@redbook
|
Sadece birkaç defa gördüğünüz bir adam için ne düşünürsünüz? Çok yakışıklı olduğunu mu, ya da çok başarılı olduğunu? Gördüğünüz adam her açıdan mükemmel gözüküyorsa ne düşünürsünüz? Beyaz atlı prensinizi bulduğunuzu mu? Ben iyi biri olduğunu düşünmüştüm. İşinde başarılı, ortalamanın üstünde bir görünüşü olan iyi bir adam olduğunu düşünmüştüm. Gördüklerimiz bizi yanıltabiliyormuş anlaşılan, çünkü şu an karşımda duran adamın sağ kolu, bir adamın kafasına silah dayıyordu ve bundan hiç rahatsız görünmüyordu. O, benim burada olmamdan rahatsızdı. Bu hikâyenin kötü adamının o olabileceği aklıma bile gelmemişti. Bu hikâyenin kötü adamına âşık olabileceğimi kalbimde hiç anlamamıştı. Ben şok içinde gördüğüm manzaraya bakarken, adam beni tuttuğu gibi çenemin altına silah dayamıştı. Şaşırmam garipti asıl, ben bilmiyor muydum? Bu adamların örgütten olduğunu biliyordum. Eee, neden bu kadar şaşırdın Talia? Boynumdaki silahın varlığına tepki bile veremedim. Beni sıkan kolunu görünce, iğrenircesine adamın koluna baktım. “Bırak benim adamımı, ben de senin kızı bırakayım,” dedi. Adamın Türkçesi berbattı. Aybars, Sergen'in arkasında duruyordu. Sergen ona bakmak için kafasını çevirdi. Aybars, sanki bütün planlarının içine etmişim gibi Sergen'e bakıp, “Bırak, Sergen,” dedi. Ortamda bir sessizlik oldu. Sergen bir an duraksadı, sanki aklında bir şeyleri tartıyormuş gibi. Aybars'tan daha çok kızgın görünüyordu. “Önce sen bırak,” dedi Sergen. Adam elini çekip silahını beline yerleştirdi. Neden hemen dediğini yapıyordu? Ne dönüyordu lan burada? Sergen, adamın kafasından silahı çektiği an, adam kapıya doğru yönelince ben de aceleci adımlarla Aybars’ın yanına gittim. Adam beni tekrar tutarsa bırakmayacağından emindim. Beni tutan adam çıkarken kapı eşiğinde durdu. “Tek bir kız yokmuşanlaşılan,” dedi pişkin pişkin, ne dediğin biraz bile anlamadım. Uzaklaştığı an Aybars’a baktım. O bana bakmadı. “Bravo, Talia,” dedi dümdüz bir sesle. “Bilmiyordum.” “Kim getirdi seni buraya, o şerefsiz Doğan mı?” Kafamı salladım. “Hayır, ben kendim geldim.” “Tamam, uzatmayın şimdi,” dedi Sergen. Beklenmedik bir şekilde sakindi. Kapıdan giren kızı görünce kalakaldım. Pelda’ydı. Suratında kötü bir ifade vardı, gözlerinden yaşlar akıyordu. Sakin dediğim Sergen bana döndüğünde gözleri dehşet verici bakıyordu. “Onun ne işi var burada? Sen demedin mi bilsin istemiyorum diye? Kendini ateşe attığın yetmiyor onu da mı ateşe atıyorsun?” Bağırışı kulaklarımda çınlıyordu. Boğazımda düğüm oldu, bütün heceler boğazımda sıkıştı. “Kes sesini, Sergen. Belliydi böyle olacağı.” “Aybars, nişanlın bir çuval inciri berbat edip üstüne arkadaşını tehlikeye attı.” “Sen ne diye yükseliyorsun bu kadar? Sana mı kaldı?” Sergen, Aybars’a bomboş gözlerle bakıp, Pelda’nın kolundan tuttuğu gibi dışarı çıktı. “Nereye götürüyor?” “Bırak gitsinler… bizim seninle konuşacaklarımız var.” Benim bıraktığım arabanın yanına geldiğimizde, ön koltuğun kapısını açtı, binmem için. Oturup kemerimi takarken kapıyı kapattı. Şoför koltuğuna geçti. Bomboş yolda araba giderken, “Doğan’ın arabasını çaldım,” dedim. Çalmamıştım aslında, ödünç almıştım sadece. Ne düşünüyordum ben ya? “Şaşırmadım. Âlem etmiş, gulem etmiş, yürütmüşsündür.” “Nereye gidiyoruz? O geri zekâlı Pelda’yı nereye götürdü?” “Yanlarına gidiyoruz.” Arabanın bölmesinde alalade duran telefonumu alıp mesajlara girdim. Siktir, siktir, siktir. Neredeydi bu mesaj? “Bak, buranın konumunu biri bana attı ama şimdi mesaj yok.” “Talia,” dedi bastıra bastıra, “sandığından daha ayığım. Ne bok döndüğünü tahmin ediyorum. Bana bir şeyler kanıtlamaya çalışmaktan vazgeç… Benim çözemediğim sensin.” Kısa bir saniye gözlerimin içine baktı. “Neden geldin? Tek bir mesajla neden geldin?” “Mera—” “Hayır, ben canıma susadım, Aybars. Beni vursunlar diyorsan böyle devam et, çok yaşamazsın.” Yanlarından hızla geçtiğimiz ağaçlara çevirdim gözlerimi. Dizimin üstünde duran elimi tutup, “Talia…” dedi, Sesi birden yumuşamıştı. “Yapma böyle.” Ona sağır kalarak tekrar, “Nereye gidiyoruz?” diye sordum. Şehirden çok uzaktaydık ve gittikçe uzaklaşıyorduk. “Dağ evi var. Beş yüz kilometre sonra geldik sayılır.” “Yarın Perşembe, farkındasın değil mi?” Şu an içinde bulunduğumuz konum ya da Pelda’nın her şeyi öğrenmesi umurumda değildi. Eğer yarın hastaneye haber vermeden gitmezsem bu seneyi tekrar etmek zorunda kalacaktım. Araba, iki katlı bir evin önünde durunca önce ben, sonra Aybars indi. Arabanın içi sıcacıktı ve burası soğuktu. Aybars’a bakıp kaşlarımı çattım. “Bu soğukta ne işimiz var burada?” “İçeri girince ısınırsın, Sergen şömineyi yakmıştır.” Evin verandasına giderken ellerimi cebime soktum. Pelda bir haftadır “dağ, dağ” deyip duruyordu. Evrene nasıl bir enerji verdiyse şu an dağ evindeydik ve ben zangır zangır titremek üzereydim. Hayır titremek üzere değildim baya titriyordum. İçeri girip ilerlediğimizde Aybars ağzının içinde küfür ediyordu. “Aklını seveyim, Sergen.” L koltuğa oturup önümdeki yanmayan şömineye baktım. “Ben de tam ne zaman dalgaya vuracak diyordum, hiç fırsatını kaçırmıyorsun.” “Ciddi bir şey dememi ister misin?” “Üşüdüğünü söyleyeceksin, değil mi?” Evet, tam olarak bunu diyecektim. Üzerindeki kabana baktı, odunları taşırken hep toz ve küçük odun parçası olmuştu. “Yukarıda dolapta mont var. Çok üşüyorsan git, al.” Kafamı sallayıp oturduğum yerden kalkıp merdivene yöneldim. Böyle bir eve daha önce gelmemiştim. İnternette sürekli gördüğüm o cam ve tahtadan oluşan dağ evlerine benziyordu. Benim ormanın ortasında gördüğüm tek ev, Haldun'un araştırma merkeziydi. Ev bile değildi orası. Merdivenlerden çıktığımda gözlerimi devirdim. “Üst kattaki oda,” dedim kendi kendime, “aynen, sanki üst katta beş değil bir oda var.” Önünde durduğum kapıya baktım, en yakını oraydı ve çok cazip görünüyordu. Kapıyı açıp içeri doğru bir adım attım. Bugün açtığım her kapı kıymık olup canıma batmaya yemin etmişti. Pelda beni gördüğü an iyice açtığı gözleriyle bana baktı ama ben göreceğimi görmüştüm. Öpüşüyorlardı ve ben bunu görmüştüm. Kapıyı kapatıp merdivenlerden hızla indim. “Betin benzin atmış, şimdi ısınır burası,” dedi Aybars yanıma gelirken. Bana sarılıp çenesini kafama yasladı. Aklıma Pelda’nın evime gelip Sergen’i gördüğü gün geldi. ‘Pelda’nın tanımak dahi istemeyeceği bir adamdı Sergen.’ Bu kelimeleri geçirmiştim içimden o gün. Şimdi ise Pelda’nın ona gerçekten âşık olup olmadığını merak ediyordum. Belki de öylesine bir öpüşmeydi bu, bir önemi yoktu ikisi için de. Kendini kandırma, Talia. Aybars’ın kolları arasında dururken düşüncelerim birbiriyle yarışıyordu. Söylemeyecektim, Aybars’a bunu söyleyemezdim. Ben merkezli düşünüp Pelda’nın da Sergen’in de hayatını mahvetmek istemiyordum. Ben onaylamasam da Pelda onaylıyorsa bu saatten sonrası beni ilgilendirmezdi. Ben ona Sergen’in nasıl biri olduğunu anlattığımda ya bundan vazgeçecekti ya da vazgeçmeyecekti. İçimdeki o aptal ses, Pelda’nın her şeyi öğrendikten sonra hiçbir şey olmamış gibi davranacağını söylüyordu. “Neden şömineyi yakmadın?” Aybars konuşunca kafamı kaldırıp arkama bakmaya çalıştım. Aybars, kollarını benden ayırınca ben de koltuğa oturup kafamı koltuğun koluna yasladım. Sergen bana bakıyordu, gözlerimi kaçırıp Aybars’a baktım. “Pelda nerede?” dedi ciddi bir tavırla. Sonra ikimize de bakıp, “Bana bakın, biri öğrenirse onun bildiğini ismini bile hatırlayamaz.” Sergen kaşlarını çatıp bana baktı. “Konuşalım mı biraz?” Gözlerimi kapattım. “Konuşacak bir şey yok.” Görmüştüm ben göreceğimi. “Emin misin? Garip davranıyorsun.” Gözlerimi açıp ona baktım. “Garip mi? Her zamanki gibi davranıyorum.” “Her zamanki gibi davransaydın şu an beni sağır etmek istercesine bağırırdın.” “Onunla neden konuşmak istiyorsun?” Aybars’ın sorusuyla kafamı kaldırıp ona baktım. “Bir şey konuşmak istediği yok,” dedim monoton bir tonda. “Ayrıca, ne zaman İstanbul’a döneceğiz?” “Dönmek mi istiyorsun?” Gözlerimi devirdim, uykum vardı ve muhtemelen bu gece buradaydık. “Anlaşılan burada kalıyoruz, ben uyuyacağım,” dedim, koltukta yatar pozisyona gelirken. Göz kapaklarım yorgun düştüğünden ben kapatmadan kapanmıştı. Berbat bir gündü. Sorgulamayı unutmuştum resmen, gördüklerimi normalleştirmeye başlamıştı zihnim. Öyle ki, Sergen’in bir adamın kafasına silah dayamasından çok, Pelda’yla onu öpüşürken görmem daha korkunç gelmişti. Ama zaten biliyordum. Haldun gözümün önünde az adam vurmamıştı. İnsan konduramıyordu işte. Aylardır yanında olduğum, sevmeye başladığım adamın böyle bir adam olmasını kabullenemiyordum. Haldun’un işleri, Kolivar, Arselin, Aybars ve şimdi de Pelda’yla Sergen’in yakınlığı... Hepsi birbirine karışıyordu.
𓇢𓆸🂱𓃠
Terlemiştim. Gözlerimi yavaşça açtım, hâlâ çok uykum vardı ama bu sefer de çok sıcaktı. Kat kat battaniye vardı sanki üzerimde. Oda karanlıktı, sadece mutfaktan gelen ışık ve gülüşme sesleri duyuluyordu. Kafamı kaldırıp kapamamak için zor durduğum gözlerimi etrafta gezdirdim. Aybars, ayak ucumdaydı, gözleri kapalıydı. Üzerimdeki battaniyenin birini ittirip kafamı onun dizine koydum. Pelda'yla Sergen'in gülüşme seslerini idrak etmekte zorlansam da Pelda’nın sesi mutlu geliyordu. Aşk bazen böyleydi sanırım; olmaman gereken birinin yanında, hiç olmadığın kadar huzurlu hissetmekti. Ben o karmaşanın içinde her şeyi unutmaktı. 𓇢𓆸🂱𓃠 O kadar uzun zamandır uyuyordum ki gözlerimi açtığımda biraz daha yatakta pineklemek istemedim. Çok yorulmuştum, anlaşılan uyuduğum yerde değildim, beliki bu odaya taşınmıştım. Yataktan sessizce kalktım. Aybars uyurken her yaklaştığımda uyngıgınden, hiç yaklaşamadan ses bile çıkarmadan odadan çıktım. Aşağı inip koltukta duran kabanımı üzerime geçirip mutfakta poşet boşaltan Sergen’in yanına gittim. Dolaplara bakıp bardak aldıktan sonra su doldurdum kendime. Boğazımın resmen çölden farkı yoktu. “Ben Pelda’ya her şeyi anlattım.” İçtiğim su boğazımda kalmıştı. Öksürüp Sergen’e baktım “Her şeyimi?” “Her şeyi. Sen ne biliyorsan o da biliyor.” Ben zaten anlatacaktım, ne diye o anlatmıştı acaba? Haldun’un yaşadığını, Aybars’la benim aslında Berlin’de tanışmadığımızı da anlatmış mıydı? “Kimse bilmeyecek.” “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun? Hayır, Aybars da sen de nasıl bu kadar rahat olabiliyorsunuz, anlayamıyorum.” Buzdolabının kapağını açanken , “Aybars nerede?” diye sordu. “Yukarıda uyuyor.” Kafasını sallayıp dolabın kapağını kapattı. “Hayır, uyumuyorum. Sizi dinliyorum.” Kafamı hızla kapıya çevirdim. Aybars, kapı eşiğinde kaşları çatık bir şekilde duruyordu. “Aranızdaki mesele neyse uzatmadan çözün.” “Aramızda bir mesele yok.” Gözüm Sergen’e kaydıysa da o, mimik dahi oynatmıyordu. Aybars yanıma oturup önce Sergen’e sonra bana baktı. “Ben bu herifin attığı adımı tahmin edebiliyorum, Talia. Ve seni de tanıyorum… Gerginsiniz, kesin bir şey var.” Artık Pelda’ya yalan söylemek zorunda değildim, ama öğrenmişti. Öğrenmişti ve o da artık benim düştüğüm çukurun başında bekliyordu. Ayağı kaydığı anda bir daha çıkmayacağı bir çukurun dibinde duruyordu. Salona geçip koltukta kıvrıldım. Bizim bu hafta için çok farklı planlarımız vardı. Pelda ve ben yalnız olacaktık. Planlarım bazen hiç istemediğim yönde gidiyordu. Gitmeseydi şu an burada değil, Siya Dağı’nda olurduk. Gitseydi, Pelda’yla Sergen’i öpüşürken görmezdim. Gözlerimi sırf bunun için oymak istiyordum. Neden görmüştüm ki? Görmesem olmaz mıydı? Üstelik ben daha yeni farkına varıyordum, ama Aybars Sergen’e gözü kapalı güveniyordu. Kendi öz kardeşlerinden çok ona güveniyordu. Sergen’le bir değildik. O hep vardı, hep olacaktı. Ben gidiciydim. Aramızdaki aptal anlaşmanın bir önemi yoktu artık, sevsek de sevmesek de. Benimle olan işi bitse de bitmese de elinde sonunda bizim yolumuz ayrılacaktı. Keşke hep birlikte kalabilseydik. Ama ön görülerimde haklıydım; ben gidecektim. İlki de Pelda’nın Sergen’e âşık olma ihtimaliydi ve bu ihtimal gittikçe gerçek oluyordu. Böyle küçük sessiz anların tadını çıkarsam iyi ederim, bir daha denk gelmezdi bu anlar. 𓇢𓆸🂱𓃠 Saatlerdir oturuyorduk, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ben Pelda’ya bakmama rağmen, Pelda bana bakıyordu ama ona uzun zamandır yalan söylediğim için kızar gibi bir hâli yoktu. Aybars’ın, benim gördüğüm şeyden henüz haberi olmadığından, bilgisayarda dosyalara bakıyordu. “Siya Dağı buradan çok soğuk.” Koluna hafifçe vurdum. “Siya Dağı'nın konumuzla ne alakası var?” Gözlüklerini kafasına çıkarıp bana döndü. “Zaten Siya Dağı’na gitmeyecek miydiniz siz ikiniz?” “Hayır, bu saatten sonra değil Siya Dağı, İstanbul’un dışına dahi çıkmam siz üçünüzle.” Lafı evirip çevirip farklı yöne çekmişti. “Uzaklaşmak istediğini söylemiştin.” Evet, uzaklaşmak istiyordum ama bir türlü uzaklaşamıyordum çünkü nereye gitsem onlar da benimleydi ya da ben onların peşinden gidiyordum. “Sizden uzaklaşmak istiyorum.” Aybars, dudaklarındaki hafif gülümsemeyle Pelda’yı işaret etti. “Onunla da konuşmuyorsun yani.” Bir şey demedim, Pelda’ya göz ucuyla bile bakmadım. Bunu kendime daha ne kadar hatırlatacaktım? Sanırım kabullenene kadar. Sabah yattığımız odaya gidip camın dibinde durdum. Yağmur yağıyordu, dışarı çıksam ıslak toprak kokusunu alacağımdan hiç şüphem yoktu, resmen ormanın ortasındaydık. Çaresizlik diye bir şey yoktu. Her şeyin bir çaresi vardı elbet; belki sonu kötü olurdu, canım yanardı ya da bunların hiçbiri olmaz, canım yanmaz, kötü son olmaz, mutlu bir şekilde bulurdum o çareyi. Yeter ki bulmak isteyeyim. Ama şimdi kafam kazan gibiydi. Pelda’yla Sergen’in arasındakini sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranmak istesem de, zihnimin ortasında duruyordu ve asla geçiştiremiyordum bunu düşünmeyi. Kapının açıldığını duyunca arkamı döndüm. “Kapı çalmayı bilmez misin sen?” “Neyin var senin, dalgınsın.” Yatağa oturdum. “Gitmek istiyorum, bir şeyim yok.” Gerginlikten geberecektim sadece, bir şeyim yok yani. “Gidelim hadi. Madem bu kadar canını sıkıyor burada olmak, gidelim.” Ayağa kalktım. Şu an keyfimi yerine getirebilecek tek şey buydu. Aybars’ın beni oyalayacağını düşünürken şak diye ‘gidelim’ demişti. “Dalga geçmiyorsun değil mi?” Tek kaşını kaldırıp yanıma geldi. “Bu ilişkide ciddi taraf olmayı üstlendiğimi sanıyordum, senin ciddi olmaya hiç niyetin yok Talia.” Dediğine güldüm. Ben giderken kabanımın arkasındaki kuşaktan tutup beni durdurdu,“Burası çok romantik olabilirdi.” sırtımı tamamen ona dayanmıştım. Yüzümde kocaman bir gülümseme olduğunun iddiasına girerdim. “Daha romantik yerler var.” dedim, dudaklarına ufacık bir öpücük bırakıp uzaklaştım. En son bu kadar yakınlaştığımızda ‘Benlik değil.’ deyip sıyrılmıştım, tekrarlarsa sıyrılamazdım. Ayrıca bu nasıl bı vizyonsuzlukta benlik değil diyip gidiyordum Lavabodan çıkıp aşağı indiğimde, Sergen’le Aybars kapının önündeydi. Aybars, kaşlarını çatmış Sergen’e bakıyordu. “Çatma o kaşlarını, kırışacaksın erkenden.” Sergen beni görünce topuklar gibi yanımızdan gitti. Çıkıp arabaya bindik. Kemerimi takarken arabayı çalıştırdı. Sergen’in, benim onları hiç hoşnut olmayan bir şekilde bastığımdan Aybars’a bahsetse nasıl bir tepki verirdi, tahmin edemiyordum. Bu adama canından çok güvenir gibi bir hâli vardı, birlikte yılları geçmişti. Ben… Ben kimdim onun için? Dünkü kız mı? “Ne konuşuyordunuz?” Gözleri yoldaydı. “Hiç, hiçbir şey.” Bilseydi, her ‘hiçbir şey’ dediğinde bir şey olduğunu düşündüğümü hâlâ der miydi ‘hiçbir şey’ diye? Hiçbir şey asla hiçbir şey değildi, olmayacaktı da. “Belki.” dedim, yanlarından hızla geçtiğimiz ağaçları izlerken. Gözlerimi kapattım. Arabadaki sessizliğe inat, camlara hızla düşen yağmur damlalarının sesi kulağıma hoş bir melodi gibi geliyordu.
𓇢𓆸🂱𓃠
Kolumu kaldırmak istedim ama karıncalanıyordu. Tekrar kaldırmak istediğimde çok ağır geldiği için vazgeçtim. Gözlerimi açtığımda kapkaranlıktı etraf, ne ara gelmiştim buraya? Birazdan geçerdi muhtemelen. Gözlerimi odada gezdirdim; Aybars’ın dairesiydi burası. Odanın kapalı kapısının ardından sesler geliyordu ama Aybars yanımdaydı, üstelik baya baya uyuyordu. Yorulmuş muydu bilmiyorum ama üstündekileri bile çıkarmamıştı ve benim üstümdekileri de çıkarmamıştı. Kabanla mı yatırmıştı cidden. Yataktan yavaşça kalkıp üzerimdeki kabanı çıkarıp odadan çıktım. Kapı kilidini açarken sessiz olmak için üstün bir çaba vermiştim. Koridora çıkınca gözüme gelen ışıkla gözlerimi ovuşturarak salona gittim. Her zamanki gibi kalabalıktı. Aron, Vera ve Tolga dışında bir de Katerina vardı. “Günaydın,” dedi Tolga, televizyonun önünde oturmuş, gözünü bile kırpmadan izliyordu. Ne izlediğini merak edip televizyona baktığımda kendi röportajını izlediğini gördüm. Bir insan neden kendi röportajını izlerdi? Ben izlemezdim yani, belki ilk kez olsa izlerdim ama Tolga’nın ilk röportajı olduğunu sanmıyordum. Yanına oturup kafamı koltuğun koluna yasladım. “Sergen geldi mi?” “Gelmedi,” dedi, çok da sevmediğim bir ses. Bu sesin sahibi Aron’du. Onun olduğu tarafa baktığımda keyfi yerinde duruyordu ama yanında oturan Katarina için aynı şeyi söyleyemezdim. Gözlerinden öfke fışkırıyordu, Katerina Aron’un üzerine atlayıp onu parçalayacak gibi dursa da, çok rahattı. Yemediği halt kalmamıştı. Örgütün iki en önemli ailesini birbirine düşman etmişti resmen ve burada böyle rahat rahat oturuyordu. Ben de bu rahatlıktan istiyordum. Vera, elinde kupa ile gelip Tolga’yla benim arama oturdu. “Nasıl gidiyor, Talia?” diye sordu. Sanırım yeni uyandığımdandı. Vera bu sefer Katerina’ya bakıp tek kaşını kaldırdı. Yerinde olsam Katerina’dan uzak dururdum, her an bir öfke nöbeti geçirecek gibi duruyordu. “Ne bakıyorsun öyle, Vera?” Vera omuz silkip, “Yüzünün halini görsen, sen de bakarsın,” dedi. “Sende kafayı kırdın iyice, kendini izleyip duruyorsun.” Tolga, sesi daha da yükseltirken, Aron uzanıp elinden kumandayı aldı. “Beyefendinin derdi tasası yok, Vera’cım. Onun tek derdi, karşı takımın oyuncusuna laf geçirmek, biliyorsun ki.” Aron’un bu laf çarpıtan sözlerini duyunca Tolga’nın keyfi kaçmıştı. Bozuntuya vermemeye çalışarak televizyona bakmaya devam etti. Aybars, salona gelip sanki bir koltukta üç kişi oturmuyormuşuz ve yer varmış gibi yanıma oturdu. Doğrusu, Vera’yla beni sıkıştıra sıkıştıra oturdu. “Bak, yeni veliaht prensimiz de uykusundan uyanmış. Ben sana söyleyeyim, sen Enzo’yu bir düşün. Bu ikisi bu uyuşuklukla devam ederse, senin düğün işi baya mantıklı gelmeye başlayacak.” “Kes sesini, Aron. Bir an önce gitmeye bak, yoksa ben seni siktir edeceğim buradan.” “Tolgayı da mı edeceksin yoksa bu tarife yalnızca bana mı özel?” Kafamı kaldırıp Aybars’ın yüzüne baktım, tepkisini merak ediyordum. Aron’la yalnızca görünümleri değil, kişilikleri de bambaşkaydı. Tam tahmin ettiğim gibi, bana asla bakmasını istemeyeceğim bakışlarla Aron’a bakıyordu. Oturduğum yerden kalkıp salondan çıkmak için adımladım. “Nereye?” “Buradan uzak her yere.”
𓇢𓆸🂱𓃠 Günler geçmişti, hatta tam bir hafta geçmişti Pelda’yla Sergen’i bastığım günün üzerinden. Hiç konusunu dahi açmamış, o günden bugüne iki çift laf bile etmemiştik. Şimdi karşımda oturmuş, kafasını defter kitaba gömmesinin sebebi de buydu. Diyecek bir şeyi yoktu. Ne benim ne de onun bana diyecek bir şeyi yoktu. Ama işte ne edersin, gördüklerimizi bir düğmeye basıp silemiyorduk. Ya Beş yılımı silecektim ya da gördüklerimle, bildiklerimle yaşayacaktım. Pelda eşyalarını toplayıp çıkmak için kapıya gittiğinde saatime baktım. Saat daha erkendi, neredeyse iki saat vardı çıkmamıza. Ne diye bu kadar erken çıkıyorsa? “Talia,” dedi, beklemediğim bir anda. Önümdeki laptopu kapatıp ona döndüm. “İçim içimi yiyor, tamam mı? Seni takip edip arkandan gelmemem gerekti, yapmam gerekiyordu, biliyorum ama işte…” Hiçbir şey demedim. “Bak, buna bir son verelim, lütfen. Sen benim kız kardeşim sayılırsın, beni bir seçim yapmak zorunda bırakma, lütfen.” Seçim mi? O kadar ciddiler miydi? Bütün o ihtimaller sadece ihtimal olarak kalmamıştı. O an kalbimin altında bir sızı hissettim. Elimi sızıya götürüp bastırdığımda Pelda yaklaşarak, “İyi misin?” diye sordu. Kafamı sallayıp masada duran sudan bir yudum aldım. Yüzüme hüzünle konuşmak ister gibi bakıyordu. “Sonra konuşalım,” dedim. Kalbime giren o ince sızı, zehir gibi bütün vücuduma yayılmıştı. Kafasını sallayıp çıktı. Asansörden inip resepsiyonda evraklara imza attıktan sonra çıkmak üzereydim. Hastanede karmaşa hakimdi; zincirleme kaza olmuştu ve acil yaralı kaynıyordu. Olduğum yere çivilenmiş gibi etrafıma bakarken Yakut kolumdan tutup elime bir kutu verdi. İçinde tipbi malzemeler vardı. “Bunları Savaş Hoca’nın odasına götürebilir misin? Acile gitmem gerek.” “Savaş Hoca neden acilde değil?” “Ne bileyim, Talia! Sen bunları hemen götür.” Koşarak yanımdan giderken ben de asansöre tekrar bindim. Savaş Hoca’nın odası öyle bir yerdeydi ki kamera bile orayı görmüyordu. Koridorda ilerlerken adama olan öfkem iyice artı. Nasıl bir doktor böyle yapardı? Boğazımda düğümlendi bütün kelimeler. Sanki onun değil de benim gözümün altından oluk oluk kan akıyormuş gibi canım yandı. “Aybars…” Hafızamdan silmek istediğim bir manzara daha… Zamanı geriye sarıp hiç görmemiş olmayı dilediğim bir tabloydu bu. Her gece kâbuslarıma karışacaktı belki. Damarlarımda gezen kanı zehirleyecek, Kalbime bir değil bin sızı verecekti ve beni bu sızıyla yaşamaya mahkûm edecekti.
𓇢𓆸🂱𓃠 selammmmmm. bölüm hankındaki düşüncelerinizi yorumlara yazmayı unutmayın, birdaki bölümde görüşmek üzereeee. |
0% |