@melikemn
|
🔥 Dolabımdaki kıyafetlerle üç yüz kırk altı farklı kombin yapabiliyordum. Bunlardan yüz otuz dördü kışlık, iki yüz on ikisi yazlıktı. Hiç hâkî renk kazağım yoktu. Buna karşılık mavi renk tam sekiz tane kazağım vardı. Tişörtlerimin hiçbiri tek renk değildi. Giyinme dolabımda her şey yeterli sayıdaydı ancak kesinlikle en fazla parayı mini şortlara harcamıştım. Tam tamına yirmi üç taneydiler ve hepsinin modeli birbirine benziyordu. Sandığım kadar renkli bir insan değildim belki de. Şimdi baktığımda tek tip bir insan olduğumu bile söyleyebilirdim. Beni özel kılacak tek bir parça kıyafet almamıştım. Hepsi sıradan, her genç kızın dolabında olan aptal ve manasız ürünlerdi işte. Arven'in beni aldatmaması için bir sebep yoktu yani. Ya da Karla'nın beni, benim onu gördüğüm kadar yakın görmesi için. Hatta babamın on sekiz yıl boyunca yanımda olması için de bir sebep yoktu. Annemin beni sevmesi için de... Gözlerimi, odamın ortasında bir dağ gibi yığılmış olan kıyafet topluluğuna dikmişken sanırım yüzüncü kez falan bunu düşünüyordum. Kendimi daha önce değersiz hissettiğim anlar elbette olmuştu ancak böylesi ilk defa başıma geliyordu. Sanki ben siyah bir çöp torbasıydım ve herkes beni çöp tenekesine atmak için fırsat kollamıştı. Şimdi de çöp arabası gelip beni alana kadar yapayalnız kalmıştım.
Evimizin salonunda babamla tanıştıktan sonra kendimi kilitlediğim odamda iki gün boyunca ne mi yaptım?
Yatağımın ucuna oturup etrafı incelemeye başladım. Ortalığı biraz fazla dağıtmıştım ancak elbette bu sorunlarım listesinde ilk ona dahi giremezdi. On altıncı hıçkırarak ağlama ve dünyanın en hüzünlü şarkılarını dinlerken Arven ve Karla'yı öldürdüğümü hayal etme seansımdan sonra kafamı bir nebze toparladığımda asıl suçu kendimde aramaya başlamıştım. Bilmiyorum belki de bu kafamı toparladığım değil de dağıttığım andı. Bir şeyleri anlamlandıracak konumda olduğum söylenemezdi.
Telefonumu, arka arakaya sekiz kez çaldıktan sonra kapatmıştım. Birkaç kez kapının çaldığını duymuş, bir kez de pencereden baktığımda Arven'i görmüştüm. Annem kapımın önüne yemek bırakıyor, ara sıra ne kadar sorumsuz olduğumdan yakınıyor ve babamla konuşmam için de gereğinden fazla ısrar ediyordu. Zaten annemin yıllardır görmediği babama karşı bu denli takıntılı olması başlı başına epey ürkütücüydü. Şimdi bir de babam kanlı canlı karşımızdayken büründüğü tavır koşarak kaçmak istememe neden oluyordu.
Elimde sıktığım elyaf, mavi yastığı duvara fırlattım. Maviden nefret ediyordum. Arven mavisi... Çok güzeldi. Lanet olası. Mavi gözler hep güzel olmak zorunda mıydı?
Çok sık depresyona giren biri sayılmazdım. Aptal hastalıklı özelliğim olmasa sıradan bir ergen seviyesinde olduğum söylenebilirdi. Moralimin bozulduğu anlarda saç ve makyaja girişir, sonrasında odamın sol köşesindeki tekli okuma koltuğum ve kitaplığımın önünde fotoğraf çekinirdim. İnstagram'a birkaç hikâye ve belki bir de gönderi atardım. Onlarca yorum ve beğeni alır, bir şekilde avunmayı başarırdım. Tanrı aşkına! Dünyanın en kolay kandırılabilecek insanıydım. Uzun süre kimseye küs kalamazdım bile! Gönlümü almak adım atmak kadar basitti. Nasıl böyle bir kötülüğü hak etmiş olabilirdim?
Neden hala onları öldürmemiştim?
Kendimi yüz üstü yatağa bıraktım. Birbirine girmiş ve muhtemelen açmak için üç gün taramam gerekecek olan saçlarımı yüzümün önünden çekip, gözlerimi boş, krem duvara sabitledim. Birinin kafasını klozete soktuğunuzda kaç yıl hapis cezası alırdınız merak ediyordum. Ya da ayağından tutup ikinci kattan sallandırdığınızda... İkinci kattan düşse en fazla kolu kırılırdı sonuçta. Kefaletle yırtabilir miydim?
"Lisa!"
Karla'nın siyah saçlarının fön makinesine sıkıştığını hayal ettim. Çığlık atıyordu. Güzel. Hayallerimden zevk almaya başlamıştım.
"Lisa diyorum!"
Arven bisikletiyle yokuş aşağı inerken zinciri atsa mesela? Ölmezdi. Muhtemelen yalnızca sakat kalırdı.
"Bu kadarı şımarıklık ama!"
Gerçekten rahat rahat cinayet planı yapmaya bile izin verilmeyen bir dünyada yaşamak çok zordu.
"Konuşmak istemiyorum cümlesinin nesini anlamadın anne." diye mırıldandım bıkkın bir tavırla.
Kapıyı kırmak istercesine yumruklamaya başladı. "Çocuk musun sen? Medeni bir insan ol ve oturup babanla konuş artık. Önemli olduğunu kaç defa söyleyeceğim?"
Yattığım yerden doğrulurken derin bir nefes aldım. "Umursamadığımı kaç defa söyleyeceğim?" Garipti ancak on sekiz yıldır hiç görmediğim ve aniden ortaya çıkmış olan babam bile sorunlarım listesinde birinci sıraya yerleşememişti. Arven ve Karla'yla kafamı öyle bir doldurmuştum ki, geriye kalan tüm problemler önemini yitirmişti. Muhtemelen yaptığım yanlıştı ve yine muhtemelen bana en fazla zarar verecek seçenekti ancak elimden daha iyisi de gelmiyordu. Eh, kimse en yakın arkadaşı ve sevgilisi tarafından aldatılmanın kolay olduğunu iddia edemezdi değil mi?
Daha önce defalarca kez kalp kırıklığı yaşamıştım ama bu, hepsinin toplamının onla çarpımına falan eşitti. Sanki yüreğimi çıkarmışlar ve üzerinde var güçleriyle tepiniyorlardı.
"Lisa? Lütfen? Sadece beni bir kez dinlemeni istiyorum." Bu kez konuşan babamdı. Hah. Beni ikna edebileceğini düşündüren neydi merak etmiştim doğrusu.
"İki gün önce en yakın arkadaşım ve erkek arkadaşımın ilişkisi olduğunu öğrendim. Sence biraz özel alanı hak etmiyor muyum sevgili hayalet ebeveynim?" Elbette ona baba demeyecektim. Zaten bundan sonrasında onunla karşılaşmayı dahi düşünmediğimi göz önüne alırsak demek zorunda da değildim.
"İnsanlara dokunduğunda olanların nedenini biliyorum." Diye cevapladı sözde sorumu. Kafamı gömdüğüm yatakta doğrulurken gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Ona körü körüne inanacak kadar aptal sayılmazdım ancak aramızda kan bağı olduğuna göre acaba o da mı bu hastalıkla mücadele ediyordu diye de aklımdan geçirmeden edemedim. Öyleyse koca ömrümde ufacık bir anı bırakmayıp beni babasızlığa mahkûm etmesi yetmezmiş gibi bir de lanet olası genleriyle hayatımı mahvettiğini söyleyebilirdim.
Harika.
Artık iki kat sinirliydim.
Hızlıca ayaklanıp, kapıyı açtım ve öfkeyle tek ayağımı yere vurmaya başladım. Şanslılardı. Delirmeden önce iki ebeveynimin açıklamasını dinleyecektim.
"Öncelikle bir an önce buradan gitmemiz gerekiyor. Yarın sabah yola çıkacağız. İnsanların arasında çok bile kaldın." Dedi babam aceleyle. Otoriter ses tonundan nefret etmiştim. Ona ait diğer her şeyden nefret ettiğim gibi...
"Pardon?" gözlerimi kısıp anneme döndüm. Tepkisizdi. Bu fikri öylece kabullenmiş miydi yani? Üniversiteye gitmemi dahi bekleyemeyecek kadar bıkmış mıydı benden?
Yeniden bakışlarımı babama çevirdiğimde konuşmayı sürdürdü. "Varlığını çok kısa bir süre önce öğrendim ve öğrendikten sonra yarı insan olduğun için yeteneğinin sönmesini diledim ancak ne yazık ki bekçi ırkına aitsin. Eğer yeteneğin fark edilirse başımız ciddi anlamda belaya girer. Bizim değil yalnızca, tüm ülkenin." Derin bir nefes aldı. "Rahlia'nın."
Yetenek?
Tam olarak hangi yeteneğimden bahsediyordu?
"Hiçbir şey anlamıyorum." Dedim kafam karman çorman bir halde. Yabancı bir dil konuşuyor gibiydi. Cümlelerini saçma bulacak kadar bile algılayamamıştım.
"İnsan ırkından üstün olduğun için dokunuşun onlardan daha baskın ve kuvvetli. Bunu kontrol edemezsen bir faciaya neden olabilirsin. Üstelik Rahlia'nın görünmez olması gerekiyor. Bekçilerin insan dünyasında olması yasak. Yüz yıllardır üç ırk belirli bir denge kurmayı başardık. Bunu bozamayız." Diye bir şeyler zırvaladı bir insandan çocuk yapmış olan adam.
"Gerçekten anlattıklarının masal gibi gelmesini bir yana bırakırsam, beni leylekler getirmediyse eğer..." lafımı kesti. "Yöneticiler olarak belli aralıklarla toplanıp anlaşma yenileriz. İzin aldığımız sürece geçiş yapabiliyoruz. Annenle bu sırada tanıştık. Çok uzun süre vakit geçirme şansımız olmadı ancak onu sevdim."
Aralarındaki ilişkiye dair hiçbir detayı bilmek istemediğime karar vererek konuyu değiştirdim. "Senin gücünde bir sıkıntı yok ancak benimkinde var öyle mi?" kollarımı göğsümde kavuşturarak üstünlük taslar bir tavır takındım.
"Hayır. Yalnızca ben kontrol etmeyi biliyorum. Sen de öğreneceksin."
Bu sonradan öğrenilebilecek bir şey miydi ki? Rahlia? Bekçi? Söyledikleri o kadar manasızdı ki babam olduğu gerçeği bile önemini yitirmiş, beynim yalnızca onu anlamak için çaba sarf eder olmuştu.
"Peki, insanların bana dokunuşu? Onu da kontrol edebilir miyim?" Normal biri olma ihtimalimi uzun süredir düşünmemiştim. En son gittiğimiz doktor da bir sonuca varamadığında tüm umutlarım ellerimden kayıp gitmişti çünkü ve kendimi bu şekilde kabullenmenin türlü yollarını aramaya başlamıştım. Şimdi yeniden bir umuda tutunmak garip hissettiriyordu ancak günler sonra içimde bir şeyler kıpırdandı.
Dua edelim de babam tımarhaneden kaçmış bir deli olmasındı.
"İnsanların sana dokunuşunda nasıl bir sorun var ki?"
Annem bu ufak, minik, küçük detaydan babama bahsetmemişti belli ki! "Rüzgârdan farkı yok. Ne yani? Bu bekçilere ait bir özellik değil mi? Tüh. O ırktan da mı değilim?" İşte şimdi tadım tümüyle kaçmıştı. Neredeyse bu zırvalıklara inanıyordum. Aptaldım! Adamın biri çıkıp geliyor, fantastik kurgusuna beni ikna etmeye çalışıyordu ve ben de sırf işime yarayacak diye buna kanıyordum. Babam olabilirdi ancak belli ki annemin anlattığı kadar aklı başında birisi değildi.
"Melez olduğun için sanırım. Eminim kraliyet kütüphanesinde bunun cevabını bulabiliriz." Dedi babam oldukça sıradan bir şekilde. Kaşlarımı bir kez daha çattım. "Kraliyet derken?"
Bu defa söze annem girdi. "Sana şu an anlamsız geliyor biliyorum. Ben de bu kadarını bilmiyordum ve kabullenmekte zorlandım ama gerçek. Baban Rahlia'nın kralı Lisa. Sen de onun varisisin."
İşte buna gülünürdü.
Kahkahamın dozunu ayarlayamadığımdan olsa gerek, sesim beni bile şaşkına uğrattı. Günlerdir içimde biriktirdiğim öfkeyi bir kahkahayla dışarı atabileceğimi kim tahmin ederdi? Varismiş! Ah, koca koca insanlar benimle nasıl da alay ediyorlardı?
"Beni yalnız bırakır mısınız sevgili kralım?" dedim alaylı bir tonla, kapının kolunu kavrarken. Tam suratlarına çarpacaktım ki babam ayağını araya koydu. "En azından şu kitabı biraz incele. Eminim fikrin değişecektir." Elinde olduğunu dahi fark etmediğim parlak, siyah kalın kapaklı kitabı aradan uzattı. Omuz silkerek alıp hemen yanımdaki şifonyerin üzerine bıraktım ve az önce planladığım gibi kapıyı sertçe kapattım.
Annemin ruh hastası hallerine alışmıştım ancak babamınkini benimseme niyetinde değildim. Arkamı dönüp, yerdeki kıyafet yığınına bir kez daha göz attım. Aldatılmanın yükünü üzerimden atmış sayılmazdım ancak o an, yıllardır hastalık sandığım özelliğimin bir yetenek olabileceği üzerine ciddi bir şekilde kafa yordum. Bu bir yetenekse ve kontrol edebileceksem, neler yapabilirdim?
**
İki dağın arasında, küçücük bir alana sıkışmış, berrak koyun denize açılan en uç köşesindeki kayanın üzerine oturmuştum. Hava pek sıcak sayılmazdı çünkü nisan ayındaydık ancak ben ayaklarımı suya sokmuş, sallayıp duruyordum. Üstelik spor ayakkabım ve midi boy eteğimin uçları ıslanmıştı ve bu beni ilk defa gram rahatsız etmedi. Oysa görünüşüm benim için hep ilk sıradaydı ama belli ki mükemmel görünmeye çalışmanın bana bir getirisi yoktu. Öpüşemiyorsam, daha fazlasını ya da azını yapamıyorsam geri kalan her şey önemsizdi. Arven'de bu yüzden Karla'yla olmamış mıydı zaten?
Peki ama Karla bunu neden yapmıştı?
Geçen yaz Arven'le birlikte keşfettiğimiz bu koya daha önce hiç tek başıma gelmemiştim. Kafamı kaldırıp batmak üzere olan güneşe baktım. Belli belirsiz görünen yıldızları saymak için saatlerimizi harcadığımız anları düşündüm. Ne kadar saçma olduğunu şimdi anlıyordum. Oysa iki gün öncesine kadar koca bir ömrü, Arven'le yıldızları sayarak geçirebileceğimden emindim.
Ağlamak istememiştim ancak gözlerimin yaşarmasını da engelleyemedim. Babamla olan konuşmamızın ardından hızlıca hazırlanıp evden çıktığımda, buraya gelmek planlarım arasında yoktu aslında ama onlarla yüzleşmeden önce, hatıralarımla vedalaşmaya karar verdim. Yaklaşık bir saattir de elveda demenin yollarını arıyordum.
"Buradaymış bak!"
Hadi ama. Bu kadar çabuk yelkenleri suya indirmiş olamazdım. Öfkem ne çabuk kaybolmuştu da şimdiden Arven'in sesini hayal etmeye başlamıştım.
"Bulduk sonunda."
Ve Karla'nın?
Şaşkınlıkla kafamı çevirip, dağın arasındaki dar yoldan bana doğru yaklaşan Arven ve Karla'ya baktım. Kirpiklerimi kırpıştırdım. Gözlerimi ovaladım. Birkaç kez kafamı silkeledim ancak hayır. Halüsinasyon görmüyordum. Gerçekten bana yaklaşıyorlardı ve aramızdaki mesafe gittikçe azalıyordu.
Oturduğum kayadan sıçrayıp dizlerimin altına kadar gelen denizi geçerek sahile çıktım. Islak ayakkabılarım yürümemi zorlaştırmıştı ancak tabi ki bozuntuya vermeyecektim.
Aramızda iki metre falan kalmıştı ve buna rağmen hala bunun gerçek olduğuna inanamıyordum.
"Seni arıyorduk." Dedi Karla derin bir nefes koyuvererek. Beni arıyorlardı. Birlikte.
Önce bana ihanet etmişlerdi. Sonra da birlikte beni aramaya mı çıkmışlardı? Aklımla oynuyor olmalılardı! Dünya üzerindeki herkes bir olmuş, beni delirtmeye ant içmişlerdi adeta!
"Bebeğim, bizi bir dinlesen..." diye söze girdi Arven ancak elimi kaldırıp onu susturdum. "Umurumda değilsiniz!" dişlerimi birbirine kenetleyip tek yumruğumu öfkeyle sıktığım için muhtemelen pek inandırıcı görünmüyordum. Yanlarından geçip gitmek istemiştim ancak Karla'nın eli kolumu yakaladı. Sanki bu hareketi beni durdurabilirmiş gibi.
Ona dönüp alaylı bir gülüş gönderdikten sonra diğer elimle, elini tuttum. Yüzü acıyla büzüştüğünde ise üstünlük taslar bir bakış attım. Aslında kafamda onlarla yüzleştiğim anlara ait tonlarca ihtimal düşünmüş, söyleyeceklerimi defalarca kez planlamıştım ancak şimdi bu gerçeğe dönüştüğünde kelimelerimin önemsiz olduğuna karar verdim.
"Lisa?" dedi Arven bir kez daha, ben onlardan uzaklaşmaya başladığımda. Ofladım ama adımlarımı yavaşlatmadım. "Sana aşığım bunu biliyorsun." Diye de eklemeden etmedi sanki inanırmışım gibi. Öfkemin sınırını öğrenmeye çalışıyorsa başarılı olmak üzereydi.
"Tensel bir şeydi. Gerçekten bir önemi yok."
Durdum.
Birçok açıklamasını sineye çekip onu duymazlıktan gelebilirdim ama bu cümlesi beynimin bir noktasında şimşek çakmasına neden oldu. Bana yaptığı saygısızlık yetmezmiş gibi bir de aptal Karla'yı da berbat bir durumun içine sokmaya çalışıyordu. Gerçekten bu kadar kötüydü de ben mi fark edememiştim yoksa şu son birkaç gün içinde kafasına saksı mı düşmüştü?
"Şerefsiz..." diye mırıldandım onlara dönmeden hemen önce. Aramızda altı, yedi metre falan vardı. Ben durunca Karla bana doğru yaklaşmaya başladı. "Özür dilerim. Onu sevdiğimi düşündüm. Senin yanında o kadar mükemmeldi ki âşık olduğumu sandım. Ama yemin ederim ondan bir adım geleceğine ihtimal vermiyordum."
Saniyeler geçti. Cevap vermedim. Hava neredeyse kararmıştı ve artık yüzlerini seçmek oldukça zordu. "İkinizi de bir daha görmek istemiyorum." Dedim en sonunda tuttuğum nefesimi bırakarak ve beklediğimden daha sakin bir ses tonu kullanarak.
"Beni terk edemezsin." Diye karşılık verdi Arven çocuk gibi itiraz ederek. Komikti. O beni aldatabilirdi ama ben onu terk edemezdim öyle mi?
Yeniden çok yakınımdalardı. Mesafe azalınca Arven'in kendinden emin duruşunu fark etmem daha kolay oldu. Günlerdir hissettiğim acı, pişmanlık ve öfke yerini koca bir aşağılama duygusuna bıraktı. İnsanın âşık olduğu kişiden bu denli nefret edebilmesi mümkün müydü? Midemi bulandırıyordu.
"Çoktan ettim bile!" derken omuz silktim. Yumruklarını sıktı. "Sana dokunamıyordum Lisa! Tanrı aşkına! Sonsuza kadar aptal hastalığının geçmesini mi bekleyecektim? Kalbim hala sana ait. Hep öyle olacak ve tamam önemli değil. Sana dokunmadan da seni sevebilirim. Ama beni anlamak zorundasın Sadece başka ihtiyaç..." Elimle boynunu kavradığımda susmak zorunda kaldı. Acıyla büyüyen mavi gözlerini üzerime dikmişti.
"Lütfen, beni zorlama." Dedim hala en sakin ses tonumu kullanmaya çalışarak. "Bırak yollarımız burada ayrılsın. Sende istediğin kişiyle ihtiyaçlarını giderebilirsin."
"Lisa." Dedi neredeyse fısıldayarak. Devam ettim. "Bağırmıyorum. Sinirlenmiyorum. Oldukça makul davranıyorum farkındaysan. Defol git hayatımdan Arven."
"Lisa." Dedi ikinci kez ve bu defa daha da kısık bir sesle. Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. "Bitti. Anlıyor musun? Sen aramızdaki her şeyi çöp ettin!" dişlerimi birbirine kenetlediğim sırada gözlerini yumdu.
"Lisa." Dediğinde sadece dudaklarını oynatmıştı.
"Bırak onu ruh hastası!" Karla'nın çığlık atarak üzerime atıldığını fark edince orada olduğunu dahi unuttuğum elimi Arven'in boynundan çektim ve aynı anda yere düştü. İki adım geriye sendelediğimde, Karla başına çökmüştü. "Onu öldürdün mü?" diye sordu ağlamak üzereyken. Yutkundum. "Ne?"
Gözlerimi birkaç defa ikisinin arasında gezdirdim. Arven'in kıpırdamadan yattığını ise o an fark edebildim. Beynime hücum eden görüntülerin arasında sıkışıp kaldım. Babamın sözleri zihnime doluştuğunda mideme korkunç bir kramp girdi. Bir faciaya neden olabilirsin demişti. Arven'i öldürmüş olmam bir facia sayılır mıydı?
Vücudum kontrolüm dışında titremeye başladığında, kollarımla istemsizce kendimi sardım. "Nefes almıyor mu?"
Geriye doğru iki adım daha attım.
Karla cebinden telefonunu çıkarıp flaşını açtı. Önce Arven'in nabzını kontrol etti. Sonra da ışığı yüzüme çevirdi. "Git Lisa."
Beni aldatmışlardı. Öyleyse neden suçlu benmişim gibi hissetmeye başlamıştım? Boğazım düğümlendi. Nefes almak istedim ancak ciğerlerim sırtıma batıyordu sanki. "Ölmüş mü? Cevap versene!"
Babamın sözleri hala zırvalık olabilirdi ancak belli ki birkaç cümlesinin doğruluk değeri vardı. İyi de ne yapacaktım şimdi? Bir şeyler söylemeli miydim? Onu hastaneye götürmeyi teklif etmeli miydim?
Gözlerim yaşardı.
"Nefes alıyor." Dedi Karla ve imalı bir sesle ekledi. "Şimdilik."
Göğüs kafesim tüm gücüyle inip kalkıyordu. Nefret ediyordum. İkisinden de! Bana yaşattıkları her şeyden de nefret ediyordum! Babamdan, annemden ve yetenek ya da hastalık her neyse bu şeyi bana veren genlerinden de nefret ediyordum!
"Canınız cehenneme!" diye gürledim var gücümle ve hızla arkamı dönüp koşmaya başladım. Ona âşık olan Karla, pekâlâ onu hastaneye de götürebilirdi! Onu sevgisiyle iyileştirip sonsuza kadar mutlu yaşarlardı. İki de çocuk yaparlardı!
İçime dolan adrenalin o kadar yoğundu ki onunla savaşamıyordum. Bunu atmanın bir yolu var mıydı bilmiyorum ama sanki biraz daha bu enerjiyle yaşarsam, patlayacak; paramparça olacaktım.
Koydan uzaklaşıp, anayola çıktığımda nefes nefese durdum. Etrafıma bakınıp herhangi bir canlı görmeyi diledim ancak yoktu. Yoldan füze gibi geçip giden arabalar dışında yalnızdım. Güçlü bir nefesi içime çektim ve hemen önümde duran bariyerlere tekme attım. Sonra da tüm gücümle gökyüzüne bir çığlık gönderdim. Hızlı adımlarla yolun kenarında ilerlerken kaç dakika hatta belki de saat geçtiğini hesaplayamamıştım. Bir türlü sakinleşemiyor, nefes alışlarımı kontrol edemiyordum.
Yanağımdan süzülen yaşları elimin tersiyle sildim. On sekiz yaşında olmama iki haftadan az bir süre kalmıştı ve az önce bir insanı öldürmüştüm ya da neredeyse öldürüyordum. Hastalık sandığım bu durumun başıma açabilecekleriyle daha önce yüzleşme şansım olmamıştı. En fazla ölene kadar kimseyle sevişemeyeceğimi düşünerek kendimi bu halime alıştırmıştım. Şimdi anlıyordum ki ben korkunç biriydim. İnsanların bana dokunmamasını kabullenebilirdim ancak ben insanlara dokunduğumda olanları nasıl yok sayabilirdim ki? Onlara zarar veriyordum. Gerçekten ırkım bozuk olabilir miydi?
İnsan değil miydim?
"Bin hadi."
Kirpiklerimi kırpıştırıp hemen önüme park etmiş kırmızı otomobile baktım. Yarıya kadar indirdiği camdan gözlerini görünce onu hemen tanımıştım.
"Kesin beni takip ediyorsun." Dedim sinirle.
Kevin gülümsedi. "Niye ağlıyorsun sen? Hem ayakkabıların neden ıslak? Denize mi girdin bu mevsimde? Deli misin sen?"
Hiçbir derdim yokmuşçasına hayatın karşıma çıkardığı insana bakın. Bugünlerde pek şanslı olmadığım aşikardı.
"Çok sağlam bir cevabım var senin için." Derken tek kaşımı havaya kaldırdım. Kevin meraklı bir ifadeyle yüzüme bakarken de ekledim. "Sana ne!"
Onun arabasını görmezden gelip yürümeye devam ettim. Eve gidip kendimi odama kapatmam herkes için en hayırlısıydı belli ki. Hem alabileceğim intikamın dozunu da sanırım bir tık kaçırmıştım zaten.
"Gel hadi Lisa. Konuşuruz biraz hem."
Ofladım. "İkizler burcu musun sen? Benden nefret ediyordun. Neden şimdi bu kadar dost canlısısın?"
Bırakın onu, herhangi bir insanlar konuşmak, hatta mümkünse onlara iki metreden fazla yaklaşmak dahi istemiyordum ancak gelin görün ki Kevin arabasıyla beni takip etmeyi bırakmadı.
"Bekçilerden bahsedelim. O da mı olmaz?" dedi ve arabayı durdurdu. Aynı anda benim adımlarım da yavaşlamıştı.
Kevin, babam ve bekçilerin nasıl bir bağlantısı olabilirdi ki? Yapboz parçaları gitgide artıyordu ve henüz birini bile doğru yerine yerleştirememiştim. Üzerime yükleyebileceğiniz başka dert varsa çekinmeyin lütfen. Zaten stres topuna dönmüştüm.
Arven eğer ölmediyse benden intikam almak ister miydi acaba? Gerçi öldüyse daha büyük sorundu. O zaman kesin hapislerde çürürdüm. Ah! Daha üniversiteye gidecektim. Giydirmem gereken tonla ünlü insan vardı. Parayı bulunca giyinmeyi unutan zengin tayfayı hizaya sokmam gerekiyordu. Onlara sağlam bir moda dersi verecekken, parmaklıkların ardında örgü örmek zorunda kalmamalıydım. Dünyanın en şık influencer'ı olamadan ölüp gidemezdim.
Hiçbir şey söylemeden arabaya binip kapıyı çarptım.
"Seni dinliyorum." Dedim Kevin ilerlemeye başladığında. Camı kapatıp, elini radyoya uzattı. Benimle alay mı ediyordu?
"Şarkı dinlemek istediğimi nereden çıkardın?"
Omuz silkti. "Kafan dağılır diye düşündüm." Derken her şey oldukça sıradanmış gibi davranıyordu. Hoş. Başıma gelenlerden haberi olmadığı düşünülürse, böyle davranması normaldi.
"Emin ol kafamın dağılması için tek çözüm şu an koca bir çekiçle vurmak." Bunu oldukça umutsuz bir ses tonuyla söylemiştim ancak Kevin abartı bir kahkahayla karşılık verdi. "Ölmez merak etme." Cümlesini gülüşünün arasına sıkıştırmıştı.
Cidden korkmaya başlamıştım. Karla ve Arven'in ilişkisinden haberi vardı. Evimizin oradaki kafede çalışıyordu. Beni burada bulmuştu. Bekçiler hakkında bilgi sahibiydi ve muhtemelen Arven'e yaptıklarımı da biliyordu. Takıntılı bir sapık değilse, bu kadarı biraz fazla tesadüftü.
"Neyden bahsediyorsun Kevin?" dedim bozuntuya vermemeye çalışarak. Ağzımdan bir itiraf almak istiyor olabilirdi de sonuçta. Temkinli davranmam lazımdı.
"Arven ölmez diyorum. Gördüm onları. Gözlerini açmıştı. Pek iyi görünmüyordu gerçi ama neyse işte."
Kafamı şaşkınlıkla ona çevirdiğimde o da bana bakıyordu. Muhtemelen şu an deli gibi rahatlamış olmalıydım ancak Kevin'in tavırları ödümü koparmaya başlamıştı. "Sapık mısın sen?" diye sordum birazda ürkerek. Eğer sapıksa bunu ikimizin baş başa ve onun direksiyonda olduğu bir arabada ortaya çıkardığım için kendimden ömür boyu nefret edecektim. Bu zekayla zaten nasıl birini öldürebilirdim ki?
"Hayır." Dedi önüne dönerken. "Ama seni takip ettiğim doğru."
Arabanın koltuğunda iki büklüm halde otururken başımı da önüme eğip, istediğini elde edememiş küçük bir çocuk gibi yüzümü buruşturdum. Gerçekten ona milyonlarca soru sorup, beyninin etini yiyebilirdim ancak hayatımda belki de ilk defa duyacaklarımdan korkmuştum. Bu yüzden aramızda birkaç saniyelik bir sessizlik oluşmasına izin verdim.
Yeniden konuşanın Kevin olmasına ise sevinmiştim.
"Okula senin için geldim. Davranışlarını ve yeteneğinin ne düzeyde olduğunu öğrenmemiz gerekiyordu. Babanın yardımcısıyım." Diye açıklamaya koyuldu. Bugün ki şok olma kotam tam olarak şu anda dolmuştu.
"Nasıl yani?"
Dudağının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. Bana dönük olan yanağında ufak bir gamzesi olduğunu o an fark ettim. Daha önce onun dış görünüşünü bir kez bile incelememiş olduğumun farkındalığını ise uzun süre aşamayacaktım. Oysa bir insanı gördüğüm ilk an gözlerine bakardım. Ardından saçları, elleri ve burnu... Berbat bir özellik olduğunu düşünebilirsiniz ancak ben dış görünüşe epey önem verirdim. Şimdi aylardır Kevin'ın göz renginden bile bihaber olduğuma kendim dahi inanamıyordum.
Kahverengi gözlerine, siyah dağınık saçlarına ve aptal bekçi savsatasını bir kenara bırakırsak, estetikli olduğundan emin olduğum kavisli burnuna baktım.
Fena değildi.
Yalan söyledim.
Baya baya yakışıklıydı.
Acaba Arven'e olan aşkım gözümü kör ettiği için mi yoksa Kevin geldiği ilk günden beri bana dünyanın en berbat insanıymışım gibi davrandığı için mi onunla ilgili hiçbir detaya dikkat etmemiştim?
Aptal çocuk. Eğer benim arkadaşım olsaydı onu bir sürü güzel kızla tanıştırabilirdim ve çoğu da ona bayılırdı. Eh, artık şansına küsebilirdi.
"Rahlia Krallığından geliyorum yani. Senin gibi ben de bir bekçiyim. Gerçi seninle bire bir aynı olduğumuz söylenemez. Sen biraz özelsin."
Aynı hikâyeyi iki kişiden dinlemek aklımı karıştırmıştı. Babam anlattığında asla inanmadığım mevzular şimdi bir tık beynime yerleşti. Üstelik fantastik kurgulu bir filmden farksız olmasına rağmen. Belki de benim akıl sağlığım da pek yerinde değildi.
Babamın eve bıraktığı kitaba bir göz atsam bir şey kaybetmezdim değil mi? Hem bu bekçi meselesine dünyanın en sıkıcı insanı annem bile inanmıştı. Garipti ancak imkânsız mıydı ki? Sonuçta ortada benim saçma sapan yeteneğim vardı ve bazı şeyler için kanıt niteliğindeydi. Çünkü akıl almaz bir şekilde şu ana kadar ki elle tutulur tek açıklama da buydu.
"Beni eve bırakabilir misin?" diye sordum konuyu kapatmaya çalışarak. Biraz yalnız kalmak ve olanlar üzerine düşünmek ve bir sonuca varılacaksa da bunu kendim yapmak istiyordum. Ayrıca yaşadığım bugünün şokunu atlatıp, olanları hazmedememiştim bile. Rüyada gibi hissediyordum. Ya da kâbus. Her ne derseniz işte.
Kevin beni yanıtlamadı ancak ben sessizliğini çoktan evet olarak kabul etmiştim bile ve yanılmadım da. Yaklaşık on beş dakikanın sonunda evin önüne varmıştık.
Hiçbir şey söylemeden inip uzaklaşmak istemiştim ama hemen arkamdan geldi. "İyi geceler." Diye mırıldanırken dönüp ona bakmadım. Zili çalmak için yeltendiğim sırada bileğimi tuttu. Bir an için hissettiğimi zannettim ancak belli belirsizdi. Yine de Arven, Karla veya anneminkinden daha güçlü sayılırdı. Bu da gerçekten onda da bir sıkıntı olduğu anlamına gelirdi.
"Lisa." Dedi sakince. Gözlerim önce eline sonra da yüzüne kaydı. Meraklı bakışlarımı üzerine diktiğimde devam etti. "Bana dokunmanı istiyorum."
Edepsiz.
Kelimeleri beni öfkelendirdi. "O ne demek be? Bas baya bir sapıksın şu an!" tam dudaklarını aralamıştı ki hızımı alamayıp konuşmasına engel oldum. "Hem sen benden nefret etmiyor musun? On beş dakika aynı arabada yolculuk yaptık diye seninle..."
"Deli misin be sen?" diye gürledi bu defa da o benim lafımı keserek. Bana bağırmıştı. Hangi hakla bana bağırabilirdi? "Bana bak!" parmağımı yüzüne doğrulttuğumda hızlıca elimi kavrayıp omzuna dayadı.
Vay canına.
Dokunuşu bir rüzgâr gibi olsa da epey güçlü olduğu belliydi. Çevik hareketi beni afallatmıştı. Ama hala ne anlatmaya çalıştığı hakkında bir fikrim yoktu. "Arven'i öldürmedim seni mi öldüreyim?" kaşlarımı merakla kaldırdım.
Bana üstünlük taslar bir bakış gönderdi. "Bu beni öldürmez. Biraz zorlaman lazım." Zorlayamayacağımdan keşke bu kadar emin olmasaydı.
"Lütfen Kevin. Babam insan olmadığımı ve başka bir dünyaya gitmem gerektiğini falan söylüyor. Beni aldatan insanlarla oldukça seviyesiz bir yüzleşme yaşadım ve az daha eski erkek arkadaşımı öldürüyordum. Aylardır benden nefret ettiğini düşündüğüm sınıf arkadaşımın da gizli gizli beni izlediğini öğrendim. Kısaca; korkunç bir gün geçirdim. Ne yapmak istiyorsan sonraya mı ertelesek?" Bana bir şeyler ispatlamaya çalıştığını fark etmiştim ancak bugün ikinci kez böyle bir durumun ortasına kendimi atmak istediğimden emin değildim.
"Yumruk at bana." Dedi bu defa da. Aklını kaçırmış olmalıydı.
Daha fazla bu saçmalığa dayanamayarak yumruk değil ama yüksek sesli bir kahkaha attım. "Delirmişsin." Başımı olumsuz anlamda iki yana sallayıp zile uzandım.
"Hadi ama. Birbirimizden nefret etmiyor muyuz? Eminim defalarca kez bana vurmayı hayal etmişsindir. Sana fırsat işte."
Sabrımı sınıyordu. Gerçekten üzerime gelmek için berbat zamanlamaydı. Derin bir nefes alıp vücudumu tümüyle ona çevirdim. "Bir insanın bu kadar sinir bozucu olamayacağını düşünüyordum hep. İnsan olmaman aşırı mantıklı geliyor şu an." Dedim bilmiş bir tavırla. Kollarını iki yana açarken gülümsedi. "Bekliyorum."
Ofladım.
Pekâlâ. Kendi kaşınmıştı.
Elimi kaldırdım ve hayatım boyunca bir canlıya parmağımın ucuyla dahi dokunmaya çekinmişken, şimdi tüm gücümü toplayarak Kevin'in yanağına sıkı bir yumruk geçirdim ve gözlerimi yumdum. Yaptığım şeyin doğurabileceği sonuçları ise hemen ardından fark etmiştim. Onu öldürebilirdim! Bekçi hikayesi koca bir uydurmaysa ve ben sadece hastalıklı bir insansam şu an onu öldürmüş olabilirdim!
"Özür dilerim!" korkuyla kirpiklerimi kırpıştırıp görüşümü yeniden kazandım. Kevin'ın gülümsemesi solmamıştı bile. Hala karşımda dimdik duruyordu. Üstelik yanağında kızarıklık dahi yoktu. Şaşkınlık ve mutluluk arasında bir noktada donup kaldım. En ihtiyaç duyduğum anlarda sarılamadığım insanları, âşık olduğum adamın tutamadığım elini, yastık savaşı yapamadığım kız arkadaşlarımı, doya doya göğsüne yatıp huzur bulamadığım annemi düşündüm. On sekiz yılımı etrafımdaki onca kişiye rağmen tek başıma geçirmiştim. Saçma sapan bir şekilde gözlerim yaşardı. Ona zarar vermemiştim. Tüm gücümü kullanmama rağmen Kevin'a ufacık bir zararım bile dokunmamıştı.
Yanağımdan bir yaş süzüldü. Kollarım ben kontrol edemeden onun boynuna dolandı. "Teşekkür ederim." Diye fısıldadım kafamı gömdüğüm boynuna doğru. "Çok teşekkür ederim."
Neden teşekkür ettiğim üzerine dakikalarca konuşabilirdim ancak yapmayacaktım. Kim olduğu şu an önemli değildi. Bir insana sorgusuzca temas edebiliyor olmanın tadını çıkaracaktım.
"Sen busun." Dedi bana güven verici bir sesle. "Bizdensin." Beni hafifçe tutup geri çekti. "Buraya ait değilsin. Rahlia'ya aitsin."
Kapı açıldı ve ben elektrik çarpmış gibi kendimi geriye attım. Annem sorgulayıcı bir ifadeyle bize bakarken babam rahat bir nefes koyuverdi. "Onu bulmuşsun." Dedi doğrudan Kevin'a bakıp. "Hemen yola çıkmamız gerekiyor."
Bu adamın yersiz otoriter tavrı iyiden iyiye sinirime dokunmaya başlamıştı. "Ben bir yere gelmiyorum." Dedim inatçı bir tavırla. Hala kafam soru işaretleriyle doluydu. Öylece onlarla gideceğimi nasıl düşünebilirdi ki?
"Gitsen iyi olur Lisa." Diyen annemin sesi endişeliydi. Benden kurtulmak istiyordu. Bir tık kalbim kırılmıştı. "İstemiyorsan artık seninle yaşamam anne. Ama son senem. Okulumu bitireyim belki sonra gitmem gereken yer her nereyse gidip görürüm ve eğer..." sustum çünkü yüz ifadesi başka bir sorun olduğunu düşünmeme neden olmuştu. Kaşlarımı çattım. "Buraya ait olmamam dışında başka bir şey mi var?"
Annem önce babama sonra yeniden bana baktı. "Arven." Dedi net bir sesle. "Hastanedeymiş."
Öldürmemiştim ama pek de sağlam bırakamamıştım belli ki. Hoş. Bunu zaten tahmin edebilirdim ancak saatlerdir bu gerçekten kaçıyordum. Bunun nasıl bir sonuç doğuracağını kestiremedim.
"Senden şikayetçi olmuşlar." Diye devam etti annem. "Durumu iyi değil. Desteksiz nefes alamıyormuş. Şu an uyutulduğu için bilinmiyor ama uzun süre nefessiz kaldığı için beyninde de hasar olabilirmiş." Algılarım kapandı. Sonrasında anlattıkları kelimeler zihnimin içinde bir karşılık dahi bulamamıştı. Başım dönüyordu. Tutunacak bir yer aradığımda bir el belimi kavradı.
"Lisa?" dedi Kevin ama sesi sanki metrelerce uzaktan geliyordu. Arven. Âşık olduğum ilk adam. İki yıldır her anımı birlikte geçirdiğim erkek arkadaşım. Beni en yakın arkadaşımla aldatmıştı. Bu ona yaptıklarım için yeterli bir açıklama mıydı? "Ben Arven'e zarar vermek istemedim." Dedim. İstememiştim. Kontrolü nasıl kaybettiğimi dahi hatırlamıyordum. Onu öldürdüğümü sanmıştım ancak şimdi gerçeklikten ne kadar koptuğumu fark ediyordum. Son birkaç saati yaşamıyor, dışarıdan bir göz gibi izliyordum sanki. Şu an ise tüm olanlarla bir bir yüzleşmiştim. Kurşun yemiş gibi hissediyordum.
"Bir avukatla konuştum hemen." Dediğini duydum annemin. "Ölse de ölmese de hapis cezası alırmışsın ve çok kısa da sayılmaz." Hemen ardından babam girdi söze. "Daha da önemlisi, eğer bu işte bir anormallik olduğu fark edilirse ve senin bekçi olduğunu anlarlarsa cezan hapis olmaz Lisa." Kalbim sıkışıyordu. Neden hala bayılmamıştım? Buna çok ihtiyacım vardı.
Babamdan duyduğum son kelimeler oldukça boğuktu. "Seni yok etmek isterler."
|
0% |