@melikemn
|
🔥 En son bayıldığımda babamın kucağında ayıldığım anı dün gibi hatırlıyordum ancak üzerinden hatırı sayılır günler, haftalar geçmişti. Şimdi ise kirpiklerimi kırpıştırıp, gözlerim aralandığında Kevin’ın yüzü yakınımda, endişeli bakışları ise benimkilere sabitlenmiş haldeydi. Daha neler olduğunu düşünecek kadar bile kendime gelememişken, aceleyle doğrulmaya çalıştım ancak ellerini omuzlarıma yasladı. Ona direnmek istiyordum ama hissedemediğim temasıyla hiç gücüm kalmamış gibi yeniden geriye yıkıldım. “Dur, önce toparlan biraz.” Dedi uyarırcasına. Zihnim yaşadıklarımla dolup taşarken, vücudum yine kaskatı kesildi. Etrafı inceledim. Odamda, yatağımdaydım. Ne kadar süre baygın kalmıştım? “Kevin? Günler falan geçmedi değil mi?” Yüreğim sıkıştı. Bayılmak dediğin birkaç dakika sürmez miydi? Resim atölyesinden buraya gelecek kadar uzun bir süre kendimde değilsem kim bilir belki daha bile uzun süre bilincimi yitirmiş olabilirdim. Ares’le akşamüzeri buluşmamızı kaçırmış mıydım? Evet… Her şeyden önemlisi buydu çünkü! Ah… Olivia gerçekten Kraliçe’yi öldürmüş müydü? Bir kez daha doğrulmayı denedim ve bu defa çok daha başarılıydım. Kevin arkamı bir ton yastıkla doldurup, oturmama yardımcı oldu. “İki saate yakın oldu. Şifacı önemli bir şeyin olmadığını söyledi.” Dedi dikkatle beni incelerken. Şifacı… Normal şartlarda bunu oldukça komik bulabilirdim ama o an gülesim gelmedi. “Şimdi…” diyerek geri çekilip, yatağın ucuna oturdu Kevin. “Neler olduğunu anlatacak mısın?” Of. Benim bile yalan kotam dolmuştu. Aklıma uydurabileceğim hiçbir şey gelmedi. “Başka zaman konuşsak olmaz mı?” diye sordum neredeyse yalvararak. “Hiç enerjim yok gerçekten.” Eh, işte bu doğruydu. Kevin meraktan ve endişeden fenalık geçirecek gibi dursa da ısrar etmedi. Demek ki halim dışarıdan da kötü görünüyordu. Bekçilerin hastalıklara karşı daha dirençli olması da gerekmez miydi? Neden hiçbir iyi özellik benim vücuduma uğramamıştı? Ben insan olarak bile çürük sayılırdım. “Tamam. Haklısın. Dinlen biraz.” Ayağa kalktı. “Bir şeye ihtiyacın olursa muhafızlarda iste mutlaka.” Dedi. “Ben Saray’da olmayacağım akşama kadar.” İşte bu iyi haberdi. Daha kolay sıvışabilirdim. “Peki.” Demekle yetindim. Kevin arkasını döndü. Kapıya kadar ilerledi ve tokmağı indirmeden önce omzunun üzerinden bana baktı. “Sabah konuşacağız.” Amma da takıntılı herifti. Gözlerimi devirmemek için kendimi çok zor tutarak usulca başımı salladım. Ona söyleyebileceğim tonla ters lafım vardı ancak aramızın iyi olması işime geldiğinden, bir süre suyuna gitmek en mantıklısıydı. Kevin odadan çıkar çıkmaz ayağa fırladım. Elbette bütün günü burada dinlenerek falan geçirmeyecektim. Ares’le buluşmadan önce Kraliçe Alice’le ilgili öğrenebileceğim her şeyi öğrenmek zorundaydım. Hızlıca yüzüme soğuk bir su çarpıp, dağılan saçlarımı düzelttim. James’le konuşabilirdim ve muhtemelen annesiyle ilgili her detayı en iyi ondan öğrenebilirdim de ama bunları bana anlatması için hiçbir sebebi yoktu çünkü hali hazırda korkunç bir abi-kardeş ilişkimiz vardı. Hem Kevin Saray’da olmayacaksa, muhtemelen o da olmazdı. Keşke Victoria burada olsaydı ya da ben yanına gidebilseydim ama yakalanma riskini göze alamazdım. Onları böyle bir sebep için tehlikeye atmanın manası yoktu. Bu yüzden daha iyi bir seçenek bulana kadar en azından kütüphaneye bir göz atmaya karar verdim. Şükürler olsun ki yine kimse yoktu. Bekçiler pek kitap okumuyordu sanırım. Buraya benden başka geleni henüz görmemiştim. Kitap koridorlarına girmeden önce ölümünün üzerinden yıllar geçmiş bir Kraliçe ile ilgili detayların nerede yazabileceğini düşünmeye başladım. Acaba soyluların anlatıldığı bir ansiklopedi var mıydı? Yoksa hepsi bu evrenden mi bahsediyordu? Büyücüler, Feniksler, Bekçiler… Süslü kelimelerle bezeli kalın kalın kitaplardan öğrendiklerime bakınca bir anda gözüme değersiz görünmüşlerdi. Asıl öğrenmek istediklerimin hiçbiri şu koca kütüphanede yer almıyordu. Çaresizce yanlarından geçtiğim kitapların isimlerini okuyarak, bana yardımcı olabilecek bir tane var mı diye aramaya başladım. Bekçi Tarihi, Üstün Başarılı Bekçiler, Büyücüler, Feniksler, İnsanlar ve Kan Hırsızları… Benzerlerini defalarca kez incelediğim bir ton kitap… Oflayarak bir sonraki koridora geçtim. Üzerinde büyük harflerle Kraliyet yazılı olan kalın kapaklı, bordo ansiklopediyi fark edince rafa uzandım. Kitabı çektim ve kitabın açtığı boşlukta bir çift gözle karşılaştım. Var gücümle çığlık attım. “Aklını mı yitirdin sen?” diye gürledim. Bir el hareketiyle, Rahlia Kraliçe’sini öldürmüş olabilecek bir büyücü olduğunu hesaba katarsak… Gereğinden fazla cesur kelimeler kullanıyordum. Ellerimi korkuyla göğsümün ortasına koyup, nefes alışlarımı düzene sokmaya çalıştım. Olivia yan koridordan bir saniye içinde çıkıp, benim olduğum koridorun ucunda belirdi. Aramızda yalnızca birkaç metre vardı. Beni de yere savurabileceği kadar yakınımdaydı. Gerçi… Bunu yapması için belli bir mesafeye ihtiyacı olup olmadığını da bilmiyordum ki. Yutkundum. “Rahat bırak beni.” Dedim arkamı dönüp hızlı adımlarlar kütüphaneden çıkmak için hareketlenerek ancak kapı korkunç bir gürültüyle kapanınca olduğum yere çivilendim. Harika. Boku yemiştim. “Konuşacağız.” Dedi alışık olduğumdan daha gür ve baskın bir sesle. Oysa onun naif ve kibar tavırları hep hoşuma gitmişti. Kendini bu kadar iyi gizleyebilmesini aklım almıyordu. Çaresizce topuklarımın üzerinde döndüm. Bir metre ilerimde dikildiğini görünce ise irkilerek geriye sendeledim. “Benden ne istiyorsun Olivia?” diye sordum ağlamaklı bir sesle. Korkumu belli etmeme niyetindeydim ancak görünen o ki ilk saniye de başarısız olmuştum. “Senden bir şey istemiyorum Lisa. Seni sevdiğimi bile söyleyebilirim.” Diyerek sinirlerimi bozan bir tebessüm yerleştirdi yüzüne. “Sadece lanetin gerçekleşmesini istiyorum o kadar. Sonrasında söz sana asla bulaşmayacağım.” Ofladım. “İyi de ben lanetin ne olduğunu bile bilmiyorum ki!” bağırarak konuştuğumu, kelimeler dudaklarımdan dökülünce fark etmiştim. Olivia başını olumsuz anlamda sağa sola salladı. “Sana söylemeyi çok istiyorum gerçekten ancak Abasis’in aptal mührünü bozamadım. Kendin çözmen ve lanetin gereğini yapman gerekiyor.” Çıldıracaktım! Rahlia’ya adım attığım andan beri başıma bela olan laneti kimseden öğrenemiyordum ama sürekli her yerde karşıma çıkmasına da engel olamıyordum. Dişlerimi birbirine kenetledim. “Ares peki? O yapamaz mı? Hem Lanet ikimizi birden kapsamıyor mu? O gerçekleştirsin laneti. Daha güçlü. Daha bilgili…” Olivia öfkeyle elini havaya kaldırdığında cümlem yarıda kesildi. Bana doğru gelmeye başlayınca ben de geriye doğru adım attım. Sırtım kapıya çarpana kadar da tekrar durmamıştım. “Hay aksi.” Diye mırıldandım kendi kendime. Köşeye sıkışıyordum. “Sen yapacaksın.” Dedi emrederek. “Ondan önce öğrenecek ve sen gerçekleştireceksin.” Kuruyan dudaklarımı yalayıp, bir kez daha ancak bu defa daha zor yutkundum. Benden ne yapmamı istediğini bile bilmezken nasıl bir şeyleri gerçekleştirmemi beklediğini anlayamıyordum. “Abasis evrenin düzenini korumak için ortaya çıkarmadı mı bu laneti? Sen nasıl ona karşı gelebiliyorsun?” diye sordum konunun benden çıkması için. Olivia başını sağa sola salladı. “Abasis sandığınız gibi biri değil. Onun gücü de kudreti de sınırlı.” Anlamıyordum. Büyücüler kapalı birer kutu gibiydi ve kendi aralarındaki düzen kafamı allak bullak etmişti. Bekçilerden, insanlardan ve Fenikslerden çok farklılardı. Bu da onları herkesten daha ürkütücü yapıyordu. Bir kez daha konuyu değiştirmeyi denedim. “Bana gördürdüğün rüyalar… Ne yapmaya çalışıyorsun? Senden korkmamı mı istiyorsun?” ki deli gibi korkuyorum diye eklemedim. Elimdeki en iyi olasılık buydu. Rüyalarıma farklı bir anlam yüklemek istemiyordum. Olivia’nın kaşları çatıldı. “Ne rüyası?” “Alice?” dedim biraz da tereddüt ederek. Eğer rüyaları gördüren o değilse ve alelade rüyalar da değillerse bu ne anlama gelirdi? Kirpiklerimi kırpıştırdım ve hiç kabul etmek istemediğim bir gerçeği dile döktüm. “Kraliçe’yi öldürdün değil mi?” Gözlerim yaşardı. Daha önce öfkeden, üzüntüden, sıkıntıdan ya da hayal kırıklığından dolayı defalarca kez göz yaşı dökmüştüm ancak ilk defa korkudan ağlıyordum. “Nasıl öğrendin?” diye sordu. İnkâr falan etmeyecekti belli ki. İyice yanıma yaklaşıp, elini havaya kaldırdı. Avcunun içinde yeşil bir ışık hüzmesi belirdi. Gerçekleştirmem gereken bir lanet varken… Beni burada öldürmezdi değil mi? Bir yaş yanaklarımdan süzüldü. “Ben…” Dilim tutulmuştu sanki. Bakışlarımı avucundaki ışıktan çekemiyor, bir türlü kelimelerime odaklanamıyordum. Alice’e yaptıkları zihnimde dolanıp duruyordu. Aynı ışık, aynı bakış… Keşke tam şu an bayılsaydım da ne olacaksa olsaydı. “Kim var içeride?” Şükürler olsun! James! “Benim!” diye bağırdım hiç düşünmeden. Olivia sinirle elini indirip, iki adım geri çekildi. Tuttuğumu henüz fark ettiğim nefesimi serbest bıraktım. “Lisa!” diye gürledi James. “Kütüphanenin kapısını kilitleyemezsin.” Bıkkın sesi normal şartlarda ona yumruk atmak istememe neden olurdu ancak şimdi yanlışlıkla da olsa kahramanım olduğundan ona sarılabilirdim bile. “Çeneni kapalı tut.” Dedi Olivia başka çarem varmış gibi. Ardından kitapların olduğu bölüme dönüp ilerledi ve gözden kayboldu. Aynı anda kapı da usulca aralandı. “Ne halt yiyorsun burada?” James artık alıştığım pozitifliğiyle karşımda belirdi. Üzerimdeki stresten kurtulabilmek adına güçlü nefesler alıp vermeye başladım. “İşim vardı.” dedim onu geçiştirerek. Olivia’yı ve büyüsünü canlı görmek beni dağıtmıştı. “İçeride Ares’le işi pişirmiyordunuz değil mi?” diye sordu kafasını kütüphaneye uzatıp, etrafı kolaçan ederken. Tam da ona iyi davranacağım günde yine beni öfkelendirmeyi başarmıştı. “İğrençsin gerçekten.” Omzuna dokunup onu hafifçe ittirdim ve yanından geçip, dışarı çıktım. “Şaka yaptım. Hadi ama. Hala o kadar samimi olmadık mı?” Vaktinin büyük çoğunluğunu bana laf sokmaya, kalanını ise bana sokacağı lafları planlamaya harcıyordu. Korkunç bir abiydi. Üstelik ona hiçbir şey yapmamıştım. Dudaklarımı ağzının payını vermek için araladığım sırada Olivia’nın, annesini canice öldürdüğünü hatırladım. Vicdanım sızladı. Lanet olası abime bile acıyacak kadar minnoş bir kalbim olmasından nefret ediyordum. “Bu ailedeki herkesin çenesinin bu kadar düşük olması inanılmaz.” Diye söylendim daha çok kendi kendime. Ben hızlı adımlarla ilerlemeye başladığımda, James’te bana eşlik ediyordu. Birkaç kez ofladıysam da beni yalnız bırakmasını sağlayamadım. “Baloya bir haftadan az bir süre kaldı. Kral Kevin’ın düğününü de orada açıklar muhtemelen.” Bir saniye durup gülümsedi. “Pardon. Kevin’la senin düğünün.” Ben ukalalığı karşısında şok olmuşken devam etti. “Hatta belki sürpriz bir nikah bile yapar size. Ne tatlı değil mi?” James hayatınız boyunca görüp görebileceğiniz en densiz herifti ve ne yazık ki benim abimdi. Kelimeleri tüm sinirlerimin tepeme çıkmasına neden olduğundan, Olivia’nın bende yarattığı korkuyu bile unutuvermiştim. Olduğum yerde durup koluna yapıştım. “Kevin’la evlenmeyeceğiz. Ortalık durulana kadar babam öyle bilecek sadece.” Bunu ona söylediğim için babam artık sandığımdan daha önce öğrenecekti gerçeği ama ne yapalım yani? Zaten içinde bulunduğum durum yeterince tadımı kaçırıyordu. James kolunu geri çekip, kaşlarını havaya kaldırdı. “Sen gerçekten burayla ilgili hiçbir şey öğrenemedin mi?” diye sordu yalancı bir şaşkınlıkla. “İstediğin zaman evleniyorum deyip, sonra kafana göre vazgeçemezsin. Kevin’la seni bundan sonra ancak ölüm ayırır kardeşim.” Midem kasıldı. “Saçmalama… Kevin dedi ki…” sustum çünkü cümlemi James tamamladı. “Kevin seni elinde tutmak için her şeyi yapacak belli ki.” Dişlerimi birbirine kenetleyip, yumruklarımı sıktım. Öfkeliydim. Duyduklarımın ağırlığından değil de Kevin’ın beni yine kandırmış olmasından dolayı… Nasıl bu kadar kolay güvenimi kazanmıştı ki? Ahmaktım. Hemen yelkenleri suya indirip, onunla iyi anlaşmaya başlamıştım. “Ne istiyorsun benden James?” Abim zafer kazanmış bir edayla duruşunu dikleştirdi. “Plan çok basit.” Dedi. “Baloda senin bir prenses olduğunu açıklayacağız ve sen de taht için beni desteklediğini söyleyeceksin. Victoria zaten ortada yok. Babam ve Kate’i de oyaladığımda… Soyluları ikna etmek için yeterli vakti kazanırım. Senin gayrimeşru varlığın yeterince iyi bir koz zaten. Halk da Kral’dan hazzetmiyor. Tümüyle beni destekleyeceklerdir.” Şok içinde onu dinlerken, beklenti dolu yüzüne okkalı bir tokat atmak istesem de kendimi dizginledim. Babamı tahttan indirmeyi planlıyordu. Üstelik bunu sıradan bir tatile çıkacakmışçasına rahat anlatabiliyordu. Onun bir şeylerin peşinde olduğunu hep biliyordum ancak bu kadarı sürpriz olmuştu. “Babamıza ne yapacaksın?” diye sordum biraz da çekinerek. Duymak istiyor muydum emin değildim. “Çiftliğe göndeririz. Kate’le mutlu mesut yaşarlar herkesten uzakta. Yoruldu zaten. Artık ülke yönetmeyi kaldıramıyor.” Eh, en azından öldürmeyecekti. Derin bir nefes aldım. Normalde bu akıl almaz teklifini anında reddetmeliydim ama bir şeyler beni durduruyordu. “Peki, ben? Neden babamın tahtta inmesini ve yerine nefret ettiğim abimin geçmesini isteyeyim?” diye sordum. Cevabını bildiğim bir soruydu ancak sesli duymalıydım. “Alındım şimdi.” Dedi James dudağını büzerek. “İstediğini yap. Sana sınırsız yetki. Ares’le mi evlenirsin? Alıp başını Rahlia’nın öbür ucuna mı gidersin? Gram umurumda değil. Soylu olan kimsenin kazanamadığı bir ayrıcalık vadediyorum sana.” Görünen o ki, Kevin’la evlenme meselesi sandığım kadar kolay kapanmayacaktı. Ares’le sonumuz ne olurdu bilemiyordum çünkü Olivia’nın inatla gerçekleştirmemi beklediği ve hakkında gram fikrimin olmadığı ortak bir lanetimiz vardı. Yine de Saray’dan uzağa gidip yaşamak şu an kulağıma bir hediye gibi gelmişti. James’e güvenip güvenmemek konusunda bir ton şüphe dolanıyordu zihnimde ancak onunla anlaşmak hayatımı daha kolay hale mi getirirdi diye de düşünmeden edemiyordum. Oysa bana bunu ilk ima ettiğinde ne kadar kolay asla demiştim. Şimdi neden onun bu pis planına alet olmak isteyecektim ki? Her şeye rağmen yapacağı şeyin tek bir karşılığı vardı. İhanet. “Victoria.” Dedim aniden aklıma gelince. “O ne olacak? Onun da Cyrus’la evlenmesine izin verecek misin?” Kız kardeşimin de mutlu olmasını istiyordum elbette ancak bencil yanım sırf vicdanımı rahatlatmak için Victoria’yı da işin içine kattığımı haykırıp duruyordu. Rahlia beni kötü bir insan yapmıştı sanki. Eh… Bu kadar kötünün içinde iyi kalmak aptallık olurdu. “Ne kadar anlayışlı bir kral olacağıma inanamayacaksın Lisa.” Diye yanıtladı sorumu. Stresle derin bir nefes koyuverdim. Hayatımda almak zorunda olduğum zor kararlardan yorulmuştum. Babama bir bağlılık hissetmiyordum. Rahlia Kralının kim olduğu zaten gram umurumda değildi ancak yine de bir yanım bu hainliğin bir parçası olmayı reddediyordu. Diğer yanım Kevin’la düğünüm için gelinlik seçmekten daha mantıklı olduğuna beni ikna etmiş sayılırdı gerçi. Ofladım. “Bilmiyorum.” Dedim en sonunda omuzlarımı düşürerek. James başını olumsuz anlamda sağa sola salladı. “Hadi ama.” Öne doğru eğilip, etrafımızdan geçip giden muhafızların duymaması için kısık bir sesle konuşmayı sürdürdü. “Seni sevmeyen bir baba için gereğinden fazla vicdan yapıyorsun.” Beni sevmediğini böyle çat diye yüzüme vurmak zorunda mıydı? Sanırım bir tık kalbim kırılmıştı. “Beni sevmeyen bir abi için neden çaba harcayacakmışım peki?” diye cevap verdim ona. Sözlerinin canımı acıttığını gizlemek istemiştim ancak sesim titremişti. James elini omzuma koydu. “Çünkü seni sevmeyen bu abin, kralın mahvetmek üzere olduğu hayatını kurtaracak. Bir de sevmeye başladığımı düşünsene. Kim bilir senin için neler yaparım?” göz kırptı. Masallarda hep iyiler kazanırdı ancak bu hikâyede babam ya da James’ten hangisi iyi taraftı ki? Kuruyan dudaklarımı yalayıp, sesimin daha gür çıkmasını sağlamaya çalıştım. “Beceremezsen…” dedim parmağımı yüzüne doğrultarak. “Asla arkanı toplamam, bildiğim her şeyi öterim.” Diye tehdit ettim onu. Bana küçümseyici bir tebessüm gönderdi. Muhtemelen onu en son tahta geçmesine izin vermeyeceğimi söyleyerek tehdit etmiş olduğumu hatırlamıştı o da benim gibi. Demek ki tehdit pek benim stilim değildi. İnandırıcılığım yoktu bir kere. Pekâlâ… Ne hali varsa görsündü. “Tamam.” Derken başımı öne eğdim. “Kabul mü?” diye sordu James yanıtımı daha net duyabilmek için. Umarım hayatım daha boktan bir hal almazdı. Gerçi bunun daha boktan olanı da nasıl olurdu ki zaten? Usulca kafamı dikleştirip kahverengi gözlerine baktım. Alice’inkinin aynısıydı. İrkilmeme neden olmuştu. Zorlukla yutkunduktan sonra bir kez daha dudaklarımı yaladım. “Kabul.” ** Akşamüzeri muhafızlardan biri beni at arabasıyla resim atölyesinin olduğu sokağa bırakıp, geri döndü. Gerçekten kimsenin umurunda olmamak işimi kolaylaştırsa da bazen sinirlerimi bozuyordu. Saray’ın prensesi olduğumu bilseler davranışları nasıl değişirdi hayal etmeye çalıştım. Bilemiyorum. Belki de James beni zehirlemişti. Onun planına uymayı kabul etmiş olmamın başka nasıl bir açıklaması olabilirdi ki değil mi? Aklımı mı yitirmiştim? Eh, bu daha olası bir ihtimaldi. Resim atölyesine doğru yürümeden önce James’le konuştuktan sonra beynimin içinde dolanmaya başlayan ve bir türlü kurtulamadığım düşüncelerimi yollamaya çalıştım. Gerçekten tek çıkış yolumun o olmasını kabullenmek kolay değildi. Canımı sıkıyordu. “Beni mi bekliyorsun?” Yüreğimi okşayan sesi kulaklarıma ulaşınca, beynimi kaplayan kara bulutlar bir anda dağıldı. Belli ki yaşadığım her sorunun tek bir çözümü vardı. Aynı zamanda tüm sorunlarımın kaynağıydı ama bu hiç bizi dizginleyememişti ki. Beni zehirleyen James değil de Ares olabilir miydi? Gereğinden fazla etkileyici ve karşı koyulamaz derecede çekici olduğu için zehirleniyor olabilirdim. Her şeyin fazlası zarardı sonuçta. Gülümsedim. “Belki.” Hemen arkamda dikildiğini bilmeme rağmen, kımıldamadım. Nefesi saçlarıma çarpıyor, kalbimin kendini kaybetmesine neden oluyordu. “Bekle.” Dedi fısıltıyla. “Sen beklediğin sürece, ben hep geleceğim çünkü.” Bedenimi ona çevirdiğimde sandığımdan daha yakınımdaydı. Zaten sallantıda olan dengemi tümüyle bozuyordu. Bu evren beni tımarhanelik edecekti. “Gidelim mi?” diye sordum tam bir görev adamı moduyla. Annem gibi işkolik mi oluyordum ben de? Şu anı böyle baltalamış olmamın daha mantıklı bir açıklaması yoktu. Ya da yediğim haltları gizlemek için sohbeti bitirmeye çalışıyorumdur. Kim bilirdi değil mi? Her şeyi ona anlatmak, James’in neyin peşinde olduğunu söylemek istiyordum ama bunun zamanı bugün müydü emin değildim. Biraz da utanıyordum galiba. Abimin öz babamı tahttan indirmesine yardım edeceğimi söylemek pek de göğüs kabartan bir şey sayılmazdı sonuçta. Ares başını sallayıp beni onayladı. Resim atölyesine ilerlerken tekrar konuşmadık. Zaten birkaç saniye içinde ikimiz de durmuş, Andre’nin dükkanına bakıyorduk. Girmeden önce bugün olanların en azından bir kısmını anlatmam gerektiğine karar verdim. “Olivia.” Dedim. “Laneti benim gerçekleştirmem gerektiğini söylüyor.” Kollarımı göğsümde birleştirdim. “Bugün beni açık açık tehdit etti. Lanetin ne olduğunu bile bilmediğimiz düşünülürse…” sustum. Çünkü ona döndüğümde Kehribar gözlerinde beliren endişeyi görmüştüm. “Saray tehlikeli olmaya başladı.” Diye yorum yaptı söylediklerime. Oliva’nın lanetle ilgili düşüncelerini önemsememişti belli ki. Kafasında bir şeyleri çözmeye çalışır gibiydi. “Keşke seni oradan çıkarmanın, ya da her an yanında olabilmemin bir yolu olsaydı.” Bugün her bir cümlesiyle aklımı başımdan almaya yemin etmişti herhalde. “Keşke…” dedim iç çekerek. Hem de en büyük keşkelerden biriydi… Tek kelime tüm hayatımızın özeti olduğundan üstüne ikimizin de söyleyecek bir cümlesi yoktu. Biz daha dükkâna adım atmadan parladı Andre’nin gözleri. Bizi gördüğüne memnun olduğunu belli eden sıcak bir gülümseme vardı yüzünde. Annie gibi telaşlı ya da gergin değildi. Her büyücü gibi o da lanetten haberdarsa, gereğinden fazla pozitif tavrı ürkütücüydü. “İyi olmanıza sevindim Prenses.” Dedi Andre beni incelerken. Ares’in meraklı bakışlarının üzerime döndüğünü hissettim. “İyiyim.” Dedim geçiştirmeyi umarak ancak konu öylece kapanacak gibi durmuyordu. “Ne oldu?” diye sordu Ares. Andre sanki olaylar onun başından geçmişçesine giriverdi söze. “Sabah geldiğinde ufak bir baygınlık geçirmişti.” Eline megafon alıp herkese duyurmaya ne dersin? Gülümsedim. “Olur bazen öyle. Konumuza dönelim mi?” şen şakrak tavrımla Ares’i kandırmayı umuyordum ancak elbette o Kevin değildi. Böyle numaraları yemiyordu. Kehribar gözlerini bir an bile üzerimden çekmeden “Andre,” dedi. “Büyü yapabiliyor musun?” beni aldığı göz hapsine rağmen, büyücüyle konuşmayı sürdürmesi garipti. Bu konuşacağız demekti. Buradan çıkar çıkmaz hem de… Bir noktada ona her şeyi anlatmam gerekecekti elbette ancak gerçekten o kadar çok şeyi gizliyordum ki şu an nasıl başlayacağımı kestirebilmem imkansızdı. “Hayır.” Diyen Andre’yle birlikte bakışlarımız ona yöneldi. Merakımızı fark etmiş olacak ki aynı sakin ses tonuyla ekledi. “Tercih etmiyorum diyelim.” Kaşlarımı çattım. “O ne demek? İstesen yapabilir misin? Bize bir büyücünün ne haltlar çevirdiğini ve aslında kim olduğunu falan bulabilir misin mesela?” baskıcı görünmek istememiştim hele de bir büyücüye karşı ama geceden gelen bir gerginliğim vardı. James’te gerginliğimin üzerine kat çıkmıştı. “Tabi.” Dedi Andre önündeki kağıtları düzenleme işine geri dönerken. “Bana ölü bir bekçi getirirseniz neden olmasın.” O kadar normal bir şeyden bahseder gibi konuşmuştu ki algılamam saniyeler sürdü. Ölü bir bekçiyle tam olarak ne yapacaktı ki? Yutkundum. “Nasıl yani?” diye soran Ares’ti. Andre derin bir iç çekti. “Büyücülerin büyü gücünü kullanabilmesi için onu şarj etmesi gerekir ve insan üstü bir varlığın ölü bedeni olmadan da bu imkânsız.” Şaşkınlıkla fal aşı gibi büyüyen gözlerimi kıstım. “Ve” dedi hala konu inanılmaz sıradanmış gibi bir edayla. “Asırlardır tanıdığım hiçbir büyücü büyüsünü şarj etmedi. Abasis dışında.” Mideme güçlü bir kramp girdi. “Bir de Olivia.” Dedim yeniden Ares’e dönerek. Hissettiğimiz endişe, onun yüzüne de yansımıştı. Alice’i öldürmüştü. Annie’yi öldürmüştü. Büyü yapabilmek için bunca zamandır kim bilir başka kimleri öldürmüştü? Bir kez daha bayılmaya ve şu öğrendiklerimi zihnimden silebilmeye ihtiyacım vardı. “Olivia.” Diye girdi söze Ares. “Onu tanıyor musun? Saray’ın baş aşçısı.” Adı Olivia mıydı ya da görünüşü şu an ki gibi miydi bilemezdik ki. Belki de yüzünü, ismini, her şeyini değiştirmişti. O Bir büyücüydü. Neler yapmış olabileceğini hayal edecek bir hayal gücüm yoktu. “Büyücüler diğer ırklar gibi değillerdir. Birbirimizden ayrı, çoğu zaman habersiz yaşarız. Onu görmeden tanıyabilmem imkânsız.” Dedi Andre hala aynı yatıştırıcı ve biraz da uykumu getiren bir tonlamayla. Annie’den Abasis’i bulmasını isteyeceğimiz zamanı düşündüm. Onun ölü bedeniyle karşılaşmadan hemen önce, büyücülerin birbirlerini hissedebildiğini öğrenmiştik. Belki daha fazla bilgiyi de yakınında olduğunda öğrenebilirdi. “Seni Saray’a sokarız.” Derken kafamda hızlı bir plan yapmıştım. “Balo var. Kolaylıkla girebilirsin o zaman.” Baloda çıkan kargaşadan ve James’in isyan girişiminden yararlanarak, Andre’yi Saray’ın istediği bölümüne geçebilmesini sağlardık. Böylece Olivia’yla yüzleşir, onunla ilgili öğrenebileceğimiz ve mümkünse onu buradan postalayabileceğimiz bir yol bulurduk. “Dediğim gibi…” Andre kafasını usulca kaldırıp, gözlerini Ares ve benim aramda gezdirdi. “Onu tanısam bile… Neler çevirdiğini anlamam için büyü gücüne ihtiyacım var.” Hay lanet. Gidip bir bekçiyi öldürmemiz mi gerekecekti? “Bir çaresine bakarız.” Dedi Ares beni şok içinde bırakarak. Onu inanamayan gözlerle izlediğimi gördü ancak umursamadı. Soğuk kanlılığı içimi ürpertmişti. Yine de yüzyıllardır yaşadığı bu evrende gördükleri ve yaptıkları iyi ya da kötü her şeyi sorgulamanın yersiz olduğunu bilecek kadar da kafam çalışıyordu. Ofladım. “Olivia lanetin gerçekleşmesini istiyor.” Diyerek değiştirdim içimi ürperten cinayet konusunu. Şaşırma sırası Andre’deydi. “Abasis’e meydan okuyor.” Bilmece gibi konuşup durması canımı sıkmıştı. “Yani?” “Güç istiyor.” Dedi. “Mühür yüzünden daha fazlasını söyleyemem ne yazık ki.” Nasıl öğrendiğim her yeni bilgi kafamdaki soru işaretlerinin daha da artmasına sebep olabiliyordu? Abasis üç dünyayı dengede tutabilmek için arada bizi harcamasa ya da Marcus ve babam azıcık uçkuruna sahip olabilse ne vardı sanki? Ares’le sonumuzun ne olacağını bilmediğim bir lanetin ve aklımı başımdan alan bir aşkın ortasına düşmüştük ve gün geçtikçe ve içini deştikçe daha çok batıyor gibiydik. Çaresizlik korkunçtu. Üstelik yaşayabileceğim en büyük çaresizliğin, insanların bana dokunuşu hissedemiyor olmak olduğunu sanıyordum. “Hadi prenses.” Diyerek uyardı beni Ares. “Şimdilik burada işimiz bitti belli ki.” O ana kadar dalıp gittiğimi fark edememiştim bile. Bir robot gibi sözünü dinleyerek peşine düştüm. Kapıdan çıkmak üzereyken Andre bir kez daha konuştu. “İkinizin bu kadar bir arada olması… İyi değil. Biliyorsunuz değil mi?” Ares’le gözlerimiz çakıştı. “Evet.” Dedi bana ufak bir tebessüm gönderirken. Cümlesini tamamladım. “Bunu defalarca kez duyduk zaten.” Ne kadar umursadığımız ortadaydı. ** Aklımın almadığı olaylar yaşıyordum ve yaşadığım tüm şaşkınlıkları bir araya toplasam on ciltlik bir kitap çıkardı. Başıma daha nasıl felaketler geleceğini kestirmek zordu. Buna rağmen yüzümü güldürmeyi başaran kırmızı bir tüyü izlerken düşündüğüm tek şey onunla geçirdiğim anlardı. Dudaklarının sıcaklığı hala hatırladığımda başımı döndürüyordu. Ruhumu okşayan tüm sözleri kulaklarımda yankılanıyor, aptal gibi durduğum yerde sırıtmama neden oluyordu. Ulaştığım bu nokta delilik değilse, neydi? Ertesi sabah kahvaltıya inmeden hemen önce, yatağımda bağdaş kurmuş otururken zihnimden geçenlerin, gerçeğe odaklanmamı bu denli engellemesine inanamıyordum. Gerçekten aramızdaki bu çekim, bir büyü falan mıydı? Dün tüm olanları, Kevin kısmı hariç, Ares’e anlatmıştım. James’in şeytani planının işe yaramayacağını düşünüyordu. Bir bildiği olduğunu farz ettim çünkü yüzyıllardır bu evrendeydi ve muhtemelen benim trilyon katım olay görmüştü. Yine de buna rağmen rüyalar hakkında ikna edici bir teorisi yoktu. Onun ateş yakabilmesi gibi, benim de rüyalarda geçmiş anıları görmemin bir yetenek olabileceği konusunda şimdilik hemfikirdik. Zaten işe yarar bir özelliğim olacak değildi. Olivia İgnis’in peşindeydi. Alice’i öldürmesinin bir nedeni de buydu ancak onu öldürdükten sonra İgnis’i ele geçirmiş miydi nereden öğrenecektik ki? Lanetin üçüncü parçasıydı kalan son İgnis hançeri ve Annie’nin söylediğine göre de lanet üçümüzü bir noktaya getirecekti hatta belki de her şeyi o açığa çıkaracaktı ama şimdi bir de onun peşine düşecek enerjim var mıydı bilemiyordum doğrusu. Ares baloya gelmeyi kafasına koymuştu. James bunu sorun etmeyeceğinden ve babamda o sıralarda ortalıkla olmayacağından, sıkıntı çıkmayacağını düşünüyordum. Kevin detayını hesaba katmamıştım. Eh, öfkem geri döndüğüne göre onun icabına da bir şekilde ben bakacaktım. Kirpiklerimi kırpıştırıp doğruldum. Gözlerim duvardaki saate takıldığında, kahvaltı saatinin üzerinden dakikalar geçtiğini fark etmiştim. Oflayarak ayaklandım ve postallarımı giydikten sonra hiç de aceleci olmayan adımlarla odadan çıktım. Sırf mutfakta yemek yeme hakkımı elimden aldığı için bile Olivia’ya düşman olabilirdim. Yemek salonuna girdiğimde yine kasıntı ve içi ölmüş, öylece kahvaltısını yapan ailemi bulmayı bekliyordum ancak inanılmaz bir kargaşanın ortasına düşünüce hemen kapının girişinde durdum. Babam birkaç muhafıza bağırdığı sırada, James ve Kevin hemen yanında adeta korkudan renkleri atmış bir şekilde dikilirken Kate, oturduğu sandalyeye gömülmüş sanırım ağlamak üzereydi. Bir şeyler olmuştu. Bir şeyler olmaya devam ediyordu. James’in planı ortaya mı çıkmıştı? Öyleyse babam onu idam mı ederdi? Kevin beni fark edince telaşla yanıma ulaştı. “Odana çık Lisa.” Dedi otoriter ve emrivaki bir sesle. Kaşlarımı çattım. “Ne oldu?” Gözlerim önce onun gergin yüzünde dolandı ardından ise yeniden babama çevrildi. Kulaklarımda çınlayan sesi mideme kramp girmesine neden olmuştu. “Lisa. Lütfen odana git. Bir süre çıkma.” Diye tekrar etti Kevin. Normal şartlarda asla kabul etmeyeceğim bu teklifi, babamın bir canavarı andıran tavrını izlerken belki de refleks olarak onaylamıştım. Ayaklarım geri geri gitti. Çıkmadan son kez Kate’e baktım. Yaşlarla dolmuş gözleri benimkileri buldu. Kafasını olumsuz anlamda sağa sola salladı. O an belki de ilahi bir güç neler olduğumu anlamamı salladı. Boğazıma oturan ve boğulacakmışım gibi hissettiren yumru yüzünden birkaç saniye bekledim. “Victoria…” diye mırıldandım zorlukla çıkan sesimle. Göğsüm sıkışıyor, kemiklerim sanki kırılacakmış gibi baskı yapıyordu tenime. Bir çığlık kulaklarımı doldurdu. Gözlerim yaşardı. Öyle hızlı fırladım ki Kevin peşime düşene kadar çoktan merdivenlere ulaşmıştım. Bir çığlık daha… Victoria’nın çığlığı… Hızlanabileceğim kadar hızlandım ve sesin geldiği yere ulaşmam saniyeler sürdü. Merdivenlerin başında tekrar durup nefesimi kontrol etmeye çalıştım ancak ciğerlerim solmuştu sanki ve oksijen vücuduma uğramıyordu. Zindanların olduğu kata inerken omuzlarım düşmüş, hıçkırıklarıyla içimi yakan kız kardeşimin sesi gittikçe yakınlaşırken ayaklarım da gücünü kaybetmişti. Görüş alanıma girdiğinde durdum. Yere çökmüş ellerini önünde birleştirmişti. Dağılan saçları, zayıflamış yüzü ve kan çanağına dönmüş gözleriyle beni fark ettiğinde bir hıçkırık daha dudaklarından döküldü. Şimdi benim yanaklarımdan da yaşlar süzülmeye başlamıştı. Ona ulaşmak, sarılmak istedim ancak aramızda boylu boyunca uzanan ceset belli ki buna engel olacaktı. 🔥 Finale son 3! Bu kitapla ilgili ve tabi ki bölümle ilgili yorumlarınızı bekliyorum. Haftaya görüşmek üzere. 😇 |
0% |