@meelcnmel
|
Kalbim, anlamsız bir acıyla burkulurken dakikalar sonra ilk kez zorlukla nefes alabilmiş, havada kalan elimi usulca indirmiştim. Her an dolabilecek olan gözlerimden olası bir durumda yaş akacağından o kadar emindim ki bunu düşünürken bile bakışlarım puslanmıştı. Karşımdaki adam bunu fark etmiş miydi bilmiyordum ama fark etmese her şey daha iyi olurdu. Sırf bu yüzden gözlerimi onun gözlerinden çekip adımlarıma yön vererek mutfağın kapısına yöneldiğimde dolu gözlerimin beni ele vermemesi için dişlerimi sıkmak zorunda kalmış, iki yanımda serbest bir şekilde duran ellerim yumruk halini almıştı. Düz tabanlı çizmelerimin ahşap zeminde bıraktığı tok ses, konağın duvarlarında yankılanırken hangi ara mutfaktan çıkıp girişteki koskoca dolaptan siyah montumu çıkardığımı bile anlamadım. Elimdeki şişme montu hızla üzerime geçirip babamın dün bana verdiği arabasının anahtarını da montumun cebinden çıkardığımda o duymak istemediğim fakat duymak için de her şeyimi ortaya koyabileceğim sesi kulaklarıma ulaşmıştı. "Maran," dedi, bir kez daha. Adımı böyle söylemesinden nefret ediyordum. Böylesine yalvarırcasına ama bir o kadar da soğukkanlı bir tonda bunu yapması, sinirlerimi altüst ediyordu. Kapıya yöneleceğim esnada koluma tutunan eli, çenemin kasılmasına yol açtığında sertçe kolumu onun elinden kurtarıp hızla dışarı çıktım. Bununla birlikte masada oturan herkesin bakışları benim üzerimde toplanırken hiç düşünmeden merdivenleri inip bahçedeki siyah arabaya yönelmiştim. Tabii bu sırada konuşulanlar kulaklarıma ulaşıyordu. "Nereye gidiyorsun, Ahu?" diyen babama şu an verebilecek bir cevabım olmadığından adımlarımı daha da hızlandırdım. "Bir şey mi oldu?" Annemin merakla peş peşe sorduğu soruları herkes farklı şekilde Kenan'a yöneltirken o ise muhteşem bir oyunculuk sergiliyordu. Tüm bunlar, kulaklarıma ulaşırken ben çoktan arabanın sürücü koltuğuna yerleşip korumaların açtığı o kapıdan lastiklerin asfaltta bıraktığı o iğrenç sesle konağın bahçesinden ayrıldım. Şehirden uzak olan yolda hızla ilerlerken dakikalardır tuttuğum gözyaşlarım da serbest kalmış, vanalarım yine açılmıştı. Niye ağladığımı da neden böyle saçma bir duyguyu hissettiğimi de bilmiyordum. Tek bildiğim, bu herifle nereye gittiğimdi. Gerçekten sona gidiyorduk ve orada çıkış olmadığını biliyordum. "Aptal herif," dedim, gözyaşlarım arasında. Görüş açım pusluyken gözlerimi birkaç kez kırpıştırmam gerekmişti. "Neyine yetmiyor bir tanesi? Doyumsuz, aç gözlü şerefsiz!" Kendi kendime konuşup kendi kendime de bağırmam, bir an deli olup olmadığımı bana düşündürttüğünde sadece birkaç saniyeliğine kendime biraz zaman tanımıştım. Boş yolda ilerlerken tek tük arabalar yanımdan geçip gidiyor, kendi kendine nasıl açıldığını bilmediğim navigasyonsaki o dijital ses de bana hiç yardımcı olmuyordu. Sikeyim, nereye gittiğimi de bilmiyordum! Islak kirpiklerimi bir kez daha kırpıştırıp hızımı düşürdüğüm an duyduğum korna sesleri, bakışlarımı dikiz aynasından arkaya çevirmeme neden olmuştu. Gördüğüm araba, en az sahibi kadar sinirlerimi bozarken daha az önce düşürdüğüm hızımı tekrar arttırdım. Utanmadan bir de peşimden geliyordu. Yolun her iki tarafında da uzanan yeşil alanlar, bana başka şeyleri hatırlatırken sanki evren üzerime oynuyor gibiydi. Arada dikiz aynasından arkayı kontrol edip kulağıma ulaşan korna sesleri ve telefonumu aramaktan asla vazgeçmeyen Kenan'ı umursamamaya çalışarak aynı hızda ilerlerken sadece saniyeler içerisinde arabası yan şeridimde ilerlemeye başlamıştı. Gözlerim, yan tarafımdaki arabanın camına kaydığında film kaplı camını indirip arabanın içindeki bana baktı. "Çek sağa," dediğinde camların kapalı olmasına rağmen boğuk sesini duyabilmiştim. Gerçekten bunu söylerken onun isteğini yerine getireceğimi falan düşünüyor olmalıydı ama daha çok beklemesi gerekecekti. Onu umursamadığımı belli edercesine daha çok gaza bastığımda önce arkamda kalsa da yine bir şekilde bana yetişmişti. Yolun boş olmasından faydalanarak da inanılmaz bir hızla ilerlemem, onun ağza alınmayacak küfürleri dizmesine neden olduğunda çatık kaşlarım altındaki bakışlarımı ona çevirdim. Fakat o, beklemediğim bir anda hızını arttırıp arabayı önüme kırdığında durmak zorunda kalmıştım. Aslında durmasam da olurdu ama neyse ki aklımdan geçenleri yapmamıştım. O, arabadan inip sert adımlarla bana doğru ilerlerken ben de emniyet kemerimi bir hışımla çıkarıp arabadan indim. "Ne yapıyorsun sen?" dedi, en sonunda ortada buluştuğumuzda. İkimizin de gözlerinden resmen alev fışkırıyordu ve birazdan çok büyük bir tartışma yaşayacağımıza adım kadar emindim. "Alıştın iyice gitmeye." dediğinde başımı hızla ona doğru çevirdim. "Ne yapacaktım?" dedim, carlayarak. "Ulan çevrende karı bitmiyor amına koyayım! Ne yapacaktım, söyle?" Bağırışlarım, bomboş otobanı adeta inletirken o ateş gibi gözleri ne gözlerimden ayrılıyor ne de dudaklarını aralayıp tek kelime edebiliyordu. Çünkü biliyordu, ne kadar haklı tepkiler verdiğimin farkındaydı ve ben de biliyordum, eğer haklılık payım olmasa dünyanın öbür ucuna gitsem bile peşimden geleceğini biliyordum. "Sakinleş," dediğinde ilk söylediği şeyin bu olması, beni çileden çıkarmaya yetti. Hem beni bu raddeye getiren kendisiydi hem de sakinleşmemi bekliyordu. "Bu şekilde çekip giderek ya da bağırıp çağırarak anlaşabileceğimizi mi düşünüyorsun?" derken onun da en az benim kadar öfkeli olduğunu fark etmiştim. Boynundaki damarlar yine belirginleşmiş, yeşil gözleri yangın yerine dönmüştü. Buna rağmen benim öfkem, onun yangınının yanında cehennem ateşi gibiydi. "Konuşarak anlaşabiliyor muyuz?" dedim, alayla. "Seni tanımak için verdiğim çabalara sen karşılıksız kalıyorsun ve ben, senin hakkında senden öğrenmem gereken şeyleri hep başkasından öğreniyorum! Ki şu an, siktiğin orospuların ilişkimize dahil olmasından bahsetmiyorum bile!" Dudaklarımdan dökülen ve biraz olsun uzlaşmaya varmayan aksine fazlasıyla edepsiz olan kelimeler, ona ulaştığında dilini alt dudağının üzerinden hırsla geçirdi. "Ağzını topla," dedi, sakince fakat gözlerine bakan bana göre hiç sakin görünmüyordu. Açıkçası umrumda da değildi. Alayla güldüm. "Neden?" dedim, sahte bir merakla. "Onları, orospu olarak anmam zoruna mı gitti yoksa?" dediğimde eli bir anda sertçe çenemi kavradı, aramızdaki mesafe kapandı. Ateş saçan gözleri, benim cehennemimde kısaca gezinirken dudaklarım arasından verdiğim nefes, dudaklarına çarpmıştı. Bu ani hareketi beni oldukça şaşırtsa da tavrımdan ödün vermeyerek gözlerinin en içine bakmaya devam ettim. "Zoruma giden tek şey," dedi, en sonunda. "Bana böyle davranman." Çenemdeki parmaklarının tutuşu öylesine sertti ki parmaklarının izinin çıktığına neredeyse emindim. İlk defa ikimiz de böylesine ileri gidiyorduk ve ben, aramızdaki saçmalığın daha ne kadar böyle süreceğini merak ediyordum. "Bana öyle bir bakıyorsun ki, kendimi berbat bir adammış gibi hissediyorum!" dediğinde az önce asıp kesen ben değilmişim gibi yine gözlerim dolmuştu. İşte bu da, kendimde nefret ettiğim başka bir özellikti. Gözleri, bunu fark etmişçesine bir süre iki gözümün arasında gidip geldiğinde tutuşu gevşemişti. Boşluğundan faydalanarak elini sertçe ittiğimde bu ufacık dokunuşumdan etkilenerek geriye doğru bir adım sendeledi. "Defol git," diye bağırdığımda bu sefer sesim güçsüz çıkmış, görüş açım bulanıklaşmıştı. "Çek şu siktiğim arabanı da." diyerek sözlerime devam ettiğimde arkamı dönüp arabaya ilerleyeceğim esnada eli bir kez daha bileğime bir kanca misali dolanmıştı. Tam o an, gözlerimden yaşlar akmaya başladığında beni kendisine doğru çevirdi. Bununla birlikte yine gözlerim gözlerini bulurken sanki akan gözyaşlarım, onun gözlerindeki yangını söndürme görevi görüyordu. Bakışları az öncekinin aksine öylesine yumuşaktı ki bu, canımı sıkmıştı. Sırf ağladığım için böyle bakacaksa, bunu istemiyordum. "Maran," dedi, tıpkı bakışları gibi yumuşak bir tınıda. "Bırak," derken bir yandan da kolları arasında çırpınıyordum fakat beni bırakmamaya ant içmiş gibiydi. "Bırakmayacağım," dedi, düşüncelerimi doğrular nitelikte. Ardından koca elleri, yüzümü avuçladığında gözyaşlarım da elleri arasında kaybolmuştu. Bu hareketiyle birlikte ellerim kollarında asılı kalırken ona karşı koyacak gücüm de kalmamıştı. "Bırakmayacağım, duydun mu beni? Nasıl bırakacağım ki seni?" dediğinde sözlerinin altında yatan anlamlar yine aptal kalbimi devreye sokmuştu. Her seferinde o sihirli kelimelerinin altında gizli anlamlar barındırıyordu ve bunlar gerçekten sihirliden ziyade zehirli kelimelerdi. Puslanan bakışlarım gözlerimi kırpıştırmama neden olduğunda baş parmağıyla gözlerimi sildi. "Bırak, Kenan." dedim, güçsüzce. "Lütfen." "Konuşacağız," dedi, baskın bir tonda. Yeşil gözleri de kendisi gibi o kadar manipülatördü ki ikna olmam için sadece birkaç saniye gözlerine bakmam yeterdi. "İstemiyorum, bırak!" diyerek yine bağırıp onu kendimden uzaklaştırdığımda o, benden uzaklaşmamıştı fakat ben ondan uzaklaşmıştım. "Neyi konuşacağız, aptal? Yatıp kalktığın kadınları mı?" "Kimseyle yatıp kalktığım falan yok!" dedi, o da bağırmaya başlayarak. "Kafana göre asıp kesiyorsun, kendine gel artık." diyerek de sözlerine devam ettiğinde afallamıştım. "Görmüyor musun sen? Bu kadar mı kör oldun yoksa görmek mi istemiyorsun?" Bağırdığı için boynunda belirginleşen damarları dokunsam patlayacakmış gibi dururken ellerim iki yanımda yumruk halini almıştı. Yangınını pek söndürebilmiş gibi durmuyordum. "Tek bir gözyaşına bile kıyamıyorum," dediğinde hızla çarpan kalbimi görmezden gelerek elimin tersiyle gözlerimi sildim fakat kalbim görmezden gelemeyeceğim kadar delicesine çarpıyor, midem bulanıyordu. "Çok saçma bir yere gidiyoruz ama vazgeçemiyorum da. Yapamıyorum, Maran! Öyle bir kadınsın ki, senden uzaklaşmayı deneyemiyorum bile." Kalbim cayır cayır yanarken aynı zamanda da öyle bir hızla atıyordu ki neredeyse göğüs kafesimi deleceğini düşünmüştüm. Bana bunlardan daha önce bahsetmemişti. İlk defa şimdi onun hislerini dinliyordum ve bunun bana nasıl hissettirdiğini anlayamıyordum. Çok karmaşık duygular içerisindeydim. Onu istemediğimi söyleyebilirdim fakat kalbimin atışlarını çok net bir şekilde hissetmeseydim. "Başkasını konuşmak istemiyorum sadece seni istiyorum," dediğinde gözlerimin önündeki o ince tabakaya rağmen yeşil gözleri odağımdaydı. Bir kez daha hiç tereddüt etmeden bana doğru yaklaşıp elini yanaklarıma yerleştirdiğinde yumruk yaptığım ellerim gevşemişti. "Anladın mı?" dedi, gözlerimin içerisine bakarak. "Duydun mu beni? Sadece seni istiyorum." derken sanki ona hayır dersem ortalığı yakıp yıkacakmış gibi görünüyordu. Fakat ben ne ağzımı açıp tek kelime edebildim ne de herhangi bir tepki verebildim. Dudaklarından dökülen kelimelere gözlerinden taşan duygular eşlik ederken gökyüzü gürlemeye başlamış, bizim bu öfkeyle karışık durumumuza ortaklık etmişti. "Sikeyim geçmişimi," dedi, başını hafifçe iki yana sallayarak. Dik omuzlarım düşerken baş parmağı hafif hafif yanağımı okşamaya başlamıştı. "Sen varsın sadece, sok o kafana." dediğinde sulanmış mavi gözlerimle yeşil harelerine bakmaktan kendimi bir türlü alıkoyamıyordum. Söyledikleri, ona olan öfkeme rağmen tenimi karıncalandırırken tüm uzuvlarımın heyecanla titremesine neden oluyordu. "Senden hoşlanmıyorum, seni seviyorum Maran." diyerek tamı tamına bir ay önce bana sarf ettiği kelimelere yenisini eklediğinde bahsettiği sevgisinin sadece dudaklarından değil gözlerinden de döküldüğüne şahit olmuştum. Göğüs kafesim içerisinde bir kuş gibi çırpınan kalbim, ağzıma kadar tırmanırken gözyaşlarım bile akmayı bırakmış önümdeki uçsuz bucaksız yolu izliyordu. Sonu var mıydı ya da nereye kadar uzanırdı göremiyordum ama tek bildiğim bu yol çıkmazsa bile ilerlemek istediğimdi. O an her şeyi duymayı bekleyebilirdim. Benimle sadece öylesine vakit geçirdiğini hatta Diba denen paçozla evleneceğini bile söyleyebilirdi fakat bunu söyleyeceğini asla tahmin etmemiştim. Aramızda bir şeylerin olduğu barizdi, her ne kadar itiraf etmekte güçlük çeksem de ona karşı yoğun duygular beslediğimi biliyordum. Onun da bana karşı ilgisi olduğunu çok net görebiliyordum ama şu an bunu söylemesi kalbimin ağzıma tırmanmasına neden olmuştu. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken parmakları boynuma temas etti. Bu ufacık temasıyla vücuduma ateş bastığında titrek bir nefesi dudaklarımın arasından bıraktım. Yüzlerimiz arasında çok az mesafe olduğundan verdiğim nefes dudaklarına çarptı ve bununla birlikte kısa bir an gözlerini yumdu. Vücudumdaki sıcaklık gitgide artarken boynuma değen parmakları da buna hiç yardımcı olmuyordu. Midemdeki o tatlı sızı bir türlü geçmezken o daha çok kelime sarf ettikçe şiddeti de artıyordu. Heyecandan mı ya da soğuktan mı titrediğini bilmediğim ellerim, dudaklarımı birbirine bastırmama neden olduğunda yanaklarımda kurumuş olan yaşları hissedebiliyordum. Neler söylemişti böyle? "Delicesine bir o kadar pervasızca," dedi, gözleri yüzümü turlarken. Kullandığı ses tonu bile herkese isteğini yaptırabilecek bir tondaydı ve beni bile şu an dize getirebilirdi. "Bunu nasıl yaptın bilmiyorum ama beni kendine nasıl hayran bıraktığını biliyorum." O an yeşillerinde yakaladığım parıltılar benim eserimdi ve bu görüntü, bir an tüylerimin ürpermesine yol açtı. "Kenan..." dedim, zorlukla. Kalbim göğüs kafesime dar gelirken ondan uzaklaşmam gerektiğini ama bunu yapmak istemediğimi biliyordum. "Bir şey söyleme," dedi, başını iki yana sallayarak. "Bir şey söylemeni istemiyorum sadece..." dediğinde kelimelerinin arasına derin bir solukluk mesafe girmişti. "Gidelim." Saniyeler önce söylediği şeylerden sonra tek kelimesi 'gitmek' olurken kısa bir an bu hızlı ruh hali değişimine karşı afallamıştım. Sanırım onu da delirtmiş olmalıydım. Gerçekten hiçbir şey söylemeyip sadece onunla gitmemi mi istiyordu? Nemli dudaklarımı birbirine bastırıp onu, hafifçe başımı sallayarak onayladığımda sıcaklığıyla tüm vücudumu ısıtmış olan elleri usulca boşluğa düştü, geçmem için yana doğru bir adım attı fakat bu esnada gözlerimin içine az önceki kararlılığıyla bakmamıştı. Hatta öyle ki gözlerime bakmaktan bile kaçınıyordu. "Araba-" "Aldırırım," diyerek lafımı kestiğinde arkamda kalan arabaya bir bakış atarak küçük adımlarla arabanın yolcu koltuğuna doğru ilerlemeye başlamıştım. Cidden bu konuşmadan sonra en tuhaf çift olarak tarihe geçebilirdik hatta geçmiş bile olabilirdik. Kalbim hâlâ yaptığı itirafın etkisindeyken sadece kalbim değil tüm uzuvlarım bile onun etkisi altına girmişti. Attığım adımlar birbirine dolanıyor, ilerlemem konusunda bana zorluk çıkarıyordu. En sonunda kapıyı açıp arabaya bindiğimde o hâlâ dışarıdaydı. Bundan istifade ederek elimi, her an yerinden çıkıp ayaklarımın dibine düşecekmiş gibi hissettiren kalbimin üzerine koymuştum. Bununla birlikte deli gibi çarpan kalbim, avcumun içerisine hiçbir melodiyle yarışamayacak bir ritimde çarparken gözlerimi kısa bir an kapatıp derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Aldığım birkaç nefesle kendime gelmeye çalışırken bir yandan da başka şeyler düşünerek kalbimi normal ritmine sokmaya çalışıyordum. En sonunda bunu başarabildiğim an arabanın kapısı açılmış, beni bu hâle sokan adam yanımdaki koltuğa kurulmuştu. Kapıyı açtığı için içeri dolan soğuk hava, içimin titremesine neden olurken sanki bunu hissetmiş gibi uzanıp klimayı açmış, sıcak havanın dizlerime çarpmasını sağlamıştı. Bakışlarımı yavaşça ona doğru çevirdiğimde sakince emniyet kemerini takıp göz ucuyla da benimkini kontrol etti. Ardından arabayı çalıştırıp geri kalan yola, daha normal bir hızda devam etmeye koyulduğunda telefonu çalmaya başlamış, önündeki dokunmatik ekrana dokunarak aramayı yanıtlamıştı. Kılıç'tı. "Siktir," dedi, kısık bir sesle. "Ben seni unuttum." derken bunun benim yüzümden olduğunu anlamak zor olmamıştı. "Boşver şimdi, otelden çıkıyorum," diyen Kılıç'ın sesini duyduğumda bakışlarım yoldaydı. "Buluşalım, acil konuşmamız lazım. Gel al beni buradan, arabam yok amına koyayım!" diyerek cümlenin başındaki kibarlığını bir anda bozduğunda burnumu çekip hafifçe güldüm. Sanki az önce içimden bir canavar çıkmamış gibi şu an çıtım çıkmıyordu. Sanırım Kenan da bunu fark etmiş gibi bakışlarını bana çevirdiğinde başımı cama doğru çevirmiştim fakat yansımasından onu görebiliyordum. "Geliyorum, yoldayım." diyerek Kılıç'la olan konuşmasını sonlandırdığında arabanın torpidosunu açıp bir peçete çıkardım. Çıkardığım peçeteyle muhtemelen akmış olan rimelimi temizleyip ayağımdaki çizmeleri çıkardığımda gözlerini kısa bir an üzerimde hissetmiştim. Fakat uzun bir süre göz göze gelemeyecek gibi duruyorduk. Çizmelerimi çıkarıp dizlerimi kendime doğru çektiğimde üzerimde az önce ağladığım için bir halsizlik vardı. Üstelik gözlerim hafifçe acıyor, sürekli burnumu çekip duruyordum. Elimdeki peçeteyle burnumu da sildiğimde ilk kez konuştum. "Beni merkezde bırakabilirsin, hem Kılıç'la da buluşacaksın zaten. Ar-" Bir kez daha lafımı kestiğinde yolda olan bakışlarım ona döndü. "Buraları pek bildiğini sanmıyorum," dedi, yüzüme bile bakmadan. "Konağa nasıl dönmeyi düşünüyorsun?" dediğinde göz devirdim. "Açıkçası dönmemeyi tercih ederim." dedim, yapmacık bir tavırla. Bununla birlikte bakışları nihayet bana döndüğünde dikkatini çekmeyi başarabilmiş gibi duruyordum. Yeşilleri sadece birkaç saniyeliğine üzerimde ağırca hareket etse de bana dakikalar gibi gelmişti. En sonunda önüne döndüğünde ağzını açıp tek kelime etmedi. Ben de tekrar önüme dönerken kollarımı da bacaklarıma dolamış, başımı dizlerime yaslayıp yolu izlemeye devam etmiştim. Yolun iki tarafı da koskoca dağlar ve yemyeşil ağaçlarla kaplıyken dünden beri de sık sık yağmur düşüren gökyüzü bulanıktı. Gri bulutlar çok geçmeden yeryüzüne yağmur düşürmeye başladığında arabadaki o sıcaklıkla ve arabanın tavanına çarparak kendi halinde bir ritim oluşturan yağmurun sesi de beni mayıştırmıştı. Gece de pek uyuyamayıp yerimi yadırgadığımdan dolayı uykum vardı ve üzerimdeki halsizliğin bir kısmını da buna yoruyordum. Önümdeki klimadan yayılan sıcak hava bacaklarıma çarparken gözlerim yavaşça kapandı, bünyem karşı koymayı bir türlü beceremediği uykuya çabucak teslim oldu. 🗿🗿🗿 "Senin niye suratın beş karış böyle?" "Bir şeyim yok." Kulaklarıma ulaşan boğuk sesler, yağmurun sesine karışırken burnumdaki o ferah koku da nefes aldığım an ciğerlerime dolmuş, orayı bayram yerine çevirmişti. Dudaklarımda oluşan minik gülümsemeyle yerimde hafifçe kıpırdandığımda bulunduğum yerdeki o sıcaklık tarif edilemezdi. "Ne demek bir şey yok?" diyen tanıdık sesle birlikte gözlerimi yavaşça araladığımda bir an nerede olduğumu sorgulamış, en sonunda da nerede olduğumu hatırladığımda yüzümdeki o gülümseme silinmişti. Kenan'ın arabasındaydım ve uyurkenki pozisyonumda değildim. Başım arkamdaki koltuğa yaslanmış, üzerime de kendi kabanını bırakmıştı. Uyurken soluduğum o kokunun kaynağının nedenini anladığımda da bir aydınlanma yaşayarak başımı kaldırıp dışarıyı kontrol ettim. Kenan'la Kılıç, arabanın kaputuna yaslanmış konuşuyorlardı ve Kenan'ın üzerinde cekete dair hiçbir şey yoktu. Kaşlarım, bununla birlikte hafifçe çatılırken başıma şiddetli bir ağrı girmiş, hafifçe inlememe neden olmuştu. Sanırım uyumadan önce ihtimal verdiğim şey başıma gelmişti. Başımın ağrısıyla birlikte elimi alnıma götürdüğümde içten içe bu ağrının şiddetine küfürler savuruyordum. "Bir şey olmuş işte, anlat." Kılıç, yanındaki Kenan'a doğru döndüğünde Kenan'ın bakışları da kısa bir an omzunun üzerinden bana dönmüştü. Nasıl başarmıştı bilmiyordum ama camlar film kaplı olmasına rağmen göz göze gelmiştik. Bu bana, başımın ağrısını bir anlığına unutturduğunda tekrar önüne dönüp parmakları arasındaki sigaradan derin bir nefesi içine çektiğini çok net gördüm. "Yok bir şey," dedi, dakikalar önce söylediğini tekrar ederek. Kılıç, bu cevaptan memnun olmamışçasına ters ters ona baktığında o da arabadaki bana bir bakış atmıştı. "Kavga mı ettiniz?" dedi, bu sefer de. Kenan, sabrı taşmış olacak ki başını ağırca Kılıç'a doğru çevirdi ve o yakıcı yeşillerini sarmalayan ölümcül bakışlarını Kılıç'ın üzerine doğrulttu. "Bir şey yok, dedim," derken sesi az öncekinin aksine daha sert çıkmıştı. "Neyi kurcalıyorsun?" "Bu mahkeme suratını da hep ben çekiyorum anasını satayım," diyen Kılıç'a normal bir zamanda olsak gülebilirdim fakat arkadaşının mahkeme suratlı olmasının sebebi bendim. Kılıç, elindeki sigarayı yere atıp ekledi. "Gidelim hadi, acıktım ben." dediğinde Kenan ona yine ters ters baktı ve en sonunda sigarasını atıp yaslandığı yerden doğruldu. Tam o sırada ben de rahatça oturduğum pozisyonumdan vazgeçmek durumunda kalarak yeni uyandığım için darmadağın olduğuna emin olduğum saçlarımı düzeltme girişiminde bulunmuştum. At kuyruğu yaptığım saçlarım, başımı daha çok ağrıtırken bir çırpıda saçlarım arasındaki tokayı çıkardım. Eş zamanlı olarak da önce yan tarafımdaki kapı ardından da arka koltuğun kapısı açıldığında onunla yine göz göze gelmiştik ama tabii ki yine bu kısa sürmüştü. "Günaydın yenge," diyen Kılıç'la birlikte bakışlarım zorlukla ondan ayrılıp arka koltuğa döndüğünde bu esnada arabayı da çalıştırmıştı. "Nabersin görüşmeyeli?" dedi, sağ gözünü hafifçe kırpıp ikimizin arasına başını uzatarak. "İyi," dedim, çatlak bir sesle. Bunu fark ettiğim an boğazımı hafifçe temizlediğimde başımı hafifçe sıvazlayıp elimi indirdim. "Sen?" "İş güç işte," diyerek ona aykırı gelen bir cevap verdiğinde sahte bir şaşkınlıkla ona baktım. Onu birkaç kez mahzende görmüştüm ve orada da boş oturuyordu. "Senin iş güç sahibi bir insan olduğunu düşünmemiştim," dediğimde bana ters ters baktı. Bu esnada da Kenan, hafifçe gülmüştü. "Tıp bitirdim ben küçük hanım," dedi, itici bir tavırla fakat nasıl başarmıştı bilmiyordum, bu ona sempatik bir hava katmıştı. "Cerrahi uzmanlığı eğitimi görüyorum, 3. yılım." dediğinde dudaklarım şaşkınlıkla aralanmıştı. Hadi ama kim ondan böyle bir başarı geçmişi bekleyebilirdi? "Şaka herhalde?" dedim, gözlerimi kısıp Kenan'a dönerek. O da bakışlarımı fark ettiğinde başını sallayarak beni onayladı. "Doğru söylüyor," dedi, sorumu yanıtlayarak. "Annesiyle babası da genel cerrahide tanınmış uzmanlar. Tanıyorsundur belki, son zamanlarda yaptıkları ameliyatlarla gündeme oturmuş durumdalar." dediğinde bahsettiği haberi hatırlayarak gözlerim kocaman açıldı. Birkaç gündür neredeyse herkes bunu konuşuyordu ve ben de tabii ki meraklılığımı ortaya koyarak bu durumu araştırmıştım. Hale Daner ve eşi Oktay Daner, alanında en iyi cerrahlardı ve üstelik Kılıç'ın anne ve babasıydı! Geçirdiğim ufak çaplı şok, bir süre kendime gelmemi engellese de Kılıç da bu şaşkınlığımdan zevk almış gibi görünüyordu. "Ben seni boş adam sanmıştım," dedim, yine de tavrımdan ödün vermeyip. "Bizim de bir şeklimiz var bu alemde." diyerek beni takmadığını belli ettiğinde gözlerimi bayarak kıkırdadım. "Yiğit nerede?" diyerek başka bir soru yönelttiğimde Türk Dil Kurumu Kenan'a fatura kesmiş olacak ki yine ondan ses çıkmamış, soruma Kılıç yanıt vermişti. "Oteldeydi o, gözlemlerim beni yanıltmıyorsa bir hatunla görüşüyor." derken Kenan'ın gözleri dikiz aynasından Kılıç'a dönmüştü. Bir süre de oradan ayrılmadığında neden öyle baktığını anlayamamıştım. "Aradım açmadı." "Aç mısın sen?" diyen Kenan, ilk kez bana doğru dönüp gözlerimin içerisine baktığında kalbim de gereksiz bir şekilde hızlanmıştı. Sanki bir saat gibi bir süredir değil de günlerdir gözlerimiz buluşmuyor gibiydi. "Bir şey de yemedin." "Biraz," diyerek onu yanıtladığımda Kılıç aramıza girmişti. "Necmi Usta'ya gidip bir balık ekmek gömelim," derken bana doğru döndü. "Sever misin?" "Bayılırım!" "Sizi bırakırım, benim birkaç işim var." dediğinde Kılıç, onu onaylamıştı fakat benim suratım asılmıştı. Yolun geri kalanına da aynı asık suratla devam ettiğimde ara ara saç diplerime masaj yaparak başımın ağrısı için kendime çözümler üretmeye koyulmuştum. "Migrenin mi tuttu yine?" diyen sesi kulaklarıma ulaştığında başımı yavaşça ona doğru çevirdim. "Oluyor arada işte." "İleride nöbetçi eczane var, ağrı kesici alalım sana." dediğinde başımın ağrısının geçmesi için ağrı kesiciye değil, ona ihtiyacım olduğunu söyleyebilirdim fakat bu aptallığı yapmamış, onu onaylamıştım. Çok geçmeden de bir eczanenin önünde durduğumuzda emniyet kemerini çıkarıp arabadan inecekti ki onu durdurup kabanını ona uzattım. "Giy şunu, hasta olacaksın." dediğimde beni ikiletmeyip kabanını elimden aldı ve üzerine geçirip kapıyı kapattı. O, arabanın ön tarafından dolanıp eczaneye girene kadar gözlerim onun üzerindeydi. "Vay be," dedi, Kılıç hayretle. "Siz ciddi ciddi olmuşsunuz." dediğinde konuşma ihtiyacıyla başımı ona doğru çevirdim. Hınzır bakışları benim üzerimdeyken başımı koltuğa yaslayıp ona baktım. "Bana, beni sevdiğini söyledi." dediğimde bunu söylemek bile midemdeki kelebekimsi şeylerin devreye girmesine neden olmuştu. Kılıç da gözlerini irileştirerek bana baktığında onun arkadaşıyla bu konu hakkında konuşmanın ne kadar doğru olduğunu düşünüyordum. "Şaka herhalde?" dedi, dakikalar önce ona verdiğim tepkiyle aynı tepkiyi verip. "Kenan yapmaz öyle bir şey." Kaşlarım, bu söylediğiyle hafifçe çatılırken başımın ağrısını da görmezden gelmeye çalışıyordum. "Neden öyle söylüyorsun?" dedim, merakla. Omuz silkti. "Kenan çünkü o," dedi, saçma bir açıklama yapıp. "Hep bir gizem, hep bir kaçıp kovalamaca. Kenan kaçar, başkası kovalar ama yine de hep bir kapalı kutu gibi davranır. Aşkından ölse söylemez o herif, manyağın teki kısacası." Duraksayıp bana baktı. "Gerçi bu sefer sen kaçıyorsun o kovalıyor gibi ama," dediğinde ona ters ters baktım. "Konuşmuyor da bugün, doğru söylüyor olabilirsin." "Doğru söylüyorum zaten-" Kılıç, lafımı kestiğinde ona öylece bakakaldım. "Sen ne dedin?" dedi, gözlerini camdan dışarıya çevirip Kenan'ı kontrol ederek. "Görünüşe bakılırsa hiçbir şey söylememişsin." "Konuşturmadı ki!" dediğimde kara gözlerini gözlerime dikti. "Konuştursa ne diyecektin?" diyerek o sihirli sözcükleri sarf ettiğinde aralık dudaklarımı birbirine bastırdım. "Sen de boş değilsin de işte." dediğinde utanarak gözlerimi ondan kaçırmış, önüme dönerek bakışlarımı Kenan'a doğru çevirmiştim. Eczaneden çıkmış, arabaya doğru ilerlerken kulağına yasladığı telefonla konuşuyordu. "Bir şey söyleme." diyerek Kılıç'ı uyardığımda güldü. "Ne hakkında?" dedi, saf saf. "Aferin." Kenan, arabaya binip elindeki eczane poşetini kucağıma bıraktığında telefonunu da kapatıp ara bölmeye koymuştu. "Teşekkür ederim," dedim, mırıltıyla. O, emniyet kemerini takarken az önce kapattığı telefonu bir kez daha çalmıştı fakat ekranı ona doğru dönük olduğundan kimin aradığını görememiştim. O da göz ucuyla kimin aradığına bakıp telefonunu kapattığında az çok kim olduğunu anlayarak önüme döndüm. Zihnim tekrar Kılıç'ın sözlerine kayarken bir süre bana söylediklerini en ufak detayına kadar tartmış, benim de ona olan hislerimin doğruluğu hakkında bir süre kendi kafamdaki mahkemede kendimi yargılamıştım. En sonunda hiçbir sonuç alamayarak kendimi idama kadar sürüklediğimde araba, sahildeki mütevazı bir restoranın önünde durmuştu. Bununla birlikte bakışlarımı daldığı noktadan çekerek dışarıya kısa bir göz attım. Yağmur durmuştu ve tek tük insanlar restoranın dışındaki sandalyelerde oturmuş, sohbet ediyorlardı. "Maran'a dikkat et," diyen sesi duyduğumda başımı ona doğru çevirdim ve tam o an, delici bakışlarıyla karşılaştım. "Kaçmasın." dediğinde gözlerimi devirip dudaklarımın arasından bir soluk bıraktım. "O iş bende, merak etme." Kılıç'ın sözleri, ona ters ters bakmama neden olduğunda gülerek arabadan indi. "İlacını da al yanına," dedi, ilgiyle. "Yemekten sonra içersin." "Sen neden gelmiyorsun?" diyerek bunu sormaya cesaret ettiğimde emniyet kemerimi çıkarmıştım. "İşim bitince geleceğim," dediğinde başımı sallayarak onu onayladım. "Görüşürüz o zaman." dedim, bir kez daha gözlerimi ona çevirerek. "Görüşürüz." Göz temasımızı istemeye istemeye keserek arabadan indiğimde Kılıç'la restorana yönelmiştik ki arabası da çok geçmeden yanımızdan uzaklaşmıştı. Elimdeki ilaç kutusunu montumun cebine koyup pantolonumun arka cebinden de telefonumu çıkardığımda restorana girip Kılıç'la bir masaya doğru yöneldik. Bu esnada da genç bir garson yanımızda bitmişti. Kılıç'la birbirlerini tanıyor olacaklar ki fazlasıyla samimi bir şekilde selamlaşmış, birkaç dakika boyunca da sohbet etmişlerdi. Ben de bu esnada genç çalışandan lavaboların nerede olduğunu öğrenmip yanlarından ayrılmıştım. Eş zamanlı olarak da annemin atmış olduğu mesajlara yanıt vermekle ilgilenmiştim. Çoğunu yaklaşık iki saat önce falan atmıştı ve üstüne üstlük defalarca aramıştı. Ona, merak etmemesi gerektiğini ve bir şey olmadığını söylediğimde anında mesajlarımı gördü. Kenan, onlara her ne söylediyse inanmış gibi görünüyordu fakat söz konusu annemse kesin kararlar veremeyeceğim aşikârdı. Telefonumu montumun cebine koyup fermuarı çektikten sonra uykudan uyandığım için mayışmış olan bedenimi kendime getirmek adına yüzüme ve boynuma hafifçe su çarpıp kendime gelmeye çalışmıştım. En sonunda lavaboda işlerimi hallettikten sonra oradan çıkıp Kılıç'ın bizim için seçtiği masaya dönmüştüm. O, ben yokken siparişlerimizi vermiş olacak ki arkasına yaslanarak beni sorguya çekmeye başlamıştı bile. "Ee?" dedi, fazlasıyla meraklı bir şekilde. "Ne ara oldunuz siz, anlat bakayım." "Bir şey olduğumuz yok, boş boş konuşma." diyerek onu terslediğimde bana inanmıyormuş gibi bir bakış attı. "Hadi oradan lan," dedi, kabaca. "Kimi kandırıyorsun acaba?" "Asıl sen anlat," derken masaya yaklaşıp kollarımı masanın üzerinde birleştirmiştim. "Mahzene geldiğim ilk gece Esvet'le konuştuklarınızı duymuştum. Kenan, benden sana daha öncesinde bahsetmiş. Ne anlattı sana, dökül." dediğimde bana gözlerini kısarak baktı. "Sen gerçekten şeytansın," dediğinde saçlarımı omzumdan geriye doğru savurdum. "Gerçekten anlattığı kadar hem de." "Hani kapalı bir kutu gibiydi? Nasıl oluyor da sana böyle kolayca dökülebiliyor?" dedim, sorgulayıcı bir tavırla. "Ben herhangi biri değilim," dedi, omuz silkerek. "Onun dişlerinin dökülmeye başladığı evreyi bile biliyorum." dediğinde bu söylediğiyle birlikte gülmeye başlamıştım. "Yiğit'le tanışalı o kadar uzun zaman olmadı ama onunla da iyi anlaşır, ben de öyle." "Esvet peki?" dedim, gözlerimi kaçırıp umursamaz bir tavır takınarak fakat o, bunu yemiş gibi durmuyordu. "Yani yanlış anlama, konu açıldı diye soruyorum." "Tabii," diyerek tahminlerimi boşa çıkarmadığında ona dik dik baktım. "Esvet'le günlük hayatta hiçbir bağlantımız yoktu. Eskiden Dimitri'nin ortağıydı sadece. O uzun hikaye ama onunla da aynı amaç uğruna yollarımız kesişmişti." Kaşlarım havalanırken başka bir soru için dudaklarımı aralamıştım ki siparişlerimiz gelmiş, edemediğim sözlerim yarıda kalmıştı. Garsona teşekkür edip tekrar ağzımı açtığımda bu sefer Kılıç beni susturdu. "Yeter da," dedi, yaslandığı yerden doğrulurken. "Hani migrenin tutmuştu senin?" diyerek haklı bir isyanda bulunduğunda dudaklarımı birbirine bastırdım. "Allah Kenan'a sabır versin." "Kenan'ın sabra mı ihtiyacı var ki?" derken önümdeki sudan bir yudum almıştım. "Sen gerçekten Kenan'ı tanımıyorsun," dedi, yine başka bir tespitte bulunarak. Bu esnada da çoktan önündeki balık ekmeği yemeye başlamıştı. "Adam şu hayatta gördüğüm en sabırsız insan falan. Ki o öfkesinden bahsetmiyorum bile. Yakıp geçer yani, acımaz." derken bir yandan iştahla yemeğini yiyor bir yandan da bana laf yetiştiriyordu. Gerçekten o kadar iştahlı yiyordu ki o kadar aç olmamama rağmen ben bile aynı iştahla yemeye başlamıştım. "Eee," dedim, lokmamı yutarken. "Karadeniz damarı tabii." Başını salladı. "Sen daha görmemişsin o tarafını tabii." dediğinde durup bir an düşündüm. Sanırım gerçekten görmemiştim çünkü biz ne zaman tartışsak hep kendini kontrol etmeye çalışıyor, sakinlikle duruma el atıyordu. "Geçenlerde beraber çalışacağım adamın evini basıp darp etmişti ama," dedim, düşünceli bir tavırla. "Görmedim cidden ya!" diyerek de saçma bir tepki verdiğimde güldü. "Biliyorum o olayı, herif evin kapısına bir ordu adam yığmıştı da zar zor eve girebilmiştik." dediğinde gözlerimi kocaman açıp ona baktım. "Adamı fıstık ezmesine çevirdi, sana yemin ederim." Yaptığı benzetme, her ne kadar gülmek istememe neden olsa da bu ciddi bir durumdu ve ona bu konuda ne kadar kızdığımı dün gibi hatırlıyordum. "Sırf gül gönderdi diye," Göz devirdim. "Kıro!" Yine güldü. "Hoşuna gitmedi sanki." dediğinde onu duymamazlıktan geldim. "Sana karşı olan o yumuşak tavırları o yüzden bize tuhaf gelmişti aslında. Tam zıttı karakterini çok yakından gördüğümüz için." derken gözlerini baymıştı. Bu söyledikleri dudaklarımın yukarı kıvrılmasına neden olduğunda aklıma takılan soruyu ona sorma isteğiyle dolup taştım. "Esvet'e de öyle davranmıyor muydu?" diyerek ağzından laf almaya çalıştığımda tabii ki amacımı fark etti ama bana cevap vermekten geri kalmadı. Sanırım Kılıç'la daha fazla zaman geçirebilirdim. "Onların ilişkisi biraz garipti," dedi, beklediğim şeyi söyleyerek. "Esvet en başından beri Kenan'a takıntılı. Kenan'ın göz ucuyla baktığı kızları bile Kenan yanından ayrıldığı an köşeye sıkıştırdığını bilirim ama Kenan yanındayken umrunda değilmiş gibi davranırdı." dediğinde göz devirmeme engel olamadım. "Onu tavlamak için yapmadığı numara kalmadı ama Kenan'ın da tavlanmaya ihtiyacı yok. O isterse buna gerek kalmaz zaten, tıpkı sana olduğu gibi." Duraksadı. "Ki bununla ikinci kez karşılaşıyorum." dediğinde yukarı kıvrılan dudaklarım son anda kendini zaptedebilmişti. "Serafina," dedim, soru sorarcasına. Bu da onun kaşlarının hafifçe havalanmasına neden olduğunda omuz silktim. "Anlatmıştı, oradan biliyorum." "Kenan, beni her geçen gün daha da şaşırtıyor." dediğinde kıkırdayarak elimdeki bardağı bıraktım. "Ne işi vardı onun?" dedim, merakla. "Turgay amca şirkete çağırdı bir sorun mu ne varmış. Çok kısa bir işi vardı, gelir birazdan." dedi, tıkınmaya devam ederek. "Obez olacaksın böyle yemeye devam edersen." diyerek bir tepki verdiğimde durdu, yavaşça elindeki ekmeği bıraktı. Bu, beni güldürürken arkama yaslanmıştım. "Lokmalarımı mı sayıyorsun?" dedi, ters ters. "Bayağı iştahlıymışsın, şaşırttın beni." dediğimde cebimdeki ilaç kutusunu çıkarmış, az önce genç çalışanın getirdiği cam su şişesine uzanmıştım. "Seni konuşalım biraz da, anlat bakayım." derken geçenlerde Olcay'ın bahsettiği o herif hakkında yürüttüğüm tahminleri doğrulama çabasına girmiştim. Bu esnada ilacımı ardından da birkaç yudum suyu içtiğimde Kılıç da kontrol ettiği telefonunu tekrar masaya bıraktı. "Ne anlatayım?" "Yok mu biri?" dediğimde bu meraklı tavrıma göz devirdi. "Yok," dedi, söver gibi. "Kimsenin tribiyle nazıyla uğraşamam ben." dediğinde bana laf soktuğunu anlayarak kirpiklerimin altından ona bakmıştım. "Emin misin?" dedim, yine de. Bana garip garip bakmıştı. "Öyle sorular soruyorsun ki ben bile kendimden şüphelendim şu an." dediğinde bir kez daha gülmüştüm. "Neyse, çay içelim bari." diyerek konuyu değiştirdiğinde hâlâ gülüşümü durdurabilmiş değildim. Gerçekten garip biriydi. O, garsona el işareti yapıp bize iki çay söylediğinde biz de dışarı çıkmış, oradaki banklardan birine oturmuştuk. Hava soğuk olsa da karşıdaki masmavi denizi izlemenin içimi açacağına emindim. Biz dışarı çıktıktan sonra da aradan daha birkaç dakika bile geçmeden çaylarımız gelmiş, Kılıç'la olan sohbetimize bir süre daha devam etmiştik. Bu esnada da ara sıra telefonumdaki saati kontrol edip gözlerim yoldan ayrılmasa da Kılıç'a bunu fark ettirmemeye çalışmıştım fakat emindim ki o zaten bunu fark etmişti. Elimdeki ikinci çayımı bitirmek üzere olduğum an, Kılıç birden bana doğru döndü. "Sabahtan beri ağzımdan laf almaya çalışıyorsun ama ben senin ağzından hiçbir laf alamadım," dedi, bundan yakınır gibi. "Bizimkide var bir şeyler onu anladık, peki ya sen?" dediğinde elimde duran karton bardağı dudaklarıma yaslamıştım. Bu soruya ben bile cevap veremiyordum, ona nasıl cevap verecektim ki? "Sende ne var ne yok, onu söyle." "Bir şey yok," dedim, dudağımı büzüp omuz silkerek. "Beni kekliyorsun şu an," dediğinde bu tavrına güldüm. "Onun sana nasıl baktığını gördüysem senin de ona nasıl baktığını gördüm. Gerçekçi olalım," dedi, çayından bir yudum almadan önce. "Başkasıyla olsa," Bu düşünceyle birlikte kısa bir an nefes alamadığımda ekledi. "Böyle sakin mi olacaksın yani? Yeme beni." Kılıç'ın söyledikleri, beni bir başka mahkemeye sürüklerken hafifçe yutkunup bakışlarımı önümdeki denize çevirdim. Buna nasıl cevap verecektim? En önemlisi, kendime nasıl cevap verecektim? Zihnimdeki sesler birbirine girip bir karmaşa yaratırken bakışlarım odağını yitirerek yine başka alemlere dalmış, kafamdaki seslere kulak vermiştim. Ondan hoşlandığımı biliyordum ama hoşlantı duygusu birini beğenmekten öteye geçemeyecek kadar küçük hislerden ibaretti. Benim hissettiklerim ise hoşlantı duygusundan ibaret olamayacak kadar koca hislerden oluşuyordu ama onun kadar kesin hükümler verebilir miydim, bilmiyordum. Çünkü daha önce böyle bir şey hissetmemiştim. Belki de hissetmiştim ama ona karşı hissettiklerim, kalbimi yerinden çıkaracakmışçasına gelişen hislerden ibaretti. Bazen bana, ölebileceğimi bile hissettiriyordu. Tam dudaklarımı araladığım an duyduğum araba sesiyle başımı hızla caddenin diğer tarafına çevirmiştim. Kılıç'ın da bakışları benimle birlikte oraya doğru döndüğünde Kenan'ın arabasını görmem uzun sürmemişti. "Hah," dedi, abartılı bir şekilde. "Geldi seninki, hissetti mi ne yaptı?" dediğinde gözlerimi bayarak gülmüştüm. "Seninki deme şuna!" "Neden? Heyecanlanıyor musun ergen kızlar gibi?" dediğinde elimi kaldırıp omzuna sertçe vurdum. "Sus!" dedim, carlayarak. Tam o anda da gözlerim yine aynı noktaya kaymıştı. Arabadan inmiş, oturduğumuz banka doğru ilerliyordu ve göz göze gelmemiz de çok uzun sürmedi. Bu, Kılıç'ın da dediği gibi ergen kızlar gibi beni heyecanlandırırken hızla önüme dönmüştüm. Kılıç'ı haklı çıkarmak beni üzüyordu. "Gözümüz yollarda kaldı," diyen Kılıç'ın iması göz devirmeme neden olduğunda Kenan'ın gölgesi de üzerime düşmüş, benim gölgemi yok etmişti. "Geldim," dedi, gülerek. Sanırım onun imasını anlamış, bu lafı da bana yönelik söylemişti. "Gel otur böyle," diyerek Kılıç ayağa kalktığında bakışlarım ona döndü. O eğlenen bakışlarını üzerimden çekmesi uzun sürmezken telefonunu hafifçe kaldırdı. "Ben de şu Yiğit'i bir arayayım tekrar." dedi ve elindeki karton bardağı gösterdi. "Çay söylüyorum?" dediğinde Kenan onu başıyla onaylamış olacak ki yanımızdan uzaklaşmış, Kenan da yanımdaki boşluğa oturmuştu fakat aramızda bize yakışmayan bir mesafe vardı. Bu da benim canımı sıkarken çayımı ağır ağır yudumladım. Aramızdaki sessizlik devam ederken çok geçmeden çayı gelmiş, kendisine bir sigara yakmıştı yine. "Geçti mi başının ağrısı?" dedi, sigarasını yakabildiği ilk anda. "İyiyim şimdilik." diyerek onu yanıtladığımda yine aramızda bir sesizlik oluşmuştu fakat bu sefer bunu bozan bendim. "Kenan," dedim, tekrar ona dönerek. Bununla birlikte başını ağırca bana doğru çevirdiğinde bir an ne söyleyeceğimi unutmuştum. "Efendim?" dedi, aramızda duran karton bardağı eline alırken. "Bu sabah için," dediğimde bakışları yoğunlaşmış, rüzgârdan uçuşan saçlarıma gözleri kısa bir an takılmıştı. Bununla birlikte saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdığımda bunu kendisinin ne kadar çok yapmak istediğini gözlerinde net bir şekilde görmüştüm. "Özür dilerim," dedim, en sonunda. "Saçmaladım, gereksiz yere yükselip iğrenç şeyler söyled-" "Bu konuyu kapatalım, olur mu?" dedi, lafımı keserek. Yeşil gözleri gözlerime kilitlenirken sigarasının uzayan külü de ayaklarının dibine düşmüştü. "Konuşmanın bir anlamı yok, eğer becerebiliyorsak da unutalım." dediğinde kurumuş dudaklarımı ıslatarak gözlerimi hafifçe kıstım. "Nasıl?" dedim, anlamamazlıktan gelerek. Gerçekten unutmamı mı istiyordu? "Tamamını mı?" diyerek saçma bir soru sorduğumda dudaklarında oluşan tatlı gülümsemeyi benden saklamaya çalışarak önüne dönmüştü fakat ben onu bir kere görmüştüm. "Sen de unutmayı tercih edersin diye düşünmüştüm," dediğinde çok geçmeden yine gözlerini bana çevirmişti. "Sen de mi?" dedim, sorarcasına. "Sen unutmayı mı tercih ediyorsun yani?" derken bakışları öyle bir hâl almıştı ki bir an onu öpme isteğiyle dolup taşmış, son anda da bu isteklerimle başa çıkmıştım. "Sen etmiyor musun?" diyerek yine soruma soruyla cevap verdiğinde dudaklarım arasından bir nefes vermiştim. "Sen ediyorsun galiba?" dediğimde dişlerini hafifçe alt dudağına sürttü, ardından da sigarasını dudaklarının arasına hapsetti. "Seni seviyorum deyip bir anda kafana göre konuyu kapatamazsın!" diyerek kaşlarımı çattığımda bana uzun uzun baktı. "Aramızdaki bu saçma ve inişli çıkışlı olan ilişkiye sebep olan benim," dedi, sonunda konuşarak. "Çünkü bu saçmalığı sana teklif eden de bendim aynı zamanda. Duygularım konusunda bu kadar ileri gidebileceğini bilseydim bu işe yine başlardım ve bu, beni korkutuyor, Maran." dediğinde o gözlerinden taşan duygular direkt olarak sol tarafıma işliyor, beni deliye çeviriyordu. "En ufak bir şeyde bile çekip gidiyorsun, en çok da bu beni korkutuyor." dedi, gözlerini kaçırarak. Kenan Keskin, ilk defa o gözlerini benden kaçırmıştı. Yaşadığım ufak çaplı şoku bir kenara bırakmaya çalışarak gözlerimi kırpıştırdığımda dudaklarım tekrar aralandı. Bugün karşımda çok farklı bir adam vardı. "Öylesine takılıyorduk, şu saatten sonra da devam edecek değiliz zaten." dediğinde söyledikleri kulaklarıma ulaşıyor ama onları algılamakta güçlük çekiyordum. Dudaklarım bir şeyler söylemek isteyerek açılıp kapandığında kelimeleri bir araya getirememiş, o gözlerim yine sulanmıştı. "Ne?" diye bir tepki ortaya koyduğumda sesim, kendimden beklemediğim bir şekilde kısık çıktı. "Bu sadece senin düşüncelerin olmalı o hâlde, çünkü bana hiçbir şey sormadın!" dediğimde bir süre sadece gözleri yüzümde dolaştı ve bunu öyle bir yaptı ki bana, bunun son kez olduğunu hissettirdi. "İzmir'e döndükten birkaç gün sonra İtalya'ya geri döneceğimi biliyorsun, Maran." dedi, stabil bir sesle. Resmen duygudan yoksunmuş gibi davranıyordu. "Hiçbir şekilde, aramızdaki ilişki devam edemez zaten." dediğinde elimdeki bardağı yanımdaki çöp kutusuna atıp ayaklanmıştım. Bakışları, hiçbir hareketimi kaçırmak istemezcesine üzerimde dolanırken dolmuş gözlerimi ondan kaçırdım. "En başından beri bunu biliyordun," dedim, sesimin titrememesi için büyük bir çaba sarf ederek. "Gittiğinde aramızdaki her şeyin biteceğini biliyordun ve bunu bile bile beni, kendine alıştırdın!" Kendimi tutmaya çalıştığım bir anda tüm bu çabamın boşa çıktığının göstergesi olarak yanağımdan bir damla yaş süzülmüştü. "Bana kaçma diyorsun ama şu an senin yaptığın ne?Çek git nereye gidiyorsan ama bir daha gelme!" diyerek adımlarıma yön verip onun aksi istikametinde yürümeye başladığımda gözlerimden sanki son kez ağlıyormuşum gibi yaşlar hızla akmaya başlamıştı ve üstelik bu sefer kendimi tutmamıştım. Yüzüme çarpan sert rüzgârla tüm vücudum soğuktan uyuşurken ilk defa o kuru soğuğu hissetmemin verdiği o ufak şaşkınlığı zihnimin arka planına atıp bulunduğum denizin dibinden nasıl gün ışığına ulaşabileceğimin tespitini yapmaya başladım. Galiba bu, uzun sürecek olan bir direniş olacaktı. 🗿🗿🗿 "Nil Anka mı diyeyim yoksa sen mi gerçek ismini açıklamak istersin, Ümmü Gülsüm?" Kılıç'ın sözleri beni güldürmeyi başarabilirken sadece beni değil mutfaktaki herkesi kahkahalara boğmuştu. Bunu söylemesinin sebebi de saatler önceki halimle şu anki halimin arasında dağlar kadar fark olmasından kaynaklanıyordu. Yaklaşık iki saat önce konağa gelip sıcak bir duş almış, ardından da hiç süslenmediğim kadar süslenmiştim ve onun da önce ağzı açık kalmış, sonrasında da bu kelimeleri sarf etmişti. Üzerimdeki beyaz, madonna yaka elbisenin omuzlarını düzeltip ona sahte bir kızgınlıkla baktığımda benim taklidimi yaptı. Zaten sahilde ağladığımı gördüğünden beri beni güldürmeye çabalıyordu. Zihnim saatler önceki o ana kayarken dudaklarımdaki gülümseme yavaşça silindi, gözlerimin önünde bir çift yeşil göz belirdi. Ne peşimden gelme gereği duymuştu ne de yanıma gelmişti ve bu, sanki ağlamak için bahane aramayan beni daha da yoldan çıkarmıştı. En sonunda telefonda konuşan Kılıç beni görüp yanıma gelmiş ve önce bir banka oturtup sakinleştirmeye çalışmış ardından da beni zorla onun arabasına bindirerek konağa getirmişti. Yol boyunca gözlerimiz sadece dikiz aynasından kesişse de bir kez bile ona bakmayıp tüm yolculuğumuz boyunca yolu izlemiştim. Konağa geldiğimizde de onu sadece bahçedeki o çardakta otururken görmüş, onun dışında daha tek kelime etmemiştik. Sanırım söylediklerinde kararlıydı. "Gevezeliği bırakın da içeri geçin, ayıp oluyor insanlara." diyen Defne teyze, bunu her ne kadar Bige'yle ikizler için söylese de Kılıç'la ben de ayaklanarak mutfaktan çıkmıştık. Konağa geldiğimizde Defne teyzenin de bahsettiği misafirler gelmişti ve yemek hazırlığındalardı. Ben de hızlıca yukarı çıkıp kendime çeki düzen vererek hiç istemesem de aşağı inmiştim. Yemek faslında da o dünden beri konakta fazlasıyla meşhur olan Diba'yı süzmekle ilgilenmiştim. Gerçekten güzel bir kadındı ama yine de onu sevmemem için sebeplerim vardı. Sarı saçları beline kadar uzanıyor, yeşil gözleri de etrafta fıldır dönüyordu. Benim üzerimde de haddinden fazla oyalanmıştı fakat Kenan'ı süzdüğü kadar benimle ilgilendiği söylenemezdi. Bunu her ne kadar umursamamam gerekse de başaramamış, dudaklarımı kemirmekten helak olmuştum. Hatta bir ara Kenan, onunla uzunca sohbet ettiğinde de deliye dönmüştüm ve bunu da sadece Kılıç fark etmişti. Salondaki boş kanepeye Kılıç'la ben oturduğumuzda yanımdaki boşluğa da yarım saat önce gelen Yiğit oturmuştu. Oturduğum koltuğun tam çaprazında oturan Kenan'a göz ucuyla baktığımda dirseğini koltuğun kolçağına dayayıp parmaklarını da şakaklarına yasladığını görmüştüm. Üzerindeki lacivert gömleği, oturduğu için vücuduna neredeyse tamamen yapışmış, kollarını kıvırmıştı ve üzerindeki koyu gri yeleğin düğmelerini de açmıştı. Beyaz teninde parlayan zinciri bana göz kırparken hiç istemeyerek bakışlarımı ondan çektim. Bu alışkanlıktan kendi iyiliğim için vazgeçmeliydim. "Sen hâlâ buradasın değil mi?" diyen Farah halanın Diba'ya sorduğu soruyla kirpiklerimin altından ona baktım. "Bir ara İzmir'e taşınacaktın sanki, öyle hatırlıyorum." "Evet, yaza doğru öyle bir planım var." dedi, gülümseyerek. Ona, burnumu kırıştırarak baktığımda Kılıç beni dürtmüş, ifademi toparlamamı sağlamıştı. "Henüz ev bakıyorum ama bakalım." "Ev bakma konusunda Kenan sana yardımcı olur," Babaannenin sözleri cinleri tepeme çıkarırken Kılıç da sırıtmaya başlamıştı. "Ben de pek bilmem İzmir'i aslında," diyerek babaannesinin konuşmasına engel olduğunda doğruyu söylemek gerekirse keyiflenmiştim. Üstelik İzmir'de benim bilmediğim yerleri bile biliyordu ama şu an işine gelmediği için yalan söylüyordu. "Yılda iki kez falan geliyorum alt tarafı. Kılıç iyi bilir ama, sana yardımcı olsun." dediğinde başımı kaldırıp ona bakmıştım. Tam o an göz göze geldiğimizde bakışlarımı hızla ondan uzaklaştırdım. "Tabii," dedi, Kılıç ona atılan topu karşılayarak. "Elimden geleni yapmaya çalışırım." "Olur," diyen Diba'nın bozulmasını keyifle izlediğimde elime ne geçmişti bilmiyordum ama bozulması ciddi anlamda hoşuma gitmişti. "Yıldız'cığım, kızın çok güzel maşallah," Diba'nın annesinin sözleriyle birlikte Diba'nın kem gözleri bana döndüğünde annem de mütevazı olamayarak beni övmeye başlamıştı. "Teşekkür ederim," dedim, gülümseyerek. Annemin yapamadığı şeyi ben yapıp konunun dağılmasını sağladığımda daha fazla utanmamı da engellemiştim. Üstelik kızı böyle bakmaya devam ederse az önceki sevimliliğimden iz kalmayacaktı. Kahveler dağıtılırken elimdeki telefonum titremeye başladı. Gelen mesajı kontrol etmek için telefonumu açtığım an, Lale'nin bana uzattığı kahve nasıl olduysa beyaz elbisemin üzerine dökülerek beni yakmıştı. Hissettiğim acıyla önce tenimde bir uyuşma ardından da derin bir acı hissettiğimde dişlerimi sertçe alt dudağıma geçirdim. "Çok özür dilerim, iyi misin?" Lale'nin mahcup sesi, başımı bir önemi yok dercesine sallamama neden olduğunda herkesin endişeli bakışları benim üzerimdeydi. "Kızım dikkat etsene," diyen Defne teyzeyle birlikte onun bana uzattığı peçeteyi elinden aldım. "Sorun yok gerçekten," dedim fakat büyük bir sorun vardı. Bunu söylemek istesem de kızın bir suçu yoktu, sadece üzerimdeki kem gözlerden kaynaklı olduğuna emindim. "Çok yandın mı?" diyen annem, endişeyle ayağa kalkacağı sırada elimle onu durdurup ayaklandım. "Bir şey yok, iyiyim." dediğimde Defne teyze de Lale'ye, dikkatli olması konusunda nutuk çekmeye başlamıştı bile. Bunu kötü bir üslupla yapmasa da onun için üzülmüştüm. Benden bile küçüktü ve gerçekten bunun için utanmıştı da. Elbisemin eteğini tutup bacaklarıma temas etmesini engellediğimde salondan çıkmak için kapıya yönelmiştim ki Kenan'ın endişe dolu bakışlarıyla karşılaşmıştım. "İyi misin?" dedi, ilgili bir tınıda. Bu da salondaki herkesin dikkatini çektiğinde açıkçası utanmıştım. Onu, sadece başımı sallayarak onayladığımda hızlıca salondan çıktım fakat sesi kulaklarıma ulaşmıştı. "Ben bir bakayım." dediğinde merdivenleri tırmanmaya başlamıştım bile. Yukarı çıkıp odaya ulaştığımda duyduğum acıyla gözlerim hafifçe buğulanmıştı. "Siktir," dedim, yatağa oturup eteğimi yukarı doğru kıvırırken. "Kem gözlü sığırcık!" diyerek kendi kendime söylenmeye başladığımda bacağımın kızardığını görmüştüm. Yüzümü hafifçe buruşturup elimle yanan noktaya hava yapmaya başladığımda odanın kapısı önce tıklatıldı ardından da o, içeri girdi. Yumuşak bakışları önce gözlerimi sonra da kızarık tenimi bulduğunda odaya girip kapıyı arkasından kapattı. Elindeki buz ve kremi gördüğümde kalbim sıcacık olmuştu ama olmaması gerektiğinin yine farkındaydım. "İyiyim ben," dedim, trip atmayı geciktirmeyerek. "Gelmene gerek yoktu." Vardı, gerek vardı. "Saçma saçma konuşma," derken iki büyük adımda yanıma ulaşıp önümde çökmüştü. Elindeki kremi komodine bırakıp buzu, dizlerimin biraz üzerine -yanan noktaya- değdirdiğinde hissettiğim soğuklukla hafifçe irkildim. Bununla birlikte gözleri gözlerime tutunduğunda bacağımdaki buz da o noktayı uyuşturmaya başlamıştı. "Biraz uyuşsun, pomak süreriz." Gözlerimi kısa bir an yumup başımı iki yana salladım. "Ne yapmaya çalışıyorsun?" dedim, mırıltı halinde. Bununla birlikte gözlerimi ondan çekip karşı duvara sabitlediğimde diğer elinin sıcak parmakları da tenime değiyordu. "Bunun aramızdaki şeyle alakası yok," dediğinde hırsla dudaklarımı ısırdım. Gerçekten bugün sabrımın sınırlarında cirit atıyordu. "Bundan memnuniyet duyduğumu falan düşünüyorsan yanılıyorsun." Güldüm alayla. "Sen istedin," dedim, vurgulayarak. "Hem de birkaç saat önce." Gözlerimin içerisine birkaç saniye boyunca baktığında rujlu dudaklarımı birbirine bastırdım. "O zaman bana bir şey söyle," dedi, isyan edercesine. "O güzel ağzını, bu sefer de güzel şeyler söylemek için aç." dediğinde kaşlarım çatıldı. "Bazı şeyleri söylemen için o kapıyı aralık bırakıyorum, bunu istemiyor muydun?" "Ne söylememi bekliyorsun?" dediğimde bana öyle bir baktı ki birazdan yine kavga etmeye başlayacağımızı düşündürmüştü. "Neden konuşmaktan bu kadar korkuyorsun, anlamıyorum." dedi, kendi kendine konuşur gibi. Bunu söylerken gözlerini üzerimden çekmiş, elindeki buzu da komodine koyup getirdiği kremi eline almıştı. "Bir şeyden korktuğum yok!" diyerek ona karşılık verdiğimde bana kirpikleri altından bir bakış atıp kremi bacağıma sürmeye başladı. Tenimde gezinen parmakları, hiçbir art niyet barındırmazken bu masum dokunuşları öfkelenmeme engel oluyor, beni sakinleştiriyordu. "Buraya bırakıyorum," dedi, kapağını kapatıp tekrar komodine bırakırken. "İnmene gerek yok, yat dinlen. Erken uyandın zaten, yorulmuşsundur da." derken yorulduğum kısmını imalı bir şekilde söylemişti. Fiziki yorgunluktan değil de çok konuştuğum için çenemin yorulduğundan bahsediyordu! Ona gözlerimi devirirken, "Defol, salak." dedim, onu tersleyerek. Bununla birlikte dudaklarındaki şapşal gülümsemeyi gizleyerek ayaklanmış, bıraktığı buzu da geri almıştı. "İyi geceler," dedi, odadan çıkmadan önce. "İyi geceler." dediğimde dönüp bana bir iyi geceler öpücüğü vermesini beklesem de tabii ki bunu yapmamış, odadan çıkıp kapıyı kapatmıştı. Bununla birlikte küçük bir çocuk gibi gözlerim dolduğunda bakışlarımı tavana çevirip gözyaşlarımın akmaması için yine bir çabaya girdim. "Salak salak davranma," dedim, kendi kendime kızarak. Ardından ayağımdaki çizmeleri çıkarıp yavaşça ayağa kalktım ve banyoya geçerek makyajımı temizledim. Bunu yaparken de temizlemeye çalıştığım makyajımın yarısı akmıştı tabii. Üzerimdeki kahve lekesi olan elbiseyi üzülerek çıkarıp gecelik takımlarımdan birini giydiğimde saçlarımı da ensemde gelişigüzel toplayıp yatağa girmiştim. Aslında bir yandan da iyi olmuştu, açıkçası aşağıdaki o monotonluktan sıkılmaya başlamıştım fakat bu uğurda yanmasam her şey daha güzel olabilirdi. Sabah, Kenan'ın uyandığı o yastık gözüme takılırken elimi yastığın üzerine koyup burnumu da gri kılıfa hafifçe sürtmüştüm. Bunu yapmamla birlikte kokusu ciğerlerime dolduğunda sanki birkaç saattir değil de senelerdir kokusunu solumuyormuşum gibi hissettirdi. Ben, bu adama hangi ara bu kadar bağlanmıştım da beni bu duruma sürüklemesine izin vermiştim? En başından beri onun ne kadar tehlikeli bir adam olduğunun farkındaydım ve buna rağmen beni kendine bu denli bağlamasına sesimi çıkarmamış, boynumu eğerek bunu kabul etmiştim. Şimdi de yaptığım şeylerin cezasını çekmeye hazırlanıyordum. 🗿🗿🗿 Esen rüzgârla birlikte omuzlarımdaki şala daha çok sarıldığımda ortamda dönen sohbeti sessizce dinleyip, elimdeki kahveyi ağır ağır yudumluyordum. Gençler olarak bahçedeki çardakta, yanan ateşin etrafında toplanmış, sohbet ediyorduk. Tabii ben daha çok onları dinlesem de ara ara beni güldürmeyi başarabiliyorlardı da. Çağan'la Çağlar, Bige ve Zilan'la uğraşıp onları çileden çıkarırlarken onların bu hallerine gülmüyor değildim. Gediz abiyle Firuze de kucaklarında oturan minik kızlarıyla ilgilenirken ara sıra ortamdan sıyrılıp aşklarını gözüme sokuyorlardı! Onların cilveleşmesi gereksiz bir şekilde sinirlerimi bozarken bakışlarımı bahçenin diğer tarafına, konağın kapısına doğru çevirdiğimde içimdeki o aptal sesi susturamıyordum. Herkes burada eğlenirken benim sadece ve sadece aklımın tek bir yerde olması ciddi anlamda can sıkıcıydı. Dudaklarım arasından bir soluk verip önüme döneceğim sırada konağın kapısı biri tarafından açılmış, dikkatimin oraya yoğunlaşmasına neden olmuştu. Çok geçmeden saatlerdir gözlerimin aradığı o kişi konağın kapısında göründüğünde bunun beni heyecanlandırması çok sürmedi. Üzerindeki kapüşonlu siyah kazağı ve haki yeşili deri ceketiyle bu havada üşüyecek gibi dursa da onun tarzı bu olduğundan çok üzerinde durmamıştım. Kışın ortasında tişörtle gezdiğini bile görmüştüm sonuçta! Siyah çerçeveli gözlüğünün ardındaki bakışları aradaki mesafeye rağmen gözlerimle kesiştiğinde istemsizce yanağımın içini dişledim. Onunla sadece iki gündür bu kadar mesafeliydik ama bana o kadar uzun bir süre gibi gelmişti ki ona delicesine bir özlem duymaya başlamıştım. Hiç olmadığı kadar yakınımdaydı fakat bir o kadar uzaktı da. İkimiz için de uzun süren saniyeler akıp giderken yanımıza ulaşmış, bakışlarımızın zorlukla birbirinden kopmasına neden olmuştu. "Neredesin oğlum sen?" diyen Gediz abinin yönelttiği soruyla birlikte kardeşinin bakışları ona döndüğünde ben de bakışlarımı, kucağımdaki ellerime çevirmiştim. "Kahvaltı için odana geldim ama uyuyordun. Sen uyumazsın o kadar, hayırdır?" dedi, sağ gözünü hafifçe kırparak. "Gece uyuyamadım," O özlediğim sesi kulaklarımı şenlendirdiğinde neden uyuyamadığını az çok tahmin ediyordum çünkü ben de günlerdir uyuyamıyordum. Bunun sebbinin de onunla uyuyamamdan kaynaklı olduğuna emindim. "Geç otur bakalım, yüzünü gören cennetlik." Cıkladı. "Şirkete uğrayacağım," Gediz abi de dahil herkes bu söylediğine göz devirip oflayarak karşılık verdiğinde gülmemek için alt dudağımı ağzımın içerisinde yuvarlamıştım. O esnada Kenan da şapşal bir tavırla herkesi tek tek süzdü. "Ne var lan?" dedi, aynı şapşal tavırla. "Abiciğim farkında mısın bilmiyorum ama biz buraya tatile geldik," diyen Bige, zaten iri olan gözlerini daha da irileştirip abisine baktığında dayanamayarak gülmüştüm. "İşkolik falan mısın? Bak yaşlılık sendromu belirtisi bunlar." "Emekliye mi ayrılıyor şimdi yani?" diyen Çağlar, Çağan'a doğru dönüp bunu sorduğunda Kenan'ın kaşları çatıldı. Sanırım onların yaşlılık üzerine yaptığı sahte konuşmalara inanmıştı. Yaşlılık konusunda neden bu kadar takıntılıydı bilmiyordum ama her halükârda aynı çekicilikle hayatına devam edeceğine emindim. "Hadi bizimle takılmıyorsun anladık," derken Firuze, çenesiyle beni işaret etti. "Kıza etrafı gezdir bari, biz onu pek açmadık." dediğinde hayretle ona baktım. "Olur mu öyle şey? Keyfim yok sadece." diyerek kendimi savunmaya aldığımda bir çift gözü üzerimde hissediyordum. "Hah, ne güzel işte!" dedi, abartılı bir coşkuyla. "Gidin biraz hava alın, keyfiniz yerine gelsin. Kenan da birkaç gündür mahkeme suratıyla etrafa Balkanlar'dan soğuk havayı getirdi zaten, yeterince soğuk değilmiş gibi!" dediğinde Çağlar'la Çağan tabiri caizse anırmaya başlamışlardı. "Hem sen dışarı çıkacağım diyordun, çıkın işte." diyerek sözlerini tamamladığında başımı hafifçe iki yana salladım. "İşi vardır onun, şimdi çıkmayacağım zat-" Lafımı kesen şey, onun sözleri olurken başımı ağırca ona doğru çevirdim. "Nereye gideceksin?" dedi, gözlerimin içine bakarak. Bu da bir an dilimin tutulup, adımı unutmama yol açtığında gözlerimi ondan aynı hızla uzaklaştırmıştım. "Olcay'lar buradaymış, onları görmeye gideceğim." dediğimde zaten normalde de çatık olan kaşları yine çatılmıştı. "O lavuk da mı burada?" diye bir soru yönelttiğinde önce kimden bahsettiğini anlamamıştım fakat sonrasında aydınlanma yaşayarak kaşlarımı çattım. Korhan'dan bahsediyordu ve bu sırada herkes keyifle bizi izliyordu. "Onun bir adı var," dedim, tane tane. "Benim için adı bu," diyerek iyice sinirlerimi bozduğunda dudaklarımı aralamıştım ki bu sefer tekrar Gediz abi aramıza girmişti. "Tamam," dedi, aramızda fitillenmeye başlayan bir başka tartışmaya son vererek. "Maran, hadi git hazırlan sen." derken bu sefer de ağzımı itiraz etmek için açmıştım. "Ay içim şişti," dedi, Firuze. "Ne naz yaptınız be, hadi Maran!" diyerek dudaklarımı birbirine bastırmama neden olduğunda el mahkûm oturduğum yerden ayaklanmıştım. "Bekle burada, geliyorum!" dedim, adeta sövercesine. Resmen iki dakika tartışmadan duramıyorduk! Yanından rüzgâr gibi geçip patika yolda hızlı adımlarla ilerlerken elimdeki kupadan da kahvemi yudumlamaya devam ediyordum. Diğer elimdeki telefondan da Olcay'a mesaj atarak haber verdiğimde çok geçmeden konağa girmiş, elimdeki kahveyi mutfağa bırakıp yukarı çıkarak odaya geçmiştim. Aşağıdaki öküzü bekletmeyerek hızlıca dolapta gözüme kestirdiğim gri kaşmir bluzu üzerime giymiş, çıkardığım gri eteği üzerime geçirmeden önce de üşümemi engellemesi amacıyla çorap giymiştim. En sonunda üzerimi giyip beyaz kovboy çizmelerimi de ayağıma geçirdiğimde dalgalı saçlarımı sadece elimle düzeltmiş, gözlerime de sadece jilet gibi bir eyeliner çekip dudaklarımı renklendirmiştim. Elimdeki ruju cherry renginde olan Jacquemus çantamın içerisine attıktan sonra yine aynı renkteki peluş ceketimi de alıp son olarak birkaç fıs parfüm sıktım ve odadan çıktım. "Anne!" diyerek salonda oturan anneme, daha merdivenleri bitirmeden seslendiğimde elimdeki kürkü de omuzlarımdan geçirip içerisinde kalan saçlarımı da tekrar düzeltmiştim. O esnada da son basamağı inip salona ulaştığımda annemin bakışları beni buldu, birkaç saniye beni süzdükten sonra dudağını beğeniyle büzdü. "Hayırdır, ne bu güzellik?" diye sorduğunda Defne teyze de hayranlıkla bana bakmıştı. "Dışarı çıkıyorum, diyecektim." dediğimde kaşları havalandı ama Defne teyzenin ağzı kulaklarına varmıştı. "Kenan'la mı?" dedi, imayla. Başımı salladım. "Evet ama gelirim birkaç saate." derken tekrar anneme dönmüştüm. "Geç kalmam, merak etme." Eğilip annemin yanağını öptüğümde beni onaylamıştı bile. "Ne merak edeceğim ayol? Kiminle olduğun belli." diyerek yine annem olduğunu belli ettiğinde Defne teyzeyle de vedalaşıp konaktan çıkmıştım. Dışarı çıkmamla birlikte yüzüme çarpan rüzgârla bir an üşüsem de bunu umursamayıp konağın merdivenlerini de hızla indim ve patika yolda ilerlemeye başladım. Zeminde ritmik bir sesle yankılanan topuk sesleriyle birlikte birkaç adım uzağımda sigara içip karşısında oturan abisiyle konuşan Kenan'ın bakışları da bana dönmüştü. Yeşil gözleri, uzun uzun üzerimde gezinirken hâlâ bıraktığım yerde olan ve şamata yapan Çağlar'la Çağan da beni görmüş, sanki birbirlerinden haberdarlarmış gibi de aynı anda ıslık çalmışlardı. Bu, gözlerimi bayarak gülmeme neden olduğunda Kenan'ın kaşları yine çatılmış, onlara ters ters bakmıştı. "O gözlerinizi oyarım," dedi, tehditkâr bir tınıda. Bununla birlikte ikisi de yerlerine sinseler de konuşmayı bırakmamışlardı. "Allah var abi, güzel hatun." diyerek savunmaya geçen Çağan, ona gülümsememi sağladığında Kenan da öldürücü bakışlarını onun üzerinde sabitlemişti. "Sana ne oğlum?" dedi, terslenerek. "Teşekkür ederim," diyerek araya girdiğimde Kenan'ın bakışları yine beni bulmuştu. "Hazırlanacağını sanıyordum," dedi, çatık kaşlarıyla beni süzerek. Bu, benim de kaşlarımın çatılmasına sebep olduğunda boş bakışlarımla ona baktım. "Anlamadım?" dedim, gayriihtiyari. "Giyinmemişsin, diyor." diyen Zilan'la birlikte gözlerimi devirdim. Gerçekten öküzün tekiydi bu herif! "Mağarana dön, Kenan." dediğimde diğer herkes gülmeye başlarken çatık kaşları havalandı. "Gavat olmaktansa mağarama dönmeyi tercih ederim zaten," diyerek lafını esirgemediğinde çenemi dikleştirip ona baktım. Bu, yeşillerindeki pırıltıların harekete geçmesine neden olduğunda dudaklarım aralanmıştı. "Böyle müdahalelerden hoşlanmam," dedim, meydan okurcasına. "O yüzden o nefesini boşa tüketme." "Haklısın," dedi, başını ağır ağır sallarken. "Sonrasında ihtiyacım olacak." Sözleri, edepsiz imalar barındırırken onun bu sözlerinin altında yatan anlamları anlayan tek kişi bendim. Bakışları da bununla birlikte daha çok yoğunlaşmış, beni o kuyularının içine çekmişti. Tüm vücuduma bir elektrik dalgası yayılırken bir an nerede olduğumuzu bile unutmuştum. Nerede olduğumu hatırladığım ilk an, bahçedekilerle vedalaşıp ileride park halinde duran arabasına doğru ilerlemiştik. Hâlâ sözlerinin etkisinde olduğumdan onun arkamdan gelerek eteğimi kontrol etmesini pek umursayamamıştım. "Bacaklarıma bakmayı kes!" diyerek onu uyardığımda yolcu kapısını benim için açmıştı. "Gerçekten koca dolapta giyecek bunu mu buldun?" dedi, öküzce. "Kıçın gözüküyor, Maran." diyerek de öküzlüğüne öküzlük kattığında ona dik dik baktım. "Sen gerçekten hayvansın." dediğimde bana ters bir bakış atmıştı. Onu umursamayarak arabaya binip kapıyı da çarptığımda söylenmeye başlamıştı. O, arabanın etrafında dolanıp yan koltuğa geçerken emniyet kemerimi bağlamakla meşguldüm. "Hangi otelde kalıyorlar?" dediğinde telefonumu açıp Olcay'ın sabah gönderdiği konumu açmıştım. Telefonumu ona doğru çevirip ekranı gösterdiğimde önce gözleri hafifçe kısıldı ardından bana baktı. "Yiğit'le Kılıç da burada kalıyor." dedi, ses tonunun altında yatan o şüpheyle. Bununla birlikte benim de gözlerim kısıldığında bir kez daha konuma bakmıştım. "Aynı şeyi mi düşünüyoruz?" dediğimde hafifçe gülüp başını salladı. Olcay'la, tanıştığı adam hakkında konuşurken Kenan da yanımda olduğundan o da biliyordu ve daha sonrasında konuştuğumuzda ona, o adamın Kılıç olabileceği konusundaki tezlerimi sunduğumda da bana hak vermişti. Şimdi de aynı otelde kalıyor olmaları ikimize de aynı şeyi hatırlatmıştı. "Galiba." Emniyet kemerini takıp arabayı çalıştırdığında telefonumu çantama atıp tekrar ona dönmüştüm. "Karşılaşmışlar mıdır acaba?" dedim, merakla. "Karşılaşmış olsalardı Olcay sana anlatmaz mıydı?" dediğinde söylediklerine hak vererek başımı sallamıştım. Doğru söylüyordu. Zihnimdeki düşünceler dağıtılırken bakışlarım da profilinde uzun uzun gezinmişti. Gözleri yolda olsa da ona baktığımı biliyordu ve sırf bu yüzden dönüp bana bakmadığına neredeyse emindim. Zaten günlerdir benden kaçıyor, beni gördüğü yerde iki dakika bile durmuyordu. "Sen," dedim, en sonunda aramızdaki sessizliği bozarak. "Ne zaman dönüyorsun?" diyerek o can alıcı soruyu sorduğumda sol tarafıma bir ağırlık çökmüş, canım sıkılmıştı. Bakışlarını kısa bir an bana çevirdiğinde tekrar yola dönmesi uzun sürmedi. "Önümüzdeki hafta." dedi, beni yanıtlayarak. Verdiği cevap beni tatmin etmezken bundan memnuniyet duymadığımı da fazlasıyla belli ederek önüme döndüm. Kollarımı da göğsümde birleştirip bakışlarımı camdan dışarıya çevirdiğimde birkaç kez o gözlerini üzerimde hissetmiş fakat o bakışlarına kayıtsız kalmıştım. Hem beni kendinden uzaklaştırıyor hem de kedinin ciğere baktığı gibi bana bakıyordu. Sanırım ruh hastası falandı. Çok uzun sürmeyen ama çok da kısa sayılmayan yolculuğumuz otelin önünde bittiğinde arabayı park edip beraber otele girmiştik. Bu sürede de yine ikimizden de çıt çıkmamıştı ve açıkçası bu rahatsız ediciydi. "Maran," diyen sesi kulaklarıma dolduğunda adımlarımı durdurup ona doğru dönmüştüm. Ondan neredeyse bir iki adım önce ilerliyordum ve bu yüzden de arkamda kalmıştı. "Efendim?" dedim, sorgulayan bakışlarımla. Bununla birlikte gözleri kısa bir an arkamdaki noktaya kaydığında eş zamanlı olarak Olcay'ın sesi de kulaklarıma ulaşmıştı. "Ay yeter, Ufuk!" diye carlayışıyla birlikte omzumun üzerinden bir bakış attığımda o üçünün asansörden iniyor olduğunu görmüştüm. Onlar beni henüz görmemişken Kenan'ın söyleyeceği her neyse onu söylemesi için bir kez daha ona döndüm. "Ne söyleyeceksin?" dedim, gizlemeye çalıştığım bir merakla. O bakışları, yine kalbimi hızlandıracak bir şekilde gözlerimde oyalanırken söyleyeceği olası şeyleri düşündükçe tenim karıncalanıyordu. En sonunda başını hafifçe iki yana sallayıp dudaklarını araladığında yüzündeki o ifade, omuzlarımı düşürmeme neden olmuştu. "Hiç." dedi, umursamazca. Bu, az önce hızlanan kalbimin boynunu bükmesine neden olduğunda bu aralar çok fazla yaşaran gözlerim de devreye girmişti. Dün gece regl olduğumdan dolayı üzerimde saçma bir duygusallık vardı zaten. Dolan gözlerimi ondan kaçırıp arkamı döndüğümde, "Maran!" diyen Olcay da birkaç adımda yanıma ulaşıp boynuma sarılmıştı. Ben de boşta olan ellerimi kaldırıp onun sırtına yerleştirdiğimde ekledi. "Benim özlem halis mi?" dedi, gülerek. Bu, beni de güldürürken gözlerimin önü puslanmış, bakışlarımı tavana çevirmeme neden olmuştu. "Biraz daha öyle sarılırsan ağlayacak gibi görünüyor," diyen Onur'la beraber gözlerimi bayarak güldüm. "Saçmalama, gözüme bir şey kaçtı galiba." dedim, hemen çıkışarak. O esnada Olcay da geri çekilip kahverengi gözlerini yüzümde gezdirmişti. "Ay ne oldu sana?" dedi, o yavru köpek bakışlarını atmaya başlayarak. Birden böyle soru yağmuruna tutmaları, daha çok ağlamak istememe neden olduğunda ellerimi havaya kaldırarak onlara tek tek bakmıştım. "Saçmalamayın ya! Yok bir şey hadi kahve ısmarlayın bana." diyerek hemen olaya müdahale ettiğimde hızlıca konu dağılmıştı fakat Olcay'ın bakışları Kenan'la ikimiz arasında kısa bir an gidip gelmişti. Bu esnada Onur'la Ufuk da çoktan Kenan'la sohbete başlamışlardı. "Ne oldu?" dedi, Olcay koluma girmeden hemen öncesinde. Eş zamanlı olarak da otelin kahve servisi yaptığı kısma ilerlemeye başlamıştık. "Ne gibi?" dedim, anlamamazlıktan gelerek. Bana ters ters baktı. "Dokunsam ağlayacaksın." Omuz silktim. "O zaman sen de dokunma." "Bir şey mi dedi sana, doğru söyle bak!" diyerek konuyu yine Kenan'la bana bağladığında omuzlarım düşmüş, suratım asılmıştı. Bir çift gözün ağırlığını sırtımda hissederken kendime çeki düzen vermem gerektiğinin de farkındaydım aynı zamanda. "Sonra anlatırım, şimdi olmaz." dedim, gözlerimi kısa bir an arkaya doğru çevirip onları kontrol ederken. "Niye aramadın beni?" diyen Olcay, moralimin ne kadar bozuk olduğunu fark etmiş olacak ki yumuşak bakışları üzerimde geziniyordu. "Of öleceğim şimdi meraktan." dedi ve beni kolumdan çekiştirip diğerlerine döndü. "Biz yukarı çıkıp geleceğiz iki dakikaya, takılın siz." dediğinde bu yaptığına şaşırmamıştım, çünkü tam ondan beklediğim şeyi yapmıştı. Kenan'la gözlerimiz bir kez daha kesiştiğinde Olcay da beni kolumdan çekiştirerek asansörlere yönlendirmiş, bakışmamızın kesilmesine neden olmuştu. İçimdeki o saçma hisle asansöre doğru ilerlerken sağdaki koridora geçmiş, tam o anda da asansörlerden birinin kapısı açılmıştı. "Oğlum, bu Araz'ı yemin ederim si-" Kılıç'ın önce sesi kulaklarıma ulaşırken çok geçmeden de Yiğit'le o, görüş açımıza girdi. Etmekte olduğu küfrü, gözlerinin gözlerime tutunmasıyla yarıda kalırken bu çok kısa sürmüş, o kara gözleri bu sefer de yanımdaki Olcay'ı bulmuştu. Uzun bir süre de orada kaldığında gözleri hafifçe kısıldı. Benim de içerisine dahil olduğum bu karşılaşma, üzerimdeki o ölü toprağını atmamı sağladığında Olcay'ın kolumdaki elinin yavaşça boşluğa düştüğünü hissetmiştim. Bununla birlikte gözlerim Kılıç'tan ayrılıp hızla ona döndüğünde şaşkın bakışlarıyla karşılaşmam şu zamana kadar yaptığım tahminleri de desteklemişti. İfadesinde hâkim olan o şaşkınlık ve sorgulayıcı bakışlar, Kılıç'ın ifadesinde de hâkimken Yiğit'le ben de bu olayda tamamen seyirciydik fakat onun, benim aksime pek bir şey bilmiyor gibi bir ifadesi vardı. "Sen," diyen Olcay, ilk konuşan kişi olduğunda işaret parmağını da Kılıç'a doğrultmuştu. İrileşen açık kahve gözleri şaşkınlığını pek gizlemezken bir kez daha Kılıç'a baktım. O da şaşkındı fakat Olcay'ın şaşkınlığıyla kapışacak seviyede olmadığı aşikârdı. "Seni hatırlıyorum." dediğinde Kılıç'ın bakışları kısa bir an bana döndü ama ağzını açıp tek kelime bile etmedi. "Sen osun, o gece bird-" "Naber Maran?" diyerek bana döndüğünde ona şok içinde bakakaldım. Tıpkı Olcay da benim gibi şaşırdığında bu tavrından çok beni tanıyor olmasına şaşırdığını biliyordum. "Siz tanışıyor musunuz?" dedi, şaşkınlıkla. Onu, başımı sallayarak onayladığımda tekrar Kılıç'a baktı. "Kenan'ın arkadaşı," dedim ve ardından kaşlarımı kaldırarak ekledim. "Yiğit de öyle." derken elimi hafifçe Yiğit'e doğru uzatmıştım. Şu an konunun az da olsa dağılması için çabalıyordum ve açıkçası bunu başarmış gibi de görünüyordum. Fakat Kılıç'ın Olcay'a olan bakışları da gözümden kaçmış değildi. "Memnun oldum," diyen Yiğit, Olcay'a elini uzattığında onun kısa bir an duraksaması Olcay'ın gülmesine neden oldu. "Olcay," dedi, onunla tokalaşarak. "Ben de memnun oldum." derken Yiğit, ona tatlı bir gülümseme bahşetmiş, Olcay da elini bu sefer Kılıç'a uzatmıştı. Bu, kirpiklerimin altından bakışlarımın ikisi arasında gidip gelmesine neden olduğunda Kılıç da bir Olcay'ın eline bir de ona bakmıştı. Ardından da elini kaldırıp onunla tokalaştığında Olcay'ın kaşları havalandı. "İsmini söylememekte kararlısın anladığım kadarıyla?" dedi, alayla. Bununla birlikte Kılıç afallayarak onu yanıtladı. "Kılıç," dedi, gözlerini Olcay'dan ayıramazken. Bu, dudaklarımın hafifçe yukarı kıvrılmasına neden olduğunda Olcay'ın gözlerinde de tuhaf bir ifade yakalamıştım. "Memnun oldum," derken ikisinin de elleri henüz ayrılmamıştı. Bu, Yiğit'le bakışmamıza yol açtığında onun da bu durumdan zevk aldığını çok net görmüştüm. En sonunda ikisi de bakışlarını birbirinden çekip konuşabildiğinde yine Kılıç'la göz göze gelmiş, ona sırıtarak bakmıştım. "Kenan burada mı?" dedi, konuyu değiştirerek. "Lobide," diyerek onu yanıtladığımda başını ağırca salladı. "İyi oldu bu, biz de şirkete gidecektik." dediğinde kaşlarım hafifçe çatıldı. Bu esnada Olcay da kaçamak bakışlarla onu süzüyordu ama sanırım bunu kimsenin fark etmediğini düşünüyordu. "Bir şey mi oldu?" dedim, merakla. "Sen o küçük burnunu sokmasan daha iyi olur yengeciğim," dediğinde burnumu kırıştırarak ona baktım. "Ne yengesi be?" dedim, çirkefleşerek. "Doğru, artık değildin." diyerek benimle alay ettiğinde Yiğit de ona katılarak gülmüş, kaşlarımın derince çatılmasına sebep olmuşlardı. "Biz şey yapalım sonra şey ederiz." Birden saçmalamaya başlayarak yanımızdan ayrıldıklarında son kez Olcay'a bakıp başıyla selam vermişti. Bu gereksiz ciddiyetle birlikte Olcay'ın kaşları çatıldığında asansörün düğmesine bastım. "Anlamıştım," dedim, dikkatini çekerek. Bu söylediğimle anlamsız bakışları beni buldu. "O adamın Kılıç olduğunu anlamıştım yani." dediğimde gözleri kocaman açıldı. "Ve bana söylemedin?" dedi, birden carlayarak. Omuz silktim. "Emin olamadım, o yüzden seni de boşu boşuna umutlandırmak istemedim." dediğimde asansör bulunduğumuz katta durmuştu. Beraber asansöre bindiğimizde kabanının cebinden oda kartını çıkardı. "O niye öyle davrandı, onu da anlamadım ama gözünü de alamadı yani!" dedim, muzur bir ifadeyle. Bu, onu güldürdü. "Ben de anlamadım, bir garipti." derken yüz ifadesi allak bullak olmuş, sırtını asansörün duvarına yaslamıştı. Odasına kadar olan kısa yolculuğumuz, asansörün kapılarının kapanmasıyla böylelikle başlamış oldu. 🗿🗿🗿 Gecenin karanlığında, odamın balkonunda içtiğim sigara dumanı bir tüy gibi hafifçe süzülüp havaya karışırken dalgın bakışlarım boşluktaydı. Yağmur hafifçe atıştırıyor, o huzur verici melodisi kulaklarıma doluyordu ama ben yine de pek huzuru yakalamış gibi değildim. Dalan bakışlarımı boşluktan çekip parmaklarım arasında tükenen sigarayı küçük masadaki kül tablasında söndürdüğümde gözlerim, açık sigara paketine kaymıştı. Son sekiz, kalmıştı. O an, aklıma gelen şeyle bakışlarımı kolumdaki saate çevirdim. Birkaç saate hava aydınlanacaktı ve ben hâlâ uyuyamamıştım. Yatakta dönüp durarak bir türlü uyumayı becerememiş, en sonunda da çareyi sigara paketimde bulduğumda kendimi balkona atmıştım. Gözlerim, bahçede sıra halinde dizili olan arabalarda kısaca gezindiğinde saatlerdir aklımda olan şeyi harekete geçirmek için ayaklandım. Aynı hızla da içeri girip üzerime sabahlığımı geçirdiğimde sadece saniyeler içerisinde odadan çıktım. Bakışlarım kısaca koridorda ve merdivenlerde dolaştıktan sonra çıplak ayaklarımla kendimi onun odasının önüne sürüklemiştim. Bir deli cesaretiyle yaptığım bu şey, damarlarımda adrenalinin kol gezinmeye başlamasına neden olduğunda ellerim hafifçe titremeye başlamış, onları yumruk haline getirmiştim. Gözlerimi tam önümdeki kapıya odakladığımda bir kez bile düşünmeye kalkışsam bundan vazgeçeceğimi bildiğimden yumruk halinde olan sağ elimi kaldırıp hiç düşünmeden odasının kapısına sadece iki kez hafifçe vurmuştum. Şu an kalbim, ayaklarımın dibine düşebilirdi. Saniyeler saniyeleri kovalarken tüm bedenim anlamsız bir heyecanla kasılmış, dört gözle o kapının açılmasını beklemeye başlamıştım. Fakat eğer açılırsa ne diyeceğimi ya da ne yapacağımı düşünmemiştim. Yaptığım bu aptallık, bana bunları düşündürürken kendime kızarak odama dönecektim ki önümdeki kapı açıldı, bir çift yeşil göz, gözlerime tutundu. Tabii ki bu, beni daha allak bullak ederken kaşları şaşkınlıkla havalanmıştı. "Maran?" dedi, meraklı bakışları üzerimde gezinirken. "Niye uyumadın sen?" derken kısa bir an onu inceleme fırsatı edinmiştim. Bu saatte duş mu almıştı? Kapı tam açık olmamasına rağmen üzerindeki beyaz bornozu seçebilecek bir hâlde olduğumdan onu kısaca süzmüştüm. Sanırım onu duştan çıkaran etken bendim, çünkü tenine tutunmuş su damlacıklarını görebiliyordum. Saçları da hâlâ ıslaktı. Gözlerimi ondan çekebildiğim ilk an, dudaklarımı konuşmak için araladığımda koridorun diğer tarafındaki odada bir hareketlilik olmuş, ikimizin de bakışları oraya dönmüştü. Orası tabii ki Kiraz babaannenin odasıydı! Ben daha ne olduğunu anlamadan kolumda bir el hissettiğimde hemen ardından beni odaya doğru çekip kapıyı kapatmıştı. Sırtım, kapıya yaslanırken koridorda duyduğum ayak sesleri de telaşlanmam konusunda hiçbir etki etmiyordu. Duyduğum tek heyecan, günler sonra onunla bu kadar yakın olmamdan kaynaklanıyordu. Karanlıktan nasibini alan yeşilleri yüzümün en ücra köşelerine uğrarken en sonunda da yine rotası mavi gözlerim olmuştu. Duştan çıktığı için fazlasıyla yoğun olan kokusu sıcak teninden yayılıp ciğerlerime dolarken heyecanım iki katı artmış, sadece susarak bir süre sessizce onun kokusunu içime çekmiştim. Yüzümün hizasında olan yüzü hiç olmadığı kadar yakınımdayken gözlerini kısa bir an dudaklarıma indirdi. "Niye geldin?" dedi, neredeyse fısıltıyla. Sorusuyla birlikte zihnimde buna, mantıklı bir cevap aramaya koyulduğumda aklıma gelen ilk şeyi söyledim. "Sigaram bitmiş," dedim ama henüz paketimde sekiz dal daha vardı. Gözleri, ciddi olup olmadığımı tartarcasına iki gözümün arasında mekik dokuduğunda ayak parmaklarım içe doğru hafifçe bükülmüştü. "Sende varsa-" Lafımı, bir başka soruyla böldüğünde dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kaldım. "Neden uyumadın?" diyerek o can alıcı soruyu bana yönelttiğinde aslında bunun bir cevabının olduğunu biliyordum ama ona söylersem nasıl bir tepkiyle karşılaşacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. "Uyku tutmadı," dedim, bir çırpıda. "Yerimi yadırgadım galiba, uyuyamıyorum kaç gündür." "Bu yalanla annemi kandırabilirsin sen sadece." dediğinde ona öylece bakakalmıştım. Bir süre aramızda kısa bir sessizlik oluştuğunda hiç istemediğim bir şey yaparak geri çekilip komodinde duran sigara paketini alarak bana uzattı. Elimi uzatıp paketi onun elinden aldığımda sıcak parmakları benim buz gibi parmaklarıma temas etmiş, adeta içimi titretmişti. "Üşümüşsün." dedi, bakışlarını tekrar bana çevirerek. "Soğuk," dedim, kısaca. Bunu, öyle bir şekilde söylemiştim ki sanki hava durumundan bahsetmemiş de onun bu tavırlarına yönelik bir iğneleme yapmış gibiydim. Ki öyleydi de. Kenan, bunu fark etmiş olacak ki birkaç saniye gözlerimin içine baktığında parmaklarım arasındaki paketi sıkı sıkıya tuttum, sanki gerçekten bunun için buraya gelmişim gibi. "Ben gideyim," dedim, gözlerimi ondan uzaklaştırarak. "İyi geceler sana." "İyi geceler." diyerek yine o itici performansı sergilediğinde arkamı dönüp kapıyı açmış, hızla odadan çıkıp kapıyı arkamdan yavaşça kapatmıştım. Gerçekten uyuz herifin tekiydi! Ben saatlerdir uyuyamayıp yatakta kıvranırken o, yine öküzlüğünü yapmıştı. Odama girip kapıyı arkamdan kapattığımda elimdeki sigarayı rastgele bir yere fırlatıp kendimi yatağa bıraktım. "Götüne sok bunu, Kenan." 🗿🗿🗿 "Siz küs müsünüz Kenan'la?" Annemin sorduğu soru, elimdeki tabletten başımı kaldırmamı sağladığında onun meraklı bakışlarıyla karşılaşmıştım. Zaten bana, bunu sormak için günlerdir fırsat kolluyordu. "Konuşmuyoruz sadece." dedim, tekrar bakışlarımı tabletin ekranına çevirerek. Tüm bunları düşünüp kendimi deliye çevirmemek adına kendimi, geldiğim tatilde bile işe vermiştim. Tabletten gelen mailleri kontrol edip, bilgisayarımda da diğer çizimlerimle ilgileniyordum. Gece gündüz Güneş'le konuşup şirket konusunda ondan rapor alsam da kafamın hâlâ pek yerinde olduğu söylenemezdi. Büyük ihtimalle annem de bunu fark etmiş olacak ki şimdi bana bunu soruyordu. Aslında Defne teyzenin o meraklı tavırlarından da sadece annemin bunu fark etmediğini anlamıştım. "Neden? Tartıştınız mı?" diye sorduğunda omuz silktim. "Görüşmek istemiyor," dediğimde annem bana şaşkınlıkla baktı. "Küs falan değiliz yani." "Sana nasıl baktığını hepimiz biliyoruz, Maran'cığım." dedi, gülerek. "Saçmalama istersen, çocuk başka bir şey demiştir. Sen yanlış anlamışsındır, malûm biraz bu konularda salaksın." diyerek bana da laf soktuğunda anneme ters ters baktım. Resmen şu an beni değil de Kenan'ı savunuyordu. "Doğru söyle, bir şey yapıp uzaklaştırdın mı çocuğu kendinden yoksa?" dediğinde abartılı bir şekilde ofladım. "Ne yapabilirim ben ona?" dedim, öfkeyle. "Kendi kendine tribe girdi işte, gerizekalı!" derken tabletimi kapatıp sehpaya bıraktım. "Bir şey yoktu aranızda, gayet iyiydiniz. Ne oldu da birden uzaklaştınız birbirinizden?" dediğinde parmaklarımı birbirine kenetleyip bakışlarımı oraya çevirdim. Ojelerimi yenilemem gerekiyordu. "Ne bileyim, bakmıyor yüzüme." dedim, mırıltı hâlinde. "Bir şey de yapmadım." diyerek kendimi de hızlıca savunmaya aldığımda merdivenlerden gelen adım sesleri kulaklarıma ulaşmış, annemle benim bakışlarımın oraya dönmesine neden olmuştu. Kenan, üzerine geçirmekte olduğu gri kabanıyla merdivenleri inerken gözleri önce beni, ardından da annemi bulmuş ve kısa bir an duraksamıştı. Ardından son üç basamağı da indiğinde annem yüzündeki kocaman gülümsemeyle konuştu. "Kenan?" dedi, tatlı bir tınıyla. "Nereye böyle?" Kenan'ın bakışları da aynı yumuşak ifadeyi aldığında o çok sevdiğim dudakları yukarı kıvrılmış, gözlerimi ondan uzaklaştırmamı böylelikle engellemişti. "Hava alacağım biraz." diyerek annemin sorusuna yanıt verdiğinde gözleri bana değmiyordu bile. Bu, günlerdir olduğu gibi yine gözlerimin dolmasını sağladığında tırnaklarımı hafifçe etime geçirmiştim. "Herkes nerede? Sizi tek bırakmışlar." dediğinde annem önemi yok dercesine başını salladı. "Farah'la Cevher şirkete geçtiler, toplantıları varmış galiba. Baban, Kiraz anneyle birlikte dışarı çıktı, şöyle bir hava alıp gelecekler." dedi, elindeki fincanı sehpaya bırakırken. "Defne de yukarıdaydı, moda eviyle alakalı bir sorun mu ne varmış. Telefonla konuşuyordu. Gel sen de otur, bir kahve içelim. Özleştik." diyen annem, göz devirmeme neden olduğunda Kenan da gülmüştü. "Olur." derken yanımdaki boşluğa oturdu fakat hâlâ aramızda bir mesafe vardı. Buna rağmen yine heyecanlanmayı başardığımda annem bana baktı. "Maran, kahve yap sen Kenan'a." dediğinde hiç söylenmeden ayağa kalkıp mutfağa geçmiştim. Umarım bu esnada annem Kenan'ı darlamazdı. Tezgâhın üzerinde duran kahve makinesini çalıştırıp dolaptan da fincanlardan birini çıkardığımda bir kulağım da içerideydi fakat hiçbir şey duyulmuyordu. Tam Kenan'ın içtiği şekilde yaptığım kahveyi aldığım küçük tepsiden birine koyduktan sonra mutfaktan çıkıp salona geçmiştim. Onlar, sandığımdan çok daha iyi bir şekilde sohbet ederken Kenan'ın kahvesini önüne bırakıp oturdum. Resmen annemle, benimle anlaştığından daha iyi anlaşıyordu. "E sen İtalya'ya dönüyormuşsun? Dün Maran söyledi." Annemin sözleriyle birlikte Kenan'ın bakışları bana döndüğünde bu kısa sürmüş, tekrar anneme dönerek usulca başını sallamıştı. "Evet," dedi, müthiş bir soğukkanlılıkla. Sanki bu haberle beni allak bullak etmemiş gibiydi. "Önümüzdeki hafta dönmeyi planlıyorum." derken önüne bıraktığım fincanı eline almış, kahvesinden de birkaç yudum almıştı. "Bu kadar erken mi?" "Bana da sürpriz oldu." diyerek bugünün ikinci lafını da Kenan'dan yediğimde bana bakmıyor olabilirdi ama bunu bana yönelik söylediğini anlamıştım. "Neden sürpriz oldu?" dedim, birden konuya dahil olarak. Bu, annemin imalı imalı bakmasına, Kenan'ın da gözlerinin yine bana dönmesine neden oldu. "Zaten gideceğim demiyor muydun? Nesi sürpriz bunun?" dediğimde gözlerime uzun uzun baktı. "Fikrim değişmek üzereydi." dedi, günler önce banyomda bana söylediği sözlerin imasını yaparken. "Hesaba katamadığım şeyler oldu, tamamen benim aptallığım yani." dediğinde kaşlarım çatılmıştı. Resmen bana atıfta bulunuyordu! "Aptal olduğun konusunda haklı ol-" Birden lafımı kesen şey, annemin boğazını temizlemesi olurken dudaklarımı birbirine bastırıp hırsla yanağımın içini dişledim. Kenan da ne söyleyeceğimi anlamıştı fakat hiçbir tepki vermeyip kahvesini içmeye devam etti. "Ben şey yapayım," diyen annem birden ayaklandı. "Bir Defne'ye bakıp geleyim." diyerek merdivenlere yönelip gözden kaybolduğunda Kenan da hemen ayaklanmıştı. Göz ucuyla onun hareketlerini izlerken sehpaya bıraktığı telefonunu alıp bana döndü. "Çıkıyorum ben de, görüşürüz." deyip arkasını döndüğünde salondan çıkmış, çok geçmeden de kapının sesi kulaklarıma ulaşmıştı ama ben, yine yerimde duramayıp bir hışımla ayağa kalktım ve peşinden hızlı adımlarla salondan çıktım. Bunun artık devam etmesini istemiyordum, çünkü canım sıkılıyordu. Resmen bu dört duvar üzerime geliyor, nefes almakta güçlük çekiyordum. Artık buna bir son vermeliydik. Konağın kapısını açıp dışarı çıktığımda üzerime hiçbir şey alma gereği duymamıştım. Arkamdan kapıyı gürültülü bir şekilde kapatıp konağın merdivenlerini inmeye başladığımda arabasına binmekte olan Kenan'ın gözleri beni buldu. Kısa bir an duraksayıp gözlerini kısaca üzerimde gezdirdiğinde açtığı arabanın kapısını kapatıp etrafa kısa bir bakış attı. Bu esnada ben de merdivenleri bitirmiş, patika yolda ona doğru ilerlemeye başlamıştım. Aramızdaki mesafe, her adımda kısalması gerekirken uzuyor, zaten içim içime sığmazken dolup taşıyordum. Ellerini kabanının ceplerine koyup bana doğru birkaç adım attığında nihayet ortada buluşmuştuk. "Üzerine bir şey almamışsın-" dediğinde onun lafını bölen ben oldum. "Beni düşünüyormuş gibi davranma!" dedim, kaşlarımı çatıp. Bu sözlerimle birlikte onun da kaşları çatıldı. "Düşünmüyorsun çünkü, öyle yapma!" "Saçmalamaya başladın yine, gece uyuyamadın herhalde?" dediğinde bir o kadar ciddi bir o kadar da alaycı bir tavrı vardı. "Uyuyamadım!" dedim, birden bağırarak. "Uyuyamıyorum çünkü yoksun!" Sözlerim, o alaycı tavrının dağılmasına yol açtığında mavi gözlerimdeki gemilerin batması da uzun sürmemişti. "Beni kendine öyle bir alıştırdın ki sensiz uyuyamıyorum bile. Gelmeyeceğini bile bile seni bekliyorum sırf gelirsin diye, Kenan." dediğimde gözlerini, benim yaşaran gözlerimden uzaklaştırıp arkamdaki bir noktaya çevirdi. "Bana bak, bana." dedim, elimi çenesine koyup bana bakmasını sağlarken. Bunu başardığımda da koyulaşan yeşil hareleri de iki gözümün arasında mekik dokumaya başlamıştı bile. "Bana, kapıyı açık bıraktığını söylemiştin ama yüzüme kapattın sen o kapıyı." "Gelecek gibi değilsin," dedi, gözlerime bakarak. Bununla birlikte sertçe elimi çenesinden çektiğimde dudakları arasından bir nefes bırakmıştı. "Seviyor musun sen şimdi beni?" dedim, alayla. Bunu sesli söylemek bile kalbimi hızlandırırken o tavrımı korumaya çalıştım. "Bu mu sevdiğin halin? Yüzüme bile bakmıyorsun, görmüyorsun beni!" "Asıl sen görmüyorsun!" dedi, adeta gürleyerek. Bu, öylece ona bakakalmama neden olduğunda ekledi. "Ben uyuyabiliyor muyum sanıyorsun? Kaç gecedir uyuyamıyorum senin yüzünden, Maran.." dediğinde o kadar çok bağırıyordu ki annemlerin bizi duyduğuna neredeyse emindim. "Beni kendine bağımlı hâle getirdin sen. Beni saçma sapan sikik bir yola soktun, oradan çıkamıyorum. Bana yol göstermiyorsun, sana ulaşamıyorum!" dediğinde onun gürleyişi tek başına yetmiyormuş gibi gök gürlemiş, gri bulutlar yine bir araya toplanmıştı. "Delirdim lan senin için," dediğinde ağzımı açıp tek kelime edemez hâle gelmiştim. Tek kelimesiyle bile dilim lâl oluyordu. Birden koca elleri, yüzümü avuçladığında o kokusu yine ciğerlerime dolmuş, derin bir nefesi ondan saklamadan içime çekmeme neden olmuştu. Alınlarımızı birleştirdiğinde elimi, kirli sakallarının çevrelediği çenesine yerleştirdim. "Görmüyor olamazsın," dedi, çaresiz bir tonda. Bu söyledikleri, başımı hafifçe iki yana sallayarak onu onaylamamı sağladığında eş zamanlı olarak gözlerimden de yaşlar akmaya başlamıştı. "Yapma bana artık bunu." dediğimde sesim yalvarır gibi çıkmıştı. Parmaklarım hafifçe çenesini okşarken minik bir hıçkırık dudaklarımdan firar etmişti. "Seni seviyorum," dedim, kendimden beklemediğim bir şey yaparak. Bu, kısa bir an ikimizin de kalp atışlarını durdururken nefes almayı bile bırakmıştık. Yeşil hareleri gözlerimin en içine işlerken söylediğim o iki kelimenin onda bıraktığı etkiyi çok net görüyordum. "Yemin ederim," dedim, onunla aynı seviyede olan bir çaresizlikle. Bu esnada gözlerimden birer damla yaş daha akmış, buna gökyüzünden düşen yağmur damlaları da eklenmişti. "Seni seviyorum, Kenan." Söylediğim bu iki kelime, günlerdir göğsümün üzerindeki o ağırlığın bir anda uçup gitmesini sağladığında o kuş gibi hafifliği gerçek anlamda hissederek saniyeler sonra derin bir nefes alabilmiş, berrak bakışlarımla onun gözlerine bakmıştım. Onun o gözlerinde gördüğüm ifade, hem şaşkın hem de bir o kadar duygu yüklüydü. Gitgide koyulaşan yeşilleriyle birlikte birden bastıran yağmur, benim gözyaşlarımla karışıp ikisini ayırt edemez hâle getirdiğinde o bakışları dün gece de olduğu gibi dudaklarıma düşmüş ama bunu çok uzatmamıştı. Birden dudaklarını dudaklarıma bastırdığında günlerdir eksikliğini hissettiğim o yapboz parçasının tamamlandığını tam kalbimin orta yerinde hissetmiştim. 🗿🗿🗿 |
0% |