@naciyealtindas
|
Artık ayakkabılarım parça parça. Yürüyor, yürüyor, hep yürüyorum. Oysa ben Gazze’de evimdeydim. Annem, babam, ablam, ağabeyim, kardeşim hep birlikte bahçede yemek yiyorduk. Biz çocuklar yemek yerdik, oyunlar oynardık. Ben Ömer beş yaşımdayım. Neden artık evimiz yok, bilmiyorum. Kimsenin yok. Hepsi taşa dönüştü, toprakla karıştı. Çok gürültü var. Kulaklarım, kafam zonkluyor. Bazı evler yanıyor. İçinde anneler var, çocuklar var. Sonra ‘bunlar gerçek değil ki’ diyorum. Ağabeylerimin izlediği filmlere benzetiyorum. Bana izletmiyorlardı ama ben hep kapı arasından gizli gizli bakıyordum. Sonra da ellerimle gözlerimi kapatıyordum. Birisi sürükleyerek beni götürüyor. Kim bilmiyorum. Nedense ağlamıyorum da. Bu kadın annem değil ama bana güven veriyor sanki. Sımsıkı tutuyorum eteğini. Beni çekiştire çekiştire koşturuyor. Artık ayaklarım çok yoruldu ve kanamaya başladı. Kucağındaki bebek ağlıyordu. Uzun zamandır elinde olan boş su şişesini yere attı. Örtü ile bebeği sırtına sardı. Beni aldı kucağına, bebek halen ağlıyordu. İyiden iyiye hızlanmıştık. Yine gürültülü sesler yaklaşmaya başlamıştı. Hemen bir yıkıntının kuytu yerine girdik. Beni de yanındaki bir kuytuya yerleştirdi ve ‘buradan çıkma’ dedi. Sırtındaki bebeği kucağına alıp bir göğsünü emzirmeye başladı. Bebek sustu, uyudu. Ben de çok açtım ve çok susamıştım. Bebeği olduğu yere yatırdı, gelip beni aldı. Göğsüne bastırdı ve ‘Bu göğsüm de senin olsun. Biri onun, biri senin.’ Dedi. ‘Allah senin rızkını da verir.’ Dedi. Önce kafamı çevirdim, nasıl bir şey bilmiyordum. ‘Hadi korkma, açlığın gidecek. Biraz da olsa doyacaksın.’ Dedi. Çok güzeldi. Aylardır yollarda, çöplerde ne bulursam onu yiyordum. Bu onlar gibi kötü kokmuyordu. Acı da değildi. Orada biraz uyuduk. Sonra beni sırtına sardı, küçük bebeğini de kucağına aldı. Ve yine koşturmaca koyulduk yola. Ama ortada yol falan yoktu. Yıkıntıların arasından geçmeye çalışarak yürüyorduk. Nereye gidiyorduk ben bilmiyordum. Yıkıntılar içinde bazen bir el bazen bir kol görüyorduk. Bir ara ayakkabı gördük. Alıp bana, arkaya, verdi. Sonra ileride bir ayakkabı daha bulduk. Onu da bana verdi. Çok sıcaktı. Tekrar yıkıntıların gölgelerine saklandık. Ayakkabıları ayağıma geçirdim. Oralarda su aradık ama bulamadık. Çok da terlemiştik. Bazen gizliden terimi yalıyordum. Ama hiç de güzel değildi. Tuzlu ve ekşiydi. Tekrar bebeği emzirdi ama bebek halen ağlıyordu. Onu bacağına yatırıp sallamaya başladı. Beni de öbür göğsüyle emzirdi. Hiç de doymamıştım. Süt de çok az azdı. O da yok olmuştu. Göz yaşları yüzüme yağmur damlası gibi inmeye başladı. Dudaklarımın kenarından ağzıma sızıyordu. Bunlar da tuzluydu. Sonra beni yanına oturttu. ‘Şimdi gel seninle oyun oynayalım.’ Dedi. ‘Sen ağabey ol bebek de senin kardeşin. Sen ona oynadığın oyunları anlat olur mu?’. Dedi. ‘Tamam.’ dedim. Ben şimdi geleceğim.’ dedi ve gitti. Arkadaşlarımla oynadığım saklambaç oyununu anlatmaya başladım. 1,2,3,4,5. Bebek sustu, uyudu. Ben bekledim bekledim bekledim ama gelmedi. Etrafıma baktım ama kimseler yoktu. Sonra yerde bulduğum düzgün bir taş vardı onu aldım. Bebeği yanıma yatırdım. Birdir bir oynamaya başladım. Sonra oturdum. Karşıda hedef yapıp küçük taşları ona atmaya başladım. Bir ses ‘Buldum, buldum.’ Diyerek geldi. Elinde kuru ekmekler bir de küçük bir teneke parçası vardı. Tenekeyi taşla kırıp açtı. İçinden nohut taneleri çıktı. Tadı çok güzeldi. Beraber yedik. Ekmek çok kuruydu. Ağzımızda ıslatıp ıslatıp yedik biraz. O gece orada uyuduk. Gürültülü sesler uzaktan gelmeye devam etti hep. Gün ağardığında yanımıza bir küçük kuş gelmişti. Ekmek kırıntılarını yiyordu. Çok güzeldi. Uzun zamandır böyle güzel bir şey görmemiştim. Adını Melek koydum. Uçamıyordu, galiba kanadı kırıktı. Neden kırılmıştı, bilmiyordum. Onu elime aldım ve yola koyulduk. Artık hızlı yürümüyorduk. Yine çok yorulmuştum. Bir ara düşecektim ki o sıra eteğinden daha sıkı tutundum. Bebekle annesi yanımda düştü. Sonra ben de düştüm. Elimdeki kuş da düşmüştü. Bebek hiç ağlamadı bile. Benim kolum ve dizim acımıştı. Bebeğin annesi dizlerine vurmaya başladı. Neden öyle yaptığını anlamadım. Bebeğini öpüp koklayıp duruyordu. Oysaki bebek uyuyordu. Sonra bana döndü ve beni de kucaklayıp öpmeye başladı. Yıkıntılar arasında bulduğu bir kürekle toprak yerde bir çukur açtı. Bebeği oraya sakladı. Başucuna da bir tahta sapladı. ‘Onu sonra gelir alırız.’ dedi. ‘Tamam’ dedim. ‘Biz ona mama almaya gidelim gelelim, o zaman uyanır.’ Dedim. Başını sallayıp elimden sımsıkı tuttu. Hızla oradan uzaklaşmaya başladık. Çok ama çok gürültülü bir ses, bir de uçak sesleri duyduk. Kaçtık kaçtık, bir yıkık binanın altında hiç kımıldamadan bekledik. Bekledik, bekledik, bekledik. İleride yangın başladı. Gecenin karanlığında görebiliyorduk. Ben dedim ki; ‘Sana bir oyun anlatayım mı?’ o da ‘anlat’ dedi. ‘Annem derdi ki, aç o minik ellerini Allah’a dua et. O seni duyar, ellerinden tutar. Annemde açar ellerimizi dua ederdik şimdi sesinle o oyunu oynayalım mı?’ ‘Ben, anneme, babama, kardeşlerime gitmek istiyorum. Bir de küçük bebeğe mama bulup oradan alıp gelmek.’ O da ‘tabii olur.’ Dedi ‘Hadi açalım ellerimizi.’ Ben oyunu ağlamadan oynuyordum ama o ağlayarak oynuyordu. Dedim ki kendimce, olsun ağlayarak da oynanabilir. Zaten annem de hep ağlayarak oynardı. Sonra kulağıma arkadaşım Muhammed’in sesi geldi. “Ey Ömer, ben Muhammed. Kudüs’teyim. Seninle oynayalım mı?” |
0% |