@okuryazarkedii
|
Arabaya derin bir sessizlik hâkimdi. Gecenin karanlığı, dışarıdaki boşlukla birleşip içimize doluyordu. Ilgaz’ın yanımdaki varlığı, bana güven mi veriyordu yoksa daha büyük bir bilinmezliğin eşiğine mi sürüklüyordu, emin değildim. Direksiyonu sımsıkı tutan ellerine baktım. Parmakları bembeyazdı, eklemleri gerilmişti, ama yüzündeki sakinlik bu gerilimle tezat bir görüntü oluşturuyordu. Ne hissettiğini anlamam imkânsızdı; soğuk ve ulaşılmaz bir imaj çizmişti kendine. Nefesi derin ve sabit, sanki her şeyi kontrol altına almış gibi. Ama o kadar da mükemmel olamazdı, değil mi? İçten içe bir şeylerin onu da rahatsız ettiğini hissedebiliyordum. Bunu gözlerindeki o sert bakıştan anlamak mümkündü. Ama ağzını hiç açmadı. O an, arabada yalnızca motorun hafif uğultusu ve ara sıra Ilgaz’ın parmaklarının direksiyona sürtünme sesi vardı. Başımı camdan tarafa çevirdim. Gözlerim, karanlık gökyüzünde ilerleyen yolun çizgilerine takılı kaldı. Her şey hızla akıyordu, tıpkı hayatımın son birkaç saatte tepetaklak oluşu gibi. Ilgaz’ın beni Erdem’den kurtarışı, onunla bu arabada oluşum, Patron'un adamlarını peşime takmış olması ve Ilgaz'ın vurulması. Şu an hayatımda hiçbir şey olması gerektiği gibi gitmiyordu.
Arabanın içi o kadar durgundu ki, nefes almak bile sıkıcı hale gelmişti. Yol kenarından hızla geçen ağaçlar, binalar, hepsi birer gölge gibi kayıp gidiyordu. Arabanın içindeyse her şey durağandı. Ilgaz yola odaklanmışken, ben yalnızca sessizliğin ağırlığıyla baş başa kalmıştım. Gözlerimi defalarca etrafımda gezdirdim, koltuğun dikişlerine kadar ezberledim artık. Sanki zaman durdu ve her şey tekrara girdi. Her nefes alışım bile aynıydı, tıpkı saatin tik takları gibi, hep aynı ritimde, hep aynı ses. Hala, sessizliği tıkırdayarak bozan tek şey, kemer ikaz sesiydi. Bir süre sonra bu rahatsız edici sese bile alışmıştım. Sırf ses değişsin diye Ilgaz’a laf atmak istiyorum, ama konuşmanın sonu ne olur bilmiyordum. Konuştum diyelim, nereye varır ki? Yine hiçbir cevap elde edemeden bilinmezliğin ortasında bırakırdı beni. Yani, olduğum yerden çok da uzak bir noktaya gidemezdim. Yine de kendimi tutamayıp oturduğum yerde Ilgaz'a döndüm ve sorular sormaya başladım.
Sorularım, bitmek bilmeyen bir yankı gibi arabanın içinde dağılıp sessizliğe gömülüyordu. Ilgaz, gözünü yoldan bir an bile ayırmadan direksiyonu sıkı sıkı tutuyor, birbirine bastırdığı dudaklarından tek bir kelime dahi dökülmüyordu. Cevapsız kalan her soru, içimdeki huzursuzluğu daha da derinleştiriyor, sessizlik beni boğuyordu. Ne kadar ısrar etsem de, onun bakışlarındaki o soğuk perdeyi aşamıyordum. Sonunda vazgeçtim. Sözlerimin anlamsızlaştığı bu boşlukta artık dışarıya, geçip giden tabelalara ve sokaklara odaklandım. Ilgaz’ın bizi nereye götürdüğünü çözebilmek için her detayı gözlerimle taradım. Şehir yavaşça arkamızda kalmaya başladı. Binalar seyrekleşiyor, karanlığın içindeki siluetler yerini boş yollara bırakıyordu. Olduğumuz şehirden çoktan uzaklaşmıştık ve tanımadığım bir yere doğru gidiyorduk.
Gecenin sessizliği içinde zaman adeta ağırlaşmıştı. Gökyüzü, karanlık mavi tonlarından griye dönmeye başlarken, ufukta beliren sabah ışıkları bize yaklaşan yeni bir günün habercisiydi. Ama içimdeki belirsizlik hala gece kadar yoğun ve ağırdı. Yol işaretlerinden nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyordum hala; başka bir şehre girdiğimizi fark ettim, daha önce hiç gelmediğim bu şehire neden gelmiştik ki? Bu ve bunun gibi birçok sorum yine Ilgaz tarafından duyulmuş fakat cevaplanmamıştı.
Saatler sonra, hava kararmaya yakınken arabanın hızı yavaşladı ve nihayet bir evin önünde durduk. Şehrin sınırlarının çok ötesinde, sessizliğin içinde kaybolmuş, gözlerden uzak bir yerdi burası. Evin önünde durduğumuzda, arabadan inip bahçeye adım attım. karşımda lüks yaşamın izlerini gördüm. İki katlı ev, ihtişamıyla göz kamaştırıyordu. Dış duvarları, parlayan beyaz bir sıva ile kaplanmış; pencereleri ise büyük ve zarif bir çerçeve ile çevrelenmişti. Her biri, içinde yaşamın sessiz sakin bir şekilde aktığını hissettiriyordu. Bahçeye doğru bakarken, gözlerim geniş ve yemyeşil bir alana takıldı. Çiçekler, rengarenk ve özenle düzenlenmişti; her biri, sanki bir ressamın paletinden fışkıran renklerle boyanmış gibiydi. Ortada zarif bir çeşme, suyun ritmik sesiyle bahçenin huzurunu tamamlıyordu. Çeşmenin etrafındaki taş döşeme, her adımımda beni daha da etkiliyordu. Bahçede, geniş bir alanın ortasında yer alan bir havuz, güneş ışığınının son demlerini yansıtarak parlıyordu. Su, kış ayında olmamıza rağmen kristal kadar temiz, etrafındaki ağaçlarsa capcanlı ve parlaklardı. Bu güzellikler içinde kaybolmuş gibi hissettim; fakat aynı zamanda, buradaki her şey, hatta direkt olarak burada olmak beni korkutuyordu. Ilgaz’ın bu kadar zengin ve etkileyici bir hayatın parçası olması, içimde derin bir huzursuzluk ve şüphe uyandırıyordu. Bu evin karanlık bir tarafı olmalıydı. Zenginlik ve güzellik, bir maskenin ardında gizlenen tehlikeyi saklayabilir miydi? Hiç sanmıyordum.
Ilgaz, kapıya yöneldi ve açarak sessizce bana baktı. Gözlerindeki sertlik, içimde büyüyen korkunun daha da derinleşmesine neden oluyordu. “Vaktimiz yok, hadi,” dedi, sesi keskin ve sabırsızdı. Şaşkınlıkla ona baktım, tanımadığım bir adamın her dediğine boyun eğmem imkansızdı. “Hayır, gitmek istiyorum!” diye çıkıştım ve tereddüt etmeden geldiğimiz yöne doğru dönüp koşmaya başladım. Arabadan iner inmez, onun dikkati benim üzerimde değilken kaçsam daha mantıklı olmaz mıydı diye düşünneden edemedim. Kalbim deli gibi atıyordu; tek istediğim, beni buraya getiren bu yabancıdan kurtulmaktı. Fakat adımlarım henüz yeni hız kazanmışken, Ilgaz’ın güçlü kolları aniden belime dolandı. “Nereye gidiyorsun?” diye sert bir sesle sordu. Gözlerinde öfkenin izlerini görebiliyordum. “Bırak beni!” diye çığlık attım, ama gücüm onun karşısında bir hiçti. “Beni zorla mı tutacaksın burada?” dedim, kendimi kurtarmak için çırpınırken. Ama o, kararlılığından ödün vermeden beni eve doğru sürüklemeye başlamıştı bile. “Lafımı dinlemek zorundasın!” diye bağırdı, sesi etrafta yankılandı. Bu yankı öyle şiddetliydi ki ormanın derinliklerine kadar ilerleyip, birkaç kuşun ürküp uçmasına sebep oldu. Gözlerim dolmuştu; içimdeki karamsarlık, bu adamın benimle derdinin ne olduğunu anlamadığım her saniye büyüyordu. “Bırak beni. Sadece gitmek istiyorum!” Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken, içimdeki umutsuzluk her geçen saniye derin bir boşluğa dönüşüyordu. “Sadece gitmek istiyorum!” diye yineledim kendimi, bu sefer aciz sesim cılız ve titrek çıkmıştı. Ilgaz bir an duraksadı, ardından acımasız bir gülüş peyda oldu dudaklarında. “Gitmek mi istiyorsun?" kaşlarını kaldırarak direkt olarak gözlerime bakıyordu. "Benden kaçınca hayatta kalabileceğini mi sanıyorsun?” dedi, sesi alaycı ve iğneleyici bir hal almıştı. “Senin peşinde hem Erdem var hem de Patron denilen herif. Buradan adımını atar atmaz bulurlar seni. Bu yüzden aklını kullan ve uslu dur.” Sesi giderek yükseliyordu, her kelimesi doğruydu ve gerçekler adeta bir tokat gibi yüzüme çarpıyordu. İçimdeki korku yerini öfkeye bıraktı. Derin bir nefes aldım ve karşı koymak için sesimi yükselttim. “Ben başımın çaresine bakarım! Beni düşünmek sana mı kaldı?” diye meydan okudum. Ilgaz’ın yüzü anında sinirle gerildi, gözlerindeki öfke alevlendi. “Bana karşı mı geliyorsun?” diye bağırdı, sesi artık sabrını yitirdiğinin göstergesiydi. Gözleriyse alev alev yanıyor, vücudumda değdiği her yeri kül edip geçiyordu. Onun bu delicesine öfkeli halleri beni korkutuyordu. Hiç tanımadığım bir adama daha fazla karşı gelip, sabrını sınamak çok tehlikeli olmaya başlamıştı. Bu yüzden pes ettim, sadece şu anlık.
Sonunda, beni zorla içeri soktu. Evin kapısı kapanırken, kalbimde bir korku ve öfke karmaşası hissettim. İçerisi karanlık ve sessizdi. Ilgaz’ın eli hâlâ belimdeydi; ama bu kez daha sert, daha baskıcı bir tutuşla beni içeri itti.
Evin ortalarına kadar ilerlediğim an, içimdeki korku daha da büyüdü ve kendimi yine Ilgaz'a karşı çıkarken buldum. “Beni buna zorlamaya hakkın yok!” diye haykırdım tekrardan ama sesim, Ilgaz'ın umrunda olmayarak evin karanlığında kayboldu. O an, hayatımda hiç karşılaşmadığım bir çaresizlikle baş başa kaldım. Ilgaz, kolumdan tutarak beni merdivenlere sürüklemeye başladığında, kalbim çarpıntılarla dolup taşıyordu. Her basamakta ayaklarımın altındaki yerler aydınlanıyor, ışıkların parıltısı etrafı aydınlatırken bir yandan da gözlerimi kamaştırıyordu. “Ne yapıyorsun?” diye sormaktan kendimi alamadım, ama sesim titrek çıkıyordu. Merdivenleri çıktıkça, Ilgaz’ın tutuşu daha da sıkılaşıyor, her adımda nefesimi daraltıyordu. Gözlerim, bir türlü alışamadığım bu parlak ışıklarla dolmuştu; her şey netleşiyor ama aynı zamanda karanlığın derinliklerine sürükleniyordum. Üst kata vardığımızda, Ilgaz beni en sağdaki odanın önüne kadar götürdü. Kapının önünde durdu, aksiyon almadan önce birkaç saniyeliğine düşündü. O an, içinde neyin döndüğünü bilmiyordum ama gözlerindeki kararlılık beni korkutmaya yetiyordu. Amacını anlayınca gözlerim irice açıldı, başımı hızla sağa sola sallayarak, "Hayır!” diye bağırdım. Panikle Ilgaz'ın ellerinden kurtulmaya çalıştım ama hareket etmemle birlikte Ilgaz beni içeri itiverdi. “Ne yapıyorsun sen?” diye haykırdım, kapı kapandığında içimdeki çaresizlik hissi daha büyük boyutlara ulaşmıştı. Odanın içindeki soğuk karanlık beni sararken, "Çıkar beni!” diye ekledim, sesimdeki öfke ve korku çarpışıyordu. Fakat o an kapıdan ses yankılandı, Ilgaz kilidi çevirirken içimdeki panik daha da derinleşti. Burada hapsolmuş olmak, ne olacağını bilmeden yaşadığım en büyük kabustu. Kapıyı yumruklayıp tekmelemeye başladım; her darbe, içimdeki öfkeyi dışa vurmanın bir yoluydu. “Aç şu kapıyı!” diye haykırdım, sesim derin bir boşlukta yankılanırken, yalnızlığımın ağırlığı daha da hissedilir hale geldi. “Çıkar beni buradan!” diye bağırdım, kelimelerim duvarlara çarparken, kapının ardında hiçbir tepki yoktu. Dışarıdaki ağaçların fısıldayan yaprakları, bu odada yankılanan nefret dolu haykırışlarımın yankısı gibi geliyordu. “Beni burada tutamazsın! Çıkar beni!” diye bağırarak kapıya tekme atmaya devam ettim. Her tekme, içimde biriken öfkeyi ve çaresizliği daha da derinleştiriyordu. Ilgaz'a duyduğum nefretiyse arşa çıkarıyordu. Ilgaz’ın alaycı sesi kulaklarımda çınladı: “Ne kadar çabuk uyum sağlarsan, o kadar çabuk alışırsın.” Bu cümle, içimdeki öfkeyi körükleyen bir kıvılcım gibi patladı. Beni bu duruma sokan, şimdi de benimle alay eden bu adamın acımasızlığı, içimdeki öfkeyi daha çok besliyordu. Bu öfkeden, sinirden, nefretten ve daha yüzlerce kötü duygudan kafayı yemek üzereydim. “Unutmadan söyleyeyim, yarın saat 10:00’da terapi seansın var. 10:00'dan önce hazırlanmış ol.” Ne demekti şimdi bu? Ne saçmalıyordu? Öfkemi kontrol edemeyerek kapıya yüklenmeye devam ettim. Daha sert vurmaya başladım, tüm gücümü kullanarak kapıya saldırırken, zihnimdeki düşünceler savaş halindeydi. “Ne saçmalıyorsun sen? Ne terapisinden bahsediyorsun Ilgaz!” diye haykırdım, ama bu sefer yanıt alamadım. O an, kalbimde bir soğukluk hissettim; belirsizlik ve korku, içimi kemiriyordu. Bir süre sonra, Ilgaz’ın ayak seslerinin uzaklaştığını duyduğumda, içimdeki tüm umutlar bir anda sönmeye başladı. “Ilgaz! Beni buradan çıkar!” diye tekrar bağırdım, ama sesim artık yalnızca boşluğa düşen bir yankıdan ibaretti. Yalnızdım; kapının ardındaki karanlık, üzerime çökerek her türlü özgürlük umudumu yutuyordu. Bu adamın benimle derdinin ne olduğunu asla anlayamayacaktım, ama bir şey kesindi: Bu dört duvar arasında sıkışıp kalmak yerine savaşmak zorundaydım. Çıkış yolumu bulmalıydım, yoksa karanlık beni tamamen yutacaktı. Karanlığa bir kez yenildim, bu kez izin veremezdim.
Bağırmaktan boğazım yanmaya sesim de kısılmaya başlamıştı; sesim, içimdeki öfkeyi yansıtmanın bir yolu olmaktan çok, çaresiz bir çığlığa dönüşüyordu.
Kapıya vurdukça, ellerim acı içinde yanıyordu; ne kadar yorulursam yorulayım her yumruğumda, içimdeki öfke azalmak yerine artıyordu. “Aç şu kapıyı!” diye haykırmaya devam ettim, ama kelimelerim havada asılı kalıyordu, yankılarım bile artık sessizliğe karışıyordu. Yılmayıp uzun süre bağırmaya devam ettim, ama Ilgaz'dan cevap almayı bırak bir yaşam belirtisi bile alamamıştım. Yorgunluk artık bedenimi yavaş yavaş ele geçirmeye başladı. Gözlerim kapanırken, kapıya sırtımı yasladım ve kayarak kapının dibine oturdum. Etrafımda karanlık ve soğuk bir dünya vardı; sanki bir kabusun derinliklerinde kaybolmuşum gibiydi. Düşüncelerim birbirine dolanıyor, gerçeklik algım kayboluyordu. “Ne oluyor bana?” diye mırıldandım, sesim titrek ve hiç bu kadar çaresiz olmamıştı. “Bu bir rüya olmalı, ya da bir kabus.” Kafamı ellerimin arasına alarak derin bir nefes almaya, kendimi bu yaşadıklarımın bir rüya olduğuna inandırmaya çalıştım. Ama olmuyordu. Bu kahrolası karanlık odada her şey çok gerçekti. Sesimdeki, düşüncelerimdeki çaresizlik, beni daha da yıpratıyor, kapana kısılmış hissetmeme sebep oluyordu. Yine de her şeye rağmen içimden bir ses, bana bunun bir son olmadığını fısıldıyordu. “Bir yol bulmalısın,” dedim, yine içimden. Ama o yol, nasıl olursa olsun, şimdilik bana çok uzakmış gibi geliyordu.
Başımı ellerimin arasından kaldırıp etrafa baktım. Bakışlarım etrafta gezinirken odadaki tek aksesuara, duvarda asılı duran saate takıldı. Saçma ama belki… Belki bir şeyler bulabilirdim. Aklıma gelen bu düşünceyle heyecanlandım. Kalbim yine ritmini artırırken yerden destek alarak kalkıp, saate doğru yürüdüm. Sanki gizli bir anahtar ya da bir ipucu bulacakmışım gibi. Ellerim saati kavradı, ağır ve soğuktu. Duvardan çekip aldım, etrafını incelemeye başladım. Fakat daha yakından inceledikçe, sıradan bir saatten başka bir şey olmadığını anladım. Hiçbir şey yoktu. Dümdüz, basit bir saat. Sadece zamanın işleyişini hatırlatan boş bir araç. Hüsranla saati tekrar yerine astım. Saçmalık! Boşuna uğraşıyorum. Bu odada bana ipucu olacak hiçbir şey yoktu. Ne bir kaçış, ne de bir çözüm. Burası, yalnızca lanet bir hapishane gibiydi. Kapıya baktım, ardından yere, sonra da kendime. “Beni burada zaptırapt altına alamazsın, Ilgaz. Buna hakkın yok,” dedim sessizce. Kendi kendime konuşmam bile içinde bulunduğum durumun umutsuzluğunu bariz bir şekilde yüzüme çarpıyordu. Ama yine de bir yolunu bulmalıydım. Teslim olamazdım.
Yerde daha fazla oturacak gücüm kalmamıştı. Son bir hamleyle doğrulup yatağa yöneldim. Üzerinde ne bir örtü vardı ne de bir yastık… Sadece boş, soğuk bir yatak. Kaçmama yardım edecek bir şeyler bulma umuduyla yatağın altına baktım, her yerine elimi attım ama ne bir ip ne de işe yarar kesici, delici bir şey vardı. Sanırsam Ilgaz'ı fazla hafife alıyordum. Bu kadar kolay açık verebileceğini düşünmek benim aptallığımdı. Umutsuzca sırtımı yumuşak yatakla buluşturdum ve bedenim daha fazla direnemeyip kendini bıraktı. Üzerimdeki elbise soğuktan korumak yerine derime yapışıyor ve soğuğu daha çok hissetmeme sebep oluyor gibiydi. Bütün vücudum titriyordu, dişlerim birbirine çarpıyordu. Yorgan yok, hiçbir şey yoktu. İki büklüm olup bacaklarımı karnıma doğru çektim, sanki küçülürsem soğuğu daha az hissedecektim. Ama bu sadece bir hayaldi. Ilgaz’ın bana neden bunları yaşattığını, buradan nasıl kaçacağımı düşünmek, planlar yapmak istiyordum, ama düşüncelerim bile donmuş gibiydi. Gözlerim kapanmaya başladığında, zihnim bir anlığına o karanlıktan kaçıp eskilere, sıcak anılara yöneldi. Annemle geçirdiğimiz güzel günler, arkadaşlarımla kahkahalar attığımız anlar gözümün önüne geldi. Bir parça olsun içimi ısıtan şeylerdi bunlar. Ama o anılar bile soluklaşıyor, yerini içinde bulunduğum bu soğuk çaresizliğe bırakıyordu. Nefes alıp verirken ağzımdan çıkan buharı fark ettim. Her nefes bir sis gibi önümde yükseliyor ve kayboluyordu. Yorgunluğum, soğukla birleşip vücudumu teslim aldı. Soğuk o kadar keskinleşti ki göz kapaklarım ağırlaştı. Uyuyamam, diye düşündüm. Uyumamalıyım. Buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıyım. Ama bedenim bana ihanet ediyordu. Yorgunluktan bitap düşmüş ruhum, istemeden de olsa uykuya sürüklendi. Soğuk içinde titreyen bedenimle, bu karanlık odada aklımda binlerce düşünce, kalbimde binlerce duyguyla uyuyakaldım.
Uyandığımda, vücudumun üzerindeki ağırlıkla irkildim. Üstümde bir örtü olduğunu fark edince aniden doğruldum. Etrafıma hızla bakındım, gözlerim hala uykunun ağırlığını taşırken odayı taradım. Kimse yoktu. Odada yalnızdım. Ama bu örtü, bunu ben örtmediysem kim örtmüştü? Bu sorunun cevabı açık ve netti; Ilgaz.
Ilgaz’ın gece beni uyandırmadan, sessizce yanıma sokulup, elleriyle örtüyü üzerime örtmüş olduğunu fark etmemle birlikte mideme bir yumru oturdu. Nasıl oldu da bunu hissetmedim? Uykum o kadar ağır mıydı, yoksa bedenim o kadar mı yorgun düşmüştü? Korkuyla irkildim, tüm tüylerim diken diken olmuştu. O yanımdayken uyanmamak… Bu düşünce zihnimde bir fırtına gibi dönüp durdu. Daha ne kadar güçsüz olabilirdim?
Üzerimdeki örtüyü hızla fırlattım, sanki bedenime yapışan bir kabusmuş gibi hızlıca uzaklaştırdım kendimden. Kalkarken titreyen ellerimi fark ettim. Kalbim göğsümden dışarı fırlayacakmış gibi atıyordu. Onun bana bu kadar yaklaşmış olması, beni kontrol edebiliyor olması, tüylerimi diken diken ediyordu. Ne yapmaya çalışıyordu? Ve ben, nasıl bu kadar zayıf düşmüştüm? Gözüm duvardaki saate kaydı. 10’a geliyordu. Bu kadar saat deliksiz nasıl uyudum? Hemen zihnimde yankılandı bu soru, fakat cevap bulamıyordum. İçimde tuhaf bir boşluk, belirsiz bir tedirginlik vardı. Kafamın içinde dönüp duran düşünceler gitgide daha da karışıyordu. Bir şeylerin ters gittiği kesindi. Dün gece olanları hatırlamaya çalıştım. Nasıl bu kadar derin uyumuştum? Normalde en ufak bir seste bile uyanırım. Fakat bu sefer… Ilgaz yanımdayken, üstüme örtü örtecek kadar yaklaşmışken bile uyanmamıştım. Bu mümkün değildi. Kafamda bu gerçeği toparlamaya çalıştıkça, her şey daha da bulanıklaşıyordu. İçimdeki şüphe gittikçe büyüyordu. Her şeyden şüphe etmeye başlamıştım. Ilgaz ne yapıyordu? Bana ne yapmayı planlıyordu? Beni nasıl bu kadar kolay etkisiz hale getirdi? Belki de sadece yorgundum, belki de zihnim çok doluydu bilemiyordum. Hiçbir şeyi bilemiyordum. Kendime bile güvenim kalmamıştı. “Nasıl bu kadar zayıf düştüm?” diye tekrar tekrar sordum içimden. Ne olursa olsun bu soruların cevabını bulmak zorundaydım. Bir daha asla bu kadar zayıf olmamalıydım. Kapıya yöneldim. Tüm gücümle vurmak üzereyken aniden kilidin sesi geldi ve kapı açıldı. Karşımda duran kişi Ilgaz’dı ama bambaşka bir Ilgaz. Dünkü halinden eser yoktu. Şık bir takım elbise giymişti, koyu saçları dikkatle taranmış, her detayıyla özenli ve tertipli görünüyordu. Onun bu halini görünce istemsizce birkaç adım geri çekildim. Gözlerim şaşkınlıkla onu süzüyordu. Bu, dün beni sürükleyen, tehditler savuran adam mıydı? “Günaydın,” dedi, sakin ve kendinden emin bir sesle. Tonu, neredeyse arkadaşçaydı, ama bana ters gelen bir şeyler vardı. O sakinlik beni daha da geriyordu.
“Odama neden girdin?” diye sordum sert bir şekilde. Günaydın demek bile istemedim. O an aklımda olan tek şey, burada uyuduğum zaman diliminde kapının açılmış, gizlice odaya girilmiş ve sınırlarımın birçok kez olduğu gibi yine ihlal edilmiş olmasıydı. Bu düşünce içimdeki rahatsızlığı daha da artırıyordu. Ilgaz sorumu tamamen duymazdan geldi. Gözlerindeki soğukkanlılıkla bana baktı “Seansının saati geldi. Benimle gel,” dedi. Aniden kolumu kavradı, beklenmedik bir güçle beni çekiştirmeye başladı. Kollarımdaki acı, içimde büyüyen öfkeyi tetikledi.
“Ne terapisi?! Neden bahsediyorsun? Kafayı mı yedin sen? Bırak beni, kolumu bırak!” Bağırışlarım koridorda yankılanıyordu, ama Ilgaz'ın kulaklarına ulaşmıyormuş gibiydi. Hiçbir şey olmamış gibi beni koridor boyunca sürüklemeye devam etti. Beni götüreceği odaya yaklaştığımızda kapının yan tarafında asılı duran bir yazı dikkatimi çekti: Profesör Dr. Ilgaz Karahan. - Psikiyatrist. Gözlerim kocaman açıldı, duraksadım. “Proseför Doktor Ilgaz Karahan mı? psikiyatrist misin yani sen?” Kelimeler dudaklarımdan neredeyse fısıldar gibi çıktı. Bunu hiç beklemiyordum. Ilgaz psikiyatrist mi? Baştan aşağı inceleyip değerlendirmeye çalıştım, ama kafam iyice karışmıştı. Kendi içimde bu bilgiyi sindirmeye çalışırken, Ilgaz beni odaya doğru daha da sert bir şekilde çekti. Ne yapmaya çalışıyordu? Kafam allak bullak olmuştu. “Sen ciddi bir terapiden mi bahsediyordun yani?” diye patladım. Kalbim hızla çarpıyordu, bu işin nereye gittiğini anlayamıyordum. “Ilgaz, ne saçmalıyorsun sen? Amacın ne, açık açık söylesene!” Sesim titriyordu ama öfkem diğer tüm duygularımın önüne geçiyordu. Ellerimde ve kollarımda hala dün gecenin ağrısı vardı, ama zihnimdeki kaos çok daha ağır basıyordu. “Aklımı kaçıracağım artık, gerçekten!” Ilgaz hiç istifini bozmadan, soğukkanlı bir tavırla, “Bunun için buradayım,” dedi. Sonra kapıyı kapattı ve kilitledi. O kilit sesini duyduğumda, içimden bir ürperti geçti. Gözlerim kilitlenen kapıya dikilmişti. “Bu iş artık delilik boyutuna ulaştı,” dedim. Bağırmaya devam ettim. “Ne halt etmeye çalışıyorsun sen?” Ama Ilgaz’ın umurunda bile değildi. Gayet sakin bir şekilde odanın diğer ucuna, masasına geçti ve hiç acele etmeden üzerindeki takımın ceketini çıkarıp, masasının sol tarafında kalan ayaklı askılığa asıp, oturdu. Daha sonra masanın üstündeki eşyalarını düzenlemeye başladı. Kalemlerini eline alıp dikkatle yan yana koydu, defterini açtı, bilgisayarını hazırladı. Her hareketi, beni delirtmek için kasıtlı yapıyor gibiydi. İnanamıyordum, tüm bu kaosun içinde o, masasında rahatça eşyalarını düzenliyordu. Ben hala bağırıyordum. Sözlerim arka planda yankılanan bir gürültü gibi kalmıştı. Ilgaz, işine o kadar odaklanmıştı ki, benim varlığımı bile unutmuş gibiydi. Bu adam gerçek bir ruh hastasıydı. Beni dinlemiyor, kendi oyununu oynuyordu. Sonra yavaşça ellerini masanın üstüne koydu, parmaklarını birbirine kenetledi ve sakin bir sesle, “Lütfen otur,” dedi gözleriyle masasının önündeki sandalyeyi göstererek. O an, o sakinlik beni daha da ürküttü. Ses tonu, sanki hiçbir şey yaşanmıyormuş, her şey olması gerektiği gibi ilerliyormuş gibi sakindi. Aramızda sıradan bir terapist danışan ilişkisi var gibi. Bu, Ilgaz’ın gördüğüm ve şahit olduğum en korkutucu haliydi. Onun ne yapacağını kestiremiyordum ve bu belirsizlik beni dehşete düşürüyordu. Gözlerim istemsizce boş sandalyeye kaydı, ama oturmayı düşünmüyordum bile. “Sen gerçekten delisin,” diye düşündüm. Oturmayacaktım, onun bu oyununa katılmayacaktım. Ama içimdeki korku her geçen saniye daha da büyüyordu. Ne yapmaya çalıştığını hala çözememekle kalmayıp, işlerin çok daha tehlikeli bir hal aldığını anlayabiliyordum. Ilgaz’ın sakin bakışları, içimdeki korkuyu öfkeye dönüştürüyordu. O sessizce oturmuş, sanki olan biten hiçbir şey onu rahatsız etmiyormuş gibi, benden sadece oturmamı bekliyordu. Bu rahat tavrı sinirlerimi altüst ediyordu. “Bu sandalyeye mi oturmamı istiyorsun?” dedim, öfkeden sesim titriyordu. O an bir saniye bile düşünmeden sandalyeyi kavrayıp tüm gücümle duvara fırlattım. O anın verdiği tatmin duygusu kısacık sürdü. Yetmedi, içimdeki öfke dinmedi. Ilgaz’ın masasının önündeki dikdörtgen sehpa gözüme çarptı. Üstündeki yabancı dergiler ne işe yarardı ki? Hızla o dergileri kavradım ve parçalayıp onları da fırlattım. Kontrolsüz bir şekilde dağıtıyor, her şeyi kırıp döküyordum. Kendimi tutamıyordum. Ilgaz’ın masasına yöneldiğimde, ne yapacağımı çok iyi biliyordum. Onun düzenli masası, benim hıncımı çıkarmam için mükemmel bir hedefti. Masanın üstündeki her şeyi yere savurmak üzere ellerimi uzattığımda, Ilgaz aniden harekete geçti. Ellerimi tuttu ve masaya bastırdı. Birden durdum, durmak zorunda kaldım. Nefes nefeseydim, kalbim çılgınca atıyordu, ama Ilgaz… Hala sakin, hala o donuk bakışlarıyla bana bakıyordu. Yüzlerimiz birbirine çok yakındı. Nefesini yüzümde hissettim, gözlerinde hiçbir duygudan iz yoktu. “Sınırı aşma,” dedi, sesi buz gibi, tehditkârdı. O sözler, içime işledi. Ellerimi sıkıca tutup masaya bastırmaya devam etti, beni kontrol altına almıştı. Hareket edemiyordum. Sonra yavaşça, o sakin haliyle masanın etrafında dolaşmaya başladı. Hala ellerimi bırakmamış, iki elimi de tek elinin arasına almıştı. Fırlattığım sandalyeyi boşta kalan eliyle kaldırdı, sanki hiçbir şey olmamış gibi, onu düzeltti. O kadar güçsüz ve çaresiz hissediyordum ki Ilgaz bunları yaparken ben sadece gözlerimle onu takip ediyordum. Sandalyeyi düzelttikten sonra, omuzlarımdan baskı uygulayarak beni o sandalyeye oturttu. Gücüne karşı koyamıyordum, ne kadar direnirsem direneyim, onun karşısında zayıf kalıyordum. Ilgaz, beni sandalyeye oturturken, yüzündeki sakin ve ne yaptığını bilen ifadeyi koruyordu. Bu dengesiz tavırları midemi bulandırıyor, beni iyice öfkelendirip ona karşı olan nefretimi büyütüyordu. Sandalyenin kol kısımlarına doğru yöneldiğinde, ne yapacağını anlamıştım. “Hayır, bunu istemiyorum!” diye bağırmaya başladım, ama sesim yankılanırken, onun zaten durmayacağını biliyordum.
Bileklerimi sabitlemek için kayışları geçirmeye başladığında, tüm gücümle debelenmeye çalıştım. Ama onun güçlü elleri karşısında bu çabam hiçbir şey ifade etmiyordu. “Bırak!” diye çığlık atıyordum. O ise sadece sakin bir gülümsemeyle bana bakarak, kayışları sıkıca yerleştiriyordu. “Hareket etme,” dedi, sesinde tehdit barındırıyordu. Ne kadar çabalasam da, bu adamın gücüne karşı koyamayacağımı biliyordum. Bileklerim artık tamamen sandalyeye sabitlenmişti. Hızla ayak bileklerime yöneldi. “Hayır, hayır!” diye haykırdım, ama her kelimem, benim çaresizliğimin bir kanıtı gibi havada asılı kalıyordu. Ayak bileklerim de aynı şekilde kayışlarla sabitlenirken, tüm vücudum sandalyeye hapsolmuştu. Artık kıpırdayamıyordum. “Bana bunu neden yapıyorsun?” diye bağırmaya devam ettim ama sesim giderek zayıflıyordu. Tam yalvarmak için ağzımı açacağım sırada, Ilgaz’ın uyarı dolu bakışlarıyla karşılaştım; o bakış, beni susturmuştu. İçimdeki korku ve öfke, aniden bir boşluğa dönüşmüştü. Ilgaz, beni tamamen sandalyeye bağladıktan sonra, hiç acele etmeden tekrardan masasının başına geçti. O sakin tavrıyla oturup bana dönerek, “Şimdi biraz sakinleş,” dedi. Sözleri, içimdeki öfkeyi daha da artırıyordu ama sesim çıkmıyordu. Gözlerimi ondan ayırmadan, sadece ne olacağını bekliyordum. Sonra çekmeceden siyah, kemik çerçeveli gözlük çıkardı ve taktı. Bilgisayara yönelerek bir şeyler yapmaya başladı. O an içinde bulunduğum durumun ağırlığını daha derin bir şekilde hissettim. Bağlıydım, çaresizdim ve Ilgaz’ın elinde oyuncak gibi duruyordum. Bir süre sonra, bana döndü ve “Sanırım artık terapiye hazırsın,” dedi. Bu cümle, içimdeki savaşın bir daha başlaması için yeterli bir kıvılcım olabilirdi ama bedenim hâlâ sandalyeye zincirlenmişti, savaşacak gücüm kalmamıştı. Ilgaz, sakince masasında otururken, sesi kibar ve nazik bir ton aldı. “Şimdi biraz rahatlayalım, Asrın,” dedi. “Sana birkaç soru soracağım.” Ses tonu ne kadar sakin olursa olsun içimdeki isyan duygusu, onun her kelimesini birer işkence olarak algılamama neden oluyordu.
Ilgaz, sorduğu sorularla beni rahatlatmaya çalışıyordu ama ben onu dikkate almıyordum. Odanın içindeki ayrıntılara göz atmakla meşguldüm. Duvardaki ödül sertifikaları dikkatimi çekti. Sayısız başarılar, yabancı okullardan alınmış yüksek dereceler; anlaşılan alanında çok başarılıydı. Yanımda bulunan boydan boya kitaplığa kaydı gözlerim. İçinde yüzlerce psikolojiyle ilgili kitap, makale, dergi ve ansiklopediler vardı. Her birinin kapakları, şüphesiz ki bilgi dolu dünyaların kapılarını açıyordu ama ben bunları şu an umursayabilecek bir durumda değildim. Ilgaz’ın sorularına göz ucuyla bakarken, kafamda ona karşı bir direniş oluşturmaya çalışıyordum. Ona istediğini vermeyecektim. Her seferinde gözlerim odayı tarayıp, başka bir şeyle ilgilenmeye çalışıyordum. Duvardaki sertifikalardan, kitaplıktaki eserlere; her şey, beni onun delice oyunundan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ama derinlerde bir yerde, bu durumun sadece bir yansıma olduğunu biliyordum. Odanın içindeki her şey, benim içinde bulunduğum korkunç gerçekliğin sadece bir parçasıydı. Etrafa bakarken, aklımda dönüp dolaşan düşüncelerle meşguldüm; Ilgaz’ın sorularına yanıt vermemek, ona karşı başlattığım, beni bırakmasını sağlayacağını umduğum bir direnişti. Ilgaz'ın derin bir nefes almasıyla birlikte sabrının taşmak üzere olduğunu anladım. Hemen ardından sert bir şekilde masaya vurdu. Sesin yankısı, odanın soğuk duvarlarına çarparak geri dönerken, aniden irkildim. Gözlerim, onun gözlerine kitlendi. İçimdeki cesaret, korkunun gölgesinde kaybolmuştu. “Bu durumu ciddiye almadığın her saniye senin aleyhine oluyor,” dedi. Sesi, otoriter bir güçle doluydu. “Yerinde olsam sorularıma ciddiyetle cevap verirdim,” İçimdeki asi ruh, bir çıkış yolu bulmuştu. “Keşke yerimde olsaydın,” dedim, hafif bir gülümseme ile, “Seni sandalyeye bağlanmış, esir olmuş bir şekilde görmek inan çok mutlu ederdi beni.” Alaycı bir üslupla söyledim bunu; kendimi koruma mekanizmamın bir parçasıydı. Fakat Ilgaz, tiye almama yanıt olarak masaya tekrar sertçe vurdu. Otoriteyi tekrar tekeline almak istediğini her mimiğinden belli ediyordu. O an, gülümsemem yüzümde dondu. Onun öfkesinin ve ciddiyetinin gözlerindeki yansımasını görmüştüm. “Yeter, kes artık!” diye bağırdı. Sesi, içimdeki tüm direnişi tehdit edercesine yankılandı. Ilgaz’ın bakışları, onun ruh halini anlamama engel oluyordu. Bir saniye içerisinde gözlerinden binlerce duygu geçiyordu. Bu beni korkutsa da içimdeki mücadele, beni daha da güçlendirmeliydi. Onun beni alt etmesine izin vermemeliydim. O an, tüm korkularımı geride bırakmaya karar verdim. Gözlerimdeki cesareti tekrar yakalayarak, onunla bu savaşta sonuna kadar savaşmaya niyetliydim. Kendimi bu adamın iradesine teslim etmeyecektim. Her ne olursa olsun, bu karanlık odadan kaçma azmim, içimdeki korkunun üstesinden gelmek için bir güç kaynağı olacaktı. Bir fırsat bulduğumda, bu adamı ezip gitmek için hazır olmalıydım. “Asla pes etmeyeceğim,” diyerek kendime söz verdim. Bu mücadelede yalnızca zihnimi değil, kalbimi de kullanmalıydım. Özgürlüğüm için savaşıyordum ve her şeyden önce, kararlı bir kaçış yolu bulmak zorundaydım.
O an, düşüncelerimi ve Ilgaz’ın sorularını bozan bir ses yankılandı; karın gurultum, uzun süredir aç olduğumu hatırlattı. En son ne zaman ne yediğimi bile hatırlamıyordum. Refleks olarak ellerim karnıma gitmek için uzandığında, bağlı olduğum kayışlar engel oldu.
Ilgaz, bu sesi duyduğunda içten bir gülümsemeyle bir karnıma bir bana baktı. Bu durum biraz utanmama sebep olsa da hiçbir şey söylemedim. “Anlaşılan seansın bitme vakti gelmiş,” dedi. Gözlerinde, düştüğüm bu halin bir tür zevkine varıyor gibiydi. Not defterine bir şeyler yazıp kapağını kapattı ve yanında bulunan çekmeceye koydu. Ne yazdığını merak etsem de bunu ona sormadım çünkü cevapsız kalacağını çok iyi biliyordum. Sadece sessiz kalmalı, merak ettiğimi ona belli etmemeli, daha sonra da bir şekilde o defteri almanın yolunu bulup içinde yazılanları okumalıydım. Ilgaz, gözlüğünü de çıkarıp çekmeceye koyduktan sonra cebinden çıkardığı küçük anahtarla çekmeceyi kilitledi ve anahtarı çıkardığı yere geri koydu. Bu hareketiyle içimdeki merak katlanarak artsa da sesimi çıkarmadım ve onunla ilgilenmiyormuş gibi yapmaya devam ettim. Oturduğu yerden kalkıp sakin adımlarla yanıma gelerek önümde diz çöktü ve neredeyse benimle aynı boya gelerek el ve ayak bileklerimi çözmeye başladı. Daha sonra sakin ses tonunu bir kenara bırakıp, tehditkar tonla “Henüz ilk terapi seansın,” diye başladı konuşmasına, “İlk olduğu için müsamaha gösterdim, ama bundan sonrakilerde de böyle olursan farklı terapi yöntemleri uygulamak zorunda kalabilirim," gözlerimi yakaladı, bakışları delici ve kahverenginin en keskin tonlarındaydı, "Ama emin ol, bunlar olmasını asla istemeyeceğin kadar canını yakabilecek yöntemler.” Söylediği her kelimeyi öyle sakin bir tehdit içinde dile getiriyordu ki, içimde zaten büyümekte olan korku ve tedirginliği iyice körükledi. Sesindeki soğukluk, bu durumu hafife aldığım her anın bana daha pahalıya mal olacağını net bir şekilde anlatıyordu. Son düğümü de çözüp iplerden kurtulmamı sağladığında, bunun gerçek bir özgürlük olmadığını, hala görünmez iplerle ona bağlı olduğumu biliyordum. Artık bu boğucu odadan bir önce çıkabilmek için kapıya yöneldiğim sırada, Ilgaz bir şeyi unuttuğunu fark edip masasına geri döndü. Ben de ona bakmak istemediğim için sırtımı dönüp kitaplığa daha detaylı bakmaya, kitapları incelemeye koyuldum. Kitaplığın tam önünde duruyordum. Ilgaz'ın delici bakışlarını sırtımda hissetsem de kitaplığı incelemeye devam ettim. Raflardaki kitaplar öyle düzenliydi ki… Sanki bir kitaba dokunsam, tüm oda o milimetrik düzenini kaybedecek gibiydi. Kitaplar alfabetik sırayla dizilmiş, birer asker misali, kusursuz bir disiplinle duruyorlardı. Gözlerimi her bir kitap sırasına gezdirdim. “Bu adam tam bir düzen hastası.” diye geçirdim içimden. Raflardaki bu düzen, Ilgaz’ın kişiliğinin bir yansıması gibiydi. Soğuk, her şeyi kontrol eden, en ufak ayrıntıyı bile gözden kaçırmayan biri. Sanki her şeyin sıralanışını sadece kendi doğrularına göre belirlemiş ve başkasının dokunuşuna bile tahammülü yoktu. “Bir kitabı yerinden oynatsam, eminim bunu anında fark eder,” diye düşündüm. Bu kadar detaycı olması bir yandan beni ürkütüyordu, ama tuhaf bir şekilde ilgimi de çekiyordu. Bu mükemmeliyetçi düzenin arkasında ne var, merak etmeden duramıyordum. Kendi içimdeki karmaşa bu odanın düzeniyle o kadar zıttı ki, burada kendimi küçücük bir kaos gibi hissediyordum. Belki de bu yüzden ona yaklaşmakta zorlanıyorum; onun dünyasına uymayan o tek parçayım ben.
Gözlerim bir noktada takılı kaldı. Bir saksı, kitapların arasına sıkışmış küçük bir saksı. Pembe yapraklar, kalbe benzeyen o narin yapraklar… Düşüncelerim beynimde yankılanmaya başladı, ama hiçbiri birbirine bağlanmıyordu. Bu imkansız. Kalbim hızla çarpmaya başladı, nefes almakta zorlandım. O çiçeği tanıyordum. Elimde hissettiğim o ipeksi yaprakları, kokusunu… O gün öğretmenime verdiğim çiçek. Cam Güzeli. Gözlerimi kapattım, bir anlığına kendimi yine ortaokulda, o seyyar satıcının önünde buldum. Minik saksıyı seçerken içimdeki masum heves, her şeyin daha basit olduğu zamanlar. Ama bu çiçek, Ilgaz’ın odasında… Anılar beynimi tırmalıyordu. Daha önce çantamda bu çiçeğin parçasını bulduğumda, hissettiğim rahatsızlık geri dönmüştü. Bu sefer kitapların arasına sıkışmış halde, sanki yıllardır oradaymış gibi. Yutkundum, boğazımda bir düğüm vardı. Bu, tesadüf olamazdı. Ilgaz’ın beni geçmişimle, en masum anılarımla köşeye sıkıştırma şekliydi bu. Gözlerimden geçen öfke ve şaşkınlığı kontrol etmeye çalıştım ama olmadı. İçimdeki sarsıntıyı durduramıyordum. “Burada ne işi var?” diye mırıldandım kendi kendime. Ellerim titreyerek saksıya uzandım. Parmaklarım o küçük, pembe yapraklara tekrardan değdiğinde içimde bir ürperti hissettim. Yapraklar hala canlı, hala o eski günlerdeki kadar masum görünüyordu. Ama buradaki yerleri, bu odaya ait olmaları midemi bulandırıyordu. Saksıyı yavaşça yerinden aldım, avuçlarımda sıkıca tuttum. Derin bir nefes aldım, ama içimdeki karmaşa yüzüme vuruyordu. Ilgaz’a döndüm. Gözlerim keskin, içimde dolup taşan öfkeyi saklayamıyordum. “Bu çiçeğin burada ne işi var?” Sesim beklediğimden daha sert çıktı, kontrol edemediğim bir soğukluk vardı her kelimemde. Gözlerim, kucağımdaki çiçeğe kayarken çocukluğuma gitmiş, seyyar satıcıdan aldığım günkü kadar heyecan duymuştum. "Bu, benim en sevdiğim çiçek." dediğimdeyse gözlerimden bir damla yaş çiçeğin yaprağına düşmüştü. Ilgaz bana baktı, ama yüzünde en ufak bir şaşkınlık ya da suçluluk belirtisi yoktu. Sanki her şey normalmiş gibi, her şey onun planladığı doğrultuda gidiyormuş gibi bakıyordu. “Çantama koyduğunda ne yapmaya çalışıyordun?” Sesim daha da sıkışık çıktı bu kez, sorum boğazımda düğümlenen öfkenin arkasından zar zor geçiyordu. “Bunu yapmandaki amaç neydi, Ilgaz? Ne anlatmaya çalışıyordun bana?” Saksıyı daha sıkı tuttum. Parmaklarım, avucum terlemeye başlamıştı. Bir cevap istiyordum. Aynı zamanda duyacağım cevaplardan korkuyordum.
Ilgaz, benim sorularım havada asılı kalırken yavaşça yerinden kalktı. Gözlerini benden ayırmadan, sanki her hareketini önceden planlamış gibi sakin bir şekilde masasının köşesine doğru yürüdü. Kalçasını masanın kenarına yaslayarak oturdu, kollarını göğsünde bağladı ve bana bakarken yüzünde beliren o hafif, sinsice tatmin olmuş ifade mideme kramplar soktu. Kollarını göğsünde bağlamasıyla birlikte gerilen gömleğinin altındaki sargı bezi dikkatimden kaçmamıştı. Hiçbir şey söylemiyordu, ama o bakışlar, o bakışlar beni delirtmeye yetiyordu. Sonra yavaşça göğsünde bağladığı kollarından birini çenesine uzattı ve çenesini sıvazlarken gözleri bir noktaya dalıp gitti. “En sevdiğin çiçek, öyle mi?" her kelimenin üzerinde düşünerek ve zevk alarak tane tane sormuştu bu soruyu. Sorusu havada yankılanırken, bu sefer de düşünme sırası bana geçmişti. Ne demek istiyordu? İçimdeki öfke kabardı, daha fazla dayanamayarak saksıyı ellerimde sıktım. “Sorularıma cevap ver, Ilgaz!” diye patladım, sesim bir an için odadaki anlamsız sessizliği deldi. “Bunu neden yaptın? Bu çiçeğin sende ne işi var? Ne yapmaya çalışıyorsun?!” Sözlerim titriyordu, ama kontrol edemediğim bir öfkenin pençesindeydim. Ilgaz’ın sakinliği, bu soğukkanlı tatmini, beni her geçen saniye daha fazla çıldırtıyordu. Her şeyin kontrolünün onda olması, cevapsız bırakılmam… Bu, bir oyun muydu onun için? Yoksa daha karanlık bir amacı mı vardı? Ilgaz, yüzünde hala o sinir bozucu sakinlik ve tatmin olmuş ifadeyle bana bakarken gözleri aniden bir cevher bulmuşçasına parladı ve hemen ardından şu soruyu sordu: Sözleri kulaklarımda yankılanırken donup kaldım. Aklım karışmıştı, ne demek istiyordu? Kafamda dönen karmaşayı gizleyemeyerek kaşlarımı çattım, "Hangi güne?" Ilgaz, sanki bu sorunun geleceğini çok önceden beri biliyormuş gibi hafif bir gülümseme ile cevap verdi: Damarlarımda gezinen kan, vücudumun her yerine gerginlik taşıyordu. Anlayamıyordum, bir türlü anlayamıyordum ne olup bittiğini. Yüzümdeki ifade tuhaf bir şekle bürünmüş olmalıydı. Ne demek istiyordu? Ilgaz neyin peşindeydi? Bu sorular kafamın içinde dönüp dururken, istemsizce “Ne demek istiyorsun?” diye sordum, kelimeler zar zor çıktı ağzımdan. Ilgaz, sanki benim anılarımı benden daha iyi biliyormuşçasına konuşmaya başladı: “Yanında da Ela vardı, değil mi? Hmm… o da beyaz begonyalar almıştı, sanırsam.” alaycı bir tonla eklemişti. Kan beynime sıçradı. İlginç bir ayrıntıyı hatırladığımdan değil, aksine Ilgaz’ın bu kadar detayı nasıl bildiğini anlamıyordum. O gün yanımda Ela vardı, evet. Ve o beyaz begonyaları almıştı. Ama Ilgaz bunu nasıl bilebilirdi? İçimdeki şaşkınlık hızla yerini panik dolu bir huzursuzluğa bıraktı. Aklım karmakarışık olmuştu, içimde bir şeyler altüst oluyordu. Sesim neredeyse fısıltıya dönüşmüştü, bu sefer sanki yanıtından korkuyormuş gibi: Gözlerimdeki şaşkınlık, Ilgaz’ın yüzündeki sakinliği bozmamıştı. Ama benim içimde fırtınalar kopuyordu. O günün her ayrıntısını bilmesi, tüm bu detaylar, geçmişimle ilgili bildikleri, aklımda büyük boşluklar yaratıyordu.
Ilgaz, ses tonunda hala o korkutucu sakinlikle devam etti, Sözleri bir tokat gibi yüzüme çarpıyordu. Kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Evet, o çiçeği hatırlıyordum. Ama benim bile neredeyse unutmak üzere olduğum anıları Ilgaz nereden biliyordu? Devam etti, “Daha sonra evinizin dış duvarına çizilen Cam Güzeli Çiçeği de gözünden kaçmamıştı. Yıllar geçtikçe bu çiçekle neredeyse gittiğin her yerde, geçtiğin her sokakta karşılaşmış, gün geçtikçe de bu çiçeğe beslediğin sevgi daha da büyümüştü, değil mi?” Kelimeleri adeta içime işliyordu. Söylediği şeyleri hatırladıkça içimdeki düğüm daha da sıkılaşmaya başladı. Cam Güzeli… Bu çiçeğin hayatıma bu kadar yayıldığını fark etmemiştim. Ilgaz, sanki aklımdan geçen her şeyi biliyor gibiydi. Ilgaz gözlerini bir an bile olsun benden ayırmadan konuşmaya devam etti: “Hatta, az önce kendin söylediğin üzere en sevdiğin çiçek haline gelmişti.” Sözlerini bitirdiğinde, sanki tüm kontrol ondaymış gibi rahat bir şekilde kalçasını yasladığı masadan ayrıldı. Gözlerinde karanlık bir parıltı vardı, adımları sakin ama tehditkârdı. Bana doğru yürüyordu. Kalbim göğsümde patlayacak gibiydi. İçimde yükselen korkuyla adım adım geri gitmeye başladım. Onun her adımında, ben geriye bir adım daha attım. Ilgaz yaklaştıkça içimdeki endişe daha da büyüyordu. Aklımda yüzlerce soru çarpışıyordu, ama cevapları bulamıyordum. En sonunda sırtım soğuk duvara değdi. Daha fazla geri gidecek yerim kalmamıştı. Duvarın soğukluğu sırtımdan vücuduma yayıldı, ama içimdeki korku çok daha soğuktu. Ilgaz, benim tüm savunmasızlığımı görüyordu. Nefesim kesilmiş gibiydi, kelimeler boğazımda düğümlenmişti. Bu nasıl mümkün olabilirdi? O zamanlarda yaşadığım şeylerin bu kadar detayına nasıl hakim olabilirdi?
Ilgaz adım adım üzerime doğru gelmeye devam ederken savunma mekanizmam çökmeye başladı. Sanki her adımıyla içimdeki tüm güç, direnç, her şey uzaklaşıp gidiyordu. Gözlerindeki o delice parıltı beni daha da savunmasız bırakıyordu. Beni bu şekilde her anlamda köşeye sıkıştırmaktan ne kadar zevk aldığı her hareketinden, her mimiğinden belli oluyordu. Derin bir nefes aldım ama ciğerlerime ulaşan sadece soğuk ve acı dolu bir boşluktu. Ilgaz, tam karşıma geldiğinde aramızda sadece bir nefeslik mesafe kalmıştı. Kalbim deli gibi atıyordu. Ne yapacağını bilmiyordum, her hücrem alarmdaydı. Ilgaz kollarını yavaşça iki yanımdan uzatıp ellerini duvara dayadı, beni tamamen köşeye sıkıştırdı. Kaçacak hiçbir yerim yoktu. Bedenim soğuk duvar ve Ilgaz arasında sıkışıp kalmıştı. “Oraya seyyar satıcıyı da koyan bendim,” diye fısıldadı, sesi derin ama korkutucu bir şekilde sakindi. “O çiçeği seçmeni sağlayan da bendim.” Gözlerinde o deli ışıltı daha da güçlendi. Her kelimesi boğazıma düğüm atıyordu. “Her zaman severek gittiğin o parka o çiçeği diken de bendim, evinin duvarına o çiçeği çizen de bendim, geçtiğin her yola, baktığın her yere o çiçeği koyan da bendim.” Nefesim kesildi, göğsümde yükselen o boğucu panik kalbimi sıkıştırdı. Kafamda Ilgaz’ın söyledikleri yankılanıyordu, ama duyduğum şeylere inanmak istemiyordum. Hayır, bu mümkün olamazdı. Ama onun gözlerinde, sesinde, her hareketinde gerçekliğin yansımasını görebiliyordum. “Küçüklüğünden itibaren bu çiçeği sevmeni, ona iyi bakmanı aşıladım sana." Bir eli yüzümün önündeki saç tutamımı okşamaya başlamıştı. Ama ben transa girmiş gibi tepki veremiyor, gözlerimi onun gözlerinden bir an bile ayıramıyordum. "Sen farkında bile olmadan yönettim seni. En sevdiğin çiçeğe bile ben karar verdim.” Sözleri beynimde yankılanıyordu. Kendi seçtiğim sandığım şey bile bana ait değildi. Ilgaz, tüm hayatımın arkasında duruyordu. Kendi irademle yaptığımı düşündüğüm her şey… Aslında onun eseri miydi? Ben neydim peki? “Sen bir hiçsin Asrın.” Ilgaz’ın sözleri, son darbe gibi içimde patladı. “Seni avuçlarımın içinde yöneten benim.” Söylediği her kelime, tüm benliğimi karanlığa sürüklüyordu. Dünya bulanıklaştı, hislerim kayboldu. Zihnim geçmişe kayarken, her anıyı bir yabancı gibi izliyordum. Gülüşüm bile bana yabancı geliyordu artık. O anılar içinde kaybolmuşken, ayaklarım yerden kesildi. Hayatım boyunca yaptığım seçimlerin, hissettiğim duyguların hepsi bir anda anlamsız hale geldi. Boğazımdaki düğüm büyüyüp, nefes borumu tıkadı, boğuluyor gibi hissediyordum. Sanki dünya üzerime çökmüş, etrafımdaki tüm renkler silinmişti. Bir hiç olduğumu bilmek… Kendi irademle yaptığımı sandığım her şeyin onun eseri olduğunu bilmek, içimdeki her şey anlamını yitiriyordu. Tüm doğrularım, yanlışlarım, sevdiğim ve sevmediğim şeyler hepsi anlamsız geliyordu. Dünya benim için dönmeyi bıraktı. Ayaklarımın altındaki zemin kaydı, nefes almak ağır bir yüke dönüştü. Başım dönüyordu, tüm bedenim hafifledi. Zihnim beni terk etmeye başlarken, bedenimin bir boşluğa çekildiğini hissettim, yer beni kendine çekiyordu. Düşüyordum. Düşmeden önce Ilgaz’ın kollarının beni yakaladığını hissettim, gözlerim bulanık bir şekilde onun endişeli yüzüne takıldı. Ancak, o an bile aklım oyunlar oynuyordu bana. Bu yüz, bu bakış, sahte bir illüzyondu değil mi? Endişesi gerçek olamazdı. Gözlerim kapanırken, zihnimde yankılanan sorularla derin bir boşluğa savruluyordum.
|
0% |