@nathaliepall
|
Hepinize merhabalar ballarım... Nasılsınız? Umarım iyisinizdir, umarım her şey yolundadır... Cumhuriyetimizin 101. yılı kutlu olsun! Nice uzun yıllara, hep birlikte, barış ve sevgiyle... *** Yazım yanlışlarım olursa şimdiden özür dilerim. OY VE BOL BOL YORUMLARINIZI BEKLİYOR OLACAĞIM. KEYİFLİ OKUMALAR, UMARIM BEĞENECEĞİNİZ BİR BÖLÜM OLUR... ───˚ʚ-☆-ɞ˚─── Yukarıya çıkan Alperen kapıyı çaldı. Kapıyı açan Ege karşısındaki Alperen'i görmekten öte suratı dağılmış bir adamı görünce şaşırdı. "Buyur?" Kapının kenarına yasladığı kolu ve çatık kaşlarıyla Alperen'e baktı. "Ben Ahsen savcının korumasıyım, Alperen... Savcım buraya getirdi." Ne diyeceğini bilemedi, buraya gelmeye pek de niyeti yoktu. Nasıl konuşması gerektiğini ya da durumunu nasıl anlatacağını kestiremedi. "Dide'ye bir şey mi oldu?" Ege'nin az önceki sert ifadesinin aksine geçmişte hissettiği duyguları yeniden yaşıyor gibi endişeliydi. Çatık kaşları saniyeler içinde gevşedi, alnında boncuk boncuk terler oluşurken Alperen'e olan ciddi bakışları sürdü. "Cevap versene oğlum bir şey mi oldu? Tek seferde söyle, haydi da!" "Yok o getirdi beni zaten, bu halim kişisel bir sebepten dolayı. Savcım iyi, bir şeyi yok." Alperen hala kapıda beklerken ayakta durmakta zorlanıyordu. Ege hala kapıda dikilip içeriye bile davet etmemiş ve etmeyi düşünmezken Ege'nin arkasında beliren Azra kapıya yanaştı. "Gel Alperen." Azra, Alperen'i içeriye davet edince Ege'nin anlamsız bakışları Azra'ya döndü. "Dide bana yazdı, eve al dedi." Ege bu yanıta karşı hala aynı ifadesini koruyordu. "Ege kenara geçsene." Azra, kolundan tutup Ege'yi kenara çekti. Alperen çekingen bir şekilde içeriye geçti, girmek, burada kalmak istemiyordu ama Ahsen'in netliğini duymuştu. Buradan çıkarsa Ahsen'in onu bulduğunda yapacağı şeyler burada kalmaktan daha kötü bir sonuç olacağı için eve girmişti. "Savcın nerede?" diyen Ege'ye baktı. Memnun olmadığı belliydi. "İşim var dedi, bilgi vermedi." Alperen, Ahsen'in sözünü dinlemeye karar vermişti. Evdeki adamın suyuna gitmeye çalıştı. Efendi gibi oturmaya çalıştı. "Senin işin ne?" Cevabı biliyordu Ege, az önce koruması olduğunu söyleyen Alperen'e 'Senin bu halde, Ahsen dışarıdayken burada ne işin var?' demeye getirmişti. Bir şey diyemedi Alperen. Sessizce oturmaya devam etti, başı yere eğik, kaldırmaya hiç niyeti yoktu. Ahsen'in hayatının başlangıcını yaşıyordu, sesini çıkaramadığı dönemi. "Uğraşma çocukla Ege! Dide alıp getirdiyse bir sebebi vardır." Azra'ydı konuşan. Alperen'e döndü. "Gel sana bir şeyler hazırladım." "Yok ben almayayım. Teşekkür ederim." Başını kaldırmadı bile. Suratı hala yanıyor, canı acıyordu. Hiç bitmek bilmeyen baş ağrısı vardı. Peşini bırakmayan bir baba mesleğinin ardından gelen tehlike de boynuna geçirilmiş bir ip gibiydi. Urgan çok sıkmıyordu, hemen öldürmüyor yavaş yavaş tüketiyordu canını. "Kalkar mısın?" Azra'nın kalbi herkese yumuşaktı. Alperen'in derdini bilmiyordu ama bildiği, şahit olduğu dertlerden yola çıkıyordu. Herkese yardım etmek gibi bir huyu vardı. Alperen'in kalkmayan yüzünde karşı yanına ilerleyip kolundan tutup kaldırdı. Çaresizce kalktı Alperen, Azra'nın onu kaldıracak kadar gücü yoktu ama kalkmasını bildiği yerde Azra'ya yardımcı olarak kalkmıştı. Azra'yı takip etti, mutfağa girdiği an onun için hazırlanmış bir masa vardı. "Otur hadi. Ege'ye bakma sen, konu Dide olunca biraz fazla korumacı oluyor." Masaya oturdu Alperen. İştahı yoktu, dudaklarındaki yaralarla bir şeyler yemek zordu. Başında bir şeyler yemesini bekleyen Azra'ya hafifçe başını kaldırarak baktı. Azra, Alperen'in bir lokma almasını bekliyordu. Alperen'in utangaçça eli çatala uzandı, önündeki tabağa uzandı. Zorlansa da bir şeyleri ağzına atmayı başarmıştı. İştahı olmayan Alperen'in çatalı tabağın içine gömüldü, ihtiyacı olan tek şey buymuş gibi yemek yemeye devam etti. Dudağındaki acısı hissettiği açlık ile dayanılmayacak gibi değildi. Kısa süre içinde biten yemek ile tabağını alıp tezgaha geçti. Usulca tabağını ve kullandığı ne varsa hepsini temizleyip makineye dizdi. İlk lokmasını gördükten sonra mutfaktan çıkan Azra geri geldi. "Doydun mu?" dedi gülümseyerek. "Elinize sağlık. Doydum, çok güzeldi." Yaralı suratını Azra'ya çevirdi. Minnet duygusu yerli yerindeydi. "Afiyet olsun." Ahsen'e benzetti karşında duran Alperen'i. Mahcubiyet aynıydı, sessizlik aynı, alınan fiziksel yaralarda. Hatta baba isminin karaladığı hayatı bile ama bunu henüz Azra bilmiyordu. Bu eksik detaya rağmen bile Ahsen'e benziyordu. *** Üç pislikten birinin sorgusuydu. İlki buydu. Oturan adamın önüne ilerledi Ahsen, hemen peşinde Sarp vardı. Bu adamın gözleri açık, diğer ikisinin bağlı olacaktı. Sarp'ın yüzünde maskesi vardı ama Ahsen'in yoktu. İki kişinin suratı belliydi odada; Ahsen ve adamın. "Azat ÖTÜK." dedi Ahsen'in sakin sesi. Ahsen sakin konuşunca Sarp daha da sinirlendi. "8 yıldır aranan, Şırnak ve Diyarbakır'da iki yıl arayla yapılan eylemde faaliyet gösteren adam..." Ahsen devam etti. Karşısındaki adamın getirdikleri diğer adamda daha önemli olduğunu biliyordu. Sarp, Ahsen'e yaklaştı. Kulağına eğildi. "Şununla biraz daha sakin konuşursan sorgudan çıkaracağım seni." Ahsen sadece kısa bir an Sarp'a döndü. Az önceki sakin ifadesi Sarp'a dönünce değişti, sert bir ifadeye dönüştü. Sarp yine sinirlendi. "Harun nerede?" dedi adama döndüğü an yine sakince. Patronu gören ve bilen tek kişinin Harun olduğunu biliyordu. Adamdan ses çıkmayınca adama olan sakinlik de yerini öfkeye bıraktı. "Harun diyorum, nerede? Silahları nereye taşıyacaktınız? Nereye yerleştiniz?" Adama biraz daha yaklaşmaya çalıştı Ahsen ama sadece çalıştı. Sarp, Ahsen'i kolundan tutarak adama bir adım bile yaklaşmasını engelledi. Üstüne biraz da kendine çekerek bulunduğu konumdan daha geride, adama daha uzak olacak şekilde tuttu. Adamın bir darbe yemesi gerekiyordu, bunca zamandır yaptığı tüm pisliğe karşı, yaptığı eylemde aldığı onca canın ardından acı çekmesi gerekiyordu. Sarp'ın beklemediği bir şekilde sakin olduğu için hafifçe tuttuğu elinin arasından Ahsen sıyrıldı. Adama yaklaşıp onun bir gün önce uyguladığı şiddet yoluyla adamın suratını masaya sertçe geçirdi. "Cevap versene lan!" Kafasını masadan kaldırdı. "Cevap ver! Bildiğin her şeyi anlat." Adamın acıdan ağlayışını duydu. İçi hiç yanmadı bile. Bu ülke için canını verenler geliyordu aklına sadece, ağlamak neydi diye düşündü. Bu ağlamanın dışında ağlamalar vardı, evlatlarını kaybeden anne babaların, annesini, babasını kaybeden nice çocuğun ağlayışını duydu sadece. Sabah toprağa verilen çiftin ailesinin ağlama sesleri vardı kulağında, o küçücük bebek geldi gözünün önüne. Şimdi farkında olmasa da büyüyünce ağlayacağı sesini işitti Ahsen. Karşısındaki adamın çektiği acı neydi ki? Bir kez daha vurdu adamın kafasını masaya, bir kez daha, bir kez daha... Sakin olmasından şikayetçi olan Sarp şimdi de Ahsen'i sakin olsun diye tuttu. "Yavaş." dedi şaşkın sesi. Ahsen duymuyordu, hala adama bakıyordu, bir kez daha yüksek sesi duyuldu. "Acıyor mu? Daha çok ağlayacak mısın? Çok mu yandı lan canın?" Tamamen soğuk sesi yalnızca karşısındaki adamın değil Sarp'ın da içini titretti. Ahsen'in başka şeyleri düşündüğünü anlamıştı Sarp. "Savcım..." dedi, kızdırmamak için ya da tetiklememek için sakindi sesi. Bakmadı Ahsen. "Ahsen! Dur konuşacak." "Sen değil miydin sakin olma diyen?" Sarp'a da patladı ama biraz daha sakindi. Sadece gözleri gözüken Sarp'a baktı. "Konuşsun sonra istediğini yap söz, karışmayacağım. Biraz ara vermezsen konuşacak bir yanı kalmayacak." Ahsen'i biraz kenara çekti, önüne geçti. Adamın konuşmasını bekledi. Ağlayışlarının ardından konuştu. "Adamlarımız yakalanmaya başlayınca kaçtık." Küçük bir hıçkırık kesti, sonra devam etti. "Önce orayı boşalttık, kalan malları da gün gün boşaltmaya çalıştık." Ahsen önündeki uzun, iri vücuttan adamı göremiyordu. Görmek için yana eğildi. "Silahların çoğu hala onlarda mı yani?" Adam cevap olarak başını salladı. "Nerede toplandınız şimdi?" Adam detay detay bilgileri verdi, arkada izleyen tim yeri araştırdı ama adam yeniden konuştu. "Şimdi bizi de aldınız, yine yer değiştirecekler." Ahsen'den bir alkış koptu. "Sen ne kadar zekisin ya! Biz hiç düşünemiyoruz değil mi?" Adam sustu. "Başka bir bok bildiği yok bunun." Sarp'a söyledi bunu. Konuşmadan sonra Ahsen'e vadettiği şeyi istiyordu. Ahsen tabancasını çıkarttı. Sarp ne yapacağını kestiremediği için gözleri kısık bir şekilde arkasından çıkan Ahsen'e baktı. "Öldürecek misin?" dedi. "Hayır, sadece gördüğü yüzü unutturacağım." Tabancasının kabzasını çevirdi, düşünmeden adamın ense köküne vurdu. "İşi kökünden çözeceksin." Adamın masaya düşüşünü gördü, kafasını kaldıramadı. Derin bir acının üstüne kan da akınca acı katlandı. Hatırlayıp hatırlamayacağı kesin değildi ama beyin açısından hasarsız kalmayacağına emindi Ahsen. Adamın kafasından akan kan bir hiçti ama devletin izin verdiği en uç nokta maalesef böyleydi. Sorgu odasından çıktığında peşinden Sarp da çıktı. İçeriye giren iki asker adamı aldılar. "Diğerlerine de bizimkiler girdiler. Ben gereken raporları albayıma vereceğim, o seninle konuşur." Sarp hala Ahsen'in yanındaydı. Ahsen, Sarp'a cevap vermeden ilerlemeye devam etti. "Buraya da mı geleceksin?" dediğinde durmuştu. "Ne?" Ahsen ellerini yıkamak için lavaboya gidiyordu. Hala peşinden gelen Sarp'ı görünce girmeden durdu. "Lavaboya diyorum. Peşimden gelmesene!" Sarp duvardaki yazıya baktı. "Hee..." dediğinde Ahsen'e geri döndü bakışları. Suratı kızardı ama suratını örten maskesi hala yerli yerindeydi, durumu gizledi. "Eve mi gideceksin?" diye sordu konudan bağımsız. "Nasipse gideceğim. Şimdi beni yalnız bırakır mısın?" İçeriye girdi, beklemeden ellerini yıkadı. Aynadan kendisine baktı. Çenesine döndü bakışları, morluk kalmamıştı, teni normal rengine geri dönmüştü. Alınan yaralar böyleydi, öldürmüyorsa geçerdi hala nefes almaya devam ederdin. Adama verdiği hasarı hatırladı, daha fazlasını hak ettiğini sadece o değil herkes biliyordu. O yaşamaya devam ederken onun aldığı canların hepsi toprağın altında yatmaya devam edecekti. Ailesi onu her gün hatırlayıp, her yılın bir günü diğer günlerin aksine daha da hatırlayacak, gözyaşı dökecekti. Karşısında yansımasına baktı, yaşıyor muydu diye inceledi yüzünü. Her nefes alan yaşar mıydı? Geçmeyen yara da var mıydı? Ya da soyut olarak kanayan bir yara var mıydı? İç yarası, hiç kapanmayan, hala ilk açıldığı gibi can yakan... Yaşamadığının farkındaydı Ahsen. Bu hayatta oyalandığını, gelişinin artık bir anlam ifade etmediğini aynada kendine her baktığında anlıyordu. Bu kara düşüncelerin yeri burası değildi, çıktı. Arabasına ilerlediğinde arabasının yanında çalışan başka siyah bir araba daha vardı, Sarp'tı. Araba karargahtan çıktığında duran araba peşindeydi. Ahsen bu durumu o kadar umursamadı ki sadece önündeki boş yolu görüyordu. Telefon çaldı. "Alo?" Ahsen sesini her zamanki gibi duyurdu abisine. "Abim! Ne yapıyorsun?" Mete de her zamanki gibi Ahsen ile heyecanla konuşuyordu. "Eve gidiyorum abi, yoldayım. Sen ne yapıyorsun?" Ege'nin beklediği, Alperen'in olduğu evi vardı şimdi. Yakında onlarda gidecekti, her zamanki gibi yalnız kalmaya devam edecekti. Bir ev fikri onun için hiç önemli olmamıştı. "Ben de aynı, evdeyim? Alıştın mı?" "Alıştım abi." Ahsen'in hiçbir yeri benimsemediği bu dünyada gittiği yere alışmamak gibi bir durumu olmamıştı. Ama öyleydi ki diğer yerler gibi alıştım da deyip kendini bir yere bağlı hissedemiyordu. Kısa kesti, abisinden ayrı kaldığından itibaren onu endişelendirecek ufak bir bilgi bile konuşulmuyordu. "Ege döndün mü?" Mete yeni bir soru yöneltti. Ahsen'in az konuştuğunu bildiğinden bir soru sormazsa telefonun kısa sürede kapanacağının farkındaydı. "Gitmedi de gider iki güne." Lojmana giden yan yola girmedi, alışveriş yapması gerektiği için düz devam etti. "Abi ben alışveriş yapacağım eve, kapatıyorum tamam mı?" "Tamam beni sonra ara." Bu kadar süreceğini iki taraf da biliyordu. Şu iki gün de Ege'den alacaktı detaylı haberi. Ege olduğundan beri Ege'yi ayrı arayıp Ahsen ile konuştuğundan daha fazla konuşuyordu. *** Meyve seçen Ahsen açılan kapıya döndü. "Sen beni mi takip ediyorsun?" Elleri cebinde rahatça takılan Sarp'a baktı. "Yoo. Sigara almaya geldim." Ahsen'in kaşları havalandı. "Lojmana elli metre bile uzak olmayan bakkal yerine bu markete mi geldin?" Ahsen'in sözü üzerine bocalayan Sarp bu sefer maskesi olmayışından saklayamadı. Karşısında duran Ahsen'e belli etti. "Ben de alışveriş yapacağım." diye çevirdi sözlerini. Amacının sigara ya da bir ihtiyaç olmadığını herkes anlayabilirdi. Bozuntuya vermeden bir poşet alıp az önce Ahsen'in aldığı mandalinalardan aldı. Anlamsızca on kilo aldığı mandalinaya baktı Ahsen. "Çok lazım galiba?" dediğinde Sarp'ın mandalinalardaki elleri durdu. "Çok seviyorum." dedi. Kenarda boş bulduğu bir market arabasının içine attı mandalinaları. Başka meyvelere yöneldi. "Senin alışveriş bu kadar mıydı?" diye sordu. Oldukça nefret dolu bir bakışla başını iki yana sallayan Ahsen derin bir nefesle alışverişine devam etti. Sarp'ın aldığı patateslere baktı, özensiz seçilmişti. "Çoğu çürük o patateslerin." Karışmak istemedi, beyni söylememek için dirense de ağzından çıkıverdi. "Ne?" Patateslere döndü, gerçekten de kötü patateslerin poşette dolu oluşuyla geri döktü hepsini. "Gözlerini kapatarak mı seçiyorsun?" diye söylenen Ahsen'e baktı. Gözlerini kapatmamıştı ama patateslere bakarak almadığını biliyordu. Kendinin de şaşkın olduğu bu durama hayret etti çünkü geldiğinden beri baktığı tek yön Ahsen'in olduğu yöndü. Başını çevirmek istedi, bu isteğine karşı çıkmak ona bakmamak için uğraştı. Çevirdiği kafasıyla gözü döndü bu sefer. Ahsen'in inceleyip bıraktığı, çürük olmadığını bildiği patatesleri koydu poşete. "Ne yapacaksın bu kadar şeyle?" diye sormuş bulundu. Merak ettiği bir şey de vardı. "Tek kişiye çok değil mi?" Bunu da sordu. "Tek değilim ki?" dedi Ahsen. Önüne baktığı için verdiği cevaptan hoşnut olmayan Sarp'ı görmedi. Arabasını alıp ilerledi, Sarp da peşine gitti. "Evli olduğunu bilmiyordum." Konuyu uzatmak istemedi ama merakı daha ağır basıyordu. "Evli değilim zaten." Üç kutu süt daha ekledi arabaya Ahsen. "Nişanlı mısın o zaman?" Morali yerle bir oluyordu. Evli olmayışı durumu daha da meraklandırıcı yaptı. "Ne nişanlısı ya?" Abur cubur yerine girdi. Etrafındaki çikolata standına içi giderken farkında olmadan Sarp'ın sorularına cevap veriyordu. "Ege miydi? Sevgilin o zaman?" Başının ağrıması normal değildi, eli usulca ensesine gitti, sıvazladı. "Yok, arkadaşım." Çikolata seçiyordu. "Şu neymiş?" Eğildi çikolataya, elini sallayıp arasında kaldığı dört seçeneği de alıp attı arabaya, ilerledi. "Arkadaşın mı?" Başının hafifleyen ama kesilmeyen ağrısıyla ilerlemeye devam etti. Ahsen'in seçtiği çikolatalardan birini de kendi arabasına atmayı ihmal etmedi. "Aynen. Ortaokul, lise, üniversite." Etrafına dikkatlice bakmaya devam etti, eksik bir şey var mı diye inceledi her yeri. "Yuh!" Fısıldayarak tepkisini verdi Sarp. "O da burada mı çalışıyor?" diye yeni bir bilgi peşinden koştu. "Yok o bura-. Çok konuşuyorsun yüzbaşı, sana ne diyeceğim de sabahtan beri zaten her şeyi öğrendin." Sonunda durumu fark eden ve durumun dalgınlığıyla Sarp'la garip bir şekilde sakince konuştuğunun farkına varan Ahsen sustu. Kasaya ilerledi. Sıranın önünde Ahsen vardı. Önyargıya sahip adam, kadına bakıyordu. Fikri değişmişti, hala tersti ama önyargıdan değil endişedendi. Kadın bilmiyordu çünkü adamın baktığı kadar bakmıyordu. Adam kadına koruma içgüdüsü ile bakmaya, kadın kendi önüne bakmaya devam etti. Sarp uzun zamandır, ihanetten beri sevgiden yoksundu, körelmiş kalbinin sivrilip ona batışına şahit oluyordu. Farkında olmadan çekmişti ilgisini, beyni ikna olmamak için cebelleşse de kalbi kanmış beynini de kandırmıştı. Ahsen öyle değildi, doğduğu an gördüğü sevgi bile o kadar azdı ki sevgiden yoksun olmasına rağmen bu hissin doruğunu yaşayamamış olması ah etmesine engeldi. Ona gelen sevgi annesinden, abisinden ve arkadaşlarından herkesin aldığından daha azdı. Alışkın değildi, kalbi körelmemişti zaten taştı. Erimeyecek bir buz gibiydi. Sarp ona bakarken hiç Sarp'a bakmayı düşünmemişti bile, başka bir anlamı düşünmek aklının en ücra köşesinde bile yer almıyordu. "Ver bana poşetleri ben taşıyayım." Kendi poşetlerinden ziyade Ahsen'in daha fazla olan poşetlerinden bahsetti. "Gerek yok." Market arabasıyla arabasının dibine kadar gitti, poşetleri taşımaya gerek yoktu. *** "Tamam şimdi araba da yok, ver bari birazını taşıyayım?" Lojmandalardı. Ahsen'in tüm poşetleri taşıması gerçekten imkansızdı. Elini telefonuna attı, minnet duymak isteyeceği son kişi Sarp'tı. Ege'yi çağırmayı planladı. "Arama arkadaşını taşırım ben." Sorduğu soruyu es geçti Sarp. Israrcı bir tavırla çokta poşetleri aldı eline. Bir poşet bile bırakmamıştı Ahsen'e. "Birazını bana ver!" peşinden koşturdu Ahsen. "Devrileceksin be adam!" Devrilmeyeceğini ikisi de biliyordu. Sarp gayet rahat taşıyordu tüm poşetleri. O poşetlerle kapının önüne geldi. "Dur bekle." Ahsen elini çantasına atıp anahtarı çıkarttı, kapıyı açtı. Kapıyı Sarp'a tuttu. "Buyur." "Sağ ol." İçeriye geçti. Bu sefer de asansörün kapısını tutan Ahsen'in yanından geçip yine bindi asansöre. Ahsen önce altıya sonra yediye bastı. "Ne biçim adamsın anlamadım ki?" dedi Ahsen dayanamayıp. "Nasıl yani?" Poşetleri yere bile koymamıştı, son zamanlarda farkında olmadan yaptığı şeyi farkında olarak yaptı ve Ahsen'e baktı. "İyi misin kötü müsün anlamıyorum. Amacın ne çözemiyorum. Sigara için dedin on kilo mandalina aldın, sigara almayı unuttun." Takibin sebebini merak ediyordu, ona olan bakışı görmüştü, bu ilk günkü nefret değildi o yüzden anlamıyordu. "Azaltmaya çalışıyorum zaten, bir şey olmaz." Söylediklerinden sadece bunu cevapladı Sarp. Kendisi de kendisine aynı soruyu sorup duruyordu. Kendine bir cevabı yokken Ahsen'e cevap veremedi. "Değişiksin. Çekilmez değilsin ama yoruyorsun." dedi Ahsen. Altıncı kata geldiklerinde poşetlere uzandı. "Eyvallah." diyen sesiyle poşetleri vermedi, kapıyı ayağıyla ittirip açtığında Ahsen'den önce indi. Farkına vardığı eve yürüdü, tam alt katında olduğunu öğrendiğinde yine rahat bir nefes verdi. "Burası mı evin?" dedi. Uyanan birine 'uyandın mı?' demek gibi saçma bir soruydu ama Ahsen sakince başını sallayarak onayladı. "Teşekkür ederim." dedi poşetler için. Kapıyı açtığı an kapıya gelen Ege'yi gördü. "Hoş geldin." Sarp, Ege'nin sesini duydu, kapının önüne geldiği an gördü. "Hoş buldum." Ahsen'in yandan gülüşünü gördü, samimi olunca değişen farklı ses tonunu duydu. Sarp'a döndü, hala burada olduğunu gördü. "Teşekkür ederim." dedi yeniden. Ege'ye verdiği cevaptan farklı, Sarp'a konuştuğu gibi aynı ses tonuyla konuştu. Gülmüyordu da. "Rica ederim." diyen Sarp başıyla Ege'ye selam verip evine çıktı. *** "Azra gitti mi?" diye sordu. Sarp'ı unutmuştu bile. "Aynen, önce yukarıya çıktı ama şimdi gitmiştir evine." Doruk'un evine gittiğini söyledi Ege. İçeride oturan Alperen'in yanına gitti, oturdu. "Bu kim ve niye burada?" dedi. "Bu deme, adı Alperen ve korumam." Salona Ahsen de girdi. Alperen'e baktı. "Kaldır şu kafanı, ağrın mı var senin niye böyle duruyorsun?" Alperen'in hiç kalkmayan başına karşı sesi sert çıktı. "Yok savcım, ağrım yok. Savcım ben burada kalmasam?" Sesi titredi, yutkundu. Başı usulca kalktı, gözleri Ahsen ile buluştu. Ahsen'in bakışları Ege'ye döndü. "Bir şey mi dedin?" "Yoo, sadece neden bu halde olduğunu ve senin yanında değil de neden burada olduğunu sordum." Ahsen'in Alperen'i korumaya çalışmasını anlamadı. "Sorma!" Alperen'e geri döndü. "Sen de burada kalacaksın, ben sonra sana bir yer ayarlarım. Burada da başını eğerek durma yemin ederim suratını parçalarım." *** "Ben dönmek istiyorum." dedi Ali. Karşısında duran kardeşi Sadri ile konuşuyordu. "Nereye?" "Vermem gereken bir hesap var. Ahsen'e veririm, ya çeker beni vurur ya da teslim olurum. Daha fazla dayanamıyorum." Son üç yıldır arada bir kafasına esen düşünce yeniden belirdi Ali'nin kafasında. "Saçma sapan konuşma! Ne diyeceksin?" Her seferinde bu fikrinden vazgeçiren Sadri yine aynı muhabbeti kapatmaya çalışıyordu. Polonya'ya kaçırmıştı abisini, ayrı bir ev tutmuştu ama hep birlikte yaşıyorlardı. "Söylenecek bir şey yok! Karşısına çıkacağım, ne isterse yapsın bana." Her şeyden şimdi vazgeçmiş gibiydi. Önceden yaşamak için her şeyi yapan Ali şimdi de Ahsen'i görmek için ölmeyi göze alıyordu. Kızını öldürmek için kırk çeşit yol denemiş bir adam yıllar sonra, gördüğünde sinirlendiği kızını görmek istiyordu. "Nerede olduklarını bilmiyorsun bile. Belki öldüler." Bu cümleler Sadri'nin ağzından o kadar rahat çıkmıştı ki Ali bile rahatsız oldu. Ali'nin halini gören Sadri güldü. "Ne oldu abi? Öldülerse üzülecek misin? Pardon, yani Mete'ye üzülürsün de Ahsen'e de mi üzülürsün?" "Üzülürüm tabii, kes sesini!" Sadri'ye baktı, ne kadar emin ve net olduğunu, bu sefer kalmak için ikna olmayacağını belli etti. "Abi, on bir yıldan sonra ne değişecek? Otur oturduğun yerde." Sadri'nin de sakin olan ses tonu değişti. Daha baskın ve sert çıkıyordu. Ali ilk defa kardeşine karşı çıktı. Elini sertçe önündeki masaya vurdu. "Onu bırak da ben düşüneyim. Son sözüm bu, döneceğim." Odadan çıktı. Odasına çıktı, Ahsen'i düşündü. Bir isim vardı sadece, tanıyacağı bir surat değildi kendi kızı. Bir suret yoktu kafasında, hayal bile edemiyordu. O kadar tanımıyordu kızını. Hiç isteyerek ve yüzünü severek bakmamıştı ona. Hiç yarasız bırakmadığı yüzü, kendi kızının yüzünün nasıl olduğunu bilmiyorken büyümüş olacağı gerçeğiyle yanından geçse tanıyamayacağı gerçeği çarptı yüzüne. Ölmüş olma ihtimalini düştü, düşünmekten vazgeçti. Yaşamayı en çok hak edenin o olduğunu artık o da biliyordu. Artık... 'Artık farkına vardım.' diyordu aklı, 'İş işten geçti.' diyordu kalbi. Eriyen kalbi erimek için çok geç kalmıştı. Geri alınamayacak hatalarla dolu hayatında çekilmesi gereken acının farkındaydı ama buna da geç kalmıştı. Ali çekmesi gereken acıya bile geç kalmıştı. Koca bir düğüm oluştu boğazında, gözünden bir yaş süzüldü, Aylin geldi aklına. Birkaç parça kıyafeti çantaya doldurdu. Kardeşinin onun için hazırlattığı sahte kimlik ile bu gece gitmeyi planladı. Beş yıl önce kapanan davası ile daha rahat girecekti ülkeye. Kendi davasını yeniden açmaya gidiyordu. Herkesten ayrı Sadri'nin her akşam uğradığı minik evinden çıktı. Kaçtığı ülkeye geri dönmek için kaçtığı ülkeden kaçmanın vaktiydi şimdi. Kaçak göçek geldiği gibi geri dönecekti Türkiye'ye. Dönüp arkasına hiç bakmadı ama buraya geri dönemeyeceğini biliyor gibi bir his vardı içinde. Durmadı, ilerledi. *** "Şu çocukluk arkadaşın, savcıymış." dedi Fırat. Ahsen ile ilgileniyordu. "Emniyette gördüm." Azra ile bir dosya hakkında konuşmuşlardı, Fırat başka konu açmıştı. "Aynen. Henüz bir davası yok, yeni geldi." dedi Azra. Gizlilik konusunu hatırladı, yanındaki arkadaşı ve meslektaşı da olsa detay vermek istemedi. Ahsen'in tembihi değil de ayrı olarak Sarp'ın ciddi tembihinden sonra Ahsen için daha fazla endişelenmişti. "Nerede şimdi? Seninle kalmıyor mu?" diye yeni bir soru sordu Fırat. Ahsen'i görmek için Azra'nın evine gelmişti. "Yok ayrı eve çıktı. O biraz tek takılmayı sever. Neden sordun?" Azra da Fırat'ın sürekli Ahsen'i sormasına anlam veremedi. Fırat'ın sürdürdüğü bakışlarına karşı konuştu. "Ondan mı hoşlandın?" Gülümsedi. "Güzel bir kadın... Sevgilisi mi var?" Kaşları havalandı Fırat'ın. "Yok. Sevgilisi yok. Ama işin zor." dedi Azra. Ahsen'i tanıyordu, karşısındaki arkadaşının Ahsen'den hoşlandığını söylemesi hoşuna gitti. Ahsen'in Fırat'a bakmasının zor olduğunu bilse de Fırat'ı da kırmamak için pek bir şey söylemedi. "Neden? Başka birinden hoşlanıyorsa da böyle söylüyorsan..." Azra kesti Fırat'ı. "Yok, yani bilmiyorum. Pek açık biri değil olsa da bana bile söylemez. Biraz iş odaklı." Birazdan daha fazlasıydı ama yine sustu Azra. Ahsen'in yerine Fırat'a ümit verdi. "Sen de bana biraz yardım et." Azra'dan Ahsen hakkında daha fazla şey söylemesini istedi. Nelerden hoşlandığını bilmek, ona göre hareket etmek, Ahsen'i etkilemek istedi. "Ne diyeyim ki! Gülleri sever, en sevdiği içecek çay, kitap okumaya bayılır." Azra da ne diyeceğini bilemedi, o da uzun zamandır görmüyordu Ahsen'i. Bildiği şeylerin güncel olduğundan emin değildi. "İyi de ben nerede göreceğim ki?" diyerek mantıklı bir soru yöneltti. Ne Ahsen'in numarasını ne de evinin adresini biliyordu. "Sen baya ciddisin?" Gülümsemeden öte gülmeye başladı. "Ciddiyim kızım tabii, ciddiyetsiz mi duruyorum? Sen bana nasıl yardım edebilirsin onu söyle." "Geldiği bir gün seni de çağırırım. Haber veririm ben sana." Ahsen'in hayatında biri olmadığından emindi, birinden hoşlanmadığı da belliydi. Biri ile olmanın kötü bir şey olmadığını bilmesini istedi. ⊹₊ ☆₊ ⊹ AHSEN DİDE KORKMAZ Fırsat gelmişti sonunda. Komodinin çekmecesini çekip ince kitabı çıkarttım. Bir kez daha annemin adı çarptı gözüme, sayfayı çevirdim güç bela. Okudukça ilerlediğim bir sayfada durdum. Katlanmış mavi bir kağıt bölüyordu kitabı. 'Dide'me...' Kendi adımı gördüğümde şaşırdım. Bana Dide diyen iki kişi vardı evimde; annem ve abim. Kitap annemin kitabı olduğu için kimin ellerinden yazıldığını tahmin etmek zor değildi. Zarif eğik el yazısını görmek yeniden istemsizce tüylerimi diken diken etti. *** 12.04.2007 Dide'm, benim bir tanem! Nasılsın? Evden çıktın mı? Evlendin mi? Anne oldun mu? Eşin nasıl biri? Mesleğin ne? En önemlisi başardım mı? Seni bu pislikten sağa salim çıkarttım mı? Bütün bunların cevabını verecek kadar rahat bir hayatın vardır umarım... Bana kızgın mısın mesela? Seni bu kadar acıya rağmen bu eve kapalı tuttuğum için bana kızgınsındır belki. Şimdi değilsin biliyorum, odandasın. Sesin çıkmıyor ama beni beklediğini biliyorum. Geleceğe gidemeyeceğim için bulduğum bu boş anı değerlendiriyorum. Bunu yazdıktan hemen sonra senin yanına geleceğim, öpeceğim seni, o çok sevdiğim kokunu soluyacak buradayken bile, yaşarken bile doyamayacağım sana. Seni ne kadar çok sevdiğimi, sana doyamadığımı bil olur mu? Bu mektubu okuyorsan ben çoktan gitmişimdir. Senin için bunu yazıyorum, en sevdiğim kitabın içine saklayıp sana ulaşmasını sağlayacağım. Üzülme ama, ağlama sakın! Sadece Ali'den kurtulman bile gerçekleşmişse benim için yeter annem. Seni uzaktan hep izliyor olacağım ben, uzaktan bakıp koruyacağım. 'Şimdi diyeceksin yanımdayken koruyamıyorsun anne uzaktayken nasıl koruyacaksın?' Haklısın yaşarken belli ki koruyamamışım. Ölümüm bazı şeylerin bedelini ödeyecek, seni koruyacak kişi sayısı ben ölürsem daha da artacak. Kafanda şüphe olsun istemiyorum, senin uğraşacağın bir şey de olmayacak. Nasıl bir düşüncedesin bilmiyorum, sadece evli değil de evlilik hakkında düşüncen yoksa evliliği Ali ve ben gibi düşünme. Evlilik değildi bizimkisi, gerçek evlilik farklı. Evlilik; sevginin olduğu bir şey. Aşık ol, sev, sevil. Anne ol, dünyanın en güzel hissi anne olmak. Eminim çok güzel anne olursun. Bir oğlun bir kızın olsun, aynı abinle sen gibi. Gerçek bir evlilik yaşa, hayatına devam et. Hata yapmaktan korkma, seni güçlü kılacak tek şey onlar olacak. Etrafına gülücüklerini saç çünkü gülünce çok daha güzel oluyorsun. Saçlarını açık bırak, bırak buklelerin dağılsın etrafa. Ali'nin dediği gibi çirkin değil, onlar benden sana hediye. Abine surat asma, seni benim gibi en çok o seviyor. Birbirinize sahip çıkmaya devam edin, koruma sırası sende olursa koru abini. Neyi istiyorsan onu yap, imkansız bulma, yapabilirsin. İyi ol ama gerektiğinde ortalığı yak. Katlandığın her zor şey için özür dilerim, sana daha bir hayat sunmak istiyorum ama elimden en fazla bu geliyor. Seni çok seviyorum, seveceğim... (Bu kitabı da buraya kadar oku, gerisini boş ver. Hikayen kötüyse yarıda bırakmaktan çekinme, güzel ve yarım kalmışsa tamamlamaktan vazgeçme.) İyi ol, mutlu ol, ben gittim diye düşünme. Esen her rüzgar, yağan yağmur damlası her sana dokunduğunda, doğan güneş sana her vurduğunda bil ki benimdir. Çıkan fırtınaya bile söylenme belki seni korumak için çıkardığım bir savaştır. -ANNEN. *** Ağlıyordum, ağlamadan durmak imkansızdı. Unuttum sanıp üzüldüğüm sesini unutmamıştım, her satır onun sesiyle bana konuştu. Benden istediği hiçbir şeyi yapmadığımı fark ettim. Hayatıma devam etmem gerektiğini çok basit yazmıştı ama öyle olmuyordu. Gülemiyordum, hata yapma gibi bir lüksüm olmadığını düşünüyordum. Özür dilediği yere değdi bakışlarım, özür borçlu olan bendim oysa. Yazdığı zaman on bir yaşında küçük bir çocukken bile geleceğimde bir şeyler başarabileceğime inanmış birisiydi benim annem. "Beni o pislikten çıkarttın anne." dedim dudaklarım titreyerek. Önümde duran yıpranmış kağıda baktım, karşımda duruyormuş gibi konuştum kağıtla. "Ama hala pislik içindeyim." diye devam ettim. Cama vuran sert rüzgarı duydum, gözyaşlarım gözlerimi terk etti, durmak gibi bir niyeti yoktu. Kitabı yarıda bırakmak istemedim ama en azından bugün bunu burada bırakıp sonra devam etmek istedim. Kitap ağırdı, mektup daha ağır. Başka bir kadının hikayesi, herkese yazılmıştı ama mektup öyle değildi. Annemdi yazan, bana yazmıştı. Belli başlı çizilmiş yerler gerekli mesajı veriyordu. 'Yaşamaya devam edecek olursam, bu mektubu yırtıp atacağım...' Kendini ölümünden sonra benimle konuşmaya hazırlamış gibiydi. Bir başka altı çizili yer de bu düşünceye başka bir zemindi. 'Fakat mektubumu ellerinde tutuyorsan, bil ki, burada bir ölü...' yine devam eden cümlenin sadece bu kadarı çiziliydi. Annem bu mektubu öleceğini bildiği için mi yazmıştı, yoksa her ihtimali düşünerek mi bu mektubu hazırlamıştı? Farklı renk kalemle çizilmiş cümleler devam etti. Ne olduğunu anlayamadım, bana bıraktığı mektubun kağıdı ve az önceki sözler mavi renkli iken bu sözler sarıydı. 'Kelimelerim seni korkutmasın; ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, aşkı da, acımayı da, teselliyi de istemez.' Bu da mı banaydı? Farklı bir mektup daha mı vardı? Bulmam mı gerekiyordu? Ya da sadece çözmem gereken bir mesaj mıydı? Kafam çok karışıktı. Yoğun bir duygu içinde düşünmek oldukça zorlayıcıydı. Yine başka bir sarı cümleye döndüm. 'Her şeye inan, senden bir tek bunu rica ediyorum: İnsan biricik çocuğunun ölümü esnasında yalan söylemez.' Ali'ye mi yazılmıştı, ona da bir mektup bırakmıştı annem? 'Sabret sevgilim, sana her şeyi, her şeyi en baştananlatacağımdan beni çeyrek saat dinlemenin seni yormamasını rica ediyorum, ki bir ömür boyu seni sevmek beni yormamışken.' Annem, Ali'ye sevgilim der miydi? Ali'nin de olduğu, onun bize yaşattığı hayatı mı anlatacaktı? Devam ettim sarı çizilmiş cümlelere. Upuzun bir cümle vardı burada. 'Adam bir ayyaştı ve karısını döverdi; geceleri sık sık devrilen sandalyelerin gümbürtüsüyle ve parçalanan tabakların sesleriyle uyanırdık, kadın bir keresinde, dayaktan kan içinde, darmadağın saçlarıyla merdivenlere koşturmuştu ve sarhoş adam, insanlar evlerinden çıkıp onu polis çağırmakla tehdit edene kadar arkasından bağırıp çağırmıştı.' Bu Ali'ye falan değildi, ama kimeydi? Benim de bilmemi istiyordu, istemese bu kitabın bana ulaşmamasını sağlardı, annem aptal değildi. Tanıdım en akıllı kadınlardan biriydi ve bana mesaj vermeye çalışıyordu. Yalnızca bana değil hiç tanımadığım, sadece Ali olmadığından emin olduğum başka birine daha. Kitabı kapattım, mektup artık elimdeydi, kitabın içinde değildi. Dediği, planladığı gibiydi. Mektup ellerimde duruyorken gerçekten de annem artık hayatta değildi. Bir sürü soru kafamda yıllarca dönüp dururken bu mektupla yeni sorular takıldı kafama. Çözemeyeceğim soruların üstüne yine çözülmesi zor sorular eklenince taşıyamayacağım kadar fazla yükün altına girdim. Başıma saplanan ince ağrıyla uyuyamayacağımı anladım. Yüküm fazlaydı, hafifleteceğim tek bir kişi vardı, her saat arayabileceğim tek kişi; abim. Usulca üstümdeki yorganı kenara attım, sessizce ayaklarım altında gıcırdayan parkeleri geçtim, kapıyı sessizce açtım. Tamamen sonuna kadar açmadan aradan sıvışıp çıktım odamdan. Üzerimde soğuktan koruyacağını düşündüğüm kışa bir hırka varken balona çıktım. Soğuktu hava, burnumdan verdiğim nefesin sıcaklığı dışarıdaki soğuk havaya aykırıyken buhar çıkıyordu. Ellerim telefon ekranında kaydı, son aramalarda en üstte yer alıyordu abim, aradım. Bekleyişim uzun sürmedi, telefonu açar açmaz uykulu ve endişeyle karışık sesi adımı fısıldadı. "Dide?" Adım seslerini duydum telefondan, sonra sesi fısıltıyı geçti, sesli ve net geliyordu. "Abicim bir şey mi oldu? Dide?" Dudaklarım büzüldü, titredi. Sesimde titreyerek çıktı. "Abi?" dedim sessizce. Uzun zaman sonra ben aramıştım onu, hep o beni ararken geçiştirir kapatırdım. "Dide, korkutma beni, bir şey mi oldu?" Beni tanıyordu, gamsızdım. Başıma bir şey gelse bile aramayacağımı bildiğinden neden aramış olduğum sorusu onu derinden endişelendiriyordu, biliyordum. "Bir şey yok, iyiyim. Sesini duymak istedim sadece." İyiydim sanırım. Kendimi bile kandıramadım, iyi değildim. "Yani iyi değilsin? Ne takıldı kafana?" Beni bu kadar tanıyor olmasından da rahatsızdım. Her şeyi saklayabilirdim ama haberi olmazsa. Saklamak istediğim ne varsa bir bakışım, sesimin tonu yeterdi bulmaya. "Annem... Mektup bırakmış." Yeniden gözlerimin önüne gelen kelimelerle gözlerimdeki yaşlar yenilendi. "Mektup?" Afallamıştı, o da bunu beklemiyordu. "Ne yazıyor?" "Öleceğinden emin gibi bir yazıyla veda etmiş bana. Yıllar sonraki benimle konuşur gibi sorularla dolu bir mektup. Cevap versem de duyamayacağını biliyor gibi kurduğu bir sürü cümle." Ağlayışlarımın üstüne bir hıçkırık eklendi. Cevap vermedi, sesi çıkmadı. Nefes sesleri gelmese kapattığını düşüneceğim sessizlik bir müddet sürdü. "En sevdiği kitabın içinde saklı mavi bir zarf ama eminim bir tane değil." diyerek devam ettim. "Nasıl bir tane değil. Başka da mı var?" Sesi geri geldi. "Bilmiyorum, bence var. Kitapta başka yok ama farklı bir yere saklanmış başka bir tane hatta birçok mektup olabilir." Sarı mektup var diye düşündüm, onu bulmak istedim. Kime yazıldığına emin olmadığım, bana yazılmadığından emin olduğum o mektubu da okumak istiyordum. "Eski evde duruyordur belki?" O da pek emin değil gibiydi. Ben de değildim, bu kitabın bana nasıl geldiğini bilmiyordum. Evden almamıştım, İstanbul'daki evimde de yoktu emindim. Kutudan çıktığına şaşırdım. Abimin de kafasını kurcalamak istemedim. "Bilmiyorum." dedim sadece. "Senin için gidip bakabilirim." Benim oraya giremeyeceğimi biliyordu. Şu yaşımda şimdi gitsem o küçük, sadece üç odası olan evde kaybolabileceğimi biliyordu. Yatak odasında kaldırılmasına rağmen yerdeki tahtaya sızmış, çıkmayan kan lekesinin durduğunu da biliyordu. "Şu an gerek yok. Ben istersem giderim." 'İstersem' dediğimde aslında 'cesaretimi toplarsam' demek istedim. Boğazıma kadar bir bataklığa saplanmıştım, oraya gitmek için önce bataklıktan çıkmam gerekiyordu. Çırpınıp durmak, batıp boğulmama neden olacaktı. Bir yol bulana kadar bekleyecektim. İçeriden gelen sesle sıçradım, elim hemen yüzümü buldu. Parmaklarım şakaklarımdan yanaklarıma, oradan çeneme hatta daha da aşağıya boynuma kadar ıslatan yaşlarımı silmeye başladı. Ellerim yetmeyince hırkamı kavradım, çekiştirip soğuk vuran rüzgarın vurdukça ıslaklığımdan daha çok üşüten yerlerime sürttüm. "Abi ben kapatıyorum. Sesini duymak iyi geldi, seni seviyorum..." Beklemeden kapatırdım ama bekledim, zamanım yoktu ama 'ben de seni seviyorum' demesini bekledim. Hoş ve yumuşak bir sesle "Ben de seni çok seviyorum, ne zaman istersen..." dedi. Şimdi kapatmam gerekiyordu çünkü sildiğim nerem varsa yeniden ıslanmaya başlayacaktı. "Ne zaman istersem abi... Her zaman istiyorum." dedim ve kapattım. Balkon kapısından geçip mutfağa girdiğimde Alperen'i gördüm. Ege olmadığı için rahatladım. "Savcım?" dediğinde suratımın ağlamaktan kızardığının farkındaydım. Şiş ve yarısı kapanmış gözüyle bile fark ediliyorsa Ege'nin şu an kesinlikle uyanmaması gerekirdi. "İyi misiniz?" diye devam ederken bir yandan da bana yaklaştı. O da gördüklerine inanamamış bir şekilde eğildi, bir kez de öyle baktı yakından yüzüme. Ağladığımdan emin olmak içindi. "Alperen? Ne yapıyorsun lan?" Surat ifademi toparlamaya çalıştım. Kaşlarım çatıldı. "Su içmek için kalktım savcım. Uyku tutmadı da." Geri çekildi. "Uyku mu tutmadı, yoksa bunlar mı uyutmadı?" Suratını işaret ettim. İlk darbeden sonra geçen saatlerde izi daha da belli olmuştu. Daha da şişmiş, morlukların rengi daha da yayılmıştı. "Ağrı kesici var mı savcım?" diye sordu. Acıdığını itiraf etti. Buzluktan buz torbalarından ikisini de çıkarttım. Bir sandalye çektim, başımla sandalyeyi gösterdim. "Otur da tut şu buzları." Onu mutfakta bırakırken odama gittim, kullandığım ağrı kesicilerden birini alıp Alperen'in yanına geri döndüm ama vermedim. Aç içmemesi gerekirdi, şu halinden anladığım kadarıyla aç olsa da söylemezdi. "Tost sever misin?" dediğimde dolabı açtım. "Yok savcım aç değilim." dediğinde sinirlendim. Aç olup olmadığını bana söylemezse anlayamazdım. "Siktir et, kokoreç sever misin?" dedim. Gelirken gözüme sürekli takılan evin yakınlarındaki kokoreççi geldi aklıma. "Ne bileyim tantuni falan?" diye yeni bir alternatif sundum. "Savcım istemiyorum." dedi, inatçı ama bir o kadar da utangaçtı. "Sever misin dedim zaten?" "Severim." dediğinde telefondan numarayı aradım. Bir ona bir bana tantuni söyledim. Haberi yoktu ama birazdan lojmanın içine giremeyecek olan siparişi aşağıya inerek alıp gelecekti. Balkonda konuşup yeniden içeriye girdim. Gerçekten eşek herifti, elimde duran ağrı kesiciye bakıp elimden bile isteyemiyordu. "Açsan söyle." dedim test etmek için. "Söylerim savcım." dediğinde elimdeki ilacı masaya bıraktım. Bana baktı, almak için uzanmadı. "Bok söylersin! İlacı bile isteyemiyorsun elimden. Ağzını aç da konuş, iki laf et, iste." Dayak yemesine şaşmamalıydım. Ağzı var dili yok gibiydi. "Beş dakika sonra içersin biraz bekle." dedim, masanın üstünden ilacı önüne sürdüm. "Tamam." Bana bakmamak için önündeki ilaca eğdi kafasını. Telefonum yeniden titredi. "Savcım, sipariş var size." Güvenlik aramıştı, sipariş gelmişti. "Tamam şimdi almaya geleceğim." Telefonu kapattım, Alperen'e döndüm. "İn aşağıya siparişi kap da gel koçum, hadi." Sorgulamadan sandalyesinden kalktı, sessizce kapının önüne yürüdü. "Bana bak kaçtığını görürsem camdan sıkarım sana." "Yok savcım." Ne olursa olsun sözümden çıkmıyordu. Ne kadar memnun olmasa da her dediğime boyun eğiyordu. Kapıdan çıktı, dakikalar sonra geri döndü. Mutfağa geçip yine aynı sandalyesine oturunca gülümsedim. Paketi onun yerine ben açıp önüne ayranıyla birlikte tantuniyi koydum, karşısına da ben oturdum ben de kendi paketimi aldım. "Kokoreci bitirmişler, tantuniye kaldık." İyi bir seçenekti hala tantuni. "Beceriksiz değilim bu arada, şimdi her şeye hazır deme. Yeni taşındım buraya." "Yok savcım demem." dediğinde o da gülümsedi. Önce onun yemesini bekledim, o başlayınca ben de başladım. Tadı çok iyiydi, ikimizin de aynı anda gözleri kapandı. Karşımda yaralı oluşunu garipsemedim, aynada kendime bakıyor gibiydim. Belki de bu yüzden şu an rahatça gülümseyebiliyordum. "Çok iyi..." dedim sessizce. Bana katıldığını belli ederek önce başını salladı, lokmasını yuttuktan sonra konuştu. "Fenaymış." Dudaklarım iki yana kıvrılmaya devam etti. "Eee anlat bakalım, kim seni böyle benzetti." dedim. Konu açılacaktı zaten, hazır zaman varken dinlemek istedim. "Gökhan ATAY savcım. O da babamlar gibi bir adamın çocuğu, benim gibi." Keyfinin kaçmamasını sevdim. Anlatırken ciddi bir tavra bürünmemiş hala aynı sakinlikle anlatıyordu. Onun da yaraları umurunda değildi. "Senin gibi değil oğlum, sen zibidi misin?" dedim samimi bir tavırla. Kaşları havalandı. "Değilim savcım." "Seninle derdi neymiş?" Ben de ciddi değildim. "Anlamadım. Babamla babası hasımlar, babam içerde diye bana sardılar herhalde." Sandalyeden kalkıp bir bardak su doldurdum, önündeki ilacı içti bu sefer de. "Baban..." dedim sessizce. Benimki herkese gülücükler saçıp, bana düşman olurken onun babası herkese düşman oğluna gülücükler saçmış biriydi. Değişen pek bir şey yoktu, herkese göre de böyle miydi bilmiyordum ama Alperen'de de işe yaramamıştı. İyiydi ya en azından yarasının sahibi babası değildi. O hala babasını seviyordu. "Savcım?" Soru sorar gibi söyledi. "Hıh?" Ona döndüm. "Siz... Siz neden ağladınız? Yani bir şey mi oldu?" Bir süre cevap vermeden ona baktım. "Bende olan olmuş zaten, sen boş ver beni." Dertlerimi kimseye açmazdım, bugün duygular beni bastırıp, yüküm ağırlığını belli etmeseydi abimi bile aramazdım. Hatta uyuyan Ege'nin uyanmamasını istememin sebebi de buydu. "Yardım edeceğim bir şey varsa yaparım..." dediğinde elim usulca omzuna değdi, hafifçe vurdum. "Yardım edilebilecek bir şey değil. Ben bile alışamadım, anlatabileceğimi sanmıyorum." Bir bardak su da kendime doldurdum. "Annem derdi ki 'Bazen sadece dinlemek bile en iyi ilaçtır.' Yani anlatınca içinizin rahatlayacağı bir şeyse dinlerim ben, em yarına unuturum bile." Bu bir teşekkür müydü anlamamıştım ama içten bir düşünce olduğu belliydi. Onun da yüzünde buruk bir gülümseme oluştuğunda kaşlarım çatıldı. "Annen, yaşıyor mu?" dedim. 'Anne' kelimesi benim için de aynı buruk gülümsemeydi. Başını iki yana salladı yavaşça. "On üç yaşımdayken vefat etti. Babam o günden sonra zaten böyle biri oldu. İntikam için, aldı da." Bu gece annesini kaybetmiş, özlem duyan iki kişiyi uyku tutmamıştı. Hasret bu geceyi seçmişti. Hikayenin uygulanışı ne olursa olsun acı aynıydı. İkimizin de anneye karşı eksikliği vardı. "Siz biliyor muydunuz?" diye sordu bana bakarak. Bilmiyordum ama az önceki bakışlar sözlerden önce anlatmıştı gerçeği. Yaraları aynı olanlar konuşmadan birbirlerini anlarlardı, çünkü verilen o saf tepki hepsinde aynı olurdu. "Bilmiyordum, anladım... Ben de annemi on altı yaşımda kaybettim." Üç yıl daha geçti ama onun annesini gördüğü süre, benim annemi gördüğüm süreden misliyle fazlaydı, emindim. Alınmış intikamın huzuru da vardı Alperen'de, ben de o da yoktu. İntikam almam gereken kişi Ali'yken cesaretim onun karşısına çıkmaya yeter mi nu düşünüyordum ben de. Şimdi karşıma çıktığını hayal ettim. Çatık kaşları, sinirli surat ifadesi, burnundan çıkan sert nefesler hepsini hissediyordum. Görünüşü hala aynıydı, son hali vardı karşımda. Annem gibi o da yaşlanmamıştı. Annem öldüğü için yaşlanmamıştı ama Ali yaşıyordu, emindim ki onun durumu eskisinden daha iyiydi. Kötülere bir şey olmazdı, Ali hala sapasağlam, gücü yerinde bir adamdı... Karşısındaki ben de hala küçüktüm, Ahsen değildim, Dide'ydim. Korkuyordum ondan hala. Gerçek olsa çekip vurabilir miydim? Cevap belli değildi, sinirlendim kendime. 'Çekip vurmazsan o seni vuracak.' dedi Ahsen. 'Annemizin yanına gideriz, zaten istediği buydu.' dedi Dide. 'Annemiz bunu istemezdi, o adam acının en beterini hak ediyor.' diye cevap verdi Ahsen, Dide'ye. 'Annemiz kötü bir şey yapmamızı da istemezdi. Bize hep 'iyi biri ol' derdi.' Ahsen'i yanıtladı Dide. 'Kötü bir şey değil, hak ettiği bir şeye hak ettiğini vermek. Sen de gördün 'iyi ol ama gerektiğinde ortalığı yak' dedi. O adam yanmayı hak ediyor.' Ahsen yine son sözü söyledi. Annemin gidişinden sonra ortaya çıkan ikinci iç sesimdi. Üniversiteden sonra daha çok yer alıyordu kafamın içinde. Buraya gelmemi sağlayan sesin kendisiydi. Kafamda çatışan iki kişi çekişip duruyordu. Ahsen, uyanık tarafımdı. Gerektiği zaman sonucunu düşünmeden her şeyi yapabilecek kadar kesin, kararlı ve etkileyici. Kalpte değil beyinde olandı. Dide, uyutulan tarafım... Her ne olursa birini kırmak istemeyen, yara alsa da, suçsuz olsa da özür dileyen, saf, sevgiye aç biriydi. Beyinde değil kalpteydi. "Hadi sen biraz daha uyu." diyerek konuyu kapatmaya çalıştım. Salonda yatıyordu, salona kışkışladım. Ben de odama gittim ama uyuyamadım. *** "Hayatım? Kimdi arayan?" Onunla beraber uyanmış ama Mete'nin odadan çıkışı yüzünden kimin aradığını bilmeyen Leyla, odaya geri dönen Mete'ye döndü. "Dide..." dedi Mete eşini yanıtlayarak. Morali bozuktu. "Bir şey mi olmuş, iyi mi?" Leyla da şimdi endişelenmişti. Dide'yi arayan taraf sürekli onlar olduğu için Dide'nin araması herkesi paniğe sokuyordu. Bir şey olsa bile söylemeyeceğini, kapalı bir sır kutusundan farksız olduğunu Ahsen'i tanıyan herkes bilirdi. "İyi, yani sanırım iyi." Yatağa geri girdi, elinde telefonu öylece duruyordu. "Annem... Mektup bırakmış, Dide de onu bulmuş." "Mektup mu?" Leyla tekrar ettiğinde Mete başını salladı. "Sesimi duymak istediğini söyledi. Kafası dolu, yine bir şey yapacak diye korkuyorum." Mete'nin ne demek istediğini anladı Leyla. Leyla'nın da korktuğu buydu. Elini Mete'nin omzuna sardı, kocasının göğsüne sokuldu. "Gidelim mi? Biz de görürüz hem, iyi olup olmadığına bakarız?" "Gitmesine giderim de, gittim diye bir daha gitmemem için bir şeyini anlatmaz o." Boş bakıyordu gözleri ama o da ona sarılan eşini karşılıksız bırakmadı, sarıldı Leyla'ya. "Giderim değil hayatım, gidelim." Leyla sonucu pek düşünmek istemiyordu, Ahsen aradığına göre durum ciddiydi diye düşünerek ciddi bir teklifte bulundu. "Duru'yu da görsün." Dide'yi uzun zamandır yüz yüze görmemişti, özlemişti. "Görsün..." Çenesinin altında duran Leyla'nın saçlarını öptü. Odanın dışındaki sesle kapıya döndü. "Baba!" Duru'nun sesiydi. Kapı yavaşça açıldı. Leyla'nın da Mete'nin de bakışları kapının yarısına kadar bile gelmeyen Duru'ya döndü. "Gel babam..." Babasının çağırmasıyla yüzü güldü. Bir elinde minik battaniyesi, diğerinde pelüş bir tavşan vardı. Tavşanı tuttuğu elliyle önüne gelen dağılmış saçını geriye atmaya çalıştı. Geri gelen buklesine sinirlendiğinde onu izleyen Mete güldü. Karşısında küçük kardeşinin aynısı vardı. Kız çocukları halaya benzerdi, Duru da fazlasıyla Ahsen'e benziyordu. Çıplak ayakları afallaya afallaya halıda süründü, yatağa doğru yürüdü. Elindeki battaniyeyi uzattı babasına. "Tutar mısın lütfen?" Mete battaniyeyi aldı. Duru şimdi de kollarını havaya kaldırdı. "Al beni baba." Duru'nun istediği saniyeler içinde oldu, Mete kızını bir çırpıda kucaklayıp göğsünde boş kalan tarafa yatırdı. "Teşekkür ederim." dediğinde karşısındaki annesinin yüzüne baktı, güldü. "Rica ederim." Elindeki minik battaniyeyi Duru'ya örttü Mete. Leyla'nın da sırtını yorganıyla iyice sardı. Göğsüne sinmiş iki değerlisini öptü. Aklı yine Ahsen'e gitti. Orada yalnız olduğunu biliyordu. Yalnızlığa alışıktı Ahsen ama istediği bir alışkanlık değildi. Yalnız kalmak istememişti, çok kaldığı için alışmış olmak o şeyi sevdiği anlamına gelmiyordu. Ketumdu ama, dile getirmezdi. Aramıştı Mete'yi hatta belki yanında olmasını istemişti ama çağırmamıştı abisini. Duru'nun minik elleri Leyla'nın yüzüne gitti. "Sen de mi yattın buraya?" dedi annesine. Genelde babasının göğsünü tek başına kaplamayı severdi. "Ben de yattım... Paylaşmaz mısın babanı yoksa benimle?" Güldü kızına, yüzündeki minik elini öptü. "Bir senle..." dedi durdu. Başını kaldırıp alttan gözlerini kırpıştırarak baktı babasına. "Bir de halamla, değil mi baba?" "Evet miniğim." 'Miniğim' sözü Aylin'den Ahsen'e, Ahsen ve Mete'den Duru'ya söyleniyordu. Duru'nun eli şimdi de babasının çenesini buldu, sakallarında gezinen yumuşak ellerine sakalları battı Mete'nin. Duru'ya Mete'den gelen en büyük acı buydu. Duru'nun dışı benziyordu Ahsen'e, yaşadıkları değil. Benzemiyordu çünkü Mete, Ali değildi. Duru'dan minik bir kıkırtı kaçtı. "Baba... Sakalların battı." Bu acı bile Duru'yu güldürüyordu. Ahsen'e benzemesi için Mete'nin bir bakışı ile Duru'nun korkudan ağlaması gerekirdi. Mete çenesindeki minik eli tuttu. Duru'nun tüm parmaklarını öptü. "Geçti mi?" dedi gülerek. Başını sallayan Duru'yu tutup kollarında kaldırdı. Bu sefer de yanaklarına saldırdı, sakalları daha fazla batmasın diye aşağıdan yukarıya doğru sürüyordu yanaklarını. "Benim sakallarım batmaz ki!" Duru'nun yanaklarını öpmeye devam etti. Leyla'yı da unutmadı. "Bir sana, bir annene..." dediğinde Leyla'yı da yanaklarından öpmeye başladı. Mete kendine güzel bir aile kurmuştu. Önce iyi bir eş sonra iyi bir baba olmuştu. Evdeki duvarların ötesi hep gülücükleri duyuyordu. Aile böyleydi, çocuklar doğduğu andan itibaren suçsuz günahsız olurlardı. Baba iyi baba, anne iyi anne olur da birbirini severse o ev büyür sıcak bir yuvaya dönüşürdü. Baba ya da anne çürümeye başlarsa yanındakileri de çürütürdü, çürük yuva büyürse çöker, kurtarılmaz bir sonsuzluğa giderdi. Ama çürük evde büyüyen bir çocuk, başka bir yuva kurabilir ve sıcak bir yuvaya dönüştürebilirdi. Mete bunu başarmıştı ama Ahsen bunun düşüncesini bile kendinde itiyordu. Günahsız olan çocuk, Ahsen, kendini çürüyen değil de çürüten bir çürükten başka kefeye koymadı. *** Lojmanın yedinci katında zil çaldı. Kapıyı açan Sarp'tı, gelenler de Aynur ve Bekir. Yeni uyanmış aylak aylak kapıdaki anne ve babasına baktı Sarp. "Anne?" dedi Aynur'a dönerek, sonra babasına döndü. "İzin verecek misin oğlum? Lütfedecek misin de geçelim içeriye?" Bekir oğlunun uyanamadığının farkında olarak konuştu. Kenara ittirdi oğlunu eşini de tuttuğu gibi içeriye girdi. Odasından uykulu çıkan diğer oğullarını gördüler. Doruk da gördüğü kişilere şaşırdı. "Baba?" dediğinde Bekir en son dayanamayarak Aynur'a döndü. "Biz gitsek daha iyi galiba. Bu ne nemrutluk lan?" Son sözü çocuklarının ikisineydi. Sarp göz devirdi babasına, mutfağa ilerledi. "Bak bana bak." dediğinde Sarp'ı durdurdu. "Yaşına başına bakmam yemin ederim döverim seni!" "Tamam baba ya! Sen de dövmek için geldiysen söyle de şuraya..." elleri koltuğun köşesindeki minik boşluğa yöneldi, orayı işaret etti. "sıvışayım da sıç ağzıma." Mutfağa girdi bu sefer. "Oğlum ne biçim konuşuyorsun?" Aynur'dan da lafını yemişti, günü aymıştı Sarp'ın. Aynur da peşine takıldı. "Ne yapıyorsun?" "Mandalina yiyorum anne." dedi Sarp. Elindeki mandalinayı soyuyordu. Aynur'un bakışları poşette duran geri kalan mandalinalara gitti. "Bu ne oğlum? Arkadaşlarına mı götüreceksin?" "Yoo, c vitamini anne. Kendim yemek için aldım." İçeriye Doruk da girdi. "Daha neresine vitamin alacaksa..." diye söylendi. Ev Doruk'tan dolayı vitamin ve ilaçlarla doluydu. Bunun fazla olduğu konusunda annesine katıldı. "Çürür bunlar valla." diyen annesine karşılık mandalinayı tek parça attı ağzına Sarp. Annesinin yanağından bir makas alarak güldü. "Bitmez valla." Mandalinayı bitirir bitirmez sarıldı annesine. "Ne güzel kokuyorsun kız sen!" dediğinde boynunu öptü annesinin. Mutfağa gelen babasına kaydı bakışları. "Bırak lan karımı!" Aynur'u kendine çekti. Elini Sarp'a uzattı, öpmesini bekledi. "Yıkadın mı elini? Yoldan geldin o kadar." Cevap bekledi ona göre öpecekti. "Bir şey derdim de..." Sarp babasının uzattığı eli öptü, alnına koydu. Neden geldiniz diye sormadılar. Aynur ve Bekir her mevsim belli bir aralıkta oğullarını ziyarete gelir, sonra evlerine, Ankara'ya, geri dönerlerdi. Sarp'ın doğum günü yaklaşmıştı, Sarp dışında herkesin aklındaydı o tarih; 08.12.1993. "Kahvaltıya zamanın yok mu?" diye sordu Aynur Sarp'a. "Var, bugün boşum." İzin günüydü, Doruk'un işe hazırlandığını gördüğünde alay eder gibi güldü. Abi zorbalığı yıllardır sürüyordu. Mutfakta çayı koydu. "Ben de izinliyim." dedi Doruk abisinin ne diyeceğini test ederek. "Siktir lan! Senin iznin yok, daimisin oğlum sen. Hastaların sana değil, senin hastalara ihtiyacın var. Onlar olmasa sen bir hiçsin." Sarp, Doruk'a beklediği şeyi verdi. TUS'a girdiğini ama kazanamadığını hatırladı. "En azından eğlenceli bir hayatım var. Beni seven bir kız arkadaşım, ve takıldığım çevrem var." Derin bir konuya değindi. Sarp sinirlendi. "Bir de senden daha çekici bir suratım var." Aynadan Sarp ile kesiştiğinde gülümsedi. Kaşlarını sürekli çatan abisine söylendi. Sarp'ın daha keskin, kemikli, sert bir yüzü olduğunu ve yakışıklı olduğunu biliyordu, sinir etmek için söyledi. "Götüme benziyorsun." Arkasına çevirdi başını, aşağıya, kalçasına baktı. "Aynısı." Koltuğa oturdu. "Şimdi siktir git çalışmaya." Ayaklarını da uzattı, televizyonu açarak koltuğa iyice yayıldı. Sarp da kardeşinin yakışıklı olduğunu biliyordu, sadece ona fazlasının ters geldiği bir mutluluğu vardı Doruk'un. Doruk evden çıktı. Kısa bir süre sonra evde unuttuğu önlüğü geldi aklına. Sarp'ı aradı, oturduğu yerden kaldırmak istedi. "Abi?" "Ne var lan? Gittin bari hissettir, sesini duymak zorunda mıyım ben senin?" Hala koltukta aynı konumda yatıyordu. "Önlüğüm, aynanın yanında kaldı. Bir poşete sar da balkondan fırlatsana?" Abisinin oflama sesini bekledi. "Offf. Sana sorumluluk veren işin ben ta amına koyayım. Bugün önlüğünü unutan yarın hastanın içinde makası da unutur." Rahat yerinden söylene söylene kalktı. Bir poşet bulup içine fırlattığı önlüğün poşetine düğüm attı. "Abartma abi?" Hattın diğer tarafından Doruk konuştu. "Doğru seni ameliyata almıyorlar, malsın." Balkona çıktı, emanet gibi tuttuğu poşeti aşağıya fırlattı. "Telefonu kapat da tut mal. El becerilerin hala becerikli değil." Buna karşılık telefonu kapatmayan Doruk poşeti havada tek eliyle tutunca abisiyle göz göze geldi. "Lafını geri al." Almadı Sarp. "Geri alsana!" Mutfaktan bir mandalina kaptı, Doruk'a attı. Bunu yakalayamayacağını biliyordu. Hiç beklenmedik bir şey oldu. Doruk'un yanına ilerleyen başka biri vardı, Ahsen'di. Doruk'a gelen mandalinayı o kaptı. Mandalinanın geldiği yere çevirdi kafasını, ama Sarp yoktu. Doruk'un kulağına Sarp'ın sesi geldi. "Annem attı de. Annem attı demezsen sikerim belanı, söyle." "Günaydın." diyen Ahsen'in sesini duydu telefondan. "Söyle Doruk!" "Günaydın. Annemdi, içeriye girmiş." Doruk abisini ele vermedi. Eve döndüğünde evde hayatta kalmak istiyordu, hala yaşayacak çok şeyi vardı. "Annenin eli baya sertmiş." diye söylendiğinde atanın Sarp olduğunu bildiğini belli etti. Elinde hala tuttuğu mandalinayı Doruk'a uzattı. "Alma, ikram et öküz." dedi Sarp, yine konuşarak. Sarp, kardeşine hoşgörüyü öğretecek duruma geldiğinde Doruk şaşırmamak için surat ifadesini tutmaya çalıştı. "Senin şansınmış." dediğinde Ahsen'e sundu mandalinayı. Ahsen istemedi, Doruk'a uzattı yeniden. "Dün abin yanımda aldı bu mandalinaları. Hiçbirini seçmedi bile, diğer aldıklarını konuşmak bile istemiyorum. Ağzımın tadını bozamam." dediğinde mandalinayı hala uzatıyordu. Doruk'un kulağında tuttuğu telefonu görüyordu, kim olduğunu bilmiyordu ama. Sarp hala telefonda konuşuyordu. "Tadı gayet güzel, mandalinaları düzgün seçtim. Yedim bile oğlum. Söyle güzeldi de." Ahsen'in mandalinayı alıp gitmesini bekledi. Camın kenarından seyretti. "Ben de yemiştim, tadı güzel." Doruk hala ısrarcıydı. Uğraştığı tüm iş kendi can güvenliği içindi. "Al şunu artık. Güzelse sen ye işte. Yarasın..." Mandalina Ahsen'in elinden çıktı. Artık Doruk'ta duran mandalinayla Sarp bozuldu. Ahsen arabasına, Doruk da kendi arabasına bindiğinde Sarp son kez konuştu. "O mandalinayı yeme, gelince bana ver ben yiyeceğim." Telefonu kapattı. "Bana ne diye söyleniyorsun? Sanki ben aldım mandalinayı!" Arabanın içinde kendi kendine söylenen Doruk mandalinayı inceledi. Yan koltuğa koyduğu mandalinaya bir küfür savurdu. "Evde tonla mandalina duruyor, eve mandalinacı açmış hala bunu istiyorsun. Bok ye abi bok." *** "Nereye gittin, kayboldun annecim?" Aynur kahvaltıyı çoktan hazırlamıştı. Sarp, Aynur'a yaklaştı. "Anne?" dediğinde mandalina poşetini aldı. "Kötü mü seçmişim?" Aynur poşete baktı, içinden birkaç tanesini alıp baktı. Bir tanesi ezikti, onu ayırdığı an Sarp elinden kaptı ezik mandalinayı. "O araya kaçmış." Çöpe fırlattı. "İyi gibi... Ama sanki senin seçmenle alakalı değil de mandalinalar iyiymiş gibi." Geri koydu mandalinaları Aynur. Konuyu bilmediği için yorum ekledi. "Ama yine de çok almışsın. Bu bitmeden çürür ben sana diyeyim." "Ben bitiririm..." Masaya oturdu. Ahsen'in mandalinayı almayışına hala bozuluyordu. Onun hakkında söylediği şeyler de geldi aklına. İç sesi konuştu. 'Hak ediyorsun...' Evdekileri bir şey belli etmemek için sessizce kahvaltısını yemeye devam etti. *** "Savcım?" diyen Gökhan, Ahsen'e bakıyordu. "Ben ne zaman çıkacağım?" "Dışarıya çıkman için önce hak etmen gerekir." dedi. Karşında duran adamın morarmış suratını görünce keyifleniyordu. Alperen'in durumu daha bir beterdi ama en azından Gökhan'ın da düzgün duran bir suratı yoktu, dağılmıştı. "Ne yapmam gerekiyor?" Çaresiz ve korkulu çıkıyordu sesi. "Babanın haberi yok değil mi? İki adam takmışsın peşine gelmişsin buraya. Avukat da çağıramıyorsun?" Ahsen'in bildiği tek şey babasının kim ve nerede olduğuydu. Basit biri değildi babası. Gökhan'ın yaptığı şey onlar için bir hataydı. Gökhan'ın gözleri büyüdü, bununla beraber başını iki yana sallayarak babasının haberinin olmadığını doğruladı. Sicili vardı ama hepsinin cezası çekilmişti. En son işlediği suç tarihine baktı Ahsen, dört yıl önce olduğunu gördü. Çocuk şube... Dört yıl önce 17 yaşında olduğunu gördü. "Bir hata... Bir hata daha görürsem, duyarsam, özellikle de benim çevremde görürsem seni bitiririm Gökhan. Sizin değiminizle nefesini keserim senin. Anladın mı?" Ahsen'i sözü biter bitmez Gökhan hızla başını salladı. "Alperen benim yanımda, kişisel olarak artık bir problemin olamaz diye düşünüyorum?" Bunu da anlaması için söyledi. Gökhan bunu da hızlıca anlamıştı. Babasından çok korkan biri oturuyordu Ahsen'in karşısında. Normalde insanları acılarından be korkularından vurmayı sevmeyen biri olsa da gerektiği yerde çekinmeyen biriydi ve burada da bir sıkıntı olursa oynayacağı oyundan geri durmayacaktı. Ahsen cebinde tuttuğu minik anahtarla Gökhan'ın ellerindeki kelepçeyi açtı. "Şimdi kalk ifadeni imzala sonra da toz ol." Gökhan bir bir Ahsen'in dediklerini yaptı. Onunla eşlik eden polisler çıkışa kadar takip edip bıraktıklarında Gökhan bindiği taksiyle İstanbul'a dönmek için havaalanına gitti. Ahsen de çıktı sorgu odasından, karşılaştığı kişiye takılmasa da o kişi Ahsen'e takılmıştı. "Ahsen Hanım?" dediğinde ancak o zaman durdu Ahsen. "Ben Fırat, arkadaşınızın arkadaşıyım. Bir sorun mu var?" dedi. Ne iş yaptığını bilmiyordu Ahsen'in. "Bir sorun yok, var mı sizce?" dedi Ahsen. Avukat olduğunu hatırlıyordu. "Avukattınız değil mi?" diye sordu emin olmak için. "Evet, evet öyleyim." Fırat'ın yüzündeki tebessüm büyüdü. Onu hatırladığını düşündü. "Sizin burada ne işiniz var, bir sorun mu var?" dedi, asıl o soruyu sorması gereken kişi olarak kendini uygun gördü Ahsen. "Yok iş güç." dedi Fırat. Tam Ahsen'e ne iş yaptığını, ya da herhangi bir soru soracakken Ahsen yanından uzaklaştı. "Kolay gelsin." diyen sesi de yürüyüşüyle birlikte uzaklaştı. Fırat, Ahsen'in arkasından gidişini izledi. *** Bölüm sonu... Umarım beğenmişsinizdir...
|
0% |