Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm

@nuperi

BÖLÜM: 9 Yalan Hayat’ın Sonsuz Beklentisi

 

Az Yalan Söylenmez

Yalan Söyleyen Her Yalanı Söyler

 

(Victor Hugo)

 

 

Yıllar geçse de içimde unutamayacağım bi vicdan azabı var. Sebebiyse kalbimi yakıp kül ediyordu. Kalbimin etrafındaki ormanlık alan küçük bir kıvılcımla yakılıp yok olurken elimden hiçbir şey gelmiyordu. Sanki yanan ateşe bir odun da benim ellerimin arasından çıkıyordu. Kalbim her geçen gün sıkışıyor, acı içinde kıvranmama sebebiyet veriyordu. Günlerim bir döngüden, rutinlerim acıdan ibaretti. Ormanımda esen, önceden beni ferahlatan rüzgarım şimdi beni boğmak istiyordu ancak benim buna karşı koymam mümkün değildi. Elimde olmayan gücümle savaşamam, ona karşı gelemem. Kaderime boyun eğmek zorunda hissediyorum boğulmam gerekiyorsa boğulacağım. Kaderin döngüsü ancak buna izin veriyordu.

 

Elim, klavyede gezindi. Video bittikçe başa sardım, elimi oradan ayırmadan. Odamın sıcak atmosferi terlememe neden oluyordu içimde dışarı çıkma isteği oluştursa da zihnim buna izin vermiyordu. Olduğum yere mıhlanmış bir çivi gibi kalakaldım. Dikkatle dizüstü bilgisayarıma baktım. Masanın üzerinde bulunan bilgisayarım yarı açık yarı kapalı haldeydi.

Ailem tarafından odama olabilecek herhangi bir baskın sonucunda başım belaya girebilirdi. O gece çaldığım pardon biraz kaba oldu daha doğrusunu söylemek gerekirse aldığım görüntüleri telefonumdan daha güvenli bir alana yüklemek istemiştim. Gelebilecek her türlü tehlikeye karşı o görüntüleri korumam gerekiyordu. Onlar benim… Benim… son çıkışım olabilirdi.

 

Kurt kapana kısılmaz, kapana kıştırır. Bu hikayede kurt olmak istiyorsam planlarımı çifter çifter yapmalı, atacağım adımları ölçüp tartıp atmam gerekiyordu. Onun kadar gücüm olmasa da biz de az değiliz... Kafamız çalışıyor…

Telefonuma gelen mesajla irkildim. Masanın üzerine ters olarak koyduğum telefonu elime aldım. O geceden beri tam beş gün geçti. Beş gündür ona dair hiçbir ize rastlamadım. Okuluma gidiyor, derslerime kaldığım yerden devam ediyordum. Onsuz normal hayatıma devam etmeye çalışıyorum. Ona dair kimseden haber alamıyordum. Zaten ona dair bana haber verebilecek kimse de yoktu yalnızca Toprağın bana verdiği numaradan mesajlar geliyordu ancak onlar da araştırmaların sonuçsuz olduğunu söylüyordu.

 

Her gelen mesajda umutlarım alevleniyor, sonucun olumsuz olduğunu görünce alevlenen umudum yitip gidiyordu. Bu numaraya en son ben mesaj atmıştım. ‘Haber var mı?’ Diye kısa mesaj göndermiş ardından yanıt vermesini beklemeye başlamıştım. Açıkçası bu sefer mesajın gelmesi uzun sürmüştü, onları fazla daralttım sanırım.

Önümde sürekli başa saran videoya kaydı gözüm sonra yeniden sohbete girdim. ‘Hayır, aramaya devam ediyoruz.’ Yazılmıştı. Cevap vermeden sohbetten çıktım. Bu kadar uzun sürmesi olacak iş değil. Alt tarafı bir suçlu, neden bu kadar korunuyordu? Arkasında kim varsa o adamı neden koruyordu? Konuşmasın diye mi? Bildiği ne vardı da o adam öldürülmüştü?

 

Oturduğum sandalyede tek bacağımı katlayıp kendime çektim. Telefonu kapatıktan sonra çalışma masamın üzerine bıraktım. Soruların cevapları için oklar tek bir yönü gösteriyordu. Sandalemde yayıldım kafamı geri yatırıp ‘of’ladım. Saçlarım geriye dağılırken odamın kapısının aniden açılması ile yerimden sıçradım ve aniden önümdeki laptopu kapattım. Hareketlerim o kadar ani olmuştu ki dizimi indirirken ayağımı masaya vurmuştum.

“Ahh!” Diye acı dolu bir nida ağzımdan döküldü. “İyi misin abla?” Dedi, telaşla.”

 

“Sikeyim!” Diye, tısladım dişlerimin arasından. Şu sıralar farkında olmadan çok küfretmeye başlamıştım, istem dışı olsa da bunu durdurmam gerekiyordu. Anıl’ın duyup duymadığından emin değilim lakin çok sessiz söylediğim için duymadığına kanaat getirdim. “İyiyim, ne oldu?” Dedim. Kapıyı gösterdim, hem açık bırakmıştı hem de kapıyı çalmadan içeri girmişti.

“Sana bakmaya geldim.” Dedi. İyi olduğumu anlayınca odamda en sevdiğim yer olan tek kişilik koltuğuma oturdu.

 

O koltuğu sevmemin en büyük sebebi yumuşak ve tüylü olup beni her oturduğumda rahatlatmasıydı. “Niye bakmaya geldin?” Dedim. Oturduğum sandalyemi ona doğru döndürüp kollarımı bağladım. Hayır, yemek saatine de daha vardı. Annemle babam çalıştığı için evde yoklardı. Anıl ve ben okuldan iki saat önce gelmiştik. O kendi odasına gitmiş ben de kendi odama ders çalışmak için gitmiştim ancak ders çalışmak dışında her şeyi yapmıştım. Zaten okulda öğrendiklerim yeterli oluyordu. Zihnim bu konularla ilgili çok doluyken en azından eve geldiğimde kendimi yormak istemiyorum. Babama göre çalışmadığım her dakika geriye düşsem de ben, çalışmadan da sınavda en iyi sonucu elde edbilecek bir birikime sahiptim.

 

Anıl göz kırpıp arkamı işaret etti. “Ne?” Diye sordum. Yeniden aynısını, gözünü kırpıp arkamı işaret etti. Ters dönüp masaya baktım, herşey olması gerektiği gibiydi. “Ne diyorsun Anıl?” Dedim sert ses tonuyla.

“Bilgisayarla ne yapıyordun?” Dedi, adeta karşımda pişmiş kelle gibi sırıtıyordu. “Ne yapabilirim gerizekalı, bilgisayarla ne yapılır?” Diye sordum kinayeyle. “Sen daha iyi bilirsin,” elini çenesine atıp sessizce gülmeye devam etti. Şu gülüşü beni hep sinir etmiştir. İmalı bakışları odayı baştan aşağı süzdü ve ağzındaki baklayı çıkarmaya karar verdi. “Yoksa,” dedi son harfi uzatıp. “ayıp şeyler mi izliyorsun?”

 

Ne! 

 

Yatağımda süs olarak kullandığım yastığı ona fırlattım. “Ne diyorsun Anıl?” Dedim, kaşlarımı çatıp. Fazla mı samimi olmuştuk? Ardından sinirle devam ettim.

“Ders çalıyordum, sana da öneririm!” Dedim, sinirli ve kısık bakışlarımı ona gönderip. “Aman!” Dedi, hemen normale dönüp.

 

“Sana da hiç şaka yapılmıyor Aslı.”

“Anıl!” Dedim, dişlerimin arasında tıslarcasına.

“Abla diyeceksin!”Elini salladı. “Ohoo sen böyle yapmaya başladıysan iyileşmen yakındır.” Dedi, bıkkınlıkla. Ben zaten iyiyim yalnızca psikolojik destek almaya başlamıştım. Onu da babamın baskısıyla…

 

Ben psikoloğa gitmek istemiyordum çünkü gayet sağlıklıyım. Zihinsel hiçbir rahatsızlığım yok, çok şükür ki. Aksine etrafındaki insanlar benim rahatsız olduğumu düşünerek hata yapıyordu. Asıl onlar, fazlasıyla rahatsızdı. Kimsenin, beni bu akıl oyunlarıyla yenemeyecek kadar zekiydim. Yeteri kadar hayat görüşüm de bulunuyor, iyi ve kötüyü ayırt edebiliyorum.

 

Ben hasta değilim.

 

Cevap vermeden konuyu değiştirdim. “Umarım odama ‘pat!’ diye gelmen için önemli bir sebebin vardır Anıl.” Dedim.

“Var var.” Deyip, oturduğu puf koltuktan karşıma kadar gelip yatağıma çöktü. “Hiç sorma abla.” Dedi. Yatağıma oturduğu için kızacağımı bilse de oturmayı tercih etti. Ayrıca abla dediyse konu ciddiydi.

 

“Ne oldu?” Deyip gözlerim kısıldı. Ona yaklaştım. “Söyle.”

 

“Abla.” Kafamı iki yana salladım, ‘Evet’ dercesine.

 

“Anıl! Konuşsana.”

 

“Abla, bir kız var…” Deyince omzuna okkalı bir tokat geçirdim. Başına kötü bir şey geldi sandım. Ne de olsa mafyatik tiplerle uğraşıyorum. Kardeşime bulaşmaları an meselesi bile olabilirdi ama o gelmiş bana ‘bir kız var’ diyo! Sabrım sınanıyordu resmen.

“Abla! Ne yapıyorsun ya?”

 

“Asıl sen ne yapıyorsun, ne bu gizemli haller?” Dedim, öfkeyle. Resmen burnumdan alev çıkacaktı. Hiç sevmezdim zaten bu gizemli meseleleri. “Ne ya, ne olmuş?” Dedi. “Tamam, anlatmıyorum.” Deyip kalkacağı sırada onu durdurdum. “Otur. Tamam, anlat bir daha yapmayacağım.” Dedim, teker teker. Bir yandan da kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Sakin ol. Her şey yolunda, kimseye zarar verilmedi. Derin nefes alıp verdim. Resmen birine zara verilebilecek korkusu bende travma kalmıştı. Her olaya karşı temkinle yaklaşıyor, o günden sonra hayatım resmen iğne ucunun üzerinde geçiyor gibi hissediyordum.

 

“İyi.” Hemen de ikna oluyordu. “Madem bu kadar ısrar ettin anlatayım.”

 

Bugün başkasıyla yarın bambaşkasıyla takılıyorken benden tavsiye almaya gelmiş olması şaşırtıcıydı doğrusu. “Anlat.” Dedim bu sefer ben tek kaşımı kaldırdım imayla. “Ne iş?” Gözlerini benden kaçırdı. Nereden başlayacağını düşünüyordu.

“Şimdi şöyle, biri var… Özel biri…” dedi aralıklı konuşarak ardından sustu. “Eee benden ne istiyorsun?” Dedim. Zihnini mi okumam gerekiyor, neden devam etmiyorsun?

 

“Kızı tanıyorsun aslında Bana baktı, söyleyeceği için tepkimi ölçüyordu aklınca. “Kızla aramızı sen yapsan?” Dedi.

“Anıl, bak beni sinir etme ablacım. Çık dışarı.””

“Abla, sen niye bu kadar sinirleniyorsun? Alt tarafı bir şey istedim.”

“İstediğin şeyi farkında mısın?”

“Yapsan ölür müsün?”

“Evet, ölürüm Anıl.” Milletin kardeşi ablasından para ister yada ne bileyim gece dışarı çıkabilmek için annesini ikna etmesini ister, bizimkinin isteklere bak! Tamam, onları da istemiyor değil ama bir de Anıl’ın dertleriyle uğraşmak istemiyorum.

 

“Abla! Hadi ya!” Yanıma gelip elimi avcuna alıp sıkı sıkı tuttu. “Senden bir iyilik istiyorum.” Kolumu yerinden çıkarmak ister gibi salladı.

 

“Anıl! Derslerine çalış. Sen daha kaç yaşındasın, ne anlarsın aşktan meşkten?” Dedim. “Abla.” Dedi son harfi uzatıp mızmızlanıp. Bu haliyle bebekten farkı yoktu. “Canım kardeşim, elimden bir kaza çıkmadan çık şu odadan!” Dedim, bir yandan kolumu ondan kurtarmaya çalıştım ancak bırakmamakta kararlıydı.

 

“Abla hadi ama nolur, bak kız çok güzel ama biraz,” eliyle iki parmağının arasını gösterdi. “utangaç ve benimle utandığı konuşamıyor.” Dedi. Kaşlarımı havaya kaldırdım ve kafamı iki yana ‘olmaz’ anlamında salldım. Başımda onlarca dert varken bir de Anıl’ın aşk hayatını dert edinemezdim. “Oh! Sen iyisin tabi! Ne güzel seneye üniversiteye gidiyorsun. Mutlusundur da! Kimse ‘Anıl sen mutlu musun?’ demiyor” Dedi.

 

“Biri duyacak, sus.” Dedim. Eğer komşulara ses giderse ailemize şikayet edebilirler ve şikayet giderse, işte o zaman sonucu hiç iyi olmazdı…

 

Muhtemelen babam ikimize de neden kavga ettiğimizi sorar -ancak kavga etmiyorduk- ardından tonlarca saat nasihatte bulunurdu. Durduk yere onlara laf anlatmaktan dilimde tüy biter gecenin sonunda zorla Anıl’ı dövmek zorunda kalırdım. Sonda söylediğim ironi olsa da böyle bir de ihtimal bulunuyordu.

“Tamam sustum.” Deyip kedi gibi yatağıma yeniden oturdu. Bu değişken hallerinin altında iyi bir yalakalık yatıyordu. Ona yardım etmem için yalvaracak etmeyeceğimi söylediğim zaman daha fazla yalvaracaktı. Anıl ve benim günlük döngümüz bundan ibaretti.

 

“Senin gibi kardeşimin olduğu günü seveyim.”

 

Omzunu silkti. “Aa! ama öyle deme abla, bugün sen bana yangın ben sana.”

 

“Ne yangın mı?” Kaşlarımı çattım. Ne demek istediğini anlamadığımı belirtircesine kafamı salladım. Şaşırdı. “Yangın mı? Ne yangını?” Alık alık etrafı süzdükten sonra havayı kokladı. “Yoo, yanık yok.” Sonra aklına gelen şeyle yüzü değişti. “Kalbim yanıyor olabilir birazcık.” Dedi.

“Anıl ne diyorsun? Yangın dedin konuşuyorken.”

“Yok yangın demedim. Yarın dedim abla, sen yanlış duydun.” Öyle olsun dercesine yerimde kıpırdandım. “Peki, anlat.” Parmağımı ona uzattım, “Kısa olsun ama işlerim var, dışarı çıkacağım.” Bacaklarını yatakta toplayıp poposunun altına aldı , dedikoduya hazırlanırcasına.

Kafasını heyecanla salladı. “Abla, şimdi şöyle. Bir kız var ve çok güzel, resmen dünyanın en güzel kızı. Kendi güzel, sohbeti güzel kısacası her şeyi çok güzel biri.” Dedi. Kızı öyle bir anlatıyordu ki onu kesmek istemedim. “Tanıdık biri mi?” Dedim. Umursamaz dursam da kim olduğunu merak etmiştim. Anıl daha önce bir sürü kızı bana anlatmıştı ama bu anlatış diğerlerinden farklıydı. “Yok değil,” dedi laf arasında, sonra hızla konuşmasına devam etti. “Bazen diyorum ki ben bu kızı yıllardır nasıl fark edemedim. Eğer etseydim bir dakika bile onsuz geçirmezdim.”

 

“Yalnız güzellik karın doyurmaz, Anıl bey.” Dedim. “Annem gibi konuşma abla.” Deyip burnunu kırıştırdı. “Ne yalan mı, bu yaşta aşk meşk ne demek oluyor?” Dedim.

“Ya, abla heves ettim sana önemli bir konu anlatıyorum, dinlesene işte.” Dedi hayal kırıklığına uğramış gibi, resmen duygu sömürüsü yapıyordu. ‘Devam et’ dercesine elimi havada salladım. “Kızın babası polis memuru olduğu için buluşmamıza korkuyor.”

“Ne alaka?” Dedim.

“Anlasana,” kaşıyla gözüyle işaret yaptı. “Babasından korkuyor kız.” Dedi. “Peki.” Sondaki ‘i’ harfini uzatarak. “Yani?”

 

“Acaba sen onun telefonundan babasıyla bizimle takılıyor muhabbeti yapsan da, biz gece biraz takılsak. Heh, güzel ablam nasıl olur?”

Kaşlarımı havaya kaldırdım, kafamı sallayıp ona bu fikrin ne kadar mantıklı olacağını söyleyecektim lakin böyle bir aptallık yapmadım çünkü daha yeni saçma sapan bir olaya şahit olmuşken hiç tanımadığım birine zarar gelsin istemezdim. Üstüne üstlük birde kardeşim bu işin içindeyken asla beni kimse ikna edemezdi.

Güldüm. Ben gülünce o da güldü. “Nasıl olur biliyor musun?” Hala gülmeye devam ediyordum, ben güldükçe o daha da gülüyor istediğini yapacağımı düşünüyordu. “Nasıl?” Dedi kafasını sallayıp.

 

“Sana burdan bir koyarım Anıl, yerde iki seksen uzanırsın.” Dedim, elimi havaya kaldırıp tokat işareti yaparken.

“Ya, ablaa.” Dedi.

“Anıl, ablacım. Her şeyi iste ama bunun için seninle tartışmayacağım.” Deyip ona arkamı döndüm. Telefonumu elime aldım, gelen bildirimleri görebilmek için ekrana tıkladım. “Abla, hadi işte. Ölmeyeceksin ya, bir kaç saat idare et beni..”

Of, Anıl! Gözümü devirmeden edemedim. “Başınıza bir iş gelirse ne olacak? İkiniz de daha çocuksunuz.” Dedim. “Abla, ne çocuğu? Çocuk mu kaldı Allah aşkına?” Dedi, sitemle.

Cıklayıp ona döndüm. “Bak seenn! Çocuk mu kalmış mış. Beyefendi, büyüyüp küçüldün de benim mi haberim mi yok?” Dedim. Ayağa kalktım, planım onu yakalayıp bir güzel boyunun ölçüsünü alabilmekti. “Abla gelme!”

 

“Abla, ciddiyim.” Dedi, benim aksime yatağımda tüm ciddiyetiyle otururken. “Ben değilim ama.” Lafı değiştirme çabam asla işe yaramıyordu. Yüzünde mimik kılırdanadı bennde yerime oturmek zorunda kaldım.

“Yardım edecek misin, etmeyecek misin?” Dedi. Pür dikkat gözlerimin içine bakıyordu. Kızın ailesi gece yarısına kadar dışarda bulunmasına izin vermemesi aslında iyi bir şeydi. Ne kadar kötü gözükse bile dünyanın binlerce hali vardı. Ben bile kendime güvenmiyorken başkası neden bana güvenip kendini emanet etsin ki?

“İyi, tamam ama gözümün önünden bir dakika ayrılın,” parmağımı havaya kaldırıp ona doğrulttum. Sertçe bakışlarım üzerinde gezinse de pekumrunda olmuyordu. Bakışları yavru kediyi andırırken kardeşime kızmam pek mümkün değildi. “İkinizi de acımam babasına söylerim.” Diye tehdit ettim.

 

“Valla, bak.” Yutkundu. “Bir dakika bile ayrılmayacağız.” Eşek sıpası, kız kandırmak için beni kullanıyorsun ya, bunun bedelini sa çok ağır ödeteceğim.

“Peki, anlaştık.” El sıkışıp onu sonunda odamdan yaka paça gönderdim. Yaka paça diyorum çünkü bir türlü elimi bırakmamış öpmeye bile kalkmıştı. İki yanağıma sulu öpücükler kondururken kendimi onun elinden zor kurtarmıştım. Manyak çocuk ya! Manyak falan ama onu çok seviyorum. Tırnağına taş değse ortalığı havaya kaldırırım, zamanında yapmışlığım var.

Üstüme özenle geçirdiğim kıyafetlerimi aynanın karşısında düzelttim. Harika görünüyordum. Öyleyse çıkmaya hazırdım. Çantama telefonumu koyup odamın kapısını ardımdan kapattım. Dalgalı saçlarımı atkımın içerisinden, rahatsız olduğumdan dolayı çıkardım.

Mutfaktan yemek kokuları geliyordu. Anıl’ı odamdan yaka paça kovduktan sonra ben de boş durmayıp saçlarıma şekil verdim. Hayat nereye kadar böyle gidecekse ben en iyi halimle orada olacaktım. Bundan sonraki hayat mottomu buna önem vererek şekillendirmeye gayret edeceğim.

 

Ben saçlarımı yaparken annem eve çoktan gelmiş Anıl ise arkadaşlarıyla dışarı eğlenmeye çıkmıştı. Hayatımızı herbirimiz eski düzenine oturtmaya çalışıyorduk. Sanırım, bunda tek başarısız olan bendim, yine de onlara karşı bu duyguyu hissettirmemeye çalışıyorum.

“Anne ben çıkıyorum.” Mutfağa, annemin yanına girdim. Annem, elindeki pirinç dolu paketi tezgahın üzerine bırakıp bana döndü. “Nereye?” Dedi. Çantamın düşen askısını düzelttim.“Dışarı çıkıyorum, kütüphaneye gideceğim. “Annem beni baştan aşağı süzüp kafasını salladı. “Peki, dikkatli ol. Gözlerin yolda olsun, kimsenin işine de karışma.” Diye beni tembihledi.

Gülümsedim. “Merak etme gecikmem, gözlerim de hep yolda olacak.” Deyip onunla vedalaşmak için sarıldım. Annem, Anıl’a da bana da dışarı çıkacağımız zaman hep tonlarca nasihatte bulunurdu. Onun bize karşı şevkatini seviyordum. “Cansu da seninle birlikte mi olacak?” Dedi. Kafamı iki yana salladım. “Hayır, tek başıma olacağım.” Dediğimde hala sarıldığımız için sesim boğuk çıkmıştı.

 

Geri çekildiğimde nedensizce gözlerim dolmuştu. Annemin beni bu hde görmemesi için hızla arkamı dönüp ayakkabılarımı giyip dışarı çıktım. Kendime engel olamamamın sebebi psikoloğum ve babamın benim için verdiği ilaçlardı. Babamın verdiği ilacı uzun süredir kullanıyorum fakat psikoloğumun verdiği ilaçlara daha yeni başlamıştım.

Adımlarım birbirini takip ederken düşünmeye başladım. Toprak, beni eve bıraktırdıktan sonra evime gidip yorganımın altına gizlenmiş, tüm gece boyunca yaşananları düşünmüştüm. Sabah olduğunda Anıl gitmediği için zorla ekmek almaya çıkmış o günden beridir takip edildiğimi iliklerime kadar hissetmiştim.

Beni takip ediyordu. Nerede ne yaptığımı, kiminle buluştuğumu, belki de okulda hangi derse girdiğimi bile biliyor olabilirdi. Arkamı ber döndüğümde birinin varlığını hissetsem de onu tam olarak görmedim. İşinde iyiydi lakin benden kaçabilecek kadar değil…

Mevsimler değişse de insanlar aynı kalmaya mahkûmlardır. Ellerinde bulunan şansı yeterince iyi kullanamayıp ilahi güçten binlerce yardım dilenir kaderde yoksa buna hiç bir zaman ulaşamazlardı. Onları değiştirmeye gücü yeten ilahi güç, biz insanları kaderinin kalemini avuçlarımız arasına bırakıverirdi.

 

Bize bu adil gelmese de her zaman kendi seçimlerimiz yönünde ilerler, yolumuzu aydınlatacak kıvılcımı kendimiz seçerdik…

Anneme kütüphaneye gideceğim desem de bu yalandan ibaretti. Gideceğim yerin kimse tarafından bilinmemesi gerekiyordu.

İstemsizce avuç içim terliyor bazen kıyafetlerime sürüp rahatlamayı umuyordum. Evet. Takip edilsem de bugün sabahtan itibaren kimse peşimden gelmiyordu, bunun rahatlığıyla polis merkezine gidip işlerin ne kadar ilerlediği hakkında bilgi almak istiyordum. Tabi ki de eğer bana bilgi vermek isterlerse.

O olaydan sonra beni yalnız bırakmayan polis memuruyla görüşmeyi planlıyordum. Esen rüzgar saçlarımı savurdu. Taksiden inip çantamı koluma taktım. İçeriye adımımı attığımda negatif bir enerji bedenimi çevreledi. Herkesin yüzü asık, kimse birbirine tahammül bile edemiyor gibiydi. Yorgun bakışlara maruz kalarak merdivenleri tırmanmaya başladım.

 

En son geldiğimde, o polis memuruna numaramı bıraksam da gelişmeler için beni aramamıştı bu yüzden bende bizzat gelmeyi denemiştim. İsminin Sunay, olduğunu öğrendiğim ve beni olay gününden itibaren yalnız bırakmayan polis memurunun odasına çıkacaktım. Bina şehir merkezindekine kıyasla küçük olduğu için aramam kolay olmuş ilk kattaki odanın üzerinde buyuk harflerle Sunay Karakaya yazan odaya yaklaşıp kapıyı çalmıştı.

Geleceğim ani olduğundan haber verememiştim. Umarım sorun etmezdi. “Merhaba,” deyip kafamı kapıdan uzattım. Kafasını önündeki karışmış kağıt yığınından kaldırıp bana dikti. İlk baş, kaşları çatar gibi dursa da beni görünce düzelmişti. Bundan cesaretle tekrar konuştum. “Gelebilir miyim?”

 

“Tabi,” eliyle masanın önünde bulunun ikili koltuğu işaret etti. “Buyur, otur.”

 

“Teşekkür ederim.” Deyip, tebessüm ettim. Karşımdaki kadını her gördüğümde ciddiyete bürünüyor, bir o kadar da güvende hissediyordum. “Rica ederim. Terapiye başlamışsın.” Dedi sorarcasına. Tebessüm ettim. “Ailemle oldukça yakınsın anladığım kadarıyla?” Zira bu bilgiye ailemden başkası bilmiyordu, bu da demek oluyordu ki; ailem benim buraya geldiğimden haberi vardı. Sesimde hiçbir kinaye yoktu ama yine de merak ettmiştim. Parlak bakışları beni bulmuştu, elimi avucumda gezdirdim. Babam mı öğrenmişti yoksa Sunay kendi isteğiyle mi ailemle iletişime geçmişti?

 

Peki ona bundan sonra nasıl güveneceğim? Elimdeki değerli bilgiler sayesinde belki yolu aydınlananilecekken, ailemi araya katması benim zor duruma düşebileceğimi gösteriyordu. Üstelik yalnızca ben değil, ailem de. Bana cevap vermemeyi tercih etti, bunun yerine omuzlarını silkti. “Ne için gelmiştin?” Deyip, gelme sebebimi bilse de anlamamazlıktan geldiğini anladım. Onun yaptığı gibi omuzlarımı silktim. Gözlerimi onun gözlerinden çekip önündeki kağıt yığınına baktım.

“Sanırım yanlış bir zamanda geldim.” Deyip çıkarıp sehpaya bıraktığım atkımı elime aldım. Bu sıra da Sunay beni durdurdu. “Hayır, lütfen. Rica ederim.” Deyip eliyle kalktığım sandalyeyi gösterdi. “Otur lütfen.” Dediğinde, çoktan atkımı geri bırakmış, kaldığım yere kurulmuştum. “Her şey yolunda mı?” Diye sorup ellerini masanın üzerinde birleştirdi. Kafamı salladım. “Şimdilik iyi gidiyor.”

 

“Bu ne demek?” Bıkkınca nefes verdim. “Sınav haftam yaklaşıyor.” Dediğimde, ‘anladım’ dercesine kafa sallayıp dudaklarını birbirine bastırdı. Daha fazla uzatmamak adına konuya girdim. “Herhangi bir haber var mı?”

Uzunca bana baktı, yüzümü şefkatle inceledi. Bakışlarında, annemi andıran bir duyguyu hissettim. Şimdi fark ettiğim şeyler oldu. O kadar da genç durmuyordu, yüzündeki kırışıklıklar ancak dikkatli bakıldığında belli oluyordu. Anlaşılan zaman, Sunay için de acımasız olmuştu. “Sana bundan bahsedemem.” Dedi.

 

Kaşlarım çatılıp bakışlarım değişti. “Ne demek bundan bahsedemezsin? Bu olayda bizzat ben de vardım.” Diye sessizce mırıldandım. Sanki odayı dinleyenler olacakta onların duymasını istemiyor gibiydim.

Solundaki bilgisayarda açık bir resim bulunuyordu.

Orada takılı kaldım, fotoğraf çok tanıdıktı. Zira bu Gürkan değilse kimdi? Çünkü tam olarak ekranda Gürkan’ın bitometrik fotoğrafı bulunuyordu. Ekrana kayan bakışlarımı fark eden Sunay, laptopun ekranını kapattı. “Suçlu mu?” Deyiverdim.

“Hıhım, öyle.” Deyip beni geçiştirdi.

 

Gürkan’ın, Toprak için çalıştığını biliyordum ve elimdeki görüntüler sayesinde birçok şeyi daha ancak Sunay, Gürkan’ın fotoğrafını neden araştırmıştı, bunu bilmiyordum. “Ailen bundan rahatsız.” Dediğinde aklım ondan çok bilgisayardaki görüntüdeydi. O resimi neden o ekranda görmüştüm? Babama beni şikayet etmiş olması canımı sıktı. Alayla ‘hıh’ladım. O haber vermeseydi buraya geldiğimden kimsenin haberi olmayacaktı. Yine de konuştum, “Onların haberi olmaz.” Kafamı yana yatırıp masadan ellerine uzandım.

“Lütfen!”

“Olmaz,” kendini geri çektiğinde boşlukta kalan ellerime baktım. “Bu konu üzerinde çalışıyoruz ayrıca olay çözüme kavuşana kadar buraya gelmezsen sevinirim, benden sana bir abla tavsiyesi.” Dudaklarımı büktüm ve cebimden telefonumu çıkarıp hazırda bekledim. “En azından ölen adamın ailesinden haberi var mı?”

Bana baktı. “Söz, bir daha gelmem.” Dedim. Neden kimse bir şey söylemiyordu? Delirmek üzereydim, kimse fark etmiyor mu? “Ailesine ulaştık lakin karısını konuşturmak kolay olmadı. Ölen adamın iki de çocuğu var. Devlet hem eşine hem de çocuklara sahip çıkacak merak etme.” Deyip biraz da olsa beni teselli etti. Yine de söyledikleri içimi acıttı.

 

“Nasıl yani, bir ailesi olduğunu bile bile mi öldürmüşler adamcağızı?” Deyip, hayretle elim ağzıma kapandı. “Peki, adam neden öldürülmüş olabilir?” Diye sordum. Bana ‘cevap vermeyeceğim’ der gibi baksa da dayanamayıp cevap verdi.

“Benden hiçbir şey duymadın, küçük hanım.” Heyecanla kafamı sallayıp oturduğum koltuktan ileriye atıldım. “Söz, duymadım.” Diye konuştum.

Buradan çıktıktan sonra takip edilecek miydim acaba?

“Vefat eden adamın ailesi ile bizzat kendim ilgilendim.” Deyip, arkasına yaslandı. “Kadınla ilk görüştüğümde, kocasının ölümünün şokuyla konuşamadı tabii ancak olayları anlayınca, içinde ne varsa döktü.” Elindeki kalemi masaya vurup devam etti. “Adam, bir kaç haftadır çok garip davranıyormuş,” dediğinde kanımın akışı hızlandı. “Nasıl yani?”

“Eve geç gelmeler, yemek yiyememeler, eşiyle ve çocuklarıyla konuşmamalar, erken kalkmalar ardından selamsız sabahlar, gerisini sen düşün…” Deyip zihnimdeki düşüncelerin birbirini yemesi için resmen bana alan açtı.

 

“Peki adam hiç karısıyla konuşmamış mı?” Kafamı yana yatırdım. “İllaki konuşmuş, anlatmıştır.” Dedim. Adam, eşine anlatmışsa ölüm sebebini öğrenebilirdim. Böylece katilin kim olduğu da ortaya çıkmış olurdu.

Dudakları düz bir çizgi halini aldı. Gerilen bakışları, ortamı da germişti. Kafasını iki yana salladı. “Maalesef.”

“Ne demek maalesef Sunay? Anlatmış olmalı, anlatmalı. Nasıl anlatmaz? Aklım almıyor.” Aramızdaki yaş farkına rağmen ona adıyla seslenmemi garipsemedi.

“Maalesef, adam resmen ölümüne hazırlanır gibi zaten ruhsuz dolaşıyormuş, kimseyle de temasta bulunmuyormuş.” Elimi saçlarımın arasından geçirdim. Aldığım nefesin sesi kulaklarıma baskı yapıyor zihnim çınlıyordu. “Öğrenebildiklerim bu kadar.” Dahası vardı ama bana anlatmayacaktı. Benim bir şekilde o kadını bulmam lazımdı.

Yine zihnimde fısıltılı konuşmalar başlamıştı. Sirkelenip Sunay hanıma baktım. “Geçen geldiğimde, adamın baronlara bulaşmış olabileceğinden bahsetmiştin.” Deyip hatırlamasını umdum. Masaya yaklaşıp, “Evet.” Dedi.

 

Yaşamak değil de acıyı hissetmek güzeldi çünkü bu hayatta acıyı hissediyorsan yaşıyorsundur. Kim bilir belki de öldürülen adamın ailesi tutunacak bir dal arıyordu.

“Elimde bir şeyler var.” Dedim. Bunu yapıp yapmam hakkında emin değildim. Şimdi sırası mıydı? Diye geçirdim içimden. “Ne gibi bir şey?” Bana kuşkuyla bakıyordu, yerimde dikeldim. Odada gezindi bakışlarım, burada anlatmam doğru olur muydu, bilemedim. Perdesi kapalı odayı, bozulmaya yüz tutmuş bir lamba aydınlatıyordu. Yutkunmamı gördüğünde bana destek vermek adına elime uzandı. “Bana anlatabilirsin.” Dedi.

Kapı çalınıp cevap beklemeden içeri girildi. “Sunay, acil durum. Özkan amirim seni bekliyor.” Dedi. Gelen polis memuru nefesler içinde kalmıştı. “Birazdan geleceğimi söyle.” Dedi.

“Sunay amirim; Özkan amirim, çok önemli dedi. Odasında sizi bekliyor .” Sunay, aceleyle yerinden kalktı. “Gelişme mi var?” Dedi. Gelen polis memuru kadında aynı Sunay kadar sert bakışlıydı. İçeri girdiği andan itibaren onu izliyordum, memurun bakışları çok kısa bir an bana dönse de işini yapmaya kaldığı yerden devam etti. “Amirim, dün gelen adamların sorgusuyla alakalı.” Dedi. Sunay, önündeki kağıt yığınını gelişi güzel toparlayıp memura baktı.

 

“Ötmeye başladılar mı?” Polis memuru kafasını salladığında odadaki varlığımın unutulduğunu düşündüm lakin Sunay bana döndü. “Söyleyeceklerini unutma! Beş dakikaya geliyorum.” Deyip yanındaki memurla odadan çıkıp beni burada yalnız bıraktı.

Sırıttım. Beni burada yalnız bırakıp gitmedi büyük hataydı. Benim bu fırsatı değerlendirmem gerekiyordu, hemen ayağa kalkıp Sunay’ın oturduğu yere ilerledim. Kağıtları gelişigüzel topladığından dolayı masa iyice dağılmıştı.

Kağıtların arasına elimi daldırıp karıştırdım. Önüme gelen saçımı da kulağımın arkasına itip ilgimi çeken bir kağıt çektim. Seçtiğim A-4 kağıdında koyu renkle yazılmış yazı dikkatimi çekti. Alabayoğulları’nın düğümü çözülüyor. Yıllardır çözülemeyen gizem emniyet tarafından sıkı takipte. Yazının geri kalanını okuyamadan telefonumdan çektim. Eve gidince, sakin kafayla okumak daha mantıklıdı. Sayfaları karıştırdım, önümde onlar hakkında binlerce bilgi bulunuyordu.

İyi de Sunay neden Alabayoğulları’yla ilgileniyordu ki?

Hadi ama işime yarayabilecek başka şeyler de olmalıydı!

Çekmeceleri karıştırmayı denedim, ilk çekmecede ilaç görünce kaşlarım çatıldı ancak ben bunları biliyorum, babamın her evde bulunması gerektiğini söylediği ilaçlardandı. Kimisi baş ağrısı için kimisi boğaz ağrısı yahut nefes darlığı içindi. Polisliğin zor bir meslek olduğu aklıma geldi.

İkinci çekmeceyi çektim. Adrenalinden elim ayağıma dolanıyordu. Çekmeceyi aniden çektim, içinde kalem kutuları, kulaklık, kurşun kalem, küçük boy kağıtlar bulunuyordu. Bunu da kapattım.

 

Son çekmeceyi açmayı denediğimde açamadım. Eğilip çekmeceye baktım, üzerinde kilit bulunuyordu. Anahtar bulmam lazımdı bu yüzden diğer çekmecelerde olabileceğini düşündüğüm için tekrar baktım ama orada anahtar yoktu. Aklıma gelen fikirle duraksadım. Son çare çantamdan eskiden perçemlerim için kullandığım tel tokalarımı çıkardım.

 

Tel tokayı ikiye ayırıp ucunu kilidin içine soktum. Üç kere içinde çevirip, kilidin dişine değdiğine kilit kendini bırakmış çekmece geri geri açılmıştı. Aferim Aslı, senin yapamayacağın hiçbir şey yok! Kendimi övme seansımın ardından çekmeceye baktım. İçinde mavi bir dosya üstünde ise bir silah vardı. Silaha elimi değdirmeden dosyayı alttan çekip aldım.

Bu yaptığımın etik olmadığını bilsem de, kendimi dosyanın içini incelerken buldum. Bu dosya fazla garipti.

Karanlık.

Sır gibi. Sayfaları çevirdikçe şaşkınlığım artıyordu çünkü bu dosya Alabayoğulları’ndan ibaretti. Halis Alabayoğulları, Seren Alabayoğulları, Cumali Alabayoğulları, İdil Alabayoğulları, Toprak Alabayoğulları ve daha fazlası…

Yurt dışında hayatını sürdüren aile üyeleri, ülkede kendi markasını kurup hayatına devam edenler yada Alabayoğulları soyadını kullananlar mevcuttu.

Dosyada beni ilgilendiren pek bir şey yoktu. Ben magazinci yahut polis değildim, onların hayranı hiç değildim. Bu aile her kimse polis tarafından pek sevilmedikleri kesindi. Toprak’ın köklü bir aileden geldiğini bu dosyayı görmeden bile anlamıştım çünkü bakışlarındaki hırs ve tatmin olmayan aşağılık egosu, onu buram buram eleveriyordu. Bu yüzden dosyayı aldığım gibi yerine koyup silahı da üzerine bıraktım ve çekmeceyi kapattım. Tam yerime oturmaya gideceğim sırada, öldürülen adamın dosyasını gördüm.

Hızla ona uzandım, parmaklarımın arasına alıp kağıdı kendime çektim. Fotoğraftaki adam resmen canlıydı. Bakışları, o gece bana bakan gözlerdi. Bu bir fotoğraf olsa da, beynim gerçeğinden ayırt edilemeyecek bir ilizyon olarak algılıyordu. Adamın ismi yazıyordu, Azmi Tutucu.

Azmi. Tutucu.

Altında kişisel bilgileri ve özgeçmişi yer alıyor ailesine ait de kısa bilgiler bulunuyordu. Sayfanın en altında iletişim bilgileri ve adres yazan kısmın fotoğrafını çektim. Elimi çabuk tutmam gerekiyordu. Sunay, gelmeden benim bu odadan tüymem lazımdı. Madem kimse benimle işbirliği yapmıyor o zaman ben de kendi işimi kendim halledeceğim.

 

Odadan çıkarken temkinliydim fakat yakalanma korkumdan dolayı arkama bile bakamadım. Zemine değen her bir adımımda az önce yaptıklarımı sorguluyordum. Doğru olan bu değilse neydi?

 

Ecel terleri dökmeyi bırakıp polis merkezinden çıkış yaptım. Önüme ilk gelen taksiyi çevirip telefondaki adresi şoföre uzattım. “Ne kadar sürer?” Dedim.

“Valla abla nerden baksan rahat, üç buçuk bilemedin dört saat sürer.” Dedi, rahat tavrıyla. Telefonumun ekranını kendime çevirip saati kontrol ettim. Saat, 20.02’yi gösteriyordu. En iyi, yol üç saat sürse bile 23.00’ de orada olabilirdim. Geri dönüşüm ancak gece yarısından sonra olurdu ve bu da benim en büyük problemim olurdu. Ailem neden bu kadar geç kaldığımı sorar ben de haliyle peşinde olduğum şeyi anlatamayacağıma göre inandırıcı bir yalan buamazdım.

 

Elimle saçlarımı ittirip of’ladım. Eve varmam zaten geç olacakken oraya gidebilemem bu satte imkansızdı. Moralimi düşürmemeye karar verip, öldürülen adamın ailesini ziyaret etmeyi sonraya erteledim ancak planlarım arasında en önemli yerde bu olacaktı. Taksici abi, benim bir adres söylemem için bekliyordu. Ona dikiz aynasından bakıp gideceğim yeri yani evimin adresini söyledim.

 

***

 

Başımdan akan sıcak su tenimi yakıyordu. Alnımdan yüzüme süzülen su damlacıkları gözlerime girip görüşümü zorlaştırıyor. Dudaklarımı birbirine bastırıp banyonun soğuğuna dağmen kurulanıp kıyafetlerimi giydim. Saçlarımdaki banyo havlum ha düştü ha düşecekken çoraplarımı da giyinip başımdaki havluyla su akan saçlarımı kurulamayı umdum. Genelde saçlarımı kendi kendine kurumasını beklerdim böylece geçen zamanda düşünmeden duramayan zihnime zaman ayırabilirdim. Saçlarım tamamen kuruduğundaysa zihnimdeki düşünceleri bıçak gibi kesip atardım. Ancak saçlarım ıslakken bu kadar uzun düşünür sonrasında yapmam gerekenlere devam ederdim.

Üzerime ince askılı, siyah atlet giymiş altımaysa genel olarak evde hep giydiğim kısa, gri, beyaz çizgileri olan şortumu. Saçlarımın yeteri kadar kuruduğuna kanaat getirdikten sonra baştan savma tarayıp banyodan çıktım. Polis merkezinden geldikten sonra elimdeki bilgilerle ne yapabileceğimi düşünürken uyuyakalmıştım. Duvardaki saate baktım, 23.45’i gösteriyordu.

 

Annem ve babam son dakika, akşam yemeğini dışarıda yemeye karar vermiş, Anıl da bundan istifade hala eve gelmemişti. Haliyle bu akşam evde tektim. Mutfağa girip ışığı yakmaya gerek duymadan dolabın kapısını açtım. “Bir şeyde istediğim gibi olsun.” Diye sitemde bulundum. Annemin işe gitmeden önce Anıl ve benim için taze sıktığı meyve suyu şişesini çıkarıp kendime bir bardak doldurdum. Şişenin bardağa değdiğindeki tiz sesi kulaklarımı tırmaladı.

Eve geldiğimde Anne ve babam çoktan çıkmışlardı. Onları bir- iki dakikalık arayla kaçırmıştım gerçi kaçırmasaydım da planları bozulmasını istemezdim. Ben eve girdiğimde annemden kısa mesaj gelmişti, ‘Kızım, ocağın üstünde çorba ve makarna var. Acıkırsan kendine ve Anıl’a bir tabak ısıtırsın.’ Yazmıştı. Altında bir mesaj daha bulunuyordu, ‘ilaçlarını almayı unutma çiçeğim.’ Gülümsedim, Anıl eve gelmedi, bense aç değilim. Hiç iştahım yoktu o yüzden yemeği es geçtim. O olaydan sonra beni yalnız bırakmamak için seferber olmuşlardı.

 

Onların evde olmayacağını bilseydim eğer, adamın eşini ziyarete de gidebilirdim. Adamın hayali; eski, yırtık ve dayak yemekten kanlanmış kıyafetleri gözümün önünde belirdi. “Yine olmasın, nolur bırak beni.” Diye mırıldandım. Elimin başıma gittiğini fark etmemiştim, saçlarımın arasına geçirdiğim parmaklarımla bir an önce bu sanrılarım geçmesini diledim. “Bitsin bu artık!” Diye dişlerimin arasında acı içinde inledim. Meyve suyumu yudumlayamadan psikoloğumun verdiği ilacımı aramaya başladım.

Bedenimi üşüme sardı. Normal şartlarda soğuktan etkilenmesem de duş aldığımdan dolayı hafiften üşümeye, bedenim titremeye başlamıştı. Odamdaki çekmeceme koyduğum ilaç kutusunu elime aldım ancak son kalan ilacı sabah kullanmıştım. Emin olmak adına kutuyu salladım ancak hiçliğin sesini duydum. İlaçtan başka bir şey düşünemiyordum.

Yedek kutular neredeydi?

Hızla mutfaktaki ilaç kutusuna baktım. İlacımı bulabilmek için etrafı biraz dağıtmak zorunda kalmıştım. Sesler, zihnimde çığlık misali büyüyordu. “Ahh! Neredesin?” Odaların birinden soğuk rüzgarlar esmeye başladı. Kollarımı bedenime sarıp kendimi biraz oldun soğuktan korumayı denedim. “Çok üşüyorum.” Deyip, camın açık olduğunu düşündüğüm odaya yöneldim. Salonun camı bozuk olduğu için genelde rüzgara karşı koyamıyor arada sırada açılıyordu. Babam ve annemin işten zamanları olmadığından bir türlü yaptırmaya vakti olmuyordu. Kış gelmeden yaptırılmalıydı, lanet cam.

 

Soğuğa yaklaştıkça daha net hissediyordum. Salonun kapısından söylene söylene girdim. Hem camı kapatacak hem de çekmecedeki yedek kutudan ilacımın kalıp kalmadığına bakacaktım. Salona girip cama yöneldim. Garip bir ürperti bedeni sardı, izleniyordum. Biri beni izliyordu!

 

Oturma odamda biri var!

 

Karanlıkta bir adam vardı, koltuğa rahat tavırıyla oturmuş beni dikizliyordu. “S…sen k…im..sin?” Dedim, geri geri ilerlerken. Hedefim ondan oldukça uzağa gidebilmek hatta mümkünse kapıdan kaçmaktı. Bu herif buraya nasıl girmişti. Camdan mı? Yok artık!

“Ce…vap v…er!” Dedim. “S…en?” Korkudan keklemeye başladım. İlacıma ihtiyacım giderek artıyordu. Adımlarım her saniye geri giderken koltuğa çarptım, hafiften kafamı geri çevirdiğimde duvarın çok uzağımda olmadığını fark ettim. “K…kimsin?” Koltuğa eğilip, kumandayı avuçlarımın arasına alıp ona doğrulttum. Bacağının tekini diğerinin üzerine atmıştı, takım elbisesinin karanlıkta bütünleşmiş olması onu geç fark etmeme sebep olmuştu. Onu korkuyla baştan aşağı süzdüm, elleri koltuğun baş kısımlarına tutunmuştu.

Elindeki bir kutu dikkatimi çekti. “Sen?” Genizden gelen sesi kulaklarıma doldu. Sert rüzgar eserken onun kokusunu içime çektim. Islak Toprak Kokusu. Karnıma tekme atıldığını hissettim. Saçmalama. “Ben?” Dedi.

Beni öldürmeye mi geldi?

Hayır!

Ayağa kalktı, “Gelme!” Diye, uyardım. Elindeki kutuyu salladı. İlaçlarım ondaydı. O kutuya ihtiyacım var. O nereden bulmuş ayrıca ihtiyacım olduğunu nasıl anlamıştı. Gözlerim çekmeceye kaydı. Tabii ya! Çekmeceyi karıştırmıştı! Sinirle nefes aldım. Onu nasıl duymadım?

Kafamı salladım, “Ne işin var evimde?” Dedim. Hırsız gibi evime girmesi beni düşünce çukuruna çekiyordu. “Nasıl girdin içeriye?” Diye sordum. Ailem görürse biterdim.

Nefesim hızlanırken giderek daralıyordum. Ona ihtiyacım vardı.

 

“Elindekini ver!” Diye, emir verdim. Zira hiç dayanacak gücüm yoktu. İki kere cıkladı, “Verir misin?” Diye, ukalaca bana yaklaştı. Geri adımladım. “Toprak, elindekini ver.” Dedim. Güldü, gülüşü giderek büyürken ondan korkmaya başladım. Silahı belinde mi diye kontrol etmek istedim ama bakışlarımı gözlerinden alamadım. “Korkuyorum.” Dedim.

Aramızda kendimi, ondan koruyabileceğim yalnızca kumanda vardı. Bir şey mi olmuştu da bana böyle bakıyordu? Bana doğru her adım attığında geri gittim, sessiz konuşması sonlandığında sonunda benimle konuştu! “Sen kimsin?” Dedi.

Kaşlarım çatıldı. “A…anlamadım?” Hastanede konuşmuştuk bunu.

Sesindeki tını birazdan burada iyi şeyler olmayacağını söylüyordu. “Kimsin sen?” Diye yineledi.

Bakışlarım yere kaydı. Ne demek istediğini gerçekten anlamıyorum. Daha önce defalarca konuştuk. Yoksa telefonunu benim çaldığımı mı anlamıştı? Ona derdimi, istediğimi anlatmıştım. Nefesi hızlandı, hırlamasını işittiğimde şaşkınlıkla kafamı yerden kaldırdım. “Ne oluy-” lafımı bitirmeden beni duvara yapıştırdı. Sırtım soğuk duvarla buluşurken. Duvarla onun bedeni arasında sıkışıp kaldım, hareket dahi etmeye gücüm yoktu. Yutkunduğu için gözlerim adem elmasına kaydı, oradan yüzüne, ok gibi olan kirpiklerine ondan sonra yüzüne birkaç tutamı dökülmüş saçlarına.

 

Sokak lambasından içeri giren loş ışık yüzünün yalnızca bir kısmını aydınlatıyordu. “Toprak-“ elini dudaklarımın üstüne sertçe kapadı. İlaca ihtiyacım var diyecektim. Beni bacakları arasına kıstırıp hareket etmemi engelledi. Bunu yapmasaydı da zaten hareket edebilecek gücü kendimde bulamıyordum. Elini kaldırıp ilacı işaret etti, “Bunu mu istiyorsun?”

Kafamı aşağı yukarı salladım. “Beni iyi dinle.” Yeniden kafamı salladım. Sakin ancak bir o kadar anaç tavrı beni deli ediyordu. “O adamla aranda nasıl bir ilişki var?” Elini dudaklarımdan çekti.

“Hangi adam, öö…öldürülen adam mı?” Deyip sustum. “Aynen.” Dedi sert tavrıyla. Gözlerini kısıp mimiklerimi analiz ediyordu. Kendinden asla taviz vermiyordu. Hala hain olduğumu düşünmüyordu değil mi?

“Ya şimdi konuşursun ya da ömür boyu susarsın.” Dedi. Karşı geldim ve “Önce ilaç.” Deyip, ilaç kutusuna uzandım ama o benden önce davranıp kolunu geri çekti.

Elim boğazıma gitti, nefes darlığım giderek çoğalıyor dayanılmaz hale geliyordu. “Lü…t-fen!” Onu tüm gücümle ittirip yere eğildim, nefes alabilmeyi umuyordum. “D-ayanamı…yorum.” iki büklüm yüzüne baktım.

Bakışları, hala aynı değişen tek bir şey vardı o da, mesafeydi. Yalan söyleyip söylemediğimi anlamaya çalışıyordu. Öksürmeye başladım. Ciğerlerimden başlayan yangın hissi, boğazımı da yakıyordu.

“Hey?” Dedi, kulaklarım uğuldamaya başladı. “Aslı! İyi misin?” Yanıma çömelip sırtıma vurdu.

 

Eline uzandım, bu sefer ilacı geri çekmemişti. Kutuyu titreyen ellerimle açıp almam gereken miktarda alıp yutkudum. Parmaklarımı, Toprak’ın omzuna geçirdiğimi fark etmeden tüm gücümle sıktım. Canım, onun yüzünden yanıyordu, belkide hıncımı bu şekilde alabileceğime inandım. Tepki vermedi, bilincim kayıyordu.

 

İki elimde düşmemek için ona tutunmuştum, kolları bedenimi sardı. Boynu, burun girintime isabet ederken derin nefesler almama sabep oldu. Yağmurdan sonra etrafı şenlendiren o enfes koku…

Kokusu da ismi gibiydi. Toprak.

Daha çok zehirli bir toprak.

 

“Sakin ol.” Deyip ıslak saçlarıma elini geçirip sırtımı okşadı. Ne yapması gerektiği konusunda şaşırmıştı.

 

Ciğerlerimi oksijenle doldurdum. Kokusu uykumu getiriyordu. “İyi misin?” diye fısıldadı Toprak. Yutkundum. Kafamı salladım. Yanlışlıkla yüzümü gömleğine sürmüştüm. Bedeni kaskatı kesildi fakat geri çekilmedi. Saniyeler hatta dakikalar birbirini kovaladı, biz yerde garip bir pozisyonda oturuyorduk.

 

Nefeslerim artık düzene girerken parmaklarımı üstünden çektim. Çünkü şu an bu parmaklar, yapması gereken şeyi yapacaktı. Bakışlarım usulca gözlerini bulurken onu bu kadar yakınımda beklemiyordum. İri gözleri, bedenimi süzüp az önce olanları anlamaya çalışıyordu. Uzun kirpikleri, sarmaşık misali bedenime kavradı. Gözlerimiz birbirimizin üzerinde asılı kalırken ilk hamleyi ben yaptım.

Yakasına yapışıp onu kendime çektim. Bir elim yakasındayken diğer elimle yüzüne tokat attım! Attığım tokadın sesi salonda yankı yapmıştı. Sersem bakışları beni buldu.

 

Bu hareketim onu şaşırttı, gözleri sonuna kadar açıldı. Onun yüzünden ölecektim! Çıkık elmacık kemiğinin üstünde el izi çıkmıştı. “Bu neydi şimdi?” Deyip, ayaklandı. Beni öylece yerde bırakıp dik dik yüzüme baktı. “Hayatını kurtaran adama fazla acımasız davranıyorsun.” Dedi.

“Hayatımı kurtaran adam mı?” Deyip ona atıldım. “Beni öldürüyordun!”

Kollarımı bağlayıp hareketsiz kaldı. “Çok bencilsin.” Dedi. Sakin tavrı beni çileden çıkarıyordu. “Bunun bencillikle ne alakası var?” Ağzımdan ‘hah!’ Diye bir ses çıktı. “Ölüyordum! Anlıyor musun? Senin yüzünden, manyak!” Alışıksındır sen tabii!

 

“Ayıp oluyor ama. Asıl ben olmasaydım, sen çoktan can çekişmeye başlamıştın. ”deyip cıkcıkladı. Şuan resmen karşıma geçmiş aşağılayıcı tavırla benimla alay ediyordu. O ilacı aradığımı nereden biliyordu? Allahım aklımı kaçıracağım. Yaşananların bir rüya olmasını o kadar çok isterdim ki…

 

“Kimsin ya sen? Kimsin, ya kimsin?”

 

“Bana bak, benim de sabrımın bir sınırı var. Canımı sıkıyorsun.” Dedi uyarıcı tonda. Yok ya! Beyefendiye bak sen. Hem evime izinsiz, sapık gibi gir hem beni öldürmeye teşebbüs et hemde üste çıkmaya çalış, yok ya!

 

“Ne diyorsun sen be, senden iyi can sıkan mı var!”

 

“Sana bir can borcum olmasa burada bir dakika olmazdım.” Dedi ağzının içinden. “Seni hiç sevmedim, bil isterim.” Dedim.

 

“Ha, ben sana bayıldım.”

 

“Evime nasıl girebildin?” Dedim.

Tek kaşını kaldırdı. “Gerçekten bunu merak ediyor musun?”

“E…Ediyorum.” dedim, kararsızlıkla kafamı sallarken.

Ben uyurken de burada mıydı yoksa yeni gelmişti? Her halükarda çok saçma, sesini duymamış olmam garipti.

 

Yine de alayla güldüm, camdan girecek hali yok ya kapıdan girmiştir. İyi de kapıyı nasıl açabilmişti? O açtıysa; hırsızlar, katiller, mafyalar da açabilirdi! İfademi değiştirip ciddi oldum.

Kollarımı bağladım. “Kapıyı nasıl açabildin?” dedim. Ciddi ifadesi bozulup tebbessümü büyüdü. Gülümsemesi… Tarif edilemeyecek psikopatlıkta gülmesi, gerilen bedenimi daha da geriyordu. Sakin ol Aslı, dikkatini dağıtmasına izin verme. Geri adımlayıp kalktığı koltuğa rahatça oturdu. Elimde ona ait önemli kozlar varken değil bana zarar vermek tırnağıma bile dokunamazdı.

 

Tek bir tuşla ona ait tüm görüntüler, insanlık tarafından izlenir, ama sen öldüğünle kalırsın. “Heyy! Sana diyorum.” Deyip elimi ona doğru salladım.. Babasının evi gibi ne bu rahatlık, kardeşim!

“Kapıdan girmedim.” dedi sessizce, sır verir gibi.

 

“Ne?” Diye fısıldadım. Şaşkınlığım giderek büyüyordu. Kapıdan girmediyse… Arkamı döndüm, ardına kadar açık cama baktım. Bir saniye! Yok! Hayır canım. Ahahah! Bu kadarını yapmış olamaz!

İki kat vardı uçarak giremeyeceğine göre… yok artık tırmanmadı değil mi? Teyit etmek için ona döndüm, ki o da konuşmama izin vermeden lafa atladı. “Evet… Oradan..” Dedi mekanik bir sesle. Ya biri gördüyse ve babama söylerse…

 

“Ne yaptığını sanıyorsun? Bu yaptığına taciz denir.” Dedim hırsla ve ardından devam ettim. “Sen manyaksın!” Dedim. Sakinliğimi koruyamayıp salonda ileri geri yürümeye başladım. “Sen… sen kafayı yemişsin!”

Kabullenir gibi kafasını sallayıp gülümsedi. Bundan zevk mi alıyordu anlamasam da sinirlerim iyice gerilmişti.

 

“Bunu daha önce yüzüme söyleyebilen olmadı.” Dedi. ‘Ne yapabilirim’ dercesine ellerimi açtım. “Eee?”

 

Evimden bir an önce defolup gitmesi gerekiyordu. “Klişelerle mi ilerleyeceksin?” Elimi çeneme koyup düşünür gibi yaptım. “Aa şeyde söyleyecek misin? ‘Bana ilk defa biri böyle davranılıyor’ falan.” Dedim, dalga geçercesine.

Güldü.

Tek kaşını kaldırdı. “İstersen...”

 

Manyak herif!

 

Madem manyaksın o zaman izle ve gör. Sen manyaksan ben senden manyağım.

 

Konuşmaya devam etti. “Tabi sen istersen böyle de diyebilirsin ama ben pek bunu pek tercih etmem.”

 

“Aa! elbette fikrini söyle. Senin zamanında neler kullanıldığını merak ettim.” Dedim, alayla. Laf arasında onun yaşlı olduğunu söylemiştim, umarım fazla alınmazdı.Güldü. Ben kızacağını düşünmüştüm ama aksine çokça keyiflendi.

 

Kafasını çevirip düşünür gibi yaptı. Bedenimi baştan aşağı sapık gibi süzdü. Bu hareketi elimle kollarımı sarmama sebep oldu. Utançtan ne yapacağımı bilemedim. Az önce neredeyse kucağında sakinleşmiştim, bu düşünce zihnime hücüm edince kan akışım hızlandı. “Benim zamanım?” Dedi.

 

“Evet senin zamanın. Ne? Yaşlı değil misin? Bilirsin böyle yürüme taktiklerini.”

“Nerden vardın bu kanıya?”

“Bilmem. Öyledir herhalde.” Omzumu silktim. Yalan söylüyorum o kadar yakışıklısın ki mutlaka birine söylemişsindir.

 

“Oradan bakınca birine yürümüş gibi miyim?” Dedi. Ne dediğini idrak edebilmek için duraksadım. Şaşkınlığımdan faydalanıp beni köşeye sıkıştırdı. “Ben istediğim herşeyi elde edebilecek türden bir adamım. Böyle bayat yöntemlere ihtiyaç duymam. İsterim…” Duraksayıp gözlerime baktı. Saçımı kulağımın arkasına ittirdi. Saçımla derdi neydi? İstemsizce nefeslendim. Büyülü kokusu beni kendine zincirliyordu. Eli saçlarımdayken devam etti. “Ve oluverir. Uğraşmama gerek bile kalmaz.” Fısıltılı konuşması tüylerimi ürpertti. Ne kadar uzun boylu olsam da onun yanında kısa kalmıştım.

 

“Benden etkilendiğini başka yöntemlerle söyleyebilirsin.”

 

“Ne! Ben. Senden,” ikimizi işaret ettim. “Etkilendim.” Kafasını salladı. “Daha neler?” Deyip kafamı açık kalan cama çevirdim. “Babam yaşındaki adamdan da etkilenecek kadar düşmedim.” Bu yakınlık beni kör edici bir rahatsızlıkla dürttü.

 

“Senin baban 28 yaşında mı?” Dedi alayla. Ondan falan etkilenmiyordum. Beni etkisi altına almaya çalışıyordu, bunu anlamamak için aptal olmak gerekir.

“Aaa! Daha büyük değil miydin? Ben, neredeyse sana amca falan diyecektim.” İmalarım onu güldürdü. Erkeksi gülüşünde takılı kaldım. Yanımdan uzaklaşmadan önce kulağıma eğildi. “Sen çok küçüksün…” Dedi.

 

Ego’lu.

 

Benden uzaklaştı.

 

Hiçbir şey olmamış gibi, “Düşündüm de söylediğin de mantıklıymış.” Dedi.

Sen hakikaten iyi değilsin, Toprak. Onun aksine ben, tetikteydim. Her an yakalanabilme korkusuyla ayakta bekliyordum. Zorunda kalırsam onu camdan bile atabilirdim. “Evime CAMDAN girdiğine göre söyleyeceklerin var!” Dedim kollarımı bağlayıp. Işığı açmadığım için karanlıkta birbirimizi görmemiz zordu, yalnızca onun koltukta oturan, varla yok arasındaki bedenini görüyordum.

“Akıllı kız.”

Göz devirdim, bu imasına.

 

“Kapıdan girseydim daha mı iyi olacaktı, Aslı?” Dedi.

 

“Evet daha iyi olacaktı. Burası senin malikanene benzemez. Bu sitede oturan herkes birbirini tanır, sever sayar, korur, kollar.”

 

Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. “Malikane mi? Orası çiftlik.” Dedi. Ciddi misin? dercesine ona baktım. “Aynı şey.”

 

“Değil. Sana burda malikane ve çiftliğin farkını mı öğreteyim yani?”

 

Kendimi beğenmiş, yapay bir ifadeyle güldüm. “İstemez! Biliyorum zaten aynı şey.”

 

“Belli oluyor.” Diye mırıldandı.

 

Ona kafa tutabilmek için her yolu deniyordum. İkisi de aynı şeydi işte!

 

Aklıma gelen şeyle duraksadım. Başına dikildim, “Bir saniye sen güvenlikli bir siteye nasıl girebildin?” Dedim. “Yeterince güvenlikli değilmiş demek ki.”

“Güvenliklere zarar vermedin değil mi?”

Güldü. “Ahaha, bu kadar paranoya psikolojin için değil.” Kaşlarım çatıldı.

 

Ben huzursuzca yerimde dahi oturamazken onun bu denli rahat konuşması her saniye sinirlerimi geriyordu.

“Sen merak etme, psikolojime neyin iyi geleceğine ben karar verebilirim.”

“Ben uyarıyım da.” Deyip ellerini teslim olur gibi kaldırdı.

 

“Evet, seni dinliyorum.” Dedim. Artık sıkılmaya başlıyordum, ailemden gizli yaptığım her iş beni rahatsız ediyordu.

Söyleyeceklerini beklemiyordum, “Neler yaptın, koca bir hafta?” Dediğinde şaşırdım çünkü çok basit bir soru sormuştum. Evime gelmesinin nedeni öldürülen adamdı. Katil bulundu mu bunu söyleyecekti ama o söylememekte öyle ısrarcıydı ki…

 

Benim fark etmediğimi düşünse de o koca hafta boyunca gittiğim her yere takip ettirmişti. Peşimde birileri olduğu için her an tetikteydim. Okulda, sokakta, arkadaşlarımla, tek başıma…

 

Anlamamazlıktan geldim. “Klasik.” Omuz silktim. “Okul, kurslar, ev.”

 

“Ne kursu?” Dedi.

 

“Sorguda mıyım, memur bey?” dedim, alayla.

 

“Halini hatrını soruyorum.” dedi kendinden emin şekilde. Ne de güzel hal hatır soruyordu, sorguda gibi!

 

“Halimi hatrımı soruyorsun?” dedim, öne eğilerek. “Öyle.” Deyip beni süzdü. “Peki. Sor bakalım.”

 

“Karakola neden gittin?” Dedi. Oturduğum yerde kalakaldım. B…beni yine takip mi ettirmişti? Nasıl? Nasıl anlayamadım? Ama daha önce takip edildiğimi anlamıştım öyleyse şimdi nasıl fark edemedim. Aslı bittin sen! Ne cevap vereceksin?

 

Bağazım düğümlendi. Ne söyleyebileceğimi özenle seçtim. “Sana açık olacağım.”

Kafasını ‘seni dinliyorum’ anlamında eğdi. “Pekala, dinliyorum.”

“O gün bana verdiğin numaradan yeterli bilgi alamayınca…” diyip sustum.

“Sen de, çareyi karakola gitmekte buldun?” Kafamı salladım. “Ne öğrenebildin?”

 

Seni. Aileni. Örgütünü. Her Şeyini.

 

Kocaman bir manyak olduğunu öğrendim. İnsanlara zarar verebilecek kadar soğuk kanlı bir manyak olduğunu, binlerce suç dosyanın olduğunu öğrendim. Söylediğin gibi bir örgüt olduğunu ve bu örgütte binlerce sabıkalı adam yetiştirdiğini öğrendim. Onlarca gazetede çarşaf çarşaf arandığını, para için senin ve ailenin her şeyi yapabileceğini öğrendim.

 

“Aynı şeyler, hala bir gelişme yok.” Dedim. Duygularımı belle etmemek konusunda iyi değilim ama bundan sonra oldukça ihtiyacım olacaktı. İfadem düz duvardan ibaretti. Söylediklerime ben bile inanmıştım.

 

“Sen bu-” Dedim. Giriş kapısından tıkırtıları duyunca kulağımı kapıya verdim. Toprak ile göz göze geldik. Saniyeler içinde ayağa kalıp camdan kendini fırlattı!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%