
BÖLÜM 7
“Ayrılık hem bir sona hem de yeni bir başlangıca dönüşebilir; fakat her ayrılık, kaybolan bir parçadır.”
SON BAKIŞ
Güneşin ilk ışıkları evimizin ahşap pencerelerine vururken, kapının hırçın çalınışı sabahın huzurunu parçalamıştı. Tak! Tak! Tak! Kalbim göğsümde çırpınan bir kuş gibi atıyordu, boğazıma oturan korku yumrusunu ise yutmak imkânsızdı.
Yeşil’e dönüp, yüzüne anlamaya çalışarak gözledim. Onun da gözleri kısıktı, ama dudakları sıkılıydı; bir şey söylemek istemiyordu. Lee anne, yatak odasından aceleyle çıkıp kapıya yöneldi. Eli kapının tokmağına giderken, dudaklarından sadece tek bir kelime döküldü: “Kim o?” Kimse cevap vermedi. Derin bir nefes aldı ve kapıyı araladı. Kapının diğer tarafında iki devasa adam duruyordu; kırmızı üniformaları güneş ışığında parlıyordu. Göğsündeki ok sembolü, neredeyse gözlerimi alacak kadar parlaktı; ellerinde kılıçları ve miğferleriyle hareketsiz bekliyorlardı.
Lee anne, öne çıkıp sesi çatallı bir şekilde sordu: “Ne istiyorsunuz? Sabahın bu saatinde?” Adamların arasından biri bir adım öne çıktı. Kılıcını hafifçe kaldırarak alaycı bir sesle konuştu: “Emir aldık; cinsiyetsizleri toplamamız gerekiyor, çocuklarınız da listede.”
“Çocuklar mı?” diye tekrarladı Lee anne, gözleri bir an bizimkileri buldu, sonra tekrar askerlere döndü. Adam, kılıcını hafifçe kaldırdı; bu tehditkâr hareket, Lee annenin geri çekilmesine yetmişti. “Sorun çıkarma. Ya bize izin verirsin ya da zorla alırız.” Beni ve Yeşil’i kollarımızdan tutup dışarı sürüklediler. Ayaklarım çıplaktı; çamurun soğukluğu, bedenime bir bıçak gibi işliyordu. Ani bir hareketle beni tutan askerin elinden kurtulmaya çalıştım ve “Bırak beni!” diye bağırıp kolunu ittirdiğimde, asker birden durdu.
Gözleri buz gibi soğuktu. Kılıcını hızla kınından çıkarıp havayı yararak boynuma dayadığında soğuk metalin derime değmesiyle tüm bedenim dondu. “Bir daha zorluk çıkarırsan, boynunu alırım,” dedi alçak bir sesle. Ardından gaddarca ekledi: “Ve kimse senin için ağlamaz.”
“Bırak beni!” diye yineledim, gözlerimi kısmış ona meydan okumaya çalışsam da içimdeki korku, kökleriyle derinlere iniyordu. Tam o sırada Lee annenin sesi yükseldi: “Bırakın onları! Onlar sadece çocuk!” Lee annenin sesi sokaklarda yankılanırken, küçük mahallemizin sakinleri birer birer dar ve kokuşmuş sokaklara dökülmeye başladı. Herkesin bakışları üzerimizdeydi; merak ve korku dolu gözler bize dikilmişti. Kalabalığın arasında Harlan ve oğlu Max’i gördüm, Max’in hemen yanında duran Lisa’nın küçük yüzü korku doluydu ve gözlerimiz bir an buluştu.
Lisa başını hafifçe yana eğdi, ardından bakışlarını kaçırdı; gözyaşları yanaklarından süzüldü ve gözleri boynuma dayalı kılıçta gezinirken, bakışlarında korku vardı, ama o korkunun ardında bir sıcaklık da hissediliyordu. Çünkü Lisa, önyargılardan uzak, özel bir kız çocuğuydu ve belki de bu dünyada bizi gerçekten görebilen tek kişiydi.
Suçlu olduğumuz için askerlere karşı direnmeyi bıraktık; suçumuz, cinsiyetsiz olmaktı. Çıplak ayaklarım soğuk çamura bastıkça ürperdim, ardından kafamı çevirip küçük evimize son bir kez göz attım. Son bakış… Annem görüş alanına girdiğinde Yüzünde, yeşil, mavi ve mor renkte çürükler vardı ve çıplak ayaklarıyla ardımızdan koşuyordu. Beyaz elbisesi yerde sürtünürken, güzel kumral saçları rüzgârda savruluyordu. “Çocuklarım!” diye bağırdı. “Onlar suçsuz.” “Çocuklarımı bana geri verin” diye bağırdı annem. Cinsiyetsiz olduğumuz için bizi hiçbir zaman hor görmemişti.
Annemin çığlıkları içimde fırtınalar koparsa da beni durdurmaya yetmezdi, tüm cesaretimi toplayarak askerlere rağmen anneme doğru koştum. Kalabalığı yara yara ona ulaştım, sarıldığında esrarengiz bir nefes içime çekerken, bu kokuyu bir daha hissetmeme düşüncesi içimi bıçak gibi kesiyordu. Yüzümü boynuma yasladı ve ağlamaya başladı. “Her şey düzelecek,” dedim alçak bir sesle, onun saçlarını okşayarak. Ama bu bir yalandı, ikimiz de bunu biliyorduk. Gözlerim tekrar Lisa’nın olduğu tarafa kaydı; Lisa, gözlerinden süzülen yaşlarla sanki iyi bir insan olduğunu kanıtlıyordu, çünkü yalnızca iyi olan insanlar ağlayabilirdi.
Maça askerleri beni bir kez daha yakaladı, annemin minik, zarif eli parmaklarımın arasından kayıp gitti ve Yeşil, omzunun üzerinden bana baktı. Gözleri... bomboştu. Ne bir ıslaklık ne bir duygu kırıntısı vardı içinde. Nasıl bu kadar soğukkanlı olabilirdi? Beni deliliğin eşiğine sürüklüyordu; onun gibi olmayı hiç başaramamıştım, belki de başarmalıydım. Zenon Mahkemesi'ndeki duruşmada, ifadelerimiz dikkatle alındı. Her kelime, davanın seyrini etkileyecek kadar önemliydi. Salonda yoğun bir dikkat ve sessizlik hakimdi.
Uzun boylu Max, “Bu Cinsiyetsizler, Sinek Çiftçilerinin hepsine saldırdılar,” dedi ve üzerime doğru yürümeye yeltendi. Eşi Katrina, karnındaki çıkıntıya elini koyarak, “Sakin ol, Max,” diye onu durdurdu. Katrina hamileydi.
Max’e imrenerek baktım; yakında baba olacaktı, oysa biz, Cinsiyetsizler, asla bu duyguyu tadamayacaktık. İç geçirip düşüncelerime dalmışken, hâkim tokmağını kürsüye sertçe indirdi. Tak! Tak! Tak! “Sessizlik!” diye bağırdı Karo Hâkimi ve kaşlarını çatarak uyardı: “Eğer bir kez daha şiddete yönelirseniz, Max, sizi dışarı atmak zorunda kalırım.”
“Peki, efendim,” dedi Max, geri çekilirken. Tam o anda, duyduğum öfkeyi bastıramadım ve “Bu büyük bir iftira!” diye çıkıştım. Yeşil benden önce davranıp sesini yükseltti: “İftira!”
Max, sol kaşını kaldırarak, “İftira falan değil, tüm Sinek halkı şahit; siz iki Cinsiyetsiz üzerimize saldırdınız,” dedi. Bunun üzerine duruşmadaki Sinek halkı hep bir ağızdan, “Evet, onlar saldırdı! Cinsiyetsizler bize saldırdı, cezalarını verin!” diye bağırmaya başladı. “Sessizlik!” diye araya girdi hâkim, tokmağını kürsüye sertçe vurarak.
Yeşil, öfkeyle, “Önce siz Cinsiyetliler saldırdınız! Biz suçsuzuz,” diye çıkıştı. Mahkeme salonunu saran çürük et kokusu midemi bulandırırken ellerimle dizimde tempo tutuyordum; yalnızca bu şekilde rahatlayabiliyordum. Bir an duraksayıp sağ bacağımı işaret ederek, “Yeşil doğru söylüyor. Bu insanlar bize zarar verdi,” dedim Karo Hakim'ine. Yakasında piramit şekli olan siyah cüppesiyle oturan hâkim, hasarlı bacağımı görmek istedi. Ayağa kalktığım anda Yeşil, hızla eğilip ayağımdaki çaputu çözdü.
Sağ bacağımda ne bir kan izi ne de bir dikiş kalıntısı vardı; ilk tepkim donup kalmak oldu ve şok dalgası tüm bedenime yayıldı. Sonra düşüncelerim hızlandı, aklımda olasılıkların karmaşası dolanmaya başladı. Derin yarama ne olmuştu? Bu kadar hızlı nasıl iyileşebilirdi? Tahminler birbirini kovalarken en garibi, kendi vücudumun beni böylesine yanıltmış olmasıydı.
Diğer çiftçiler de ifadelerinde bizden şikâyetçi oldular. Yeşil, sessizce kulağıma fısıldadı: “İşte şimdi yandık.” İçimden homurdanıyordum, zira Karo Hâkimi ölüm kararımızı verirse bu, bizim için bir felaket olurdu. Hasır bir iple idam edilmek, aklımın ucundan bile geçmeyen bir sondu.
Arka sırada oturan annem ve Lee anne mahkemenin gidişatını sessizce izliyorlardı. Babam ise sağ kolu, sağ bacağı ve çenesi kırık bir halde, hareketsizce bir odun gibi sandalyeye çakılmış gibiydi; hiçbir şeye müdahale edemiyordu. Üç tokmak sesi yankılandı, salon bir anda hareketlenip herkes ayağa kalktı; ben ve Yeşil, zaten ayakta olduğumuz için sessizce durmaya devam ettik. Zihnimde heyecan ve korku savaşıyordu; kısa sürede korku galip geldi ve tüm bedenimi ele geçirdi.
Hâkim, yüzünde açık bir tiksinti ifadesiyle bize baktı ve mahkeme kararını açıklarken sesinde bir tür küçümseme vardı: Sinek Kasabası’nın huzurunu bozmak ve Sinek halkının canına kastetmek suçlarından sınır dışı edildik. Annem, gözyaşları içinde kanun karşısında, bizi bir daha kasabaya sokmamak için yemin etti.
Max, bir zafer kazanmış komutan edasıyla sırıtıyordu; gözleri bizden çok, gururla kendisini izleyen Sinek halkına dönüktü. Katrina ise yere bakarak bizi süzdü; yüzündeki mahcubiyet ifadesi bana birkaç saniyelik bir huzur gibi geldi. Gözlerimizi kilitledik, ama ne onun mahcubiyetini dindirebildim ne de kendi öfkemi. Birkaç an sonra sessizce mahkeme salonunu terk ettim, Katrina’nın bakışlarının sırtımda bıraktığı ağırlığı hissederek.
Dışarı çıkmanın başıma nasıl bir bela açabileceğini o hiç düşünmemiştim. Annem, ince bir sessizliğin ardından hıçkırıklara boğuldu; yolu zar zor yürüyebiliyordu. Babam ise konuşamayacak kadar kırılmıştı, yalnızca acılı bedenini sürükleyerek bize yetişmeye çalışıyordu.
Sinek Kasabası’nın tozlu yollarında ilerlerken Max’in kahkahaları kulağımda yankılanıyor, annemin gözyaşları omuzlarıma birer taş gibi çöküyordu. Cadde ortasında durduk, Lee anne bana sarıldı ve kokumu içine çekti; işte tam o sırada, Lee anneyi bir daha göremeyeceğimi anladım. Bu sondu. Gerçek ve acı dolu bir son...
Yeşil ve Lee anne sarıldılar, Yeşil soğukkanlılığını koruyarak Lee anneye mesafeli davranıyordu; ardından Lee anne, “Götür onları Elsa.” dedi. Annem derin derin düşünüyordu, Lee anne hasta bir sesle, “Onları ait oldukları yere götürme vakti.” Dedi. Annem yüzümüze baktı, biz de tıpkı yaramaz çocuklar gibi kafamızı yere indirip çamurlu toprağı incelerken, ait olduğumuz bir yer olup olmadığını düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.
“Hangi dünya bizi kabul eder? Hiçbir dünya bizi bünyesinde barındıramaz.” Annem soluk ve mor renkli yüzüyle bize bakarken, Lee anne babamı da alıp, uzaklaştı. Babamla vedalaşmayı gerekli bulmuyor, o gittikten sonra kendimi mavi bir kuş gibi özgür hissediyordum. Annem “Beni takip edin” dedi, tıpkı babam gibi emretti ve babamın yokluğunu hissettirmiyordu.
Tüm hücrelerim şaşkına dönerken, Sinek Kasabasından uzaklaşacak olmam gerçeği zihnimi tırmaladı ve yol boyunca etrafındaki insanlarla göz göze gelmekten kaçındım. Yeşil'in yüzüne bakmayı dahi lüzumlu görmeyip nefes alışveriş sesime odaklandım ve annemi takip edip beş katlı oval binaya doğru ilerledik.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |