@mailendiniz
|
3.Bölüm: Cinayet
"Her anı, zihnindeki mezarlıkta yatan birer ceset. Eğer onları uyandırmaya kalkarsan, bedelini bir daha ölerek ödersin."
***
"Benim yanımda 5 yaşındaki bir prensese dönüşüyorsun sonra da ben 25 yaşındayım diye kızıyorsun. Aradan 5 dakika geçiyor, bir bakıyorum ateş saçan ejderha gibisin. Kadınların hepsi mi böyle yoksa sen bana özel bir promosyon hediyesi falan mısın?"
"İltifatların için sağ ol baba." Dedim gülerek. "Çok incesin."
Babamın bahsettiği arkadaşı Akir geldiğimiz kasabaya uzakta bir yerde oturuyordu. Bir süredir yoldaydık. Yağmur yağmaya devam ederken ben Markus'un aracını kaybetmemek için ekstra bir çaba sarf ediyordum ama onu bir süredir dinlemediğimi fark eden babam bana hiç yardımcı olmuyordu. Araba kullanmak veya bir aracı takip etmek o kadar zor şeyler değildi fakat babanız onu bir süredir dinlemediğinizi ve havaya konuştuğunu fark ettiği an işiniz bitmiş demekti. Gerçi hâlâ onu dikkatli dinlediğim söylenemezdi. Yine de bunu bilmese daha iyi olurdu.
"Sen beni dinliyor musun?"
"Ha?"
"Markus'u diyorum, bir an öldüreceksin sandım. Bakışlarını kontrol etmen gerekiyor."
"Başkaları işime karışmasa çok tatlı biriyim aslında baba. Gerçekten."
"Ne demezsin, " Dedi homurdanarak. "İşine hiç karışmıyorum ama nazını hep ben çekiyorum."
"Tatlı değil miyim yani?" Dedim kaşlarımı çatarak. İşte şimdi işler ciddileşmişti. Bana resmen tatlı olmadığımı söylemişti.
Teknik olarak öyle bir şey söylememişti ama işler buraya çıkıyordu.
"Eyvah, başlıyoruz..." Diyerek arabanın camını sonuna kadar indirip gömleğinin bir iki düğmesini hava almak istercesine çözdüğünde gülmeden edemedim. O dakikalarca söylenirken benim sesim çıkmıyordu ama ben yalandan kızmaya başladığımda babam anında role giriyordu. Çok dramatik bir adamdı ve bu beni çok güldürüyordu.
Benim gülüşlerimin yanında o sadece küçük bir tebessüm bıraktı bu ana. Sanırım istediğini almıştı. Sinirlerimin gevşediğini hissettim. Biz hep böyleydik işte. Ben bir şeye kızardım, o bir şeye kızardı, sonra birbirimizle uğraşır ve en sonunda gülerek küçük tiyatromuzu bitirirdik.
"Buraları gerçekten çok özlemişim..." Dedi babam cama dönerek. Sessice hem yağmuru hem de etrafı izlemeye başladığında gülüşünün yavaş yavaş solduğuna şahit oldum. Tam ağzımı açıp bir şey söyleyecekken bundan vazgeçtim. Belki de onu anıları ile baş başa bırakmalıydım. Bu kararımın ardından bir süre ikimizde sessiz kaldık. Aradan dakikalar geçti ama arabadaki neşe geri gelmedi.
"Burada çocukluğunun geçtiğini bilmiyordum." Dedim onu güzel anılara çekmeye çalışarak. Genç yaştayken annemle burada tanıştığını biliyordum ama çocukluğunun da burada geçtiğini öğrenmek benim için biraz yeniydi. Babam her ne kadar sempatik bir insan olsa da geçmişten konuşmayı pek sevmezdi. Onun anıları vardı ve geçmişi istiyorsa sadece oraya bakardı. Onun anıları ona ve onunla beraber yaşayana özeldi. Sizin bilmenize gerek yoktu. Kızı olsanız bile.
"Evet. Londra'ya geldiğimde genç bir delikanlıydım."
Ve sessizlik. Yine.
Devamını getirmedi, bir şey söylemedi. Bu konuları ne zaman açsam çok gerilirdi babam. Sanki onu sorguya çekmişim gibi gözlerini kaçırır, bir an önce susmamı beklerdi. Kim bilir, belki de onca yaşanandan sonra karısının intihar ettiğini bilmek ve bunu dile getirmek benim sandığımdan çok daha ağır bir yüktü. Sanki babam, annemin intihar ederek ihanet ettiği anılara yıllardır sahip çıkıyordu. Şimdi ise tek yaptığı o anıları kendine saklamaktı ve bu konuda ona anlayış göstermem gerektiğini hissediyordum. Sonunun kötü bittiği anılar bazen dile getirilemezdi.
"Sanırım geldik." Markus'un arabasını resmen bir malikanenin önüne sürdüğünü gördüğümde bende direksiyonu o yöne kırdım. Buralarda evler hep böyle miydi?
Düşüncelerimden yavaş yavaş sıyrılmamla yağmurun durduğunu fark ettim. Gözlerimi malikaneden çekip park edeceğim yere odaklandım. Yağmur yüzünden her yer çamur olmuş olmalıydı. Koca malikaneye çamurlu ayakkabılarla girmek istemezdim. O an Markus'un burada yaşadığı için ne kadar şanslı olduğunu düşündüm.
Elimizde zengin ve sapık bir orman dedektifi vardı.
Aslında sapıklık yapmamıştı ama henüz bir anda, ormanın içinde beliriveren bir adam için daha uygun bir sıfat bulamamıştım. Belki bulunca değiştirirdim ya da sırf inadına değiştirmezdim. İkincisi gayet olası bir durumdu.
Arabayı park eder etmez ikimizde arabadan indik. Yine Markus'un peşinden malikaneye doğru yürümeye başladık. Ana kapıdan içeri girer girmez karşılaştığımız ilk şey küçük bir süs havuzu ve onun hemen önündeki adamdı.
"Paul..." Bu Akir olmalıydı. Herkesten önce babama bakmasından bu sonuca varmıştım. Onlar yıllardır görüşmeyen iki dosttu. Bu nedendir ki, ikisininde gözleri doluydu.
"Evine hoş geldin, eski dostum. " O an iki dostun yeniden kavuşmasına şahit olduk. İkisi birbirlerine sıkı sıkıya sarıldıklarında kardeş olduklarını anlamak zor olmamıştı. Arada kan bağının olmasına gerek yoktu. Babamın gözlerinden bir damlanın firar ettiğini gördüm. Akir'in gözleri ise sıkı sıkıya kapalıydı.
"Kardeş gibiler." Dedi Markus. Sanki aklımı okumuş gibiydi.
"Zaten öyleler." Dedim hiç düşünmeden.
"Mia? Bu sen misin?" Akir babamdan ayrıldığında gözleri benimkilerle buluşmuştu. O an babama bakma ihtiyacı hissettiğimde onunda bana gülümseyerek baktığını gördüm. Tekrar Akir'e döndüğümde bende yüzüme küçük bir tebessüm ekleyerek elimi uzattım. "Evet, Mia ben. Memnun oldum."
Akir gülerek elimi es geçip yavaşça sarıldığında bu nazik isteğe karşı koyamadım. Daha önce hiç görmediğim bu adamın sarılması normalde rahatsız edici gelebilirdi ama az önce yaşanan sahnelerden sonra ona bir sempati beslemiştim içimde istemeden.
Çok geçmeden geri çekildiğimde Akir yüzünde kocaman bir gülümsemeyle bana baktı. "Seni en son gördüğümde minicik bir bebektin... Zaman ne kadar hızlı geçiyor değil mi Markus?"
"Haklısın baba."
Akir ve babam önde, Markus ve ben arkada malikanenin içine doğru yürümeye başladık. Çok ilerlememiştik ki Markus babamların duyamayacağı bir şekilde konuşmaya başladı. Boy farkımızdan dolayı kulağıma doğru eğiliyordu.
"Babama sarılıyorsun ama bana gelince Dedektif Paterson oluyorum öyle mi? Çok kırıcısın."
"En azından sapık orman dedektifi demiyorum." Dedim dürüstçe. Bana dehşet içinde baktı. "Ne sapıklığımı gördün?"
Omuz silktim. "Ormanda bir anda bir kadının arkasında belirirsen ancak böyle iltifatlar alırsın dedektif. Üzgünüm."
Ben adımlarımı hızlandırıp önümüzdekilere yetişmeye çalışırken o durmuştu. Sırtımda bakışlarını hissettiğimde ürperdim ama o bakışı görmediğime şükrettim.
"Bu bir iltifat mıydı?"
-*-
Büyük bir sofrada 5 kişiydik. Aramıza yeni katılan kişi Markus'un annesi Ailsaydı. Kendisine mutfakta az da olsa yardım etme şansım olmuştu ama o kısa sürede bile ne kadar tatlı bir kadın olduğunu anlamıştım.
Ben ve babam yan yana, Markus ve annesi yana oturuyordu. Karşılıklıydık. Akir ise masanın başındaydı.
"Demek o eski ev için geldin.." Dedi Akir bıçağı ile omletini keserken. "Son haberler seni de cezbetti demek."
"Evet, efendim. Ayrıca fotoğraflar ve yazı için izninize ihtiyacım var."
Akir Markus'a döndü. "Bu senin başının altından çıkmış olmalı."
Markus güldü. "Sadece işimi yapıyorum."
Akir göz devirerek bana döndüğünde bende istemsizce gülümsemiştim. "Sen oğlumun kusuruna bakma. Elbette istediğini çekip yazabilirsin. Ben senin amcan sayılırım, sana yardımcı olacaksa elimden geleni yaparım."
O an gülüşüm biraz daha büyümüştü. Hızla Markus'a küçümseyici bir bakış attım. Zafer benimdi. Buradan çıkar çıkmaz önce babamı trene bırakacak, ardından o eve geri dönecektim.
Birkaç sessiz dakikadan sonra sormadan edemedim. "O evi neden aldınız?"
"Yatırım. Neredeyse 30 yıldır boş ve ondan öncesinde de orada olduğu düşündüğümüzde oldukça eski bir ev. Bilirsin, emekli olup şehirden kaçmak isteyen çok olur veya birkaç günlüğüne ev kiralamak isteyen gençler. Buralar tam onlara göre. Sence de bu eski yapıyı bir gelir kapısına dönüştürmek mantıklı olmaz mı?"
Tam olarak düşündüğüm şey.
"Çok mantıklı." Dedim hızlıca. Akir'in neden bu kadar zengin olduğunu o an daha net anladım. Fırsatı gördüğünde kaçırmıyordu ve olabilecek en mantıklı şekilde değerlendirip parasını alıyordu. İyi bir reklamla o parayı katlamak zor olmazdı. Akir hiç şüphesiz iyi bir yatırımcıydı.
"O eve haksızlık ediyorsun." Dedi Markus. Ondan böyle bir çıkış beklemediğim için kaşlarımı çattım. "Orada bir tarih var. Anılar var. Öylece yıkıp geçmek zalimce."
"Onlar başkalarının anıları, Markus. Hiç sahip olmayacağımız anıları koruyamayız."
"Yine de ben yıkılmamasından yana olurdum. Bazen bazı şeyleri kendi doğasına, kendi kaderine bırakmak gerekir. O ev kendi başına koca bir anı ve sadece içinde yaşayanlar için değil, kasaba içinde öyle. İnsanlar ona baktıklarında-"
"İnsanlar o kokuşmuş eve bakmıyor bile Markus."
Markus güldü. "İnsanlar o eve baktıklarında ölümü hatırlıyorlar baba. Belki sende yıkmadan önce bakmak istersin."
Sessizlik.
Buz gibi bir sessizlik.
Hepimiz bir süre boyunca kahvaltıya devam ettik. Markus'un neden bir anda babasına böyle bir şey dediğini anlamamıştım ama aklımın bir yerinde Markus'a bir dosya açtım. Şimdilik o dosyadaki sorular arasında en merak ettiğim soru, sanırım buydu.
Neden o evin yıkılmasını istemiyorsun Markus Paterson?
Aradan geçen dakikalar sonrası sofradaki soğuk sessizliği bölen Akir oldu. Bana baktı ve bir iş insanı edası ile konuşmaya başladı.
"Evi hemen yıkmayacağız, Mia. Zamanın var. Endişe etme. Ev hakkında Markus sanırsam benden daha fazla şey biliyor, ona sorabilirsin. Yine de ben bir şeye ihtiyacın varsa burada olacağım. Babanın yokluğunda lütfen yalnız hissetme. İstediğin zaman gelip burada kalabilirsin."
Akir masadan kalkıp uzaklaşmaya başladığında Markusla bakıştık. Sinirli olduğunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Hiçbir hareketini görmesem bile yeşillerinden bunu anlayabilirdim.
Akir birkaç saniye içinde geri geldiğinde elinde bir zarf olduğunu gördüm. Onu bana uzattığında meraklı gözlerle Akir'e baktım.
"Yalnız kaldığında açarsın. Acele etme. " Bana gülümsedikten sonra eşi Ailsa'ya döndü. "Tatlım, Paul ve bana birer kahve yapar mısın? Kış bahçesinde olacağız."
Saate baktım. Babamın trenine yaklaşık yarım saat vardı.
"Treni unutma, baba. Yarım saatimiz var."
"Tren istasyonu buraya 5 dakika Mia, keyfine bak. Kahveyi içtikten sonra gidersiniz." Diyen Akir babamı da alarak odadan ayrıldı. O odadan çıkar çıkmaz Ailsa da mutfağa kahve yapmaya gitmişti. Herkes gittiğinde sofrada Markusla baş başa kaldık. Ben zarfı çantama yerleştirirken o konuşmaya başladı.
"Sor."
"Hım?"
"Patlayacaksın meraktan, Mia. Sor." Çok haklıydı ama bunu ona söylemeyecektim.
"Neden öyle söyledin?"
"Ne söyledim?"
"O ev... Neden ölümü hatırlatıyor ki? Terk edildiği için mi?" Diğer sorumu sonraya sakladım. O soru biraz daha kişisel bir soruydu ve henüz cevaplayacağını sanmıyordum.
Gülümsedi.
Bir an, sadece küçük bir an, bana acıdığı hissettim.
"Hiçbir şey bilmiyorsun değil mi?"
"Ne konuda?"
"Her konuda."
"Her konudan kastın ne?"
"Mia-" Tam o an bir arabanın alarm sesini duyduğumuzda ikimizde birbirimize bakakalmıştık.
Dışarıda sadece ikimizin arabası vardı.
Hızlıca malikaneden dışarıya, arabaların olduğu yere doğru koştuk. Dışarıda görmeyi beklediğimiz son şey ise babalarımızın da orada oluşuydu.
Hemde birinin elindeki küçük çakıyla.
"Ne yapıyorsun baba?" Dedi Markus bir Akir'e, bir de elindeki çakıya bakarken.
"Üzgünüm, oğlum. Lastiğin delindi. Bilerek olmadı." Akir gülümsedi. "Merak etme. Siz Paul'u bırakıncaya kadar yedek lastik bulmuş olurum. " Kolundaki saate baktı o an. "Vakit geç olmuş. Adamın treni kaçacak. Hadi, misafirlerimize trene kadar eşlik et. Mia seni geri bırakır zaten."
Daha demin acele etmeyin demişti.
Babama baktığımda göz devirdiğini ama yinede yüzünde hafif bir tebessüm olduğunu gördüm. Sanki bu ikisi kendi aralarında bir oyun çevirmişlerdi ve kurbanlar biz olmuştuk.
Yaşlı ve çok fenalardı.
"Üzgünüm, Akir amca." Dedim bende gülerek. Oyuna gerçeklik katmak adettendi. "Oğlunuzu eve biraz geç bırakacağım. Bavullarımı taşırken bana yardım edeceğine dair bir sözü var da."
"E harika bir haber bu." Dedi Akir. "Üstüne bir keyif kahvesi içeriz artık."
"Bugün kesinlikle üstüme oynanıyor." Markus'un burun kemiğini sıkarak içerlenmesine hepimiz güldük. Tam o an Ailsa yanımıza elinde kahve tepsisi ile geldiğinde bu sefer Markus da bizim gülüşlerimize katıldı. Gülmeyen tek kişi, hiçbir şeyden haberi olmayan Ailsaydı.
"Bir şey mi kaçırdım?"
"Hayır hayatım. Paul ve kızını yolcu ediyoruz. Markus da onlarla gidip yol gösterecek. Eh, kahveyi de biz içeriz karşılıklı." Diyen Akir karısının yanağından hızlı bir makas aldı. Ben gülümserken Markus'un yüzünü buruşturduğunu gördüm. Bu sessizce gülmeme neden olmuştu.
"Arabanın anahtarlarını alabilir miyim Bayan Larson?" Dedi çok geçmeden. Çantamdan anahtarları çıkarıp avuç içine bıraktım. "Şimdilik, elbette dedektif."
_*_
"İstasyon buraya beş dakika, öyle mi Akir amca?" Resmen 15 dakikadır yoldaydık. Markus'un gülüşü kulaklarımı doldurdu anında. "Babama çok güvenme. Kendisi bir manipülatör."
"Hey, arkadaşım hakkında düzgün konuşun gençler." Bu sefer ikimizde babama gülmüştük ama o da bizimle gülmüştü. Haklı olduğumuzu biliyordu.
"Merak etmeyin, geldik." Dedi Markus. Tren istasyonu görüş alanımıza girmişti. 5 dakika içinde oradaydık.
İstasyonun önüne geldiğimizde hepimiz arabadan indik. Babam nasıl olsa burada kalmayacağı için yanına bir şey almamıştı, bavulu yoktu. Treninin ise 10 dakikası vardı.
"Gitmemizi istediğinden emin misin?" Diye sordum. 10 dakika boyunca burada tek başına ne yapacaktı?
"Bebeğim öğlen oldu neredeyse. Daha evi düzelteceksiniz, gitmelisiniz. Tren az sonra gelecektir. Bekleme beni."
Ona sıkı sıkıya sarıldım. Bu bir veda değildi ama böyle anlar hiç hoşuma gitmiyordu.
Babam benden ayrıldığında Markus'a döndü. Ona da sarılıp kulağına bir şeyler söylemişti ama duyamamıştım. Her ne söylediyse Markus güldü ve babamdan ayrılmadan hemen önce yeşilleri beni buldu.
Gözlerini oymak istiyordum.
"Merak etme amca. Yolun açık olsun."
"Sizinde gençler. Evde görüşürüz bir tanem."
"Evde görüşürüz baba."
Bize arkasını döndü ve yürümeye başladı. Daha fazla arkasından bakarsam ağlayabilirdim, bu yüzden hızlıca arabaya bindim. Kollarımı önümde bağlayıp arkama yaslandığımda o da arabaya binmişti.
"Ağlayacak mısın, prenses?"
"Yo," Dedim çocuk gibi. "Ne münasebet. Sürün lütfen."
Gülüyordu ama o güldükçe bende gülüyordum.
"Hay hay, efendim."
_*_
"Sence oldu mu?"
"Olmadı mı?"
"Sana olduğunu düşündüren ne?" O an ikimizde Markus'un ayarlamaya çalıştığı televizyona baktık. Ne çekiyordu, ne çekmiyordu. Açıklamak isterdim ama inanın bende Markus'un bunu nasıl başardığını bilmiyordum.
Bundan birkaç saat önce kalacağım eve gelmiştik. Aslında benim planım Lanetli Ev'e gitmekti ama sanırım en doğrusu kalacağım eve gidip orayı toparlamak ve günü bitirmek olacaktı. Kalacağım ev, o kasabanın içindeydi. Tatlı, küçük bir evdi ve eşyaları da içindeydi. Babam evi benim için birkaç günlüğüne kiraladığını söylemişti ve avucuma bir anahtar bırakmıştı henüz İskoçya'ya gelmeden. Anahtarı sahibine Londra'da vereceğimizi de eklemişti. Anlaşılan ev sahibi uzun süredir buraya uğramıyor diye düşünmüştüm ama eve girdiğimizde uzun süre kavramının ne kadar uzun olduğunu sorguladım.
"Eski evlerden hiç hoşlanmıyorum." Dedi Markus ve yeniden eski tip televizyonu ayarlamaya koyuldu.
Ev resmen bizi eski zamanlara götürmüştü. Her şey yıllar öncesinden kalmaydı ve iyi bir temizliği hak ediyordu. Markus ile kolları sıvadık. Ben başta onun çok işe yaramayacağını düşünmüştüm ama beni bir kez daha şaşırtarak oldukça güzel temizlik yapmıştı. Yerleri paspaslamış, halıları süpürmüş, dolapları ve avizeleri güzelce silmişti. Ben yatacağım odayla ilgilenmiştim. Markus dolabı ve dolabın üst kısımlarını sildikten sonra kıyafetlerimi yerleştirdim. Tam o sırada komşum olduğunu öğrendiğim Bayan Reid, kapımızı çalmıştı. Ev sahibi evin durumunu hesap etmiş olmalıydı ki komşundan yardım istemiş, bize birkaç bir şey getirmesini sağlamıştı. O an Dünya'nın en mutlu insanı bendim.
Bayan Reid birkaç çarşaf, yemekler için küçük bir tencere, bardak, çatallar ve kaşıklar, bir iki tabak, koltukların üzerine sermemiz için örtüler ve bunun gibi birkaç küçük eşya getirmişti. İnce düşünceli tatlı kadın; tencereyi boş göndermemiş, yaptığı yemekten bize de getirmişti.
Makarna!
Yapabildiğimiz en dip köşe temizliği yaptık. Bir sürü böceği evden uzaklaştırdık ve örümcek ağlarını bozduk. Umarım bize çok kızıp gece beni öldürmek için geri dönmezler diye dua ettim. Bir böcek istilası kaldırabileceğim son şeydi.
Camdan dışarı baktım. Turunculaşmış gökyüzü, güneşe elveda diyordu ve geceyi kucaklıyordu. Saatlerdir çalışıyorduk.
"Sanırım elimden gelenin en iyisi bu Mia."
Bayan Reid'ın bir süre önce getirdiği makarnayı tabaklara koyarken Markus'un sesi ile o yöne döndüm. Televizyon biraz öncekinden çok daha iyi gözüküyordu ama mükemmel denemezdi. Yine de o dediği gibi elinden geleni yapmıştı.
"Teşekkür ederim, Markus." Dedim elimdeki iki tabakla kanepeye ilerlerken. Cümlelerim gerçekten içtendi. "Yeterince yoruldun. Bırak o da böyle kalsın."
"Bu kulaklar neler duyuyor? Adımı bir kere duyabilir miyim sizden hanımefendi?"
"Hemen şımarıyorsun." O an ikimizde kanepeye, yan yana oturmuştuk.
"Bir erkekten beklenmeyecek bir temizlik performansıydı." Dedim dürüstçe. "Etkileyici."
"Yaşadığın yeri temiz tutmak insancıl bir hareket. Diğer erkekler yapmıyorsa bu asıl problem. " Dediğinde makarnama gömüldüğümden onu sadece başımla onaylayabildim. Çok haklıydı. Normal olanı buydu.
"Koca malikaneyi temizlemek zor olmalı. Annen ve sen bu konuda teksiniz sanırım. Hiç bir yardımcınız olduğunu falan göremedim."
"Ben orada kalmıyorum."
"Ne?"
"Otuz yaşında bir adamım. Neden orda kalayım?"
"Tek bir katında yaşasan babana gözükmeden hayatını devam ettirebilirsin." Güldü. "Abart." Haklıydı. Az biraz abartmıştım.
"Kusuruma bakma, Londra'da sıradan bir apartmanda kalan kız için bunlar çok büyük evler."
"İnan evler büyüdükçe içleri boşalıyor." Dediğinde bu cümlenin aslında ne kadar derin olduğunu düşündüm. Belki de haklıydı.
"Eee," Dedim konuyu değiştirmek için. "Nerede oturuyorsun o zaman?"
O yaramaz sırıtış yeniden yüzünde belirdi. Kim bilir ne diyecek diye beklerken bombayı patlattı. "Komşuyuz." Televizyonun sağ tarafında kalan balkondan karşıdaki küçük evi gösterdi. "Orada kalıyorum. Bir şey olursa balkondan seslenmen yeter."
"Sağ ol ya, bir orman sapığı ile komşu olduğumu bilmek beni çok rahatlattı."
Sesli güldü cümlelerimle. O an gülüşünün de gözleri kadar etkileyici olduğunu fark ettim.
"Ben neden durup dururken sapık oldum hâlâ anlamadım. Alt tarafı ormanda karşılaştık."
"Sahi," Oturuşumu düzeltip tamamen ona döndüm. Ben bağdaş kurmuştum. O ise ayaklarını önümüzdeki televizyona doğru uzatmıştı. "Senin ne işin vardı orda?"
"Ben-" Lafını tamamlayamadan telefon çaldı. Özür dileyip cebinden telefonu çıkarıp açtığında bir erkek sesi duydum. Belki de işten biriydi.
Markus telefondaki adamı dinlerken elindeki tabağı önümüzdeki küçük masaya bıraktı. O çoktan bitirmişti. Bende son lokmamı alıp onun tabağını da alarak mutfağa ilerledim. Geri döndüğümde Markus çoktan telefonu kapatmış, kapının önünde askıdan aldığı ceketini giyiyordu.
"Gidiyor musun?"
"Mia arabanı almam lazım. Hemen geri geleceğim tamam mı? Sakın evden çıkma."
"Markus ne oluyor?" Ayakkabılarını giyiyordu.
"Mia dediğimi yap!" Sesi bir anda olduğundan yüksek çıkmaya başladığında onun gerginliği bana da yansıdı. Bir anda ne oluyordu böyle? Ayrıca neden bana sesini yükseltiyordu?
"Ne oluyor dedim!"
"Mia!" O an hızlı bir hamleyle elindeki araba anahtarını aldım. O daha ne olduğunu anlayamadan bir adım daha yaklaşıp işaret parmağımla göğsüne bastırdım. "Ya söylersin ya da yürüyerek gidersin."
Bingo.
Kapana kısılmıştı.
Yüzünü avuçları içine alıp iç çekti. Çok geçmeden ellerini yüzünden çekip tekrar bana döndü.
"Biri şüpheli biçimde intihar etmiş ve benim dedektif olarak oraya gitmem gerek. Şimdi izninle." Dedi anahtarı koymam için elini uzattı. Çok beklerdi. Arabaya benle binene kadar ona anahtarı vermeyecektim.
"Bende geleceğim." Hızla ceketimi alıp bende ayakkabılarımı giymeye başladım.
"Mia bu iş ciddi!" İçimizdeki ateş bir anda tekrar harlandı.
"Bende öyleyim!" Bana sesini yükselmesinden kesinlikle hoşlanmamıştım.
Gözlerime baktı. Orada ne görmüştü bilmiyordum ama gördüğü şey sinirini biraz da olsa yatıştırmış, içinde yanan ateşi dizginlemişti.
"Pişman olacaksın..."
Neden herkes böyle söylüyor?
"Olmayacağım, Markus. Gidelim." Beraber hızla arabaya ilerledik. Yolu o bildiğinden anahtarı ona doğru fırlattım. Havada kapıp sürücü koltuğuna geçtiğinde, bende yan taradındaydım. Hiç düşünmeden gaza bastı ve karanlık yolda ilerlemeye başladık.
Yol boyunca konuşmamamıza rağmen bir yerden sonra nereye gideceğini anlamış gibiydim. Gündüz buradan geçtiğimi hatırlıyordum. "Biz..."
"Lanetli Ev'e gidiyoruz."
Lanetli ev.
Orada biri mi ölmüştü? Şu an?
"Kim?"
Cevap vermedi ve bu beni daha da gerdi. Dakikalar içinde oraya ulaşmıştık. İkimizde hızla arabadan indik. Ormanı, polis arabalarının ışıkları aydınlatıyordu. Etrafı sarı şeritlerle kapatmışlardı. Hepsinin gözleri doğal olarak bendeydi. İçlerinden bu da kim dediklerine emindim.
"Markus..." Bunu söyleyen polis memuru bana bakıyordu. Ona çok aldırış etmeden eve bakmaya devam ettim.
"O benimle. Sıkıntı yok. Ne zaman olmuş bu?"
"Muhtemelen birkaç saat olmuş."
Onlar konuşurken ben yavaşça evin içine ilerlemeye başladım. Sesleri kulaklarımı dolduruyordu ama bu kahrolası eve karşı koyamıyor, ne zaman ona baksam içine çekiliyordum. Şimdi sabah yapamadığım işi bitirecektim. Sabah Markus yüzünden giremediğim eve şimdi Markus sayesinde girecektim.
"Kim ihbar etti peki?"
"Kimliğini bilmiyoruz. Tam olarak bir ihbar bile denemez belki. Büro'ya bir not geldi. Lanetli Ev'e gidin diyordu. Biz bunun bir çocuk şakası olduğunu düşündük ama yine de kontrol etmek istedik. Sonrasını zaten biliyorsun."
Onlar konuşurken ben evin bahçesini tamamlamış çoktan açık kapıya gelmiştim. Etraf zifiri karanlık olduğundan cebimden telefonu çıkarıp feneri yaktım. Temkinli adımlarla ilerlemeye başladım.
O ara Markus yanında olmadığımı anlamış olmalıydı ki bana seslendiğini duydum. Sesinde panik vardı ama nedenini anlamıyordum. İlk defa bir ölü görmeyecektim. Çok kez gazeteye ölüm haberi girmiştim.
Onun sesleri yaklaşırken bende adımlarımı hızlandırıp evin holünden merdivenlerle yukarı çıkmaya başladım. Burası gerçekten çok büyüktü. Muhtemelen ulaşacağım yer ana salon olacaktı.
"MİA!" Markus'un sesi bomboş evde yankılanırken ben merdivenleri tamamladım.
Ve oradaydı.
Donakaldım.
"Mia!" Markus merdivenlerdeydi ama artık her şey için çok geçti.
"B-Baba..?"
Hayır.
Orada duran benim babam değil.
Benim babam gitti.
Londra'ya varmıştır çoktan o.
O burada olamaz.
Tek başına, yürüyerek gelemez ki o buraya.
Hem, bu adamın boynunda bir urgan var.
Babam bırakıp gitmez ki beni.
Bu benim babam değil.
Babam ölmüş olamaz.
Babam intihar etmez.
Benim babam yaşıyor.
Bu adam benim babam değil.
"Mia..." Belimde bir el hissettim. Tam da vaktinde, ayaklarım beni taşımayı bıraktı. Tüm gücüm vücudumdan akıp gitti. Ne ağzımı açabildim, ne tekrar ayağa kalkabildim.
Arkamdaki adam beni kendine çekip sıkı sıkıya sarıldığında ikimizde eski evin betonundaydık. Yer soğuktu ama biz çok daha soğuktuk. Karşımızdaki adamsa hepimizden soğuktu.
Bu benim babam değil.
Benim babam beni bırakıp gitmez.
O gece ömrümden 25 yıl gitti. Ruhum bedenimi terk etti. Aciz, kambur bir et parçası olarak kaldım. Gözlerimi karşımdaki hareketsiz adamdan alamadım. Tam olarak bana bakıyordu. İkimizde gözlerimizi çekemedik. Belki de yardım istiyordu ama hayır, artık ikimizde iki et parçasıydık. Hareket edemedik. Bir şey söyleyemedik. Yardım bile isteyemedik.
O ev o gece sadece ikimizin çığlıkları ve benim sessiz göz yaşlarımla inledi ama kimse duymadı.
Benim babam intihar etmez.
Edemez.
Sözü var.
Bu bir cinayet.
Bize inanmak zorundasınız.
|
0% |