@miarafelle
|
Selam, nasılsınız? Attığım adımlar uzun ve geniş koridorda yankılanırken bakışların üzerimde olduğunu biliyordum. Benim gibi burada ikamet eden diğer suikastçılar görevleri hakkında belki de gündelik hayatları hakkında konuşurken varlığım, tüm odakları oluvermiş ve ortamdaki gürültüyü bıçak gibi kesmişti. Yüzümde, vücuduma saplanmış tahminen on kurşunun ardında bıraktığı kan lekeleri görevden geldiğimin ve yine, yeniden hayatta oluşumun şaşırtıcı birer kanıtıydı. Kıskançlıkla ve gıptayla üzerime bir ok gibi yağan bu bakışların anlamı beni artık etkilemiyordu. Ben işimi yapar ve paramı alırdım. İnsanlığımı yavaş yavaş yitirişim belki de bu yüzdendi. Aldığım her can basit birer tahta oyuncak parçasıymış gibi hissettiriyordu. Kestiğim her nefes ruhuma ilmek ilmek işlenen günahlardan oluşan bir pelerine dönüşmüştü. Koridorun sonundaki adamın gururla karışık karanlık bakışları içimde sakladığım gölgelerimin birer yansımasıydı. Ustam, omuzlarına düşen ak saçlarıyla ve her zaman üzerinde yer edinen takımıyla tam karşımda beni bekliyordu. Adımlarımı hızlandırdım, bir an önce bu ortamın havasından kurtulup kendi dünyama çekilmek istiyordum. Görev uzun ve yorucuydu, belki de dünyada ilk üçe girecek en güçlü insanlardan birinin suikastçısıydım şu an. Günlerce temiz ve iz bırakmayan bir plan için çaba sarf etmiş, tüm adımları kusursuzlukla tamamlamıştım. Onun yarattığı ve tanrısı olduğu o dünyanın azraili olmuştum. Aldığım bir can, yokluğa karışıp arafta kalacak binlerce cana bedel olmuştu belki de. Bu yüzden her ne kadar bir katil olsam da, bazıları için belki de büyük bir kahramandım. Ustamın önünde durdum. Ortamdaki loş ışık yüzünü tam net olarak görmemi sağlayamasa da içime doldurduğu, sinsi bir yılan gibi boynuma dolanan iplerin hissiyatı, onun avuçlarında olan bir kukla gibi hissetmemi sağlıyordu. Bakışlarımı tam gözlerinin en derin noktasına sapladım görebildiğimce, yüzüne gölgeler düşmüştü. İfadesinde pis bir sırıtış vardı. Kana bulanmış bedenim ona zevk veriyordu belki de, 'bakın, onu ben yarattım.' düşüncesi tüm zihnini kibrin ve gururun günahıyla işgal etmiş olmalıydı. "Tebrik ederim, Katarina." dedi tüm soğukkanlılığıyla, sesi bir yılanın tıslamasını andırıyordu. Zaten başarılı olacağımı biliyordu, her zaman olduğum gibi. Sert sesi koridorda yankılanırken diğer suikastçıların da tüm dikkati üzerimizdeydi. Yüzümdeki boş ifadeyi hiç bozmadım. Herhangi bir duygu kırıntısından uzak bakışlarım onu daha da tatmin ediyordu. Amacı daima buydu, her zaman da bu olmuştu. Duygusuz, acımasız, merhametsiz ve duygularından yoksun bir ölüm makinesi yetiştirmek. Sahip olduğum güçlerim ve sahibi olamadığım geçmişimle onun için eşi benzeri bulunmaz bir parçaydım. Bir kukla, bir oyuncak. Yönetmesi kolay biri. Dakikalar mı geçti yoksa saniyeler mi karar veremediğim o anda, kenetli bakışlarımızı birbirinden ayırdı ve arkasını dönüp yolunda ilerlemeye başladı. Bu kadardı, zaferini yaşayacaktı. Diğer tüm ustalara kıyasla o, koleksiyonundaki tek parçayı, beni, nadide bir eser gibi gözler önüne sermekten çekinmiyor ve alabileceği her şeyi alıp bir vampir gibi sömürüyordu. O an' a kadar nefesimi tuttuğumu farkında değildim. Ciğerlerimden boşalttığım hava atmosfere karışırken başımı dik tuttum. Zayıflık göstermeyecektim, burada ya yer ya da yenilirdin. Kurtlar sofrasında kuzulara hiçbir zaman yer olmazdı. Başımı yavaşça arkaya çevirdim, üzerime yağan ve acı bir ağırlık bırakan diğer suikastçıların bakışları kafamı çevirmemle son bulmuş ve yerle bir olmuştu. Donuk bakışlarım anlık olarak bir kaçının üstünde gezindi, ben onları tanımazdım ama onlar beni oldukça iyi tanırlardı. Bana takılan bir çok lakabın sahipleriydi onlar. Oysa bilmiyorlardı ki ben sadece Katarina' ydım. Geçmişi olmayan, ölümsüz bir ölüm makinesi. Gözlerini açar açmaz ruhundaki devasa ağacın dallarına asılmış her bir bedenin sebebi... En azından bana ismimin bu olduğu söylenmişti. Günün sonunda ne yapacağımı bilemezken Ustamın asistanı Angel yanıma geldi. Kulağıma hafifçe eğilirken melodik sesini duydum. "Hadi, Kata. Git ve dinlen, ardından ilaç saatin geliyor. " Başımla onayladıktan sonra oyalanmadan bulunduğum pozisyonu bozdum ve koridorun sonundaki odalar katına ilerlemeye başladım. Ben kişileri ardımda bıraktıkça fısıltılar güçlü seslere dönüşerek ortamı ele geçirdi, geriye dönüp bakmadım. Bulunduğum yer bir üstü. Benim gibi, ben her ne kadar trajik kazamdan sonra hatırlamasam da, çocukluğumuzdan beri bizleri bir suikastçı, bir paralı asker olarak yetiştiren eğitmenler yani ustalarımız ve bizler vardık. Küçük yaştan itibaren bizlere bir hayat, bazılarına yeni bir umut sunmuş olan bu üs içinde en tehlikeli şeytanları barındıran, cehennemin en derin katından fazlası değildi. Kimsesizdik, bunu biliyordum. Bizleri arayan hiç kimse yoktu ve muhtmelen Üs bizi bulmasaydı çoktan ölmüş olacaktık. Sana önce duygularını kontrol emeyi, onları yok etmeyi öğretir; ardından bıçak, silah, yakın dövüş gibi saldırı ve savunma türleri ve çeşitli sanatlarda eğitim verirlerdi. Suikastın temel gereksinimi zekaydı. Aklın yoksa fikrin de olmazdı mantığıyla üst düzey bilim, matematik, edebiyat ve dil alanlarında da eğitimlerimiz mevcuttu. Sınavlara girerdik. Hem mental hem fiziki olan bu sınavlar için iki seçeneğin olurdu: ya aklını yitirir delirirdin ya da hayatta kalıp buna alışırdın. Başka hiçbir seçenek sana sunulmazdı. Burada herkes ilk canını belki de ölümün aslında ne olduğunu bilmeden almıştı. Ben ise, bazı açılardan şanslıydım. Sebebini asla bilmesem de, bir insandan farklıydım. İnsan bedeni aşırı hassas bir varlıktı. Beynine yediğin ilk kurşunla ölüm seni selamlardı. Oysa ben, vücuduma yediğim elli kurşun ile hayatta kalabilen, vücudu hızlı ve kendi kendine iyileşme gösterebilen biriydim. Neydim, ne oldum bilmiyordum. Hafızamda yer alan ilk anı, on üç sene önce burada gözümü açmamdı yalnızca. Düşünceler zehirli sarmaşıklara dönüşüp beynimin her bir kıvrımını ele geçirmeye başlarken onları savuşturdum. Bir kaç gün dinlenecektim, sonra ustam yeni bir görevle gelecekti, bu düzen yıllardır bu şekilde sağlanıyordu. Odamın önüne ulaşınca temiz elimle parmak izimi okuttum ve otomatik kapı sağa kayarak açıldı. Odamı seviyordum. Burası kendimle baş başa kalabildiğim nadir yerlerden biriydi. Tam kapımın karşısında queensize bir yatak, yatağımın ucunun tam karşısında devasa bir çalışma masası ve üzerinde son model parçalarla dizdiğim bilgisayarım vardı. Aynı masanın üzerinde bugünki görev için hazırladığım bir sürü araştırma dosyası bulunuyordu. Gerçi artık hepsi arşive gidecekti. Sonuçta görev, diğer her görevim gibi son bulmuştu. Hoş ya, ilk başarısızlığımda azraille girdiğimiz iddiayı kaybeder, ona sunduğum teklif olan ruhum, artık onun olurdu. Oyalanmadan banyoya ilerlerken ne halde olduğum hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Tahminen yürüyen bir ceset torbasına benziyor, en iyi ihtimalle bir kaç kan lekesi ile yırtmıştım. İkinci seçeneğin gerçek olma ihtimali sıfıra yakın gibi seziyordum. Sade ve minimal tasarlanmış banyomun aynasında kendimle göz göze gelirken ruhsuz bakışlarım az da olsa yumuşamıştı. Şarap kızılı, dalgalı saçlarım dağılmış ve buz mavisi gözlerime karanlık çökmüştü. Yüzümdeki kurumuş kan lekelerine burun kıvırdım. Yorulmuştum, sahi uzun bir işin ardından sıradan aileler ne yapardı? Bilmiyordum. Kendimi kısa bir süre de olsa incelerken tahminimden az biraz daha iyi göründüğüme karar vermiştim. Üstekiler için günlü; sıradan, sivil bir vatandaş için hortlak olabilirdim. Üzerimdeki siyah takımı çıkartırken kıvrımlı vücudumu da incelemeyi ihmal etmedim. Yavşak adam o şarjörleri götünden mi çıkarttı bilmesem de sağlam hazırlıklıydı. Yediğim kurşunların hepsi vücudumu çoktan terk etmiş, hızla iyileşen bünyem ardında yalnızca hafif kırmızı lekeler bırakmıştı. Biliyordum ki onlar da bir kaç saate yok olacaklardı. Şimdi ise artık temizlik vaktiydi.
*********** Odamın kapısı ani bir şekilde açılırken şaşkınlıkla yerimden uğradım. Uyku, karşımda gördüğüm Ustamla bünyemi yavaş yavaş terk ederken kafası karışmış bir şekilde kalakalmıştım. Hayatta kalma iç güdüsü ilk insanlardan beri insan zihninde peyda olan basit bir mekanizmaydı ama şu an bende işlevini yitirmiş gibiydi. Yenidoğan bir bebek gibi anlamsızca bakışlarımı ona diktim. Sanki saatlerce koşmuş gibi aldığı derin ve hızlı nefesler içimde merak kırıntıları oluştururken sorgulamaya vakit bulamadan tuttuğu kolum ve savrulan bedenimle öfke, içimi dürtüklemeye başlamıştı bile. O, sıkıca kavradığı bileğimden tutup beni odadan dışarı sürüklerken kendine yenice gelen bedenim anlık olarak olayın farkına vardı ve sertçe kendini onun ellerinden kurtarıverdi. Sakin ol, dedim kendi kendime. "Ne boklar dönüyor bilmiyorum ama gecenin bir vakti değerli uykumdan, sana böylesine bir zafer getirmişken bu şekilde uyandırılmayı hak etmiyorum. " dedim kollarımı birbirine kavuştururken. Bir bacağıma ağırlığımı verirken gözlerimde rekabet vardı. Ondan güçlüydüm, her zaman güçlü olmuştum ve o bunu biliyordu. Bir ustaya böylesine muamele göstermek bilakis ölüm fermanını kendi rızanla imzalamak demekti. Fakat o, ondan güçlü olduğumu biliyor, zaman zaman boyun eğiyordu. Böyle olunca beni bir kaşık suda boğmak istediğini biliyordum ama bu bana sadece zevk veriyordu. Aramızda sözsüz bir anlaşma vardı: Sen bana hak ettiğimi ver, ben de karşılığını göstereyim. Hak ettiğimiz şeyler her iki taraf için de bambaşka şeyler de olsa temelde bu basit cümleye indirgenebiliyordu. Benim ona boyun eğdiğim kadar onun bana boyun eğmesi belki de insanlığımı yavaş yavaş yitirirken beni bir nebze de olsa kişiliğim varmış gibi hissettiren nadide şeylerden biriydi. "O lanet otoritenin sırası değil, Katarina. Benimle gelmelisin. Hemen. Şimdi." bastıra bastıra kurduğu cümleler içimdeki alevleri harlarken öfkenin kanıma karışmasına izin vermemeye çalışıyordum. Kendimi bildim bileli saygısızlık katlanamadığım öenmli bir konuydu. Bana diş göstereni parçalardım. Sınırım yoktu. "Açıklama duymadan hiçbir yere gelmiyorum." dedim kendimden emin çıkan bir ses tonuyla. Aldığı nefesler sakinleşirken tavana diktiği gözleri 'ben ne günah işledim de bunu başıma aldım' diyerek çığlıklar atıyordu sanki. Eh, biz de sabır taşı değildik elbet. "İlacını içtin mi?" dedi sakin tutarak kontrol sağlamaya çalıştığı sesiyle. Sormuş olduğu soru yüzünden bir anlığına afalladım. İlacımı alırdım, her gün, aynı saatte. O, bunu bilirdi. Şimdi nereden çıkmıştı böylesine aptalca bir soru? "Cevabını bildiğin soruları soruyorsu, Usta." dedim alay edercesine. Damarına basıyordum, hele ki şimdi daha bir eğlenceli gibi geliyordu bana. Stresliydi, kalp atışlarının sesini duyabiliyor gibiydim. Bakışlarımız tekrar bir dominantlık savaşına dahil olmuşken uzaktan duyduğum ardı ardına gelen patlama sesleriyle bir kalp atışı kadar nabzım değişti. "Açıklamanın vakti yok, seni buradan çıkartmam gerek." dedi koca adam bir bebekten farksız bir şekilde. Onu ilk defa böyle görüyordum, sanki her an dizlerinin üzerine çöküp yalvaracak gibiydi. Patlama sesleri, ardından gelen bir kaç çığlık sesiyle saldırı altında olduğumuzu anlamamak imkansızdı. Önemli olan yıllardır güven altında yaşadığımız bu alana nasıl ulaşabildikleriydi. İmkansızı başaran bu kişi ya da kişileri merak ediyordum. Vay anasını, dedim kendi kendime. İlk defa böyle hissediyordum. Saldırı kimdendi, nasıldı ve ne içindi merak ediyordum fakat en çok merak ettiğim üs baskın altındaysa, sonumuz ne olacaktı? Burası Tanrı' nın unuttuğu, en üst düzey güvenlik sistemleri ve en donanımlı askerlere sahip olan izbelik bir yerdeydi. Şehir merkezine araçla en yakın üç buçuk saatlik bir mesafesi vardı. Rüya gördüğümü düşünmeye başlamıştım. Koca adamla gidip gitmemek arasında karar vermek büyük bir savaş alanında gibi hissettiriyordu. Belki bir belki iki saniye henüz geçmişti ki ustamın ardında gördüğüm devasa gölge ve hırlama sesiyle nefesimi tuttum. Kafayı yiyeceğimi düşündüm. Ne tür bokluk dönüyordu hiçbir fikrim yoktu, belki de bizleri sınıyorlardı. Fakat biliyordum ki burada biri, bir şey vardı ve Üssün en iyisi olan iki kişi, bunu fark etmemiştik bile. Saniyeler toz duman olurken çığlık sayısı da azalmaya başlamış, aynı oranda patlama sesleri ise artmaya başlamıştı. En üst kattaydım ama duman buraya kadar gelmeye başlamıştı. Gözlerim sesin kaynağını ararken hareket bile edemedim, patlamalar ve çığlıklar aniden kesildi. Üs, karanlık bir sessizliğe gömülürken ustamla birbirimize tuhaf bakışlar attık. Onun ruhuna salınmış endişe tohumları beni de etkiliyordu çünkü o, ilk defa böyleydi. Tuhaflıklar bir bir sıralanırken üstüne bir de ışıklar aniden kesildi. Duman yavaş yavaş üst katı doldururken ormanlık bir alana kurulu olan üssün ne içeride ne de dışarı kısmında bir tane ışık huzmesi bulunmuyordu artık. Ustamın bana kıyasla hiçbir şey göremediğinden emindim. Tam aksine ben, karanlıkta bile az da olsa görebiliyordum. O, bakışlarını benden ayırmadı. Gözlerinde anlayamadığım tuhaf bir hava vardı. Çözümlemek istedim, sanki bana bir şey anlatıyor gibi geliyordu. Tam ağzımı açmış konuşmaya başlayacakken, bıçağın bedeni parçaladığında çıkan o iç gıcıklayıcı sese eşlik eden kanı gördüm. Büyük bıçağın diğer ucu ustamın karnının diğer ucundan çıkarken ağzından gelen oluk oluk kanla gözlerim fal taşı gibi açıldı. Bıçak, bedeninden ayrılır ayrılmaz yere yığılan bedeni tepkisizce izledim. Gözlerime yansıtmadığım o duygusuzluğa kıyasla bedenim titremeye başlamıştı bile. Kalbimin hızına yetişemiyordum, neydi bu? Adrenalin, ölüm korkusu? Anlayamadım. Rüyaydı. Rüya olmalıydı. Bakışlarımı ustamın bedeninden ayıramadım. Sanki kafamı kaldırırsam en yakın partnerim azrailin ta kendisini kanlı canlı göreceğimi düşündüm. Belki de benden bıkmıştı, sürekli ona iş çıkartıyordum. Belki de beni yanına alacaktı. Düşüncelerim öylesine hızlılardı ki aklımdan ne geçtiğini bile anlayamıyordum artık. Kızıl saçlarım görüşümü az biraz kapatırken, cesedin önünde duran ayakkabılarla istemsizce dikkatım dağıldı. Çok uzaklardan gelen tanıdık, ilkel bir his bünyemi sardı. Bakmalısın, hadi bak! diyerek bağırdı iç sesim. Sanki o an bunu yapmazsam ömrüm boyunca bir yas tutmak zorundaymışım gibi geliyordu. Kendime anlam veremiyordum, sanki bu yaşananlar bir filmdi ve ben de seyirciydim. Kontrolümü mü yitirmiştim? Bimiyordum. Her şey giderek daha da anlamsızlığa batarken dumanın ağır havasına karışmış tatlı bir koku duymaya başladım. Ya gerçekten kafayı yiyordum ya da gerçekten biri ağır taşak geçiyordu benimle. Hayatım boyunca böyle bir koku duymamıştım. Bir yandan tanıdık bir yandan da yabancılıkla sarılı o aroma, huzur muydu yoksa ölüyordum da Tanrı cennetine mi kabul etti diye saçma bir şekilde düşünmemi sağlıyordu. Nabzımı dindirmek için nefesimi tuttum, başımı hareket ettirmeden buz mavisi gözlerimi kaldırdım ve cesaretimi topladım. Kalbim yerindeydi ve beynim hala dağılmamıştı. Kısaca yaşıyordum, henüz. Gözlerim, kokunun kaynağıyla buluştu buluşacakken boynumda hissettiğim sinek ısırığı gibi gelen ani acıyla inledim. Tepki veremedim, düşünemedim. Belki de o gün, yaşadığım yirmi üç ve hatırladığım on üç sene içinde ilk defa kendimi teslim ettim. O an, ölmek gibiydi. Ölmek böyle miydi? Yüzümde aptallıkla dolu bir sırıtış ya vardı ya yoktu ama dünya önümde titremeye başlamışken vücudum aniden kendini saldı. Belimde ve boynumda hissettiğim sıcak eller ve tatlı koku, duyularıma erişen son şey oldu.
|
0% |