Düşüncesi bile içinde soğuk bir ateşin kıvılcımına sebep olmuştu. Hem, bu aile onun yüzünden çok acı çekmişti. Şimdi ise bu kadın ona Miraç'ın emanetiydi. "Ben, abinizin eski bir arkadaşıydım. Vefatının yıl dönümünde mezarını ziyaret edip dertleşmek için gelmiştim. Şimdi ise gidiyorum." dedi ve Zehra'nın bir şey demesine izin vermeden oradan uzaklaştı adam. Ebubekir Atasoy, onunla böyle karşılaşmayı hayal etmemişti. Şimdi ise işler değişmişti. Artık hiçbir şey Ebubekir Atasoy'un hayal ettiği gibi devam etmeyecekti.
***** Arabadan indiğim gibi hızla karakola doğru yürümeye başladım. İçeri girdikten sonra müdürün odasınını önüne geldim. Kapıyı üç kere tıklattım. Müdür onayı ile hızla içeri girdim. İçeride koltuklarda oturan bir polis vardı. Anladığım kadarıyla o da benim gibi komiserdi. Adamın yüzüne baktığım da biçimli burnu, koyu kahve gözleri ve kirli sakalları dikdörtgen şeklindeki yüzüne tam oturmuştu. "Gel, Beyza. Otur." dedi Vural Müdür. Vural Müdürün emriyle adamın karşısına oturdum. "Beyza Komiser. Çalışacağın ekibin bir diğer komiseri." Ne? "Anlamadım, müdürüm." dedim. "Anlamayacak bir şey yok Beyza. Fethi Komiserin yerine atanan arkadaşımız şuan karşında duruyor." dedi Vural müdür. Gözlerimiz ilk defa birbiriyle buluştu. Kahvenin en koyu tonundaki gözlerinde alaycı bir gülümseme vardı. Elbet bir gün hesaplaşırız sizinle, beyefendi. "Burak İlhan. Bundan sonra sizin ekipten Beyza. Operasyonları birlikte yöneteceksiniz." Tebbet oku, dedi şeytan. Şunun gözlerine baksana. Cin gibi bakıyor bize. Oku şuna çabuk. Kış kış, cinler, kış kış. Te Allah'ım ya, dedi melek. Uyma sen kızım buna uyma. Cık, cık, cık. Nasıl şeytansın sen. Bir de Tebbet Suresi oku diyor. Ağzına hiç yakışmıyor, diyen melek ve şeytanı orada bırakıp dünyama döndüm. "Emredersiniz, müdürüm." dedik aynı anda. "Çıkabilirsiniz, çocuklar." dedi Vural müdür. Emriyle ikimiz de aynı anda ayağa kalktık ve kapıya doğru yürüdük. Çıktığımızda hala yüzünde odadaki alaycı gülümsemesi vardı. Boyu benden bir hayli uzundu. Şuan ayağımda kalın tabanlı bir spor ayakkabı vardı. Sanırım yirmi santim bir topuklu giysem -ki beni gebertseler giymem- anca yetişirdim herhalde boyuna. "Biraz gergin gibisiniz?" dedi adının Burak olduğunu öğrendiğim komiser. "Bunu da nereden çıkardınız, Burak Komiser'im?" dedim. Kaşlarını kaldırdı. Anlaşılan ona ismiyle hitap etmem hoşuna gitmişti. "Gereğinden fazla dik durmanız ve elinizi sürekli ensenize atmanız desem, Beyza Komiser'im." O söyledikten sonra farkettim ne kadar dik durduğumu. Öyle bir dik durmuşum ki, sırtım ağrımıştı. Rezil olduk! "Bu taraftan," dedim bu rezilliği bozmak adına. Gülümseyip önden yürümeye başladı. Biraz yürüdükten sonra kapının önündeydik. Kapıyı açtığım zaman yine Kürşat ve İsmail'in şakaları karşıladı beni. Asla değişmezdi. Her fırsatta birbirleriyle uğraşırlardı küçük bir çocuk gibi. Ekibin neşesiydi onlar. Yanlarındaki koltukta Eren telefonuna bakarken gülümsüyordu. Anlaşılan yine eşiyle konuşuyorlardı. İki sene önce evlenmişti Eren. Şimdi ise çocuk haberi almışlardı. Ondandı bu mutluluğu. Sağ tarafa çevirdim bakışlarımı. Aslı yine işkolikliğin zirvesini yaşıyordu. Elindeki kağıtlara odaklanmıştı. Anladığım kadarıyla aradığımız çete hakkında bilgi araştırması yapıyordu. Karşısında ise Defne oturuyordu. Yine uzaklara dalmıştı. Zordu tabii onunki de. İki hafta önce babasını kaybetmişti, kanserden. Ondandı bu durgunluğu. Onu çok iyi anlıyordum. Abim öldüğünde aynısını ben yaşamıştım. Hoş, insan zamanla alışıyordu da. Alışıyordu alışmasına da insan, ömür geçiyordu alışınca da. Bizi farketmeleri için öksürdüm. Eren hemen telefonunu yanına koydu, Kürşat ve İsmail şakalarını kestiler. Defne'nin gözleri bana döndüğünde gülümsedim. Ama Aslı hala beni farketmemişti belli. Defne'nin seslenmesiyle bakışları bana döndü. "Evet, arkadaşlar," dedim konuya girerek. "Komiser Burak İlhan. Fethi Komiser'in yerine gelen ekibimizin yeni komiseri." İsmail ayağa kalktı. "Hoş geldiniz, komiserim." Onun kalkmasıyla masada duran çiçeği farkettim. Düşündüğüm şey olmasın, lütfen! "İsmail," dedim kaşlarımı çatarak. "Lütfen bana düşündüğüm şeyin olmadığını söyle." Çiçeği işaret ettim. "Maalesef," dedi Kürşat. "Düşüncelerinizde haklısınız." Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Sakinim. Sakinim. Sakin değilim. Gidip kafasına fırlatalım şu çiçeği, dedi şeytan. Saçmalama, dedi melek. Sakinsin. Sakin kal. Bak yeni gelen komiser var yanımızda. Sakın. Çizdiremeyiz asaleti. #SakinolşampiyonBeyzaİlhan "Kimden bu çiçek?" diye sordu Burak Komiser araya girerek. Ebenden, kardeşim. Sana ne! Peki bu soruyu duyan İsmail durur mu? Durmaz. Hemen başladı döktürme ve abartma rutinine. "Komiserim şimdi şöyle ki;" diye söze başladı İsmail. "Bu çiçekler Komiser Halil Yağcı tarafından Beyza Komiser'ime arada bir gelir. Ama işte Halil Komiser, bizim komisere abayı mı yaktı, anlamadık gitti. Sürekli bir yavşamalar, sürekli bu tarz hediyeler göndermeler... Sadece Beyza Komiser'i değil bizi bile usandırdı. Uyarmamıza rağmen hala devam ediyor bu pezevenk. " dedi İsmail. Ettiği küfrün farkına varınca da," Pardon komiserim. " dedi. Eliyle çiçeği bana ver anlamında bir hareket yaptı Burak Komiser. Kürşat hızla masadaki çiçeği alıp Burak'a uzattı. Bana döndü." Tanıştır bakalım bizi şu Halil denen komiserle. " Hadi, dedi şeytan beni gaza getirmek için. Bak istediğimiz oluyor işte, fena mı? Ağız burun girecek o piç kurusuna. Kafamı olumsuz bir şekilde salladım. Zaten Halil'in bana sarkıntılıkları ile ilgili olan dedikodular yeni bitmişti. Şimdi tekrardan dedikodu malzemesi olmak istemiyordum. "İyi," dedi Burak. "İsmail," diye seslendi hemen ardından. " Buyurun, Burak Komiser'im." "Sen tanıştır bizi bu komiser bozuntusuyla." Sinsice gülümsedi İsmail. Bakışları bana döndü. Yapma der gibi kaşlarımı oynattım. Ama sırf eğlence olsun diye söyleyecekti biliyorum. "Önden buyurun komiserim." dedi İsmail kapıyı işaret ederken. Al işte. Tecrübe insanı asla yanıltmaz. Bu da kanıtı. Burak Komiser'in çıkmasıyla ben de peşinden gittim hemen arkamızda Kürşat ve İsmail vardı. "Bakın, buna hiç gerek yok, ben kendim hallederim." dedim vazgeçirmek adına. Ses çıkarmadı, dümdüz yola bakmaya devam etti. Umursamamıştı beni. Arkadan İsmail ve Kürşat'ın sesi duyuldu. "Yanında çekirdek var mı?" dedi İsmail. "Yok, ama keşke alaydım yanıma." dedi Kürşat. "Hee, masanın üstünde azıcık vardı. İzlerken çitlerdik." İstemsizce gülümsedim onların bu haline. Yaşlı teyzeler gibi nerede olay varsa, çekirdekleriyle tünerlerdi oraya. Sonra da abartısız kırk gün onun dedikodusunu yaparlardı. Bak hele, bir şey diyeceğim sana." dedi İsmail. Onaylayan bir mırıltı çıkardı Kürşat. " Bu yeni gelen komiserdi abayı yakmış olmasın, Beyza Komiser'e." Gözlerim anında büyüdü. Hemen yanımdaki Burak'a baktım. İfadesizce yürümeye devam ediyordu. Siz benim elime düşersiniz elbet. "Bu tip konuşmalardan hiç hoşlanmam." dedi Burak arkadakilere hitaben. "Ben oraya minik bir uyarıda bulunmaya gidiyorum." Bakışlarını bana çevirdi. "Ayrıca komiseriniz benim tipim değil." Sen sanki benim tipimsin! İkisi de aynı anda suspus oldular. Biraz daha yürüdükten sonra İsmail yanımıza gelerek Halil Komiser'in oturduğu yeri çenesiyle işaret etti. Elindeki dosyalara odaklanmıştı Halil. Eli işteydi, peki gözleri? Oynaştaydı. İşini sağlam yağardı ama onun dışında hep kadın peşindeydi. Son bir buçuk aydır benim peşimde olduğu gibi. İsmail'in gösterdiği yere doğru yürümeye başladı Burak. İşte şimdi başlıyoruz. "Pışşt," diye seslendi Burak Komiser. "Baksana bir buraya." Onun seslenmesiyle kafasını dosyalardan kaldırdı Halil. "Buyur." dedi. "Sen utanmıyor musun böyle şeyler yapmaya?" dedi Burak, elindeki çiçeği işaret ederken. O zaman Halil ile bakışlarımız kesişti. Öfkeyle bakıyordu bana. Baksın. "Sana ne oluyor kardeşim? " dedi Halil. "Kim veriyor sana karışma hakkını?" Burak'ın karşısına geçti. "Birinin vermesine gerek yok." dedi Burak. "Ama benim ekibimdeki kadınlara böyle davranmana asla izin vermem." Bir dakika, ne? Az önce ekibi mi sahiplendi o? Birlikte yöneteceğimiz ekibi. Benim de söz sahibi olduğum ekibi. Ya şimdi sırası mı ekibin? Adam seni sahiplendi seni. Şapşal şey seni, diyen şeytana kulak asmamaya çalıştım. "Sen kim oluyorsun da bana karışıyorsun, lan." dedi Halil, Burak'ın yakasına yapıştı. "O ellerini üzerimden, çek." diye tısladı Burak. Halil'in gözlerinden ateş püskürmeye başlamıştı. Tam Burak'a vurmak için yumruğunu kaldırmıştı ki, Burak vurmasına izin vermedi. Bir eliyle ona kaldırdığı elini tutarken, diğer elindeki cam vazoyu Halil'in kafasına geçirdi. Halil vazonun kafasında kırılmasıyla acı bir şekilde inleyerek yere düştü. "Ben sana demedim mi kafasında kırar o vazoyu?" diyen İsmail'in sesi duyuldu arkadan. "Dakika bir gol bir, vallahi. Maşallah komiserime. Allah nazarlardan saklasın." dedi Kürşat ve yaşlı nineler gibi Burak Komiser'in etrafına tükürmeye başladı. Ama bütün polislerin gözü bizim üzerimizdeydi. Al işte! Bunun böyle olacağı belliydi. Gel şimdi bir ay daha dedikodu malzemesi ol buralara. " Seni... " dedi Burak, bir yılan gibi tıslarcasına. Sonra da bakışları bana değdi. "...bir daha Beyza'nın iki metre etrafında dolandığını görürsem, bu defa tek kırılan yerin kafan olmayacak." Ardından bütün karizmasıyla arkasını dönüp yürümeye başladı. Ben de küçük bir çocuk gibi peşinden yürümeye başladım. Başımı arkaya çevirdiğimde Halil'in bana intikam dolu bakışlar attığını gördüm. Çevresine üşüşen insanları duymuyordu. Yalnızca bana bakıyordu. Alaycı bir gülümseme sunup önüme döndüm. Başımı Burak'a çevirdiğimde onunda bakışlarının bende olduğunu farkettim. Birbirimize gülümsedik. İlk defa daha yeni tanıştığım bir adama güven ve hayranlılık duyuyordum. Böylece bizim hikayemizin ilk cümlesi yazılmış oldu. Bu cümle ona aitti. Ve bu hikaye biz istemeden son bulmayacak gibi görünüyordu...
Bölüm Sonu...
|
0% |