@okuryazarkedii
|
Her kelimemde Ilgaz’ın kaşları daha da havalanıyor, bakışları “Ya, öyle mi?” der gibi bir hal alıyordu. “Yani, yanlış anlama. Odamın güneş ışığı almamasından, zifiri karanlık olmasından şikayetçi değilim. Benim keyfim gayet yerinde ama,” yine çiçeğe çevirdim hüzünlü bakışlarımı, “Bilirsin işte, çiçeklerin yaşaması için iki temel unsura ihtiyaçları vardır,” dediğimde, Ilgaz yaslandığı kapı pervazından ayrılıp, bana doğru gelmeye başladı. Ben de adımlarımı geri geri atarken konuşmaya devam ediyordum. “Birincisi su,” sırtım, açık kapının hemen yanındaki duvarla buluştuğunda bir saniyelik de olsa aklım karışmış, bakışlarımı Ilgaz’dan çekip, kapıya çevirmiştim. Daha sonra dikkatimi toparlayarak’ “İkincisi ise güneş.” Tekrardan Ilgaz’a baktığımda bana iyiden iyiye yaklaştığını, aramızda sadece iki adımlık mesafe kaldığını fark ettim. Aramızdaki mesafe bir adıma düştüğünde tam karşımda durdu. Kahverengi kısılmış gözleri yukarıdan bana bakıyor, yüzünde anlamlandıramadığım bir sırıtış oluşuyordu. Dudaklarını yalayıp ıslattıktan sonra, “Odanda ışık olmamasından yakınıyordun dün gece.” dediğinde pot kırdığımı anlayıp, içimden kendime bir güzel hokkalı küfürler ettim. Beni köşeye sıkıştırmış olmanın verdiği keyifle, “Ben de bugün odan için aydınlatacak bir şeyler ayarlıyordum.” gözleri elimde tuttuğum Cam Güzeli’ne kaydığında, “Madem keyfin yerinde, arayıp iptal edeceğim o halde.” dedi. Gözlerimi irice açıp itiraz edeceğim vakit Ilgaz’ın bakışları ciddileşmiş, alışkın olduğum sert, soğuk tavrına geri bürünmüştü. “Bu konuyu sonra konuşacağız.” sesinde barındırdığı tehditi anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Kaçma teşebbüsüm için inandırıcılığı daha yüksek bir yalan bulsam iyi olacaktı. Kahverengi hareleri tehlikenin bin bir tonunu yansıtırken, sesi benim için tehlike çanlarını fısıldar nitelikte çıkıyordu. “Yalnız değiliz ve bunu fırsat bilip, sakın saçma sapan bir şey yapayım deme.” Bakışlarını, içimi delip geçmek istercesine gözlerime kenetlediğinde, gözlerimi kaçırmak istedim fakat, sert parmakları çenemi tuttu ve etrafa bakmamı engelleyerek, gözlerimi gözlerine sabitlememi sağladı. “Anladın mı?” gür sesi yankılandığında, tüm cesaretim benden koşarak uzaklaşmış gibi, cılız çıkan bir sesle, “Evet.” diyebildim. Ilgaz, çenemi bırakıp benden uzaklaştıktan sonra bedenimi süzerek, “Ayakkabılarını giy.” dedi. Aldığım komutla harekete geçip ayakkabılarımı giyerken, Ilgaz beni beklemeden çıktığı odaya geri girmişti. İçeride beni tanıştırmaktan çekinmeyeceği kişiler vardı belli ki. Beni uyardığı gibi onları da uyarmış mıydı acaba? Yoksa uyarma gereği duymayacak kadar güvendiği kişiler mi vardı içeride? Akıllı davranmalı, taşkınlık çıkarmamalı ve Ilgaz için ne denli önemli olduklarını öğrenmeliydim. Kesinlikle bugün olduğu gibi saçma sapan, düşünmeden hareket etmemeliydim. Karşımda gördüğüm açık kapıya tereddütlü adımlarla ilerlerken içeriden kız sesi geldiğini duydum. İşte benim buradan çıkış biletim bu kişi olacaktı. Sonuçta kadın kadının kurdu değil, yurdu olurdu değil mi? Benim halimden anlar ve bana yardım ederdi. Elbisemi ve saçlarımı şöyle bir düzeltip odaya girdim. Bir anda kendimi geniş bir mutfakta buldum. Üzerinde birçok çeşit kahvaltılık olan dikdörtgen masanın baş köşesine oturmuş Ilgaz’la göz göze geldik.
Onun yanında da ayakta dikilen, not almak için elinde ajanda tutan bir kadın vardı. Az önce duyduğum sesin sahibini görmüş olmam beni mutlu etmiş, yüzümde minik bir tebessüm oluşmasına sebep olmuştu. Gülümseyerek baktığım bu kadın; uzun boylu, omuz hizasında kesilmiş siyah saçları ve göz kamaştırıcı fiziğiyle, küçümseyen bakışlarla beni baştan aşağı süzüyordu. Kristal mavisi gözleri, tıpkı buz gibi keskin ve parlaktı. Üzerinde minnacık ve vücuduna yapışan bir elbise vardı. Ve sanki tüm havasıyla benim kim olduğumu sorguluyor, buraya ait olmadığımı bakışlarıyla belli ediyordu. Varlığımdan oldukça rahatsız olmuşa benziyordu. Çatık kaşlarıyla beni süzüyor oluşu yüzümdeki tebessümü anında soldurdu. Gözlerim istemsizce kendime kaydı. Üzerimde kaç gündür çıkarmadığım buruşmuş elbise; kumaşı eskimiş, üstündeki simler bile yer yer dökülmüş görünüyordu. Etekleri çamur lekeleriyle kaplanmış, dikişleri bile sarkmıştı. Saçlarım, bu felaket görüntümü destekler nitelikteydi. Fazlasıyla yağlanmış, darmadağın bir haldeydiler. Makyajımın ne halde olduğunu göremiyor olsam da tahmin edebiliyordum ağlamaktan akmış maskaramın gözaltlarımı nasıl kararttığını. Bir an bu dağınık ve pespaye görüntümden gözlerimi çekip, tekrardan kıza baktım. Tek bir saç teli bile bozulmamış, pürüzsüz teni, mükemmel fiziği ve Ilgaz’ın yanında kendinden emin bir şekilde güçlü duruşu. Yan yana konulmuş iki farklı dünya gibiydik. Kendi halime içten içe gülsem mi ağlasam mı bilemedim. O tertemiz, mükemmel görünümüyle bana kaşlarını çatarak bakarken, ben kollarımın arasındaki Cam Güzeli Çiçeği ve akmış makyajımla tam bir kargaşa içerisindeydim. O an, bu kızdan yardım isteyemeyeceğimi anlamış oldum. Buradan kaçmamda bana yardım edebilecek dost edinmek isterken, bu kızdan bana sadece düşman olacağını anlamam uzun sürmedi. Tezgah tarafından gelen sesle bakışlarımı kızın sert bakışlarından çekmek zorunda kaldım. Tezgahın ucunda siyah, kolsuz atlet giyen genç bir adam duruyordu. Kollarından birisi dövme kaplı ve oldukça iri, belirgin kasları vardı. Gerçekten de korkunç görünüyordu. Ama yine de Ilgaz kadar iri ve korkutucu değildi. Koyu ve kıvırcık saçları alnına dökülüyor; gözleri ise benden nefret edercesine bir tiksintiyle dolaşıyordu üstümde. Bu adamın duruşundan, bana olan bakışından korktum, ürperdim. Bir an ne yapacağımı bilemeyerek mutfaktan çıkmak için arkamı döndüm. “Masaya.” Ilgaz’ın uyarı dolu ses tonunu duyduğumda kendimi zorlayarak, mutfağın içine döndüm ve Ilgaz’ın dediği gibi masaya yaklaşıp, kadının ve adamın beni süzen bakışlarının altında Ilgaz’ın sol tarafındaki sandalyeye oturdum. Çiçeğimi de hemen yanımdaki sandalyeye koymuştum. Önümdeki tabakta masada gördüğüm her şeyden biraz biraz vardı. Çok aç olmama rağmen canım hiçbir şey yemek istemiyordu. Ilgaz’ın bakışları üzerimdeyken midem daha da sıkışıyordu. Bir şeyler yemem gerektiğini biliyordum, çünkü bakışları o kadar uyarıcıydı ki bundan başka şans bırakmıyordu bana. Çatalımın ucunu minik bir domates parçasına batırıp, ağzıma attım. Bu sırada, tezgahtaki adam da masaya gelip, tam karşıma oturmuş, masadaki her şeyden iştahla yemeye başlamıştı. Sanki uzun süredir midesine tek lokma bir şey girmeyen ben değilim de, oymuş gibi. Gözlerimiz buluştuğunda, bakışlarımı ondan çekip tabağıma sabitledim. Ben birkaç domates daha yerken, Ilgaz’ın asistanı olduğunu tahmin ettiğin kız ajandasına bakarak bugün gelecek olan danışanlardan bahsediyordu. Ilgaz’ın kulağı asistanında, gözleriyse hala benim üstümdeydi. Kahvaltı etmiyor, büyük bir kupa bardakta kahve içiyordu. “Son olarak 15.00’da Esra Kamer Hanım’ın randevusu var.” dediğinde, Ilgaz başını anladığını belirtir bir şekilde aşağı yukarı salladı. “Eklemek ya da çıkarmak istediğiniz herhangi bir şey var mı?” Ilgaz’dan “Hayır, yok.” cevabı geldiğinde kız son notlarını alarak, elindeki ajandanın kapağını kapattı. “Tamam o zaman, ben gelecek olan danışanlar için odanızı hazırlayayım.” Mutfaktan çıkacağı vakit aklına bir şey gelmiş gibi durdu. Kaleminin ucuyla beni göstererek, “Peki, bu kişi için bir randevu oluşturulacak mı?” diye sorduğunda elimdeki yemekte olduğum poğaçayı bırakıp, Ilgaz’a döndüm. Ben de bu sorunun cevabını merak ediyordum. Fakat Ilgaz yerine karşımdaki adam lafa atlayarak, “Onun için randevu oluşturacak olsan, tüm güne onu yazman gerekir,” bana sırıtarak bakarken devam etti, “Ağır hasta o.” dediğinde kaşlarımı çatmış, karşı atağa geçmiştim. “Ne diyorsun sen be? Benimle düzgün konuş.” yüzündeki hain sırıtış genişlerken, “Konuşmazsam ne olur?” diye sordu. Masada bulduğum, en çok zarar vereceğini düşündüğüm şeyi yani çatalı elime alarak ayağa kalktım. Bu atağıma karşılık olarak adam kahkaha atmaya başladı. Beni iyice çileden çıkarmak istermiş gibi güldükçe gülüyordu. Kendimi daha fazla tutamayıp, adamın üstüne atlayacaktım ki Ilgaz’ın gür sesi yankılandı mutfakta. “Otur yerine Asrın!” dediğinde öfkeli bakışlarımı Ilgaz’a çevirdim. Ilgaz’ın bakışlarında gördüğüm karanlık, beni geri adım atmaya zorladı. Vücudum öfkeden kasılırken çatalı masaya sertçe bırakıp, yerime oturdum. “Oğuz, sen de haddini aşma.” Adının Oğuz olduğunu öğrendiğim adamın da kaşları çatılmış, tıpkı benim gibi delici bakışlarını gözlerimde sabitlemişti. Oğuz’un yüzüne bakarken cesedinden çatalla organlarını ayırışımı hayal ediyordum. Onun da benden farksız şeyler hayal etmediği kesindi. Daha tanışalı birkaç dakika olmasına rağmen birbirimizi bir kaşık suda boğmak için her şeyimizi verebileceğimize emindim. Ilgaz, asistanına dönerek, “ Hayır Cansu, Asrın Hanım için randevu oluşturmana gerek yok.” dedi özellikle Asrın Hanım’ ı bastıra bastıra söylemişti. Az önce Cansu’nun bana “bu kişi” diye hitap etmiş olması hoşuna gitmemiş olacak ki bu sefer de Cansu’yu uyarmıştı. Ilgaz’ın hepimize ayar vermesiyle susmuş, önümüze dönmüştük. Mutfağa girmeden önce akıllı davranmalı ve taşkınlık çıkarmamalıyım diye sözler vermiştim kendime. Ama Oğuz denen sinir bozucu adama karşı bu sözümü bozmuştum ve böyle giderse bozmaya da devam edecektim.
Bir süre sonra masanın etrafındaki sesler uzaklaştı, bulanıklaştı. Ilgaz’la konuşan Oğuz’un sesi suyun altından gelen bir uğultuya dönüştü; her şey silikleşmeye başladı. Bir kaşıntı, önce hafif bir karıncalanma gibi ellerimde belirdi. Sonra kollarıma yayıldı, boynuma, yüzüme doğru ilerledi. Derimde ince bir yanma hissettim. İçim titreyerek boğazımı kaşımaya başladım. Masadakilerin yüzleri bulanıklaşıyor, her şey dönmeye başlıyordu. Nefesim daraldıkça, aklıma gelen şeyle elimdeki poğaçaya baktım. “Bu poğaça inek sütüyle mi yapıldı?” diye sordum, sesim titrek ve çatallıydı. Oğuz kahkahasını gizlemeden güldü, “Ne sütü olmasını isterdin, arı sütü falan mı?” Gülüşü beynimde yankılanırken, Cansu da ona katıldı. İçimdeki gerginlik iyice düğümlendi, nefes almam daha da zorlaştı. Ilgaz’ın sert bakışları Oğuz ve Cansu’yu bastırdı, ikisi de sustu. Bakışları, onların üzerinde gezindikten sonra bana doğru eğilip, gözlerini üzerimde sabitlemişti. Bir şeylerin ters gittiğini anlayarak, “Ne oldu?” diye sordu. Kelimeler boğazımda düğümlendi. Kendimi zorlayarak, kısık bir sesle, “Benim inek sütüne,” nefes almaya çalıştım. “Alerjim var.” dedim. O anda nefesim kesildi, ellerim boğazıma gitti. Göğsüm daralıyordu. Oğuz ve Cansu’nun şaşkın bakışları üstüme çevrilirken, Ilgaz yerinden kalkmış yanıma gelmişti. Bense ellerim boğazımda, masaya sabitlenmiş gözlerimle hala daha nefes almaya çalışıyordum. Ilgaz bir şeyler diyor ama ben onu duyamayacak kadar panik halindeydim. Gözlerim boşluğa düştüğünde, bedenimin de boşluğa çekildiğini hissettim. Fakat sonra iki güçlü kol beni tutmuş ve tek hamlede kucağına almıştı. Gözlerimi açamasam da bu kişinin Ilgaz olduğunu hissedebiliyordum. Ilgaz’ın kollarının arasında kuş gibi titriyordu bedenim. Hala nefes almakta güçlük çekiyordum. Zihnim kapanmadan önce Ilgaz’ın emirler yağdıran bağırışlarını duyuyordum. “Oğuz hemen Ertuğrul’u ara. Her an anafilaktik şoka girebilir.” merdivenlerden çıkarken, “Cansu sen de tüm randevuları iptal et.” diyordu. Sesi fazlasıyla endişeli ve gergindi. Son hissettiğim şey, serin bir yatağın çarşafına değen sırtım oldu. Kararan dünyamda sadece Ilgaz’ın yüzü kaldı; O sert ve soğukkanlı adam, gözlerinde korku dolu bir ifadeyle bana bakıyordu.
Yumuşak yatak beni iyice içine çekerken, gözlerim kapanmaya başladı. Ama kendimi zorladım, gözlerimi iyice açtım. Uyanık kalmak ve kapının önünde konuşulanları duymak zorundaydım. Tekrar kulak kabarttım, “Hiç kimse peşine düşmez mi? Ne bileyim annesi, babası, arkadaşları falan.” az önce duyduğum endişeli sesi tekrar duymuştum. “Onu tanıyan hiç kimse polise gidemez, hepsi kontrolüm altında.” Bunu söyleyen Ilgaz’dı. Sakin sesini duyduğumda kaşlarım çatıldı. Bu da ne demek oluyordu? “Nasıl, nasıl bu kadar eminsin?” diye soru geldiğinde, Ilgaz’ın sıkılmış gibi nefesini sesli bir şekilde dışarı verdiğini duydum. Adımlarını odaya çevirdiğini duyduğumda, gözlerimi kapatarak uyuma numarası yaptım. “Benim işime karışma Ertuğrul. Sen kendi işinle ilgilen.” Ilgaz’ın sesi çok yakınımdan gelmişti. Kolumdaki serum hortumu sallandığında serumu kontrol ettiğini anlamıştım. “Bu taktığın üçüncü serum, neden uyanmadı hala?” Tahminimce Ertuğrul denen adam da yakınıma gelip serumu incelediğinde, “Anafilaktik şoka girdi, bu kadar kısıtlı ekipmanla yaşaması bile mucize.” Yüzünü, yüzümün çok yakınlarında hissedince rahatsız oldum. Kaşlarımı çatmamak için kendimi zor tuttum. “Ayrıca, bu kızın hali ne böyle? Savaştan çıkmış gibi görünüyor.” dedi. Şu an muhtemelen perişan halimi süzüyor ve yüzünü buruşturarak bana bakıyordu. Gözlerim kapalı da olsa ses tonundan, yüzünü memnuniyetsiz bir şekilde buruşturduğunu tahmin edebiliyordum. “Ben şimdi onunla ilgileneceğim, üstünü değiştireceğim.” Ilgaz bunu söyledikten sonra fermuar açılma sesi gelmişti. Neyin fermuarıydı o? Kalp atışım düzensizleşip, hızlı nefes almaya başlarken yine Ilgaz’ın sesi duyuldu. “Ne bakıyorsun? Çık dışarı, kapıyı da kapat.” Ertuğrul’un ayak sesleri uzaklaşırken kapının kapanmasıyla odada Ilgaz’la yalnız kaldığımızı anlamıştım. İçimdeki huzursuzluk büyürken Ilgaz’ın ıslık çalmaya başladığını duydum. Yaklaşıyordu. Şu an ne yapmaya çalışıyordu? Gerçekten de üstümü değiştirmek gibi bir niyeti yoktu değil mi? Kalp atışlarım daha da hızlanmaya başlarken, Ilgaz ellerini üzerimdeki örtüye koyup ağır ağır açmaya başladı. Bunu yaparken ıslık çalmaya da devam ediyordu. Bedenimdeki tüm tüyler diken diken olurken, içimdeki paniği gizlemek için nefesimi tutarak tepki vermemeye çalıştım. Ancak elleri omuzlarıma dokunduğu an, daha fazla uyuma numarası yapamayarak aniden yatakta doğruldum. “Ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye bağırdım. Ilgaz, kaşlarını hafifçe kaldırarak yüzüme baktı ve alaycı bir gülümseme belirdi dudaklarının kenarında, “Beni kandırmaya mı çalışıyordun?” dedi yavaşça, sesi her zamankinden daha yumuşaktı. “Uzmanlık alanlarımdan birisi de davranışlar. Beden dilin, düzensizleşen soluk alıp verişin, göz kapaklarının altında hareket eden gözlerin, yani her şey uyumadığını söylüyor.” deyip göz kırptığında, afallamıştım. Onun için açık bir kitap gibiydim, davranışlarım ona benim hakkımda her şeyi fısıldıyordu. Uyumadığımı biliyordu ve tüm bunları uyuma numarasına son vermem için yapmıştı yani. Benimle oyun oynuyordu. Bu düşüncenin aklıma düşmesiyle birlikte kolumdaki serumu çıkarıp, sinirle ayağa kalktım. Ilgaz’ın tam karşısına dikilip, meydan okurcasına, “Madem uyumadığımı biliyordun o zaman neden dokundun bana?” diye bağırdım. Ilgaz’ın yüzündeki sakin ifade kaybolup, yerini sinire bırakırken, gözlerini kan akan kolumdan ayırmıyordu. “Ben numaraya devam etseydim, sen de beni soymaya mı devam edecektin?” hiddetle soluyarak sormuştum. Ilgaz, bakışlarını kolumdan ayırmadan konuştu, “Hayır. Numara yapmayı bırakacağını biliyordum.” Komodinin üstünden gazlı bez alıp, bana yaklaşmaya başladığında amacını anlamış, “Ver, ben hallederim.” deyip, ellerinin arasındaki gazlı bezi alıp, damar yolumun üstüne bastırmıştım. Ilgaz, soğukkanlılıkla bana baktı, “Zorundaydım.” dedi, sesinde en ufak bir tereddüt bile olmadan. “Direnç gösteren bir hasta söz konusuysa, bu durumda kontrollü ve bilinçli bir yaklaşım izlemem gerekir.” Ilgaz’ın söyledikleri beni daha da öfkelendirdi. Kaşlarımı çatıp, sesimi yükselterek, “Bu mu kontrollü ve bilinçli bir yaklaşım?” dedim. “Benim iznim olmadan bana dokunmaya kalkmak mı?” Gözlerim öfkeyle parıldarken, sinirle ellerimi saçlarıma daldırdım ve, “Ayrıca, ben senin hastan değilim.” diye bağırdım. Sabrım falan kalmamıştı artık. Şu son birkaç günde sinirlerim epey bir hasar almıştı. En ufak bir tartışmada sinirden deliye dönerken, en ufak bir sözde ise duygulanıp gözyaşlarıma hakim olamıyordum. Önceden dümdüz yaşayan, sinirleri alınmış gibi hiçbir duyguyu yansıtmayan ve ne yaşarsam yaşayayım asla büyük tepkiler göstermeyen birisiydim. Ilgaz’la birlikte değişmiş, kendimi tanıyamaz hale gelmiştim. Ilgaz bana bir adım yaklaşırken, yüzündeki sakin ifade çatırdamaya başladı. Gözlerindeki sertlik belirginleşirken, sesini alçaltarak, daha tehditkar bir tonda konuştu. “Bana bir daha sesini yükseltme.” dedi, sesi buz gibiydi, altındaki patlamak üzere olan öfkeyi hissedebiliyordum. Kalbim hızla atsa da kendimi geri çekmeyecektim. “Yükseltirsem ne olur?” meydan okuyarak, inatla bağırdım. Ilgaz’ın dudakları hafifçe gerildi, gözlerinde parlayan öfke iyice belirginleşti, “Benim sabrımı sınama, Asrın.” dedi, her kelimeyi vurgulayarak. Onun bu korkutucu duruşuna rağmen, geri adım atmadan gözlerimi kısarak sordum, “Ertuğrul denen adama annesi de, babası da, arkadaşları da hiçbir şekilde polise gidemezler, hepsi kontrolüm altında derken ne demek istiyordun? Onlara bir şey mi yaptın?” Ilgaz sorumu cevapsız bırakarak kapıya yöneldiğinde peşinden gidip, kolundan tutarak durdurdum onu. Elimin altında hissettiğim kasları oldukça gergindi. Yavaşça bana döndü. Gözleri, kolunu tutan elimle, gözlerim arasında gidip geliyordu. Bunun bir uyarı olduğunu anlayıp elimi, ateşe değmiş de yanmış gibi hızlıca geri çektim. Gözlerindeki öfkeyle uç noktalarda olan ses tonunu duydum, “Birilerini kontrol altında tutabilmek için bir şey yapmama gerek yok.” Sesini sır verir gibi fısıltıya dönüştürerek, “Bazen insanlar öyle şeyler yaparlar ki, bu yaptıkları kendi ellerini kollarını bağlar. Kendi hatalarının tutsağı olurlar.” Kulağıma doğru eğilerek konuşmasına devam etti, “Bu durumda bana düşen tek şey ise; Onların bu durumundan faydalanmak.” konuşurken dudakları kulağıma sürtünmüş, tüylerimi diken diken etmişti. Yüzünde sinsi bir gülüş oluştuğunda, “Bu şekilde herkesi kontrol altında tutabilirim. Birini gözlemler, hata yapmasını bekler ve hata yaptığında onu avuçlarımın arasına alırım.” Son kelimesiyle göz hizama kaldırdığı elinin avucunu kapatıp, analiz eden bakışlarını üzerime çevirmişti. Söylediği şeylerin üzerimde bıraktığı etkiyi tartıp biçiyordu kafasında. Ben de bu adamın ne denli tehlikeli olduğuna bir kez daha emin olmuştum. Afallamış bir halde, kelimeleri zorla bir araya getirerek, “Annem ve arkadaşlarımda mı kendi topuklarına sıktılar?” diye sordum. “Evet, özellikle de annen." Düşünceli bakışlarını arkamda bir yere sabitlediğinde, gözleri koyulaşmaya başlamıştı. Hatırladığı şeyler canını sıkıyor, onu fazlasıyla rahatsız ediyor gibiydi. “Hiçbir şeyi hatırlamadığın için bana karşı bu kadar rahat davranabiliyorsun.” çenesi kasılırken, kelimeler dişlerinin arasından zorlukla çıkıyordu. Bu zamana kadar yanımda birçok kez öfkeden, sinirden deliye dönmüştü. Fakat bu sefer ki çok farklıydı; gözleri koyu, fırtına öncesi deniz kadar karanlıklaşmış, bakışları adeta donmuştu. Öfkeden yüzü gerilmiş, alnındaki damarlar belirginleşmişti. Parmakları sessiz bir tehdit gibi kasılmış, yumruk haline gelmişti. Ancak kendini tutuyor, içindeki volkanı patlamaması için zapt ediyor gibi görünüyordu. “Acı çektire çektire aslında kim olduğunu hatırlatacağım sana.” koyu gözlerinde öfke şimşekleri çakarken, “İşte o zaman bana bağırmak için açtığın bu ağzınla," dudaklarıma dokunup, "merhamet dileneceksin benden.” dedi.
|
0% |