@monroeselle_
|
Onunla dünyaya hükmetmek, asıl gideceğin yoldan hızla saparak bambaşka bir yolda ilerlemeyi göze almak gibiydi. Saptığın yolun seni ölüme çağırışına seve seve gitmek, sana orada uğrayacak tehlikelere eşlik etmek gibiydi. Hiç bilmediğin denizlerde hırçın dalgalarla boğuşmak gibiydi, sana asla yaramayacağını bildiğin kadehleri dudaklarının arasından asla ayırmamak gibiydi. Korkunçtu, aynı zamanda kollarını istemsizce uzatabileceğin kadar büyüleyiciydi. Cecilia kendisini görmekte zorlanan o gözlere etkilenmiş bir kadının tüm açıklığını göstermişti. Parmaklarını dudağının alt köşesine yerleştirdi, iç sesinden hayal kırıklıklarının melodisini duyar olmuştu. Söylediği her şeyin kendisini manipüle etmenin bir parçası, yalan dolan olduğu apaçık ortadaydı. "Keşke söylediğin o beş kelime doğru olabilseydi, keşke gözlerimi kapatmadan önce o yalancı ışığı görmeme gibi bir imkanım olabilseydi." diye geçirdi içinden. Zar zor yutkundu. Ardından bakışlarını Muzan'ın gözlerinin dolandığı tarafa, buraya getirilen iblise doğru götürdü. Yara bere içindeki çehresi epey sinirliydi. Cecilia onun bağırışlarından ne dediğini anlayamasa da, söylediklerinin iblis lorduna edilen türlü lanetler olduğunu düşünmeden edemiyordu. Muzan parmaklarını birbiriyle birleştirerek dirseklerini masaya dayadı. Çenesi birleştirdiği parmaklarının üzerindeydi. Alnının köşelerine düşen saç telleri bir gece kadar karanlıktı. Gözlerindeki o kızıl ışıltı bir canavarın uyanışı kadar cezbediciydi. Başlattığı bu manzara için kendisinden bir cevap bekleyen Cecilia için araladı dudaklarını. "Eskiden himayemde olan bir zavallının öğrencisiydi. O zavallı yüzyıllar öncesinde bana ihanet etmişti. Ancak unuttuğu bir şey vardı, bana ihanet edenler yaşayamazdı. Kaçacak ne kadar delik ararlarsa arasınlar, en sonunda avuçlarımda olurlardı." "Bana ihanet etmenin bedelini canıyla ödedi," İblisin acı içindeki bağırışlarından sıkıldığını göstermekten çekinmedi. Sanki domino taşlarını devirircesine önündeki kaseleri kırıp dökmeye başladı. "Fakat iki zavallıyı aynı yere gönderecek kadar düşünceli değildim." Kırıp dökmesiyle sabrının taştığını anlayan iki iblisten biri beline takılmış, sıra sıra dizilmiş şırıngalardan birini elleriyle kavradı. Ne olduğu belli olmayan bir ilaçla doldurulmuş şırınga iğnesinin ucunu kollarından tuttuğu, acı acı bağıran iblisin ensesine batırdı. İlacın hepsini enjekte ettiğinde, çok geçmeden iblis bağırmayı unutacak kadar kendinden geçmiş, yere yığılmıştı. Tüm bu duydukları ve gördüklerinin karşısında Cecilia dudaklarını dahi kımıldatamadı. Tüm kontrolün Muzan'ın ellerinde olduğunu, onun yalnızca tek bir işaret vermesiyle burada kıyametlerin en muazzamının yaşanabileceği zihnine kazınmıştı. Burası acı bir cehennemdi, ve buradaki görünmez ateş parçalarına karşı tamamıyla savunmasızdı. Lakin onun bu kusur sayılabilecek alışkanlıklarını da seviyordu; soğuk kalbini yöneten acımasızlığını, kibrini, gördüğü her faniye fısıldadığı korkuyu seviyordu. Yaptıklarından dolayı ona kırgınlık ve üzüntü duyuyordu elbet, ama tüm günahları simgelediği zerrelerine hiçbir iğrenti duymamıştı. Gürültü kesildiği anda masadaki yemek kaselerini parçalara ayırmayı, cam kırıklarını etrafa dökmeyi bıraktı. Parmakları henüz dokunmadığı kadehine yöneldi. "Ne diyorsun Cecilia, onu tamamen sana hizmet edecek bir kukla olarak istemez misin?" Genç kız elmacık kemiklerinin usulca kızardığını hissetti. Kibutsuji ona ikinci bir hediye veriyordu, üstelik renkli kâğıtlarla sarılmış sıradan hediyelerden değildi bu. Bir iblis, bir hizmetkâr hediye ediyordu. Düz bir çizgide takılı kalan dudakları yukarı kıvrılmaya başlamıştı. "Bunu zevkle kabul ederim." "Bir keresinde kadeh kaldırmaktan bahsetmiştin." Parmaklarının arasındaki kadehi göğe kaldırdı. O cezbedici, o sıcak ve soğuğun birbiriyle karıştığı göz bebeklerin sahibi bakışlarını Cecilia'dan ayırmadı. "Neden istediğini yerine getirmiyoruz?" Kendisi için kadeh kaldırmış iblis lorduna acıyla baktı, kalp atışları hiç durmadan, saatlerce aynı melodide çalınan piyano tuşlarının artık farklı bir besteye geçişi gibi hızlanıyordu. Muzan'ın bu davranışlarının, şu zaman dilimi esnasında yaptığı her şeyin bir yalandan ibaret olması ne acıydı. Cecilia onun tarafından hep sevilmenin hayalini kurmuştu, her uykuya daldığında onun tarafından değerli hissedilmenin verdiği hissi rüyalarına sığdırmaya çalışmıştı. Böylesine güzel bir anda kendini hiç olmadığı kadar değerli hissetmeliydi. Gülümsemeye çalışmalıydı, kendini bu tatlı yalana inandırmalıydı. Tabağının köşesinde duran kendi kadehini elinin arasına aldı. Hayran bakışlarını gözler önüne sererek o da göğe kaldırdı, biraz öncesinde acısını dizginlemeye çalışarak seyrettiği kadehin yanına götürdü. "Şerefe." Kadehler birbiriyle tokuştu. Cecilia'nın zihnindeki sular girdaba dönüştü, dönüp duran su akıntıları ruhuna bir sızı gibi yerleşti. Karşısında, sızılarına merhem olan aynı zamanda yüreğine serpilmiş bir zehirdi. "Bu bana söylediğiniz en güzel yalanlardan bir tanesiydi, Bay Kibutsuji."
♚
"Merhaba." Elleriyle tutmakta olduğu tepsiyle birkaç adım attı. Bakışlarını kendisine hediye edilen iblise çevirdi. Kollarını dizlerine sararak oturan iblise karşı dudaklarındaki gülümsemeyi genişletmeye çalıştı. "Umarım iyi uyumuşsundur." Yushiro odaya giren genç kıza kaşlarını çatarak, ani bir öfkeyle yanan açık lavanta rengindeki gözlerini dikti. Tırnaklarını avuçlarına batırdı, bu kalenin sahibinden de, burada yaşayan herkesten de nefret ediyordu. Tamayo Hanım öldürülmüştü ve o hiçbir şey yapamamıştı. Günlerdir bu suçluluk duygusuyla daha ne kadar yaşayabileceğini sorguluyordu. Tek istediği onunla sakin bir hayat yaşamaktı, şimdiyse yaşadığı hayal kırıklıklarıyla onun ölümüne neden olanların çehrelerini görmek Yushiro'yu öfkelendirmeye yetiyordu. Ama Cecilia'nın suretine her baktığında içinde filizlenen kin ve nefret tohumları kayboluyordu. O gözünde hep masum ve iyi görünüyordu. Göz bebeklerine yansıyan izlenimleri ne kadar değiştirmeye çalışırsa çalışsın, değişen hiçbir şey yoktu. Yüzünün ovalliği, ince çizgileri fevkaladeydi. Bir süt kadar bembeyaz teniyle, uzun kahve saçlarıyla ve yemyeşil bir denizi andıran gözleriyle bir Tanrıçaya benziyordu. İç sesiyle kirli bir su kadar bulanık zihninin ona verdiği benzetmelere lanetler etti. Nasıl kendi gözleri onu övebiliyordu, nasıl kendine böyle bir ihaneti yapabiliyorlardı? Bedeninin her bir köşesine düşen mayın tarlalarıyla dişlerini sıktı. Cecilia'dan daha fazla nefret etti. Tepsiyi yere koydu Cecilia, Yushiro'nun karşısına oturdu. Sevecenlikle içi insan kanıyla doldurulmuş kaseyi iblise uzattı. "Birbirimizi anlayamıyor olsak da, bir şekilde yaşamını devam ettirmene yardımcı olmalıyım." Uzatılan kaseyi elinin tersiyle sertçe itti. Kase hızla zemine düştüğünde kırılıvermişti. Dökülen parçalarla birlikte kızıllıklar da zemine yayılmıştı. Cecilia bakışlarını parça parça olmuş cam kırıklıklarına götürdüğünde, gözleri şaşkınlık ve üzüntü arasındaki ince çizgide dolanmaya başlamıştı. "Uzak dur, benden uzak dur cadı!" Genç kız, iblisin dilinden hiçbir şey anlayamıyorsa da, öfkeyle bağırışlarından kendisini kovmaya çalıştığını idrak etmişti. Üzüntüsünü göstermemeye çalışarak başını öne eğdi. Yere dağılan porselen kırıklarını ellerini kesmeden, özenli bir şekilde toplamaya koyuldu. Yushiro'nun, kendisini iyi karşılamayacağını tahmin etmişti elbet. Değer verdiği, belki de kendini adadığı biri öldürülmüştü. Kızgındı, yapayalnızdı ve hüzün doluydu. Onun yaşadıklarını kim yaşasa aynısını yapardı, ancak bu davranışına istemsizce kırılmıştı. Kırıkların hepsini tepsinin içine koyduktan sonra incelikle, sanki o söylemlerinden ne demek istediğini anlıyormuş gibi mırıldandı. "Zor günler geçirdiğini biliyorum, ama öfkeni yemekten çıkarmamalısın." Ardından tepsiyi kenarlarından sıkıca kavrayarak yerden kalktı. Adımlarını hızlandırırken, başını iki yana sallayarak sevecen, tatlı bir sesle sesleniverdi. "Yarın tekrar yemek vermek için gelirim." Uzunca lakin kimseyi rahatsız etmekten kaçınacak kadar narin adımlarla odasına girdi. Cam kırıklarıyla dolu tepsiyi yer masasının üstüne bıraktı. Göğüs kafesini saran, soluk alıp verdikçe acıyan keder zincirlerini kırarak etrafına göz gezdirdi. Sarındığı yorgan gittikçe üzerinden düşerek uyuyan hizmetkâra yaklaştı, sessizce yorganı omuzlarına kadar örttü. Parmak uçlarıyla sürgülü kapıyı araladı. Yorgun gözlerle henüz yaklaşık kaç katlı olduğunu çözemediği kalenin dışına, bahçeye baktı. Buz gibi esen yel ağaçların dallarında geziniyor, tonlarca yaprağı sallanıyordu. Cecilia'ya kar soğuğunu hatırlatan rüzgâr yanaklarını, tenini okşadı. Toplu saçlarından sıyrılan tutamlar hareket ediyordu. Dudaklarını şimdiden donduran yeller, kendisine her tekrar çarpışında kollarının kaybolduğu beyaz dantel kumaş ileri geri gidiyordu. Rüzgâr çehresini her okşayışında bedeninin ince hatlarına hafifçe bir titreme geliyordu, ancak bahçe kapısını bir an bile kapatmayı düşünmedi. Gecenin karanlığı, yıldızları, manzarası eşsizdi. Yüzünü tarayan dolunayın ışığını hissettiğinde tebessüm etti. Dolunayın hiç sönmeyecekmişçesine yanan ışığı o geceyi hatırlatmıştı ona, aklına ruhunu serbest bırakmayı ölesiye istediği gün gelmişti. O zamandan şimdiki zamana kadar ne çok olay yaşamıştı, belki de geçmişte olanlar, olay diye düşündüğü kesitler yalnızca bir başlangıçtı. Kulakların ucuna sızan fısıltılarla başını arkaya çevirdi. Aniden göğüs kafesine doluşan kuşkularla irislerini odasının giriş kapısına dikti. Duvar kâğıdına yansıyan iki gölgeyi görmesiyle bahçeyi açan kapıyı yavaş yavaş kapatıverdi. Neredeyse kısa ve küçük adımlarla kapıya, gölgelere yaklaştı. Gelenlerin kim olduğunu, orada ne yapmayı sürdürdüklerini anlamaya çalıştı. "Uzatma da, aç kapıyı. Prensese vermem gereken bir hediye var." "Daha onu görmeden lakap mı taktın?" "Seni kıt kafalı! Bu bir lakap değil, bu Lort Muzan'ın kadınına en içten sevgilerimi gösterdiğim bir saygı sözcüğüdür!" "Aman aman!" Kulak kesildiği kapının arkasından duyulan ses tonları yabancı gelmişti kendisine. Oysa bu iki yabacının söyleyişlerinden tek bir kelime anlamasının da imkanı yoktu, ister istemez kaşları çatıldı. Usulca avuçlarını beyaz eteklerinden çekip kollarını birbirine kenetledi. Soluk alıp verdi tekrar; sakin olmalıydı, doğduğu köşkteki cehennem hayatını atlatmıştı, bundan sonra her şey iyi olacaktı. Ve en sonunda beklenen an geldi, kapı açıldı. İçeriye gözlerinin daha önce görmediği silüetler girdi. Görünüşlerine hayret edercesine baktı. Cecilia bir şeyler söylemek için kan kırmızısı dudaklarını aralamaya çalıştıysa da, sıcak ellerini hızla tutan ellerle beraber afalladı. "Buraya daha önce gelmem gerekirdi, tapınağımda biriktirdiğim kadınlar bunun yanında birer hiç kalır." Cecilia sesin geldiği tarafa, tam karşısına, ellerini tutan iblise büsbütün açılan gözlerini dikti. Dediklerini anlayabiliyordu. En başta genç adamın gözleri dikkatini çekti, irisleri tek bir renk tonuna sahip değildi. Yağmur sonrası gökte, bulutların arasında beliren gökkuşağı gibiydiler. "Ellerinizden öperim, ellerinizden!" Genç kızın sol elini dudaklarına yaklaştırarak bir buse kondurdu. Cecilia'nın yanakları pembeleşmiş, sabit kalan adımları gerilemeye başlamıştı. "Kendimi, yeni öğretmenini sana takdim ederim. Bana Doma diye seslen. Bay veya Bayım değil. Yalnızca Doma de, tamam mı?" Genç kız utançla öpücükler kondurulmuş avuçlarını iblisin ellerinden kurtardı. Az önce ne olup bittiği hakkında şaşkınlığını gizleyememişti. Dudaklarından sırıtış, gülümseme eksik olmayan çehreye bir daha bakmaksızın, kızarıklıklarını saklamaya çalışarak uzaklaşmaya başladı. "Sırnaşmasana, prenses senden korktu." İnsana dair hiçbir benzerliği kalmamış, tıpkı masal kitaplarında yazılmış, sihirli bir lambanın içinden çıkan cinleri anımsatan yaratık Doma'yı azarlamaya başlamıştı. "Lort Muzan bu yaptığını öğrenirse gözlerini tekrar oyar." "Dostum, sen kendi işine bak. Japon kadınlarından o kadar sıkılmıştım ki, o bana bir melek gibi göründü. Gerçekten kanatsız bir melek, sadece kanatları eksik! İlk defa Avrupalı bir kadınla tanışıyorum, heyecandan içimin kıpır kıpır olmamasına imkan yok, beni anlıyor musun?" Gyokko, saman sarısı saçların ve gür kaşların sahibine iğrenti içindeki bakışlarını dikti. Dediklerinden zerre anlamadığını bakışlarıyla belli ediyordu. "Sen iflah olmazsın!" Cecilia iki yabancıdan yeterince uzaklaştıktan, kendini toparladıktan sonra derin bir nefes aldı. Bir nebze geçmiş utancının ardından yanaklarına hücum etmiş kızarıklıkların tamamının dinmesini bekledi. Tedirginlikle sendeleyen ayaklarını bastırmaya çalışarak düşünmeye başladı. Onlarla nasıl anlaşacağını, nasıl uyum sağlayacağını bilmiyordu. O iki iblisin bedenlerinde yatan ruhlar daha önce hiç rastlamadığı türdendi. Fakat bir yol bulmalıydı, en azından denemeliydi. Ses tonunu ayarlayarak dudaklarını tebessüm etmeye zorladı. "Bugün dersim olduğunu bilmiyordum. Sizi böyle karşılamak istemezdim." Cıvıl cıvıl öten kuşların melodisini andıran o tatlı sesi işitmesiyle Doma başını hafifçe yana doğru kaydırdı. Parmaklarını saçlarının arasında gezdirerek karıştırdı, oldukça görgüsüzce davrandığı için affedilmeyi bekleyen birinin yapacağı tavırları takınmaya yönelmişti. "Aslında yarındı, ben merakıma yenik düşüp bugün geldim." Cecilia başını olumlu anlamda salladı, Doma'nın ne tür bir öğretmen olacağı konusunda bir tahmin yürütemiyordu. Onu incelemeye başladığı anda zihni fanusa kapatılmış bir canlı gibi, tüm işlevlerini yitirmişti. "Bana ne öğreteceksiniz?" Altın yelpazesini ardına kadar açarak sahtece yukarı kıvrılan dudaklarını araladı. "Japon dili." Yer masasında toplandılar. Doma ve Gyokko yan yana, Cecilia'ysa onların karşılarında oturuyordu. Doma yanında getirdiği parşömenleri masanın üzerinde açmaya koyuldu. Parşömenlerin ikisini açtıktan sonra bir an duraksadı. Açılan parşömen kâğıtlarının içinde yoğun mürekkep kokusuyla süslenmiş Japon alfabeleri yazılıydı. "Bunları elde etmek için bir sürü insanla sohbet etmek zorunda kaldım. Bazen o kadar tahammül edilemez oluyorlar ki, içlerinde sakin kalmak büyük bir başarı sayılıyor." Duyduklarıyla genç kızın gözleri alaycı bir ifadeyle açıldı. "Bana o şekilde sevgi dolu davrandığınızı görünce insanları sevdiğinizi sanmıştım." Sağ dirseğini masanın üstüne koydu Doma, parmakları elmacık kemiğinin üzerine düşmüş, teker teker hizalanmıştı. "Hayır, hiç de bile... sadece yanımda güzel bir kadın olduğunda fikrim değişiyor." Gülerek, tüm neşesini ortamın sakin havasına armağan edercesine ellerini çırptı. "Ustamın kadın düşkünlüğünden etkilendim." "Öğretmenini izle Cecilia, etkileneceğin daha çok şey var." Yanaklarının kısımlarında hizalanan parmaklar parşömen kâğıtlarında dolaşmaya başladı. Kırmızı parşömende yazılan, oldukça eskimiş harflerle donatılmış alfabeyi işaret etti. "Buradakilere Hiragana," Sonrasında işaret parmağını yeşil parşömene götürdü. "Buradaki alfabeye ise Katakana deniyor. Harflere daha kolay alışman için alt kısımlarına Latince karşılıklarını yazdım. Japonca da üç tane alfabe var, ikisini öğrettikten sonra son alfabeye geçeceğim. " Cecilia parşömen kâğıtlarına odaklandı. İlk kez gördüğü harflere her göz gezdirişinde Japon dilini öğrenmenin hiç de kolay olmadığını, fazlasıyla çabalaması gerektiğini kavrayabiliyordu. İçine henüz hiçbir şey yazılmamış, bembeyaz sayfalar misaline uyan temiz parşömenlere mürekkep fırçasıyla kelimeler yazdı Doma. Kolay ve anlaşılır kelimelerin ardı sıra Latince okunuşlarını da ekledi. Genç kız onun sırayla yazdıklarını onunla birlikte tekrar yazdı. Harfleri doğru yazmaya, Latince karşılıklarını ezberlemeye, kelimelerin okunuşlarını telaffuz etmeye çalıştı. Tekrarladı, tekrarladı ve yine tekrarladı. Kötüyü iyiye götürmeyi başarana kadar tekrarladı. Denemeleriyle vakit geçiyordu. Saliseler saniyelere, saniyeler dakikalara dönüşüyordu. Zaman telafi edilemez bir kavramdı, birkaç dakikanın yerini göz açıp kapayıncaya kadar saatler alıyordu. Ansızın saatin tıkırtıları, durmaksızın ilerleyen akrep ve yelkovan masa başındakilere epey zaman geçtiğini fısıldar olmuştu. Doma mürekkep fırçasını yazmakta olduğu parşömenlerin yanı başına bıraktı. "Burada bırakalım." Ses tonu bitkinliğin ve canlılığın arasında kalmıştı. Masanın biraz kenarında kalan köşede, birbirinin üstüne sırayla dizilmiş ince kitapları gösterircesine dış bölümlerine dokundu. "Birkaç ay sonra Japonca konuşmaya başlayacağına inanıyorum. Telaffuzlarını geliştirmen için masal kitapları getirdim." "Masalları severim, boş zamanlarımda çalışacağım." Yorgun gözleriyle Doma'nın sahtelik içindeki gülümsemelerini, bakışlarını izledi Cecilia. İçten içe onun kendi gibi davranmasını istedi. Kendinden emin bir biçimde hafifçe kıvrılan kan kırmızısı dudaklarındaki gülümseyişi büyüttü. Sanki onu taklit etmek istercesine başını yana doğru, omzuna kadar eğdi. "Biz arkadaş olmalıyız. Ama bana böyle güzel bir armağan vermişken neden içtenlikle gülümsemiyorsunuz?" Söylemlerle Doma'nın kısılan gözleri büsbütün açıldı, gitgide irileşmeye dönmüştü. İstemsizce kaşlarını kaldırdı, âdeta büyüyen göz bebekleriyle kirpikleri de uzuyordu. Bu ona sorulmuş soruların arasında kesinlikle hazırlıklı olmadığı bir soruydu. Bir şey söyleyecek gibi oldu, fakat araladığı dudaklarını kapatması kısa sürdü. Cecilia onun sahte samimiyetinin bozulduğunu, bozulanların ardında bıraktığı şaşkınca bakışları izledi. Kim bilirdi, belki kendisinin bunu fark edeceğini düşünmüyordu ya da kimse onun sahte gülüşlerinde yatan sebebi sormakla ilgilenmemişti. O sırada kollarının arasındaki gümüş vazoyu ipeksi mendille silmeyi, parlatmayı bitirdi Gyokko. İki eliyle özenlice, kırılmaması için dikkatlice tutarak yavaş yavaş Cecilia'nın yanına geldi. "Prenses bunu özel olarak sizin için yaptım." Cecilia ışıl ışıl parlayan, sureti gece yarılarında süzülen Ay parçasını hatırlatan antika vazodan gözlerini ayıramadı. Vazoyu narince, dokunmaktan korkarmış gibi ellerine aldı. Öylesine ürkekçe tutuyordu ki, sanki elleri kirliymiş gibi, sanki her dokunuşunda vazoyu kirletecekmiş gibi ellerinin arasındaydı. Gözlerini hayranlığının etkisiyle yanaklarının belirli kısımlarının tekrar kızarışını önemsemeden Gyokko'ya çevirdi. "Bu... bu muazzam, bunun için çok uğraşmış olmalısın. Minnettarım!" Genç kız gümüş vazoyu fazlasıyla beğendiğini heyecan içindeki ses tonundan göstermişti. Gyokko kendi gözlerine etkilenmiş gözlerini kenetleyen Cecilia'ya karşı kibrini konuşturmaktan çekinmedi. "Hep yaparım. Bu kalenin maddiyatı benim. Vazolarım oldukça değerliler, Lort Muzan vazolarımı satarak çok para kazanıyor." Yorgunca bakan yeşilleri tüm bu sözlerle canlanıvermişti. Büyük bir mutlulukla vazoyu masanın üstüne koydu. Sanata dair her şeyi seviyordu, sanata dair her şeyi görmekten zevk alıyordu. Rengârenk boyalarla dolu kovalara fırçalar batırmak, kil hamurlarını şekillendirmek, orkestra müziğinin temposunu değiştiren batonu yönetmek. Yalnızca eski aile üyelerinin portrelerinde gördüğü, kitaplarda okuduğu sanatın her bir parçası onu büyülemeye yetiyordu. Mutluluğunu gözler önüne sererek tebeşir beyazı elleri kavradı, parmaklarını onun birleşmiş ellerine sıkıca sardı. "Size kıdemlim diyebilir miyim?" Üst Ay 5'in yüzünden okunan sevinç belirtileri genç kızın mutluluğuyla eşdeğerdi. "Elbette, sonunda sanatımı gerçekten anlayan birini buldum. Prenses, siz zevkliymişsiniz." Sürgülü kapının açılma sesleriyle bakışlar Doma'ya çevrildi. Gidiyordu, hiçbir veda etmeden sessizce gidiyordu. Onun bu tavrı dostunu şaşırtmaya, simalardaki sevinç belirtilerinin yerini hayretlerin almasına neden olmuştu. Gyokko arkasından seslenerek dostunun adımlarını takip etmeye koyuldu. "Hey, nereye gidiyorsun? Beni bekle!" Ancak Doma hiçbir duraksama, hiçbir karşılık göstermeden yoluna devam ediyordu. Üst Ay 5 ise onun peşinden gitmeden, kapıyı ardına kadar kapatmadan önce veda etmeyi unutmadı. "Sonra görüşürüz, Prenses." Cecilia nazikçe yukarı kaldırdı elini, ses tonunu cana yakın bir biçimde ayarlayarak iki yana salladı. "Görüşürüz." Tümüyle yalnız kaldığında derin bir iç çekti. Uykusuz kalmış göz çukurlarını bastırdı. Tek bir hamleyle saç tellerini birbirine bağlayan saç çubuğunu başından çıkardı. Dağıttığı kahve saç dalgaları omuzlarından beline doğru zarifçe düştü. Zihnine yayılan karamsarlıklarla oturmayı bırakıp yere uzandı. Gözlerini göğe, sarı ışıklarla aydınlanan tavana dikti. Doma'nın öylece gidişine anlam verememişti, oysa onlara şimdiden uyum sağlayabildiğini düşünmüştü. Belki de o son sözü söyleyerek ileri gitmişti. Belki de yanlış anlaşılmıştı, zira bunu kötü bir niyetle dile getirmemişti. Onun maskesini kendi takındığı maskeye benzetmişti. Onun sahte samimiyetine bakarken zor zamanlarında içten içe ağlamamak için, gözlerinin uçlarından gelen yaşlara direnmek için yaptığı maskeyi görmüştü. Durumu bir gün düzeltmeyi diledi, öğreticileriyle iyi geçinmesi gerekiyordu. Usulca kapattı gözlerini. Yanaklarının köşelerine süzüldü saç tutamları, çehresine sarı ışıklar damladı. Bu yorucu günün ardından kırılgan bedeninin ve yıpranmış ruhunun dinlenmeye ihtiyacı vardı.
"Beni neden görmek istemiyorsun baba?" Cecilia yapmaması gereken bir şey yapmıştı. Babasının peşinden gitmişti, onun çalışma odasına girmişti. Zihni sürekli aynı yönde defalarca dönen bir plak gibiydi, gözleri ıssız duvarlarda, kulakları kafasının içinde çalan hüzün dolu ezgilerde kaybolmuştu. Sonuna kadar açık kapının eşiğine adımlarını hızlandırdığında kendisini bir felaketin beklediğini biliyordu. Ama bir neden istiyordu. Kendisine yapılan bu aşağılamaların, eziyetlerin sebebini bilmek istiyordu. Grandük pencerenin kenarından bahçenin manzarasını seyrediyordu. Bedeninin yarısını dayadığı perdeler sallanıyordu. Altın sarısı saçlarının diplerinde gezinen beyazlıklar vardı. Simasının alçaklığı mahkeme duvarlarını hatırlatıyordu. Hiçbir zaman, hiçbir yerde dudak kıvrımlarında gülümsemenin gölgeleri görülmemişti. Küçük kızının söyleyişlerine kulak asmadı, asık suratında hiçbir ifade belirmedi. Cecilia'yı acı verdiği zamanlar dışında görmezden gelmeye, sesini duymamaya alışmıştı. Öz babası değil miydi o, neden küçük kızına şiddetli fırtınaların en korkuncunu yaşatıyordu, neden Cecilia'ya yaşatılan bu cehennemin kurucusu olmayı seçmişti? Solgun çehresini canlı tutmaya, üzüntüsünü dışarı vurmamaya çalıştı. Avuçlarını gözleriyle aynı tona sahip yeşil eteklerine sıkıca sardı. "Beni hiç mi sevmiyorsun?" Göz ucuyla Cecilia'nın neredeyse ağlamaklı gözlerine baktı. Ona her baktığında gözlerinin önüne Veronica geliyordu. Onu hatırlatan her manzaradan nefret ediyordu. İç sesiyle olabilecek her şeye, içinde bulunduğu duruma lanetler savurdu, kaşları çatıldı. Parmaklarıyla sıkıca kavramakta olduğu cam bardağı hızla küçük kız çocuğuna fırlattı. Cam bardak Cecilia'nın hemen yanındaki köşeye kadar gitti. Duvara saplandığında korkuyla gözlerini kapattı Cecilia, yayılan cam kırıklarının göz bebeklerine değmesine izin vermedi. Çığlıklar atmak istedi, ancak dudaklarından yaşadığı anı anlatabilecek herhangi bir ses çıkmadı. Kırılışlarla işlemeli elbisesi votka damlalarıyla lekelendi. "Günah tohumu." Babasının, Grandükün ona günah tohumu diye seslenişiyle gözlerini açtı. Boğazında, o yutkundukça acıtan bir yumru hissetti. Canı yanıyordu, sanki kalbinin orta yerlerinde delikler açılmıştı. Açılan ruhsal yaraları iyileşmiyordu, soluk alıp verdikçe dikişleri kopuyor, hareket ettikçe daha çok kanıyorlardı. Korkuyla etrafına bakındı, sevgiye aç gözlerini babasına çevirdi. "Doğmamalıydın, bu dünyaya asla gelmemeliydin." Küçük kız umutsuzca çehresini elleriyle kapattı. Grandükün son sözleri kulaklarında acıyla yankılandı. Sevilmemişti, hiç kimse ona değer vermemişti. Oysa her sevgiye, karşılıksız olarak sevilmeye her küçük çocuğun olduğu gibi onun da ihtiyacı vardı. Herkese kucak açmaya, kalbini güzelliklerle beslemeye onun da ihtiyacı vardı. Sevgi duygusunu bir kez olsun hissetmeyi her şeyden fazla yeğlemişti. Kulaklarını çınlatan, kalbinin hıçkırıklarını ve ağlayışlarını daha yakından hissetmesine yardımcı olan o tiz sese cevap verdi; doğmamalıydım, doğmamalıydım. Hafifçe aşağı doğru kıvrıldı dudakları. Alnına dökülen saç tutamlarını kulaklarının arkasına itti. Gözlerine taç yaprakları misali dökülen fezanın karanlığını yeni yeni idrak etmeye başladı. Sarı ışıklar sönmüştü. Derin derin nefesler aldı, kendine gelmeye çalıştı. Kötü bir düşten, geçmişte yaşadığı sonsuz kaoslardan böylesine etkilenecek kadar zayıf olmamalıydı. Soğuk rüzgâr tenine usul usul değmeye başladığında rahatlamıştı. Yüzüne karışan serin, tazecik yeller bir ninni kadar yatıştırıcıydı. Hışırdayan yaprakları, ağaçları dinledi. Şüpheyle araladı gözlerini, ani bir hareketle ayağa kalktı. Rüzgâr farklı yönde esiyordu. Bahçe kapısından gelen adım seslerini işitmişti, o yaklaştıkça adımlar kulaklarında belirginleşiyordu. Davetsiz bir misafiri vardı. |
0% |