@persephone
|
burası benim kızımın benim ellerimden canice alındığı Yer'di.. defalarca yutkunmama rağmen boğazımdaki yumru gitmedi, yardım etmedi bana tanrı. üç sene önceki kadın gözlerimin önünde, 20 adım önümde ve kollarında olan ölü bebeğine sarılarak ağlıyordu. "Annem uyan ne olursun, uyan Helin'im!" haykırışlar yankılandı zihnimde, kadın ağlıyordu, ben ağlıyordum ölü bebeğimin kefenine sarılırken. koşmak istedim sarılmak istedim ama yapamadım, kitlendim ve nefes dahi alamadım. kaderin çizelgesi yoldan çıkmıştı belli ki, yoksa neden tanrı beni bu oyun masasına yerleştirsin. tanrı o kadar acımazsız değildi, olmamalıydı. ben Rus ruletinin ve kumarın oynandığı masadaydım, ikisi de aynı masadaydı. "Riva, iyi misin?" sesin sahibine döndüm yavaşça, acının sahiplik yaptığı bakışlarım her şeyi isyan ediyordu aslında. "bana bu kadarını nasıl yaparsın" yirmi yedi harf, beş kelime, bir cümle. bu kadar vazgeçişi simgeleyemezdi. depoya yürümeye başladım, en sonunda tutamadım kendimi, bağırarak ağladım ama susmadım susmayacaktım da, herkes acımı görecekti, ben alttan almayacaktım artık. deponun önüne geldim, karşımda şişkin karnını tutan heyecanlı bir kız, babasından umudunu kesmemişti. tam ormanın girişinde durdum. kolumda bir el hissettim. "Riva ne oldu" öfkeyle vurmaya başladım göğsüne, ittiriyordum, canını yakmak istiyordum. tıpkı benim yandığı gibi. "Senin YÜZÜNDEN! senin YÜZÜNDEN ÖLDÜ KIZIM" kollarımdan tutmaya çalışsa da nafileydi, bu ateş körüklenmişti bir kere, ama bu sefer sönmesine izin vermeyecektim. savaşın cebinden silahı aldım ve tam alnına doğrulttum. "geç şuraya" yüzüme öyle bir ifade ile bakmıştı ki kendimi küçük hissetmiştim. arkamda bana saldırmak için komut bekleyen korumalara durması için işaret verdi. "selvi ağacının dibindeki lavanta çiçeklerinin yanına otur Karadağlı." anlamaz bir ifade ile bakarken dediklerimi yaptı, oturdu tam oraya. benim defalarca gelip ağladığım, etrafı yakıp yıkmam için sebep veren yere oturdu. "sözümü tuttum annecim, babanı getirdim sana." isteyenler dipsiz kuyulara düştü, isteyen uçsuz bucaksız denize karıştı. ben ise karanlıkta kayboldum. savaş hışımla ayağa kalktı ve gözleri lavantalara kitlendi. "niye kalktın Karadağ! ben o yerde kaç defa isyan ettim tanrıya haberin var mı!? korkaksın, ne cüretle benim kalkmaya utandığım yerden, uzaklaşmak için kadere danışırsın!" haykırışımla birlikte çaresizce bana baktı, ellerini bana uzattığında bakışlarım ellerine döndü, titriyordu. "şu dünya da kimse ellerimi bacaklarımı titretecek kadar büyük bir darbe vuramamıştı bana ama sen, beni kendi enkazımda bırakmaya çalışıyorsun." "canım acıyor çünkü! bil istiyorum ya, bil. Nasıl acılar içinde kıvrandığımı bil Karadağlı. nasıl bir cehennemde yandım gör!" sağanak yağış bastırdı, gürledi gök. "canım acıyor, kızımı özledim. Helin'im" sesim titredi. kızımın adımı her söylediğimde sesim titredi. "seni benim kollarımdan alıp soğuk zemine yatırdılar ya annecim, ben onun da intikamını alacağım." gözlerim depoya çevrildi. baktım silik izlere. babasının elinden kurtulmaya çalışan hamile bir kadın, ve acı sonu. "tunç nerede." hayal kırıklığı, öfke, kin, her şey sesimde toplanmıştı sanki. "deponun 2. odasında." adımlarım hızlandı, ayakkabılarıma bulanan çamuru bile umursamadım. ardından koştum sanki saatlerce koşsam gidemeyecek gibi hissettim. umutsuzdum, güçsüzdüm, yaralıydım. deponun rutubetli kokusu içime işlemişti sanki. o sırada aklıma bir soru takıldı. o kadar ağır bir soruydu ki adımlarımın bile önünü kesmişti. 'kızımı nerede öldürdüler' bir damla daha yaş düştü gözümden. etrafta belirsiz silüetler vardı sanki, etrafa uçuşuyordu. "baba n'olur dur, yapma. alma kızımı benden yalvarırım tunç" "lütfen sus" ellerimle sıkıca kulaklarımı kapattım ama nafile, zihnimin içindelerdi. "o ibnenin bebeğini doğuramazsın Riva" "sus lütfen!" "kızın öldü Riva!" bakışlarım soyulmuş duvarda gezindi. bu duvarlar şahitti çığlıklarıma. derin iç çekişlerim kaldı yanımda. sahi savaş tam arkamdaydı değil mi? hiç bir zaman hissedememiştim ki. odaya girdiğimde tunç elleri ve ayakları bağlanmış bir şekilde sandalyede oturuyordu. "tunç, özledin mi beni" sorumla birlikte yüzünde bir mimik dahi oynamadı. "Helin'i öldürürken beni neden öldürmedin?" sorumla birlikte bir ses yükseldi. Ferit gelmişti, ardından ayaz, Büşra ve Nilay. deniz yoktu "yeğenimi bu piç kurusu mu öldürdü! onu öldüreceğim" Tunç'a silah doğrulttu. "Ferit dur, lütfen. bunu ben halledeceğim." sözlerimle birlikte öfkeyle silahını indirdi. "affet, öfkeme yenik düştüm." Tunç'un kahkahası deponun rutubetli duvarlarında yankılandı. "hadi ama ne acıklı bir sahne. Riva, güzel kızım neden böyle yapıyorsun ben seni böyle mi eğittim." savaş sert bir tokat attığında tunç neredeyse sandalyesiyle yere düşecekti. "dur savaş" yavaşça Tunç'un yanına ilerledim. peçeteyle ağızının kenarındaki kanı sildim. yakasını düzelttim. bakışlarında tavırlarımı garipsediği bariz bir şekilde ortadaydı. arkamı döndüm, sehpaya ilerledim. kapağı kapalı olan kutuyu açtım ve içindeki tabağı çıkardım. tabağın üzerindeki kuru kayısılarda dolaştı parmaklarım. bir tanesini elime aldım ve ısırdım. "Riva" bakışlarım Nilay'a döndü. başını iki tarafa olumsuz sallıyordu. bir kez daha ısırdım kayısıdan. savaş hızla yanıma geldi ve kayısıyı sertçe alıp tabağı yere fırlattı. "ne yaptığını sanıyorsun sen Riva! neden kendini cezalandırıyorsun." "kuru kayısı yemem neden ceza olsun ki?" kaşlarını çattı. "sen kayısıdan nefret edersin, iğrenirsin." o sırada gülümseyerek üzerimdeki hırkayı çıkardım. sarı bluz odadaki herkesi büyük bir dehşete sürüklemişti. "artık her renk aynı veya her yiyecek." savaş hızla kendine çekti bedenimi, "neden canını yakıyorsun." geri çekildim ve savaşın iptilası olduğum yüzüne baktım. "ben kendimi cezalandırmıyorum Karadağ, şunu fark ettim ki, belki kızım yaşasaydı en sevdiği atıştırmalık kuru kayısı veya en sevdiği renk sarı olabilirdi. o yüzden benim hiç bir şeyden nefret etme gibi bir lüksüm yok" bakışlarım Tunç'a döndü fazlasıyla şaşkın bir o kadar da umursamazdı. "sıra sana geliyor tunç karanlı, kızımı nasıl öldürdüğünü anlat." sesinin tonu tiz bir nota gibi etrafta duyulurken güldüğü her dakika, onu öldürmek için can atıyordum. "ilahi Riva, çok güldürdün beni" yüzündeki pis sırıtış geniş bir hal aldı. "daha bir cümle kurarken bile nefes nefese kalıyorsun, bir de gelmiş bana intikamdan bahsediyorsun güzel kızım." kızım bu kelime o kadar yakışmıyordu ki ağızına, ona baktıkça mide bulantım artıyordu. "hangi elinle öldürdün kızımı!" "neydi şu ibnenin adı, ah hatırladım Helin'di galiba-" sözünü tamamlayamadan savaşın sert yumruğu Tunç'un suratındaki yerini almıştı. tunç kanayan dudağına nazaran hala gülüyordu. "Benim kızım ibne değil tunç, ama sen tam bir orospu çocuğusun" sözlerimin ardından sırıtışı dudaklarındaki yerinden uzaklaştı ve öfke oturdu. "sana öyle bir acı çektireceğim ki, bana yalvaracaksın" sanki sonraki hareketimi bekler gibi bakıyordu. ifadesiz ama bir o kadar da endişeli. "Getirin" gülümsedim, kıyametin habercisi bir gülümsemeydi. "kumar ve Rus ruleti aynı masada olmaz tunç, ya sen ya da ben." iki koruma berk karanlıyı kollarından tutup önüme fırlattıklarında, tunç'un yüzünde belirgin bir ifade vardı. korku, öfke. bir kere benin için korku hissetmiş miydi? sanmam. "berk sana bir şey yapmadı Riva, sorunlarını benimle çöz." "olmaz baba, bizzat karışık oynarım. sonuçta tunç karanlının kızıyım ben. bu masada masumlar ve suçlular karışık, rulet belki bir masumu öldürür suçluyu kurtarır yada bir suçlu ölür masum kurtulur. şans bizimle olsun." acı dolu tebessüm bile yaktı dudaklarımı. "sen benden kızımı aldın, bende senden oğlunu alacağım. nede olsa kumar da adalet ister." elleri yumruk olmuş biçimde ipleri gevşetmeye çalışıyordu, ne gülünesi. bacakları demirden yapılmış yatay çarmak açıldı ve ipleri gerildi. savaşa baktım, gülümsüyordu. yanıma geldi ve kulak hizama eğildi. "işte benim kadınım. yap ve soğut ateşimizi, bu zamana kadar arkanda olamadığım kadar arkanda olacağım artık, yanında veya önünde. ama hep bir adım fark olacak aramızda." gülümsedim ve adamların Berk'i çarmağa yerleştirmelerini izledim. Helin'in çığlıklarını duyuyordum sanki. "gerin ipleri" adamlar çubukları çevirmeye başladığında tunç daha çok kurtulma çabasına giriyordu. "ne ara kendine güven kazandın sen" tunç öfkeliydi, ama alaylı ifadesinden ödün vermiyordu. "senden ve Karadağ soyadına utanç duyuyorum" Tunç'un kahkaha sesi boş odada yankılandı. "ne demeye çalışıyorsun?" herkes ,ifadesizce onu izledi. "diyorum ki, sence Serkan kimin adamıydı?" deniz öldü, deniz ölmüştü.. duvara tutundum yardım almak ister gibi "deniz yok" bir damla daha yaş düştü gözlerimden. "ama ben sana demedim mi güzel kızım. o kadar bağlanma diye. hiç babanı dinlemiyorsun. hadi anlat bakalım bu deniz neyin oluyor senin." "deniz benim her şeyimdi karanlı. ilk okulda, okumayı yazmayı birlikte söktüğüm kişi. ortaokulda sivilcelerimle ve zorbalıklarıma karşı geldiğim kişi. lise de ilk aşkımı anlattığım kişi. anne. baba. kızıma birlikte dua okuduğum kişi. sevdiği adam sırtını döndüğünde sığındığı kişi. ihanetlere ağladığımda omuzuna yaslandığım kişi. abla. kardeş. abi. o benim her şeyimdi, ve sen her şeyimi aldın. ilk kızımı sonra aşkımı ardından da can dostumu aldın. bunun bedeli olmayacak mı sanıyorsun tunç?" başımı eğdiğim zaman, savaşın adamları Berk'i çarmağa gerdiler. ipi gerdikçe berkin çığlıkları koridorlarda yankılanıyordu. düşündüm, çok düşündüm. Berk'i serbest bırakmak istedim. masumdu. ama benim kızımda masumdu, deniz de masumdu, annemde masumdu. kimse onlara acımamıştı. ben neden acıyacaktım. "hiç sevmedim seni" tunç bağırdıkça ağızındaki tükürükler dışarı sıçrıyordu. "hiç sevmedim seni yüz karası kaltak. geber diye dün saydım yine gebermedin." hareketsizce baktım yüzüne. boş bir sandalye çektim ve karşısına oturdum. berk çarmağa gerilmiş bir şekilde bekliyordu olacakları. "ikinci sınıfta, bakardım her okul çıkışı babası gelirdi arkadaşımı almaya. ağır gelirdi bu bana, giderdim tuvalette ağlardım." kalbim kasıldı, sanki boğazımdaki eller çok sıkıydı. "sonra diğer gün arkadaşım heyecanla anlatırdı, eve gidince annesiyle yapacağı yemekleri. yine gider tuvalette ağlardım. sonra eve giderdim, annemle yapacağım güzel aktiviteleri düşünerek heyecanlanırdım. ardından bir bakardım ki, annem yüzü gözü morluk içinde olmasına rağmen bana gülümsemeye çalışıyor. sus riva, derdim kendi kedime. belli ki annem yorgun, sus yemek isteme. derdim." arkadan gelen ağlama seslerine rağmen Tunç'a baktım, kırlaşmış saçlarına, simsiyah göz bebeklerine. "bu kadar yıkılmaz bir dağ iken, bir bana mı sahip çıkamadın tunç." "ben her gece kızımın ağlama sesi ile mücadele ederken hiç mi için sızlamadı! sen var ya sen" işaret parmağım tam kalbinin üstünde yerini almıştı. "ölümü en acılı şekilde hak edenlerdensin" yavaşça ayağa kalktım. içimde yeri tarif edilemeyen devasa bir boşluk vardı. bataklık yuva yapmış, cam kırıkları süslemişti sanki etrafını. dayanılmaz bir acı yaşayan ama dili olmadığı için bağıramayan biri gibi hissettim. savunmasız, çaresiz ve bir o kadar da ölü. annemin sapsarı saçları geldi gözümün önüne. çocukken o hayran duyduğum saçları. "sen o kadar hiçsin ki sana verilen acı kavramına bile üzülüyorum, senin gibi iğrenç bir varlığa mahkum düştüğü için. sen bedensel acı yaşamayacaksın tunç. ama ruhun ölmek için can atacak." Berk'in yanına gittiğimde. korku dolu gözlerle bana bakıyordu. "yapma abla. yalvarırım yapma" işte o çizgide takılı kaldım. vicdan. "o kadar yapmak istemezdim ki sana bunu, desem de inanmazsın. ama çocuklara uyuşturucu sattığını ve kadınları fahişe gibi kullandığını görünce sana acıma duygum yok. sen Tunç'un yolundan gitmeyi seçtin ve onun gibi öleceksin." elime aldığım siyah usturalı bıçağı Berk'in haykırışlarına aldırmadan diz kapağına sapladım. yüzüme sıçrayan kan, kızımın kanını yavaş da olsa silmişti. "benim kızım daha bebekti" ikinci bıçağı diğer diz kapağına sapladığımda bir haykırış daha döküldü dudaklarından. ama içimdeki öfke dinmedi. masadan ince uçlu bir keser aldığımda eline doğru ilerledim. "Riva yapma" berk haykırıyordu, tunç oğlu için iplerden kurtulmaya çalışıyordu. işaret parmağını kavradığımda sert darbeyle elinden ayırdım. keser deki kan lekesini Tunç'un gömleği ile temizledim. tam o sırada tunç bağırdı. ve söyledikleriyle birlikte dünya durdu. "kızın yaşıyor" kolay mıydı bunu söylemesi. kızın yaşıyor da ne demekti. ben kızımı kendi ellerimle gömmüştüm, Helin yaşıyorsa o çocuk kimindi? Helin yaşıyor olabilir miydi? elimdeki keser beton yere düştü ve demir sesi boş depoda yankılandı. "hayır, Helin yaşamıyor. ben gömdüm onu bu ellerle!." bunun umuduna tutulmak benim ölüm fermanım demekti, bunca sene çektiğim azap o mezarda gizliydi. "ellerimi çöz Riva" tunç ruleti başlatmak istiyordu, o zaman başlayacaktık. "kızım öldü, yalan söyleme. öldürürüm seni" ümit ve korku ile harmanlanmış duygularım yüzünden, çenem titriyordu. ----------- korumalar kollarımdan tutup, salondaki koltuğun üzerine bedenimi bıraktıklarımda bilincim yarı kapalı gibiydi. silik silüetler, silik sözler. adım sesleri duymaya başladım. bu adım seslerini ne halde olursam olayım bilirdim, tunç gelmişti. "güzel kızım benim" sesindeki alay sinirlerime dokunsa da tepkisizdim. üzerimden bir yük geçmiş ve bir yığın et kalmış gibi yorgun hissediyordum. "o piçin de bebeğine mi bakacaktın bir de. yok artık. bu arada verdiğim yüksek doz sakinleştirici güzel bir ruh haline soktu seni, sevdim. hep böyle uysal ol" koltuktan kalktığında elleriyle kravatını düzeltti. "ebru, Riva'nın ilaçlarını aksatmayın." ------------ acının sahiplik yaptığı bedenimin ayakta dahi durmaya mecali yoktu. "oyun oynuyorsun benimle! kızımın yaşadığı umuduna tutunup daha çok canımı yakmak istiyorsun!" masadan demir kancayı aldıktan sonra hızla Berk'in yanına ilerledim. "işte bu yüzden nefret ettim senden" bakışlarım Tunç'a döndü. kaşlarım hayretle havalandı. "neymiş benden nefret etme sebebin?!" dudağının çevresinden. sessizlik oldu. "benden nefret etmen için sebebin yok tunç, inan bana bir bebek senin nefretini kazanmak için bir şey yapamaz." masadan aldığım testere ile Berk'e ilerledim. "nasıl bir duygu?" afallayarak yüzüme baktı. diz kapaklarında olan bıçaklardan kaynaklanan acı yüzüne alnından terler dökülüyordu. "nasıl bir duygu, babanın senin için endişelenmesi?" kızım için, annem için, deniz ve çocukluğum için alacaktım bu intikamı. berk kahkaha atmaya başladı. "babam seni hiç sevmedi değil mi Riva. doğru ya sen çocukken de kıskanırdın zaten. halüsinasyonların arasında sana ilaç veren hemşireyi de görüyor musun?" sözlerinin arkasından kahkahaları büyüdü. "uyuşturucun kesilince nasıl hissettin Riva?" etraf derin bir sessizliğe kapıldı. bakışlarım savaşa döndüğünde bana tereddütle baktığının fark ettim. Büşra kafasını sallarken yapmamış olduğumu umduğu barizdi. kulaklarımda beliren tiz ses gittikçe yükseliyordu. ellerimi kulaklarıma siper ettiğimde, sırtımda el hissettim. "Riva iyi misin!?" savaş. sesler boğuktu. silüetler bulanıktı. göremiyordum. bir an önce kaçmak istedim buradan ama dünyadan bağımsızdım sanki. bir anda sesler kesildi. görüntü netleşti. "iyiyim" saçlarımı ellerimle geriye doğru attığımda masadan aldığım testere ile Berk'e düşünmeden sertçe bastırdım. acı haykırışları odada yankılanırken, tunç sandalyeden kurtulmaya çalışıyordu. ilerledim ve telefonumdan, Sezen Aksu'nun Ünzile parçasını açtım. acıdım kendime, çocukluğuma, gençliğime, kadınlığıma. titreyen ellerimi hırsla kalbimin üstüne vurmaya başladım. "Beni neden sevmedin baba! Neden beni öldürmelerine izin verdin baba! haykırışlarım kendime buran ellerimi hissettirmiyordu sanki. "Bir gül gibi al ve narin Bir su gibi saydam ve sakin Susar kadın Ünzile" şarkının sözlerini mırıldanırken masadan bir falçata aldım. Berk'e ilerlerken kapının orada annemin bedenini gördüm. yapma dercesine sallıyordu kafasını. "git anne. nolursun" bakışlar kapıya döndüğünde garip bakışlar kuşanmıştı gözlerde. tekrar Berk'e döndüm. "bu falçata ile öldüreceğim seni. hatırlıyor musun bilmem ama köpeğini de bu falçata ile öldürmüştüm. ne kadar şımarık bir çocuktun berk. o köpeği o kadar istemiştim ki Tunç'tan. demiştim ki bari arkadaşım yok bari dertleşeceğim hayvanım olsun demiştim." ellerimle göz yaşlarımın ıslattığı yanaklarımı kuruladım. "sonra öğrendim ki tunç almış o köpeği. çok sevindim, bana aldı sanmıştım. hatta bir gece mutluluktan bile ağlamıştım. ama sonra gördüm ki köpekle sen oynuyorsun. ona taktığın adı Tunç'a söylerken duydum. bir gece boyunca da acıdan ağladım. hırslandım, nefret ettim. ve o köpeğe bağlanmanı bekledim. sonra da gözlerine bakarak öldürdüm." Tunç'a döndüm. "ilk oyun bitti tunç karanlı" falçatanın açtığım kısmını berkin boğazına şiddetle sapladım. ilk ateşimi söndürdüm. savaş elimi tuttu ve bedenimi hızla dışarı çekiştirdi. depodan çıktığımda berkin açık gözleri ve Tunç'un haykırışları geride kalmıştı. 🕯️🕯️🕯️🕯️🕯️ şiddetle bastıran yağmur, damlalarını sertçe arabanın camına çarpıyordu. üstüme baktım. her yerim kan içindeydi. Berk'in kanı. azap beni içinde kavururken çırpınışlarım sanki bataklıkta batmama neden oluyordu. nefes alamadım ve daha da battım. sessizlik çığ gibi büyüdü sanki, söze ilk ben atıldım. "senden kurtulmak istedim en başta. çünkü seni affedersem annemiz nezlinde gurursuz bir kadın olurdum. sensiz yapamadım, gurursuz olmayı göze aldım seni sevmeyi denedim, bu sefer kızımın çığlıklarını duydum. bunun üstüne beni herkese öldü gösterip gözlerimin önünde can arkadaşımı öldürdün. beni tehditlerle yanında tutmaya çalıştın." ellerim sancıyla kavrulan kasığıma gitti. dikişlerim patlamıştı. ama çaktırmadım, konuşmaya devam ettim. "beni sevdiğini söyledin, ama her defasında fahişe muamelesi yapıp bunları yüzüme vurdun. tek bir soru soracağım sana Karadağ. yüzüme bak." Adem elması hareketlendi. yüzü bana döndü. "bunları neden yapıyorsun." kanlı elimi sertçe torpidoya vurdum. "söyle! neden!" histerik bir şekilde kahkaha atmaya başladım. "ne oldu Karadağ. ne oldu? gerçekten seninle bu lanet olası malikaneye mi geleceğimi sandın" ellerimi birbirine kenetledim. "bana yaptıklarını unuturum mu sandın" çaresizce salladım başımı. "ben senle istesem bile olamam ki sevgili. ahuzar ile geçen günlerimin haddi hesabı yokken, esef duyan sevgiliye bağlayamam gönlümü. senin bendeki suçun cünha misali, terazisi bozuk. nale'lerimi duymadın. bize Visal imkansız. sen harfendaz, ben deryadil." (ben senle istesem bile olamam ki sevgili. hasret ile geçen günlerimin haddi hesabı yokken, şüphe duyan sevgiliye bağlayamam gönlümü. seni bendeki suçun kabahatten ağır, cinayetten hafif olan suç misali, terazisi bozuk. feryatlarımı duymadın. bize kavuşmak imkansız. sen onur kıran, ben anlayış ile karşılayan.) eski Türk dili ile yazılmıştır. koltuğa yaslandığımda aramızdaki sessizlik hakimiyetini tekrar kurdu. dakikalarca sessizliği paylaştık. şimdi ise sessizliği bölen savaş olmuştu. "beni terk ettiğin günün akşamı hep buluştuğumuz çardağı ateşe vermiştim. Riva gitmez dedim. peşine adamlar taktım, elime fotoğraflar geldi. hamileydin, yanında bir adam vardı. Riva gidermiş dedim. Tunç'un karşısına çıktım. Riva çok mutlu sensizken, kızımdan uzak dur, dedi. gerçekten sana babalık yapmaya başladığını sanmıştım. toydum inandım. dört sene deyip geçme, on yıl yaşlandım, tecrübe aldım." gözlerimi yumduğumda yaşlar yanağımdan süzüldü. "senden başka bir adamdan hamile kaldığımı mı düşündün?" hayal kırıklığı sesimi titretmeye yetmişti. elimle ağızımı kapattım. "Tunç'un bana babalık yaptığını mı düşündün. sana anlattığım o kadar şeye rağmen" saçlarımı geriye attım, derin nefes aldım ama yetersizdi sanki. "bana gösterdiğin şu evlilik cüzdanı nerede?!" sahte olmalıydı, rızam yoktu. savaşın ceketinin iç cebinden çıkardığı evlilik cüzdanına baktım. "paranın alamayacağı şey yoktur Riva, rıza da dahil" yapmamış olmasını diledim, bu kadar ileri gitmemeliydi. "yapmadım de, yapmadım de savaş" "al kendin bak Riva Karadağ" sertçe elinden çekip aldığım defteri açtım. savaş ve benim fotoğrafım. ve benim imzam. kafamı salladım, inanamadım. "hayır" savaşın gözlerine baktım. gerçekti, biz resmi olarak evliydik. "nasıl yaparsın bunu!" şaşkınlık emaresi yerleşti yüzüme. "soyadın Karadağ artık, Riva. sen benim karımsın. kimse sana zarar vermeye cüret dahi edemez." gülümsedim. "bana en çok zararı veren sensin ama" yüzüme yaklaştı, burunlarımız birbirine değiyordu. "kılına zarar gelse cümle alemi yakarım. kendim de dahil" arabanın kapısını açtı ve indi. benim tarafımdaki kapıyı açtığında, elini uzattı. "sen benim rızamı satın aldın Karadağ, bunun karşılığında ne vaat ediyorsun bana" sorumla birlikte afalladı. dizlerinin üzerine çöktü. ellerini ellerime kenetledi. "sana canımı vaat ediyorum, ister çek vur, ister bıçak sapla. her isteğine boynum kıldan ince cefapişe'm." (aşığına eziyet eden sevgili) gülümsedim. "kumar ve Rus ruleti devam mı ediyor Karadağ, savaşmak zorunda olmaktan yoruldum." eli ile yanağımı okşuyordu. "istersen o cepheye asker yığar başında ben olurum malihülyam. sen Karadağ soyunun baş tacısın" ellerimi ellerinden çektim. "ben yorulduğum zaman o cephenin başına sen geçmiştin seneler önce, sonra gittin ve ben o savaşın ortasında buldum kendimi. bir daha güvenemem sana." yanından geçip malikanenin bahçesine girdiğim zaman savaşın adımlarını arkamda hissettim. hızla yanıma geldiğinde elini elime kenetledi ve bedenimi çekiştirmeye başladı. "kes şunu" elimi çekmeye çalışsam bile nafileydi. "herkes buraya" gür sesi bahçede yankılanmıştı. etrafımıza toplanan onlarca korumalar dikkatle savaşa bakıyordu. ardından malikanenin kapısı açıldı. ve İştar Karadağ en ön sırada olmak üzere olanlara seyirci olacaktı. en üst odanın büyük balkonunda ise Agah Karadağ bastonunu tutarak dik kaldırdığı başı ile birlikte bakışlarını torununa kitlemişti. "bu ne rezillik böyle. ne oluyor savaş" İştar Karadağ'ın sesi bahçeyi inletmişti. "ortada bir rezillik yok. bu kadın benim karım. duymayanlar ise dikkatle dinlesin çünkü Riva'ya yapılan tek yanlışta kellenizi koltuk altında belleyin." sözlerinin ardından şaşkınlıktan büyümüş gözlerim savaşa kitlendi. savaş ise annesine bakıyordu. "buna herkes dahil" ortada bir şaşkınlık nidası döküldü. savaş Karadağ açık olarak benim için herkesi karşısına aldığını belirtmişti. elimi daha sıkı tutmasının ardından annesine doğru adımladı. nüfus cüzdanını eline bıraktı. o sırada malikanenin kapısından çıkan bir ses duydum ve bakışlarım oraya kaydı. kahverengi düz saçları beline sarkan, vücuduna yapışan elbise giymiş bir kadındı. çekik gözlerini bize dikmiş. topuklu ayakkabıları ile birlikte savaşa doğru emin adımlar atarak yürüyordu. İştar'ın yanında durduğunda bakışları savaşla birleşik olan elimize kaydı. "ne oluyor savaş bu kadın kim" sorduğu soruyla sırtım dikleşti. bakışlarım savaşa döndü, onunda bana baktığını gördüm. "bir de ben sorayım, bu kadın kim savaş" sözlerimin ardından kadın söze atıldı. "ben savaşın nişanlısıyım." bu cümle defalarca yankılandı zihnimde. savaşın öfkeli bakışları kadını hedef almıştı. "ne işin var senin burada." kadın hayret içerisinde savaşa bakakaldı. "doğru senin ne işin var burada neden gerçekleri gösterdin bana bunu nasıl saklamazsın." histerik bir şekilde kahkaha atmaya başladım. "bu son damlaydı savaş Karadağ, bundan sonra keşke seni kurtarmasaydım da ölseydin dedirteceğim sana." savaşın kaşları çatıldı. "bende savaşın karısıyım. seni an itibariyle öldürmemi istemiyorsan ikile, günde iki cinayet yorar" tehditkar bakışlarım İştar'a çevrildi. "Banu hiç bir yere gitmiyor. Banu'ya alış" gülümsedim. İştar'a yaklaştım. "bana canını aldırtma İştar Karadağ, iki paralık canın genelevin masrafına yetmez." tokat atmak için kaldırdığı elini refleksle tuttum. "o el ikinciye kalkarsa kırarım" bakışlarım Banu'ya döndü. gider misin yoksa beni yoracak mısın?" sözlerime güldü. "burada gidecek biri varsa o da sensin." savaş korumalar seslendi "çıkarın şu hadsizi şuradan" elimi kaldırdım. "dur" bahçedeki herkes bana döndü. "onu burada herkesin gözleri önünde öldüreceksin Karadağ"
merhabaalar, bayadır bölüm yayınlayamadım bir takım olaylardan dolayı şimdi ise tekrar beraberiz evet dökülün bakayım bölümü nasıl buldunuzzz...
|
0% |