@redbook
|
iyi okumalar:) Yorumlarda fikirlerinizi ve elerştirilerinizi belirtmeyi unutmayın.💙💙💙
𓇢𓆸🂱𓃠
Görüşmenin üzerinden tam üç gün geçmişti. Haber gelmiş, kabul edilmiştim; aynı zamanda üç gündür Aybars’ın ne sesi çıkıyordu ne de ortalıkta gözüküyordu. Sergen’le ev arkadaşı olmuştum resmen, kendisinin uyuyup uyumadığından bile şüpheliydim. Kitabımın arasına ayıracı koyup şüpheli bakışlarla Sergen’e baktım: “Sen nerede uyuyorsun?” “Uyumuyorum,” deyince kahkahayı patlattım. “Saçmalama, istersen ben bile kırk sekiz saat olmadan uyuyorum.” Sergen gülerek, “Günlerdir şu köşedeki odada kalıyorum, fark etmedin mi?” dedi. Evet, günlerdir aynı evde kalıyorduk. Artık mimik yapıp benimle kahve içiyor, satranç oynayıp film izliyordu. “Fark etmedim, aman senin olsun o oda küçücük zaten.” Sonra kaşlarımı çatıp, “Cidden, sen niye o küçücük odada kalıyorsun? Yukarıda üç tane boş oda var,” “Orası kapıya daha yakın,” Sergen’le bunun için atışırken aklıma birden yarın akşamki yemek geldi. Evde olacağını biliyordum ama nasıl bir eve gideceğimi bilmiyordum. Bu örgüt üyelerinin ev anlayışları çok farklıydı, bizzat tanık olmuştum. “Seninki nerede? Kaç gündür sesi çıkmıyor,” dedim. Sergen kaşlarını kaldırıp, “Benim ki kim?” dedi. Gözlerimi devirirken, “Patronun diyorum, Aybars diyorum; bizim başka ortak tanıdığımız biri var Sergen.” Sergen telefonunu çıkarıp, “Arayayım mı?” diye sordu. “Hayır, arama,” dedim dümdüz bir sesle. Kollarımı birbirine bağlayıp, “Sence yarın ne giyeyim?” “Şöyle ortama uygun vampir kostümü falan mı giysem?” dedim gözlerimi tavana dikerek. “Kesinlikle vampir kostümü giymelisin, hatta makyajını falan da yap.” Ayağa kalkıp bir elimi belime koydum, işaret parmağımı ona doğru sallayıp, “Bana bak, sen Aybars’la benim aramı mı bozmak istiyorsun?” “Anladık, birbirinizi çok seviyorsunuz da bana ayıp oluyor Sergen’cim.” Birkaç gündür Sergen hakkında bildiğim bir şey varsa, o da böyle şakalar yapmamdan nefret ettiğini bilmem olmuştu. “Tamam, tamam, bir daha böyle şaka yapmıyorum.” Odama gidip dolabıma baktım. Sonay’ın gittiği davetlerin bazılarına ben de gidiyordum. Bu yüzden davete giyilebilecek çokça parça vardı; hayır, tam bir alışveriş bağımlısıydım. Birkaç davet yüzünden bu kadar çok kıyafetim olmazdı. Mini siyah bir elbise aldım, eteğinde biraz pile vardı, sırtı açıktı ve arkadan bağlamalıydı. Bunu giymek için can atıyordum ama fazla kaçar mı diye düşünmeden edemiyordum da. Askıdan siyah düz Blazer elbiseyi de alıp aşağı geri indim. Sırtı açık elbiseyi Sergen’in gözüne soka soka gösterip, “Sence bu fazla mı?” dedim. Kafasını hayır anlamında sallayınca odama geri dönmek için hızlı adımlarla yürürken, “Diğerini sormayacak mısın?” Onu yanıtsız bırakıp odama çıktım. Elbiseleri askıya asıp aşağı inecekken, aşağıdan gelen Aybars’ın sesini duyunca adımlarım hızlandı. Sergen’in yanına oturmuş konuşuyorlardı. Onların karşısına oturup ne konuştuklarını dinleyecektim ki ben oturunca ikisi de susmuştu. “Hazırlan, çıkacağız bir saate,” dedi. Bunu duyunca beynim birden durdu, telefonumun ekranını açıp haftanın hangi gününde olduğuma baktım. Kesinlikle Cuma değildi. “Niye?” dedim şok olmuş ve afallamış suratımla. “Hortlak falan mı gördün sen?” benimle aynı evde kalmak kesinlikle Sergen’in çenesini düşürmüştü. Aybars, Sergen’e bakınca, Sergen’in suratındaki aptal gülüş hâlâ duruyordu. “Seni görmekten sergen,” ayağa kalkıp, “Sen hazırlanmayı düşünüyor musun, yoksa pijamayla mı geleceksin?” dedi. “Bugün Cuma değil.” “Değil.” “O zaman neden hazırlanıyorum?” Aybars ellerini cebine koyup, “Bu farklı, önemli bir şey değil, hazırlan hadi,” Oflayıp sızlanarak koltuktan kalktım, “Nasıl bir yere gidiyoruz?” Ceketinin içinden bir davetiye çıkarıp bana uzattı. Davetiye baya süslüydü. Açıp göz gezdirdim; bir şirketin kutlama yemeğiydi, Boğaz’da olacaktı. Geri davetiyeyi verip üst kata çıktım. Tekrar dolabın önüne geldiğimde bu sefer çok hevesli değildim. Kıyafet seçmek için dolapta parlayan mini gece mavisi saten elbiseyi aldım. Sırt dekoltesi vardı ve siyah elbiseye çok benziyordu. Sadece saten ve göğüs dekoltesi vardı. Pijamalarımı çıkarıp hızlıca hazırlanıp, lacivert ince bantlı topuklularımı alıp aşağı indim. Sergen ortalıkta gözükmüyordu; Aybars da kapıda bekliyordu. Arabaya hızla ilerlerken neden beni o davete götürdüğünü anlayamıyordum. Sonunda siyah bir kapıdan içeri girip durduğumuzda bir çocuk Aybars’ın kapısını açtı. Aybars inip benim kapımı açınca soğuk yüzüme vurmuştu. Üstüme bir şey almadığım için kafamı duvarlara vurmak istiyordum. İki kapılı oldukça şık girişe doğru girecekken Aybars belime koyduğu eliyle yönümü değiştirdi. Belimdeki eline bir an baksam da bir şey demedim. “Biraz konuşalım mı?” kafamı sallayıp, binanın terası olduğunu düşündüğüm alana gelmiştik. Hava kararmıştı ve esiyordu. Bu yüzden görünürde kimse yoktu ama manzara büyüleyici gözüküyordu. Aybars korkuluklara yaslanmıştı. “Burası güzelmiş,” dedim. Başını ağır ağır sallayıp bana döndü; aramızda sadece bir adım vardı. Cebinden siyah deri bir kutu çıkardı, altıgen şeklindeydi, eski olduğu da aşikardı. Kutunun kapağını açıp içinden iki yüzük çıkardı. Korkuluğa koyduğum elimi nazikçe tutup parmağıma taktığı yüzüklerden biri öyle parlıyordu ki gözümü alamamıştım. “Bunu kaybetme, olur mu?” gülümsedim. “Klişe olduğunu daha önce söylemiştim, değil mi?” O da gülmüştü. Yüzük parmağımdaki yüzüğe baktım. İşlemeli bir yüzüktü, çiçeğin içine konulmuş mavi zümrüt gibi parlayan taş parlıyordu; diğeri alyanstı, yine işlemeleri vardı ama öbürü kadar gösterişli değildi. “İçeri girelim istersen, çok serin burası.” “Olur.” Bütün bir gece yalan söyleyip numara yapacaktık. İçeri girmek için girişe doğru giderken Aybars yanıma yaklaşıp elimi tuttu. Rahatsız olmamıştım. Böyle yerlerde yalnız olmayı sevmezdim; o elimi tutunca yalnızlık duygum gitmişti, her ne kadar oyunumuzun bir parçası olsa da. Kapıda bekleyen kız adımızı listede bulup içeri aldı. İçi dışarısı kadar güzeldi; boydan boya camlar vardı ve loş görünüyordu. Yapı daire şeklindeydi; ortada kocaman bir bar ışıldıyordu. Çok kalabalık değildi; en fazla yirmi kişi vardı. Bir adam Aybars’a seslenince, Aybars nezaketen gülümsedi. Yanına gittiğimizde adam, “Seni uzun zaman sonra ilk defa görüyorum. Yanındaki güzel hanım kim?” Aybars’ın elini sıkarken, hiç tereddüt etmeden “nişanlım” dedi. Bana hâlâ çok yabancı bir kelime gibi geliyordu. Nişanlı olmamış, yabancı geliyor; Aybars’ı yıllardır tanıyor gibi hissediyordum ve gereksiz bir güven duyuyordum. Adam şaşırarak elini bana uzatınca, ben de elini sıktım. Onlar şirket hisseleri konuşuyordu, etrafıma bakınırken gördüğüm tanıdık yüzle yutkundum. Sonay buradaydı, lacivert kadife takım giymişti ve elindeki martiniyle birilerine konuşuyordu. Beni görmemişti; görseydi yanımızda biterdi. Aybars’ın elimi tutan elini sıkıp ona döndüm. Bir şey olduğunu anlamış gibi bana döndürdü. Kafasını eğince kulağına “Onun burada olduğunu biliyor muydun?” diye fısıldadım. Hiçbir şey söylemedi, adımlarını doğruca Sonay’ın olduğu tarafa gidiyordu; ben de onun peşinden gidiyordum. Sonay etrafındaki insanlara rağmen bizim ona doğru geldiğimizi görmüştü. Onun yanına geldiğimizde, beklediğimin aksine hiçbir tepki vermemiş, bir de üstüne Aybars’la el sıkışmıştı. Davet sahibi adam şampanya bardağına vurup konuşmaya başladığında, dinlemiyordum bile. Sonay neden bu kadar tepkisizdi, onu anlamaya çalışıyordum. Sonunda konuşma bittiğinde, yemek için uzun bir masaya oturduk. Aybars, oturmam için sandalyemi çekince oturdum. Benim çaprazımda, Aybars’ın önünde oturan Sonay’ı görebiliyordum. Keyfi oldukça yerindeydi. İşkence gibi geçen bir saatin sonunda, Aybars birkaç kişiyle vedalaşıp çıkışa doğru ilerlemeye başlamıştı. “Daha fazla dursaydık kusacaktım,” bunu neredeyse fısıldayarak söylemiştim. Aybars’ın kıvrılan dudaklarına bakılırsa duymuştu. Arabanın gelmesini beklerken omzuma bir el dokundu; irkilip, önce Aybars’a çarptım, sonra elin sahibinin Sonay olduğunu görünce toparlanmaya çalışıp, “Ben de seninle konuşmak istiyordum,” dedim. Günlerdir onunla konuşmak için fırsat kolluyordum, sanırım onun benim için vakti yoktu. “Eve geç, orada konuşalım,” dedi dümdüz bir sesle. Araba çoktan gelmişti; Aybars kapıyı açmış, binmemi bekliyordu. Sonay’ı onaylayıp arabaya bindim. Yol boyunca ikimizin de çıtı çıkmadı. Zaten pek konuşkan olduğunu da sanmıyordum; sürekli sorular sormazsam cevap vermiyordu. Aramızdaki konuşmalar bundan ibaretti; sorular ve cevaplar. Eve geldiğimizde kapının önünde duran araba Sonay’ındı; bizden daha önce gelmişti anlaşılan. Arabadan inip eve geçince doğruca odama çıktım. Sonay, camın önündeki berjerde oturuyordu; oda karanlıktı, ben de ışığı açmamış, içeri geçmiştim. Önce hiçbir şey demedi. Ben yatağıma oturup kafamı başlığa koyup dışarıdan gelen ışığa bakıyordum. “Buradan taşınmak istiyorum,” gökyüzünden camıma düşen birkaç damla yağmurun habercisiydi. O, kafasını ağır ağır sallayıp, “Hallederim,” dedi. Net kazancım olmadığından gelir kaynağım Sonay’dı; onunki de Aker İlaç’tı. Arkada Haldun’un çevirdiği dolaplar olmasa, Aker İlaç iyi bir ilaç şirketiydi. Çok fazla projede faaliyet gösterdiği gibi, çoğu markayı da bünyesinde bulunduruyordu. Haldun’un işlerle ortaya çıkarsa, kırk üç yıllık emeklerde çöpe gidecekti. Ufak bir laboratuvardan koca bir şirkete dönmüştü; bu aile işiydi. Bugüne kadar tek sahibi Akerlerdi. “Talia,” dedi sessizliği bozarak. “Ne demem gerektiğini ya da niye buraya geldiğimi bilmiyorum doğrusu, sadece bilmeni isterim ki…” Duraksadı, âdem elmasının oynadığını görebiliyordum. “Kendin için doğru olanı yap, bana yanlış gelse de senin arkanda olacağım.” Hiçbir şey demedim; yağmur giderek hızını artırıyordu. Benim kafamdaki düşünceler de giderek karamsar bir hal alıyordu. Sonay ayağı kalkıp odadan çıktığında, üzerimde fazlalık hissettiğim elbisemi çıkarıp askıya geri astım. Yarı çıplak yatağa girip yorganıma sarıldım; kafam allak bullak olmuştu. Haldun’un bir daha tutsağı olmamak için her yolu deniyordum, sonu çıkmaz sokağa giden yolara dahi girmiştim. Aybars’la çıktığımız yolun sonunu göremiyordum; sonu aydınlık bir yolda olabilirdi, çıkmazda olabilirdi. Benim manyak, şımarık bir kız olduğumu düşünüyordu muhtemelen, ama öyle değildim. Kafamdaki karamsar düşüncelerden kurtulmak için saçmalıyordum; hâlâ küçük bir kız çocuğu gibi davranıyordum. Kimseye bağlanamıyordum ama deli gibi benimle olacak, beni anlayacak birini arıyordum.
𓇢𓆸🂱𓃠
Bütün geceyi bir sağa bir sola dönmüş, gözümü kapayıp uyumayı beklemekle geçirmiştim. Yatağın sağ tarafına gelen ağırlığı hissedince korkuyla arkamı döndüm. Üstümde sadece iç çamaşırlarım vardı ve yatağıma biri yatmıştı. Gördüğüm kızıl saçlarla derin bir nefes aldım. Bir dakika, Pelda nasıl eve girmişti? Sergen’i görmüş müydü? Ben hızla yataktan kalkarken Pelda yatağa iyice uzanmıştı. “Sen her sabah böyle mi uyanıyorsun?” “Yarı çıplak yatarken birden yatağıma biri yatmıyor, Pelda,” dediklerime gülerken, ben de yüzümü yıkayıp üzerime beyaz tişört giyip altıma taytımı giymeye çalışıyordum. Taytımı giyince saçlarımı toplayıp ellerimi belime koydum. “Sen nasıl girdin içeri?” Yataktan kalkıp kapıyı açtı. “Evin baya kalabalık,” deyip çıkınca, ben de aşağı indim. Sergen kesinlikle böyle bir hata yapmazdı; adam manyağın önünde gideniydi. Sırf dışarıyı görüyor diye dış kapının yanındaki odada kalıyordu. Bar sandalyesinde oturan Sonay beni görünce gözlerini kaçırdı. “Ben kalkayım.” “Otur oturduğun yerde,” dedim. Sesimdeki sitemi belli etmemeye çalışıyordum. Sergen tekli koltukta oturuyordu; elinde nereden geldiğini bilmediğim laptopla, ada tezgâha bakınca beni beklemeyip kahvaltı yaptıkları çok belliydi. “Beni neden yeni arkadaşınla tanıştırmadın?” Bahsettiği yeni arkadaş Sergen’di; Pelda’nın tanımak dahi istemeyeceği bir adamdı, Sergen. “O mu aldı seni içeri?” Pelda kafasını sallayıp Sonay’ın karşısına oturdu. “Hayır, Sonay bana kapıyı açarken o saklanmakla meşguldü.” Sergen’in bakışları Pelda’yı bulurken, Pelda hiç aldırış etmedi. “Hem konuşmuyor da sopa yutmuş gibi kasıntı kasıntı oturuyor; nereden buldun sen bunu?” Sergen’i biraz tanımışsam, şu an içinden küfür ediyordu muhtemelen. “Sonay seni hiç bekletmeyip içeri almış herhalde.” Sonay’ın gergin bakışlar attığı, dağınık saçlarından ve pijamalarından anlaşıldığı kadarıyla; dün gece burada kalmıştı. Sabahta Sergen ortadan kaybolamadan kapıyı açmıştı. Pelda sabah olanları anlatırken, ben aklımda Sergen’i nasıl tanıtacağımı düşünüyordum. Tam o sırada birden elimi tuttu ve beni kendine çekerek yüzüğüme gözlerini dikti. Gözleri büyümüş, şaşkın bir ifadeyle, 'Bu da ne böyle?' diye sordu. Şimdi açıklaman gereken bir değil, iki şey vardı. “Sakın bana nişanlandım deme,” sevinmekten çok daha öte, yüzünde bir hayal kırıklığı vardı. Elimi hızla çekip bir adım uzaklaştım. “Nişanlandın değil mi?” Pelda Sonay’a bakarken, Sergen’in bakışları dikkatimi çekti; gözlerimin içine bakıyordu, ağzımdan çıkan herhangi yanlış bir cümlede ortaya atlayacağı kesindi. “Damdan düşer gibi nişanlandın yani.” Sinirlenmişti, haklıydı da. Biz kız kardeş gibiydik. Ben ona her ne kadar çoğu şeyi söylemesem de, o benim bir tanemdi. Ona her şeyi anlatmam demek, onu da bu çukura sürüklemek demekti. Yapmazdım anlatmazdım, özür dilerim Pelda. Bembeyaz teni birden kızarmıştı. Eliyle Sergen’i gösterip, “Bu it ile mi nişanlandın?” bağrışı, tüm evde yankılanırken, Sergen ayağa kalkıp, “Böyle bir şey söz konusu bile olamaz, ben onun nişanlısının sağ koluyum,” dedi. Sergen’in kendinden emin ve oldukça net tavrını gören Pelda’nın kafasının karıştığını anlayabiliyordum. “Pelda bak,” dediğim sırada kapının kilidinin zorlandığının sesini işittim. Hepimiz kapıya bakarken Aybars kapıyı açtı. Yok olmak istiyordum; gerçek anlamda yok olmak istiyordum. Gerginlik evin içinde kol geziyordu. Kapıyı kapattı Aybars, “Ne oluyor burada?” Sonay sandalyesinden kalkıp odasına gidince, artık dördümüz kalmıştık. Ben Sergen’e bakarken, Pelda’nın sabrı taşmak üzereydi, korkunç bir şekilde bakarken. Aybars’a baktım; beni bu durumdan kurtarması için gözlerim adeta yalvarıyordu. Pelda parmaklarını saçlarından geçirip derin bir nefes aldı. “Hiçbir bok anlamadım tamamı.” “Anladığım tek şey, senin aptalın biriyle damdan düşer gibi nişanlanman.” Aybars, Pelda’ya elini uzattığında, Pelda ona öldürücü bakışlar atıyordu. Elini sıkıp, “Pelda,” dedi. Aybars’ın gergin olmasını beklerken, gergin olan tek kişi bendim. O benim aksime, suratına yerleştirdiği alaycılıkla Pera’ya gülümsedi. “O aptal ben oluyorum.” Bunu demesini ben de beklemiyordum doğrusu. Yüzümü buruşturup merdivenlere yönelirken, “Tali, aptal nişanlınla beni tanıştırmayacak mısın?” Pelda bunun peşini bırakmayacaktı. “Bu saçmalığı öylece kabul etmemi beklemiyorsundur umarım.” Yüzümdeki zoraki gülümsemeyle önce Pelda’yı, sonra da Aybars’ı gösterip, “Bak Aybars, bu Pelda, Pelda buda Aybars,” deyip tekrar arkamı döndüm. “Geç dalganı.” “Dalga geçmiyorum, Pelda.” Yanıma gelip kolumu tuttu. “Talia, ben ciddiyim. Ne bok yediğin belli değil. İki ay ortadan kayboluyorsun, yurt dışına çıktım diyorsun, daha önce yüzünü bile görmediğim bir adamla nişanlanıyorsun ve hiçbir açıklama yapmıyorsun.” Ona yalan söylemekten nefret ediyordum ama ağzımdan 'Berlin’de tanıştık,' cümlesi döküldü. Kendi yalanıma bile inanmazken, Pelda’nın nasıl inanmasını bekleyebilirdim? Aybars’a baktım; rahat gözüküyordu. Üstelik bugün takım elbise giymemişti. Onu ilk defa böyle görüyordum. Siyah kot bir pantolon üzerine de lacivert gömlek giymişti. Gömleğin kollarını katlamıştı, saatiyle de her zamanki gibi çok şık gözüküyordu. Bu karmaşanın ortasında neden Aybars’ın kıyafetine takıldım ki? Pelda’nın yanına oturduğumda öfkesi biraz dinmişti, yüzünde hâlâ hayal kırıklığı duruyordu. “Bana hiçbir şey demeden nişanlandın ha.” “Bak, ani-” “Orası belli canım, aniden olmuş.” Yanağımı içimi ısırdım. “Öyle gerekti.” “Bunu sindirmem zaman alacak, haberin olsun, Talia.” Kolalarını göğsünde birleştirip, “Bu ne ayak o zaman?” Ne dediğini anlamayarak ona baktım. Eliyle Sergen’i gösterdi. Sergen istifini hiç bozmayarak bar sandalyesinde oturuyordu. Aybars da tezgâha yaslanmış bana bakıyordu. İçimden bir ses, onu buraya Sergen’in çağırdığını söylüyordu. “Sergen mi?” dedim, artık bu gerginlikten bunalarak. “Sol kolmuş, sağ kolmuş, artık her ne haltsa onu diyorum.” “Ben taşınıyorum, o yüzden burada.” “Yalan söylüyorsun, değil mi?” Bu yalan değildi yani taşınma bahanem hata dediklerim arasındaki tek doğru olabilirdi. “Hayır, gerçekten taşınacağım. Sonay’la dün gece konuştum, o yüzden buradaydı.” Telefon çalma sesi duyunca gözüm telefonumu aradı. Çalan benim değil, Pelda’nın telefonuydu. Çantası mutfaktaki adada duruyordu. Telefonunu alıp açtı. “Ne var, Gencay?” Gözleri bendeydi. “Tamam, bekle, geliyorum.” Çantasını alıp dış kapıya doğru gitti. “Tali, bu konu burada kapanmadı, haberin olsun.” Kapıyı sertçe çekip çıktığında, kafamı geriye atıp ellerimle yüzümü kapattım. Kafamı tekrar kaldırıp Sergen’le Aybars’ın yanına gittim. Bar sandalyesini çekip Sergen’in yanına oturdum. “Aybars’ı sen mi çağırdın?” “Her şeyi öteceksin sandım.” “Öyle bakıyordun ki, tek yanlış kelimemde boğazıma yapışacaksın sandım bende.” Bilgisayarının ekranındaki gözleri önce elime, sonra da Aybars’a kaydı. “Hayırlı olsun,” dedi. Aybars’a bakarak, Aybars elini ensesine götürmüştü. “Hiç haber vermiyorsunuz.” Gözlerimi kapayıp kafamı tezgâha koydum. “Sergen, lütfen başlama, olur mu? Bir de senin tripini çekemem şimdi.” Onun da haberi yoktu. Ben tezgâhta sızlanırken, Sergen odasına gitmiş, Aybars da onun arkasından gitmişti. Kafamı kaldırıp evin içine baktım. Hoş bir evdi ama benim değildi. Saate bakmak için telefonumu aradım ama ortalıkta yoktu. Sahi, nereye koymuştum onu? Yatağımın yanında duran komodinden telefonumu alıp saate baktım. Öğlen olmuştu resmen. Telefonu geri komodine koyup banyoya girdim. Küvetin suyunu açıp üzerimdekileri çıkartıp kirliye attım. Aynadaki yansımamı görünce durup baktım bir an. Göz altlarım kendini belli ediyordu; kalitesiz uyku düzenimden olsa gerek gözlerim kızarmıştı. Aynadaki yansımama bakarken burnumdan akan kırmızı sıvıyı görünce gözlerimi devirip dolan küvetin suyunu kapatıp girdim. Kafamı suya sokunca, kanın suda dağılıp kaybolduğunu gördüm. Bacaklarımı kendime çekip kafamı dizime yasladım. Sıcak suyun içinde parmaklarım buruşmuştu. Bu halde bile kafamı kaldırmak zor geliyordu, tüm yorgunluk bedenime işlemişti. Kapının alacaklı gibi çalınmasıyla bütün düşüncelerim dağılmıştı. “Azrail canımı almaya geldiysen, mümkünse seni biraz bekleteceğim,” kapıdaki kimse sesimi duysun diye bağırmıştım. “On dakika içinde çıkmazsan içeri gireceğim,” Aybars’ın sesiydi bu. “Girebilirsin, çıkmayacağım çünkü.” Girmeyeceğini düşündüğüm için kafamı küvete geri yaslayıp köpüklerle oynamaya başladığım sırada kapı açıldı. Kafamı geri kaldırıp elleri lavabonun mermerine yaslanan Aybars’ı görünce istifimi hiç bozmadan kafamı yaslayıp köpüklerle oynamaya devam ettim. “Konuşmamız gerek.” “Konuşalım.” Buraya kadar gelmişti. Üstelik küvetin üstü köpük olduğundan hiçbir yerim gözükmüyordu. “Bu gece yemekte sana sorular soracaklar, cevap verme.” “Çok saçma,” dedim. Bana sorular soracakları ortadaydı ve ben de lal olmuş gibi gece boyu susacak mıydım? “Talia, sana bütün vereceğin cevapları ezberletmemi istemiyorsan, yapman gereken sadece susmak.” “Sen çok mu kasıyorsun acaba?” Bana nazaran gayet ciddiydi. “Aşağıda seni kurtarmam için bana yalvaran gözlerle bakıyordun.” Yanağımın içini ısırdım. “Evet, sen de ağzını açıp tek bir kelime bile etmedin. Bilmem farkında mısın ama söylediğin yalanları leylekler bana getirmiyor. Üstelik arkadaşının ağzı çok bozuk,” elimi köpüklerden çıkarıp işaret parmağımı ona doğru salladım. “Bana bak, Pelda’nın bu saçmalıkla bir ilgisi olmayacak, tamam mı?” Berbat bir tehditti. “Bana aptal dedi,” Aybars’a bakıp güldüm. “Sergene de it dedi.” Sergen diyince aklıma aralarında geçen muhabbet geldi. “Sergen’in nişan saçmalığından haberi yoktu sanırım.” “Konumuz bu değildi.” “Konumuz gram umurumda değil.” “Haberi yok, şimdi konumuza dönebilir miyiz?” Bıkınca nefes aldım. “Bana bırak, çakmayacaklar bir şeyi.” Aybars elini burun kemerine götürürken ben asla susmamaya yemin etmiştim. “Baktım çakacak gibi oldular, susarım.” Burnunun kemerini tutarken bana öyle bir bakış attı ki, sus der gibiydi. “Ya da sen böyle bakarsan susarım işte,” diye mırıldandım. “Allah’ım, sen sayıyla mı gönderiyorsun?” diyerek banyodan çıkıp kapıyı kapattı. Onun çıkmasıyla ben de durulup çıktım. Ayna buhar olmuştu, elime silip kendime baktım; deminkine göre daha iyi gözüküyordum. Bir fark yoktu; sadece su her zaman iyi gelirdi. Bornozun kuşağını bağlayıp kapıyı açtığımda odamda dikilen Aybars’ı görünce tek kaşımı kaldırıp gömme dolabıma doğru gittim. “Odamı karıştırıyorsan yanlış yeri karıştırıyorsun.” Elindeki çerçeveyi görünce geçen gün kitaplıktaki çerçeveyi eline aldığı geldi aklıma. “Çerçevelerimle ne alıp veremediğin var?” Çerçeveyi bırakıp camın yanındaki berjere oturdu. “Odanı karıştırmıyorum.” Dolabın içinden dün seçtiğim siyah elbiseyi çıkarıp yatağa koydum. Ayakkabı seçmek için ayakkabılara bakarken, “Odamı karıştırmak için burada durmuyorsan beni giydireceksin herhalde, o yüzden buradasın,” dedim. Tepkisini merak ettiğim için omzumun üzerinden ona baktım; dudaklarının kıvrıldığını görünce ayakkabılara geri döndüm. Seçince elbiseyi de elime alıp ona doğru tuttum. “Nasıl?” Kafasını sallayıp, “Yakışacağından şüphem yok,” dedi, kalkıp yanıma yaklaştı. “Bu geceyi sorunsuz atlatalım, olur mu?” Masmavi gözlerine bakarken dilim tutulmuş gibi kafamı salladım. “İnat etmeyip çıksaydın, parmakların bu kadar buruşmazdı.” Benim tepemi artırıp odadan çıkmıştı. Sesimi incelterek “On dakika ya çıkmazsan girermiş miş,” kapalı kapının ardından duyduğum demesiyle daha da çok sinirlendim. Makyaj masasından aldığım el kremini elime boca edip sinirle sürdüm.
𓇢𓆸🂱𓃠
Saçımı kurutup tepede olmayan temiz bir topuz yaptım, elbisemi ve topuklularımı giymiştim. Rujumu sürerken havanın pembe ve mavimsi bir renk olduğunu gördüm. Bu görüntü gözüme hep çok hoş gelirdi ama şu an kırmızı ruj sürüyordum. Elime yüzüme bulaştırma ihtimalim çok yüksekti. Sonunda rujumu sürüp aşağı indiğimde Aybars volta atıyordu. “Sen böyle mi geleceksin?” dedim, üzerindekileri göstererek. “Ben böyle giyinip süsleneyim, sen böyle yanımda pasaklı pasaklı; hiç yakıştıramadım.” Aybars derin bir nefes alıp, “Hayır,” dedi. Koltuğun üzerindeki siyah elbise torbasını eline alıp Sergen’in odasına girince ben de koltuğa oturup topuklularımı seyretmeye başladım. Aslında bu haliyle de çok iyi gözüküyordu; sırf onu sinir etmek için demiştim. Beş dakika bile geçemeden kafamı kaldırıp, “Aybars, senin hazırlanman epey uzun sürüyormuş. Erkeğin kısa sürede hazırlananı makbuldür, haberin olsun,” dedim. “Talia, cidden bu kadar hoşuna gidiyor mu?” Sergen’in sorusuyla ona döndüm. “Ney?” “Kimle konuşuyorsan onu çıldırtmayı başarmandan bahsediyorum.” Dudaklarımı büzerek, “Yapma ama böyle, şimdi Aybars’la benim aynı bana benzeyen boy boy çocuklarımız olacak,” aniden yüzümü buruşturdum. “Aman Allah korusun, bir bana benzeyen veletler eksikti zaten.” Sergen gülerek, “Lafı ağzımdan aldın,” dedi. “Sergen,” dedim uzatarak. “Efendim, yenge.” Benim kulaklarımı yanlış duyuyordu yoksa bu bana yenge mi diyordu? “Yy... Sergen, ya bir şey diyecektim, senin yüzünden unuttum.” “Sakın bir daha öyle deme.” “Ne diyeyim?” Aybars’ın ona nişanlandığımızı söylememesi canını sıkmış; benimle uğraşıyordu herhalde. “Zıkkım de, Sergen.” “Onu bırak şimdi. Soracağım, soracağım, unutuyorum. Sen bu Aybars’ın nesisin?” Sergen anlamsız anlamsız bakarken, “Ne demek nesisin?” dedi. Kafamı geriye atıp, “Ya şoför müsün, güvenliğim misin, arkadaşım mısın yoksa kuması falan mısın? Ne olduğun belli değil,” dedim. “Yengecim,” dedi uzatarak suratındaki muziplikle. “Seni yolarım, Sergen. Soru soruyorum şurada hem, sabahta Pelda’ya sağ koluyum dedin.” “Sağ koluyum zaten.” Aybars kol düğmesini takarak yanımıza geldiğinde, ayağa kalkıp sağ kolunu tutum. Ne olduğuna anlam verememişti. “Sağ kolu duruyor kolunda.” Aybars yüzüme öylece bakarken Sergen tepki bile vermemişti. “Benim bünyem bu berbat eleştirilere bağışıklık kazandı herhalde.” Sergen’in bu tepkisine güldüm. “Gelişme var ama değil mi?” Sergen eliyle beni geçiştirip, “Nişanlını ve berbat esprilerini alıp git, Aybars.” Aybars ne olduğunu hâlâ anlamamıştı. “Doğan’ı göndereceğim, bu akşam buraya gidebilirsin sen.” “Tahliye oluyorum yani?” Kaşlarımı çatıp Aybars’a baktım. “Doğan kim?” “Arabada anlatırım, geç kalacağız.” Evden çıkıp, arabanın arka koltuğunu bir adam açtığında, ikimiz de içeri girdik. Adam arabayı çalıştırdı. Aybars’a döndüm. “Doğan bu mu?” “Hayır, Başar bu.” Adam, onun hakkında konuştuğumuzu anlayınca dikiz aynasından bana bakmıştı. “Başar, Talia nişanlım olur.” Onun ağzından böyle duymak çok garipti; asla da normal gelmeyecek gibiydi. “Bu da sol kolun mu?” Aybars camı açıp, “Hayır,” dedi net sesiyle. “Bunların hepsinde aynı,” dedim. “Onlar senin arkadaşın değiller, olmayacaklar da.” “Sergen bir haftadır evimde yiyip içip yatıyor, açtığım filmler karışıp benimle Playstation oynuyor. Üstelik on dakika önce bana yenge diyordu.” “Doğan Sergen’e benzemez.” Sergen’in evin içinde sürekli takım elbiseyle gezmesi dışında pek şikâyetim yoktu doğrusu. Haldun gelir mi diye endişelenmiyordum, o olduğu için. “Sergen’i vermiyorum. Sen kendine güvenilir başka adam bul.” “Sergen senin değil.” Başar’ın dikiz aynasında görünce Sergen’le alakası olmadığını düşündüm; daha iri yarı, yaşı olan bir adamdı Başar. “Hem biz Sergen’le ev bakmaya gidecektik daha.” Ev konusunu açınca bana döndü: “Yalan değildi yani.” “Değil, gerçekten taşınmak istiyorum. O ev bana ait değil; onun olması canımı sıkıyor.” Siyah demir kapılar açılıp içeri girdiğimizde eski dönemlerden kalma bir şatoya geldiğimizi sandım. Başar arabadan inip Aybars’ın kapısını açtığında, Aybars kapıyı geri kapayıp bana döndü: “Talia.” “Merak etme, sorun olmayacak.” Elini tutup, “Nişanlıyız,” dedim. “Böyle bir ailenin nasıl tanıştınız soracağını hiç sanmıyorum ama oldu da sorarlarsa sen bir yalan at, ben sana uyarım.” Kafasını salladığında elimi hızlıca çektim. Aybars arabadan inip benim kapımı açtı. Çıkıp etrafa baktım; gerçekten bir şatodan farksızdı. Elini tutup birlikte giriş kapısına doğru giderken, biz kapıya varmadan kapı açılmıştı. “Hoş geldiniz efendim,” dedi hizmetlilerden biri. İçeri girdiğimizde mermer döşenmiş koridorda iki merdiven vardı. Merdivenlerden inen kız dikkatimi çekmişti; onun da dikkati biz çekmiştik, anlaşılan. Merdivenlerden inip yanımıza geldi, güler yüzlüydü; onun da mavi gözleri vardı. “Tam zamanında geldiniz,” Aybars’a neşeyle bakıyordu. Elini uzatıp, “Sen Talia olmasın?” dedi. Aybars haklıydı, beni tanıyorlardı. Uzattığı elini sıktım. “Öyleyim,” dedim. “Ben Vera, kız kardeşleriyim.” Gözleri muhakkak ya annelerinden ya da babalarından geliyordu. “Yemek odasındalar, geç kalmayalım. Sonra ne oluyor biliyorsun.” Bunu derken suratı düşmüştü; geri toparlayıp önden yürüdü. Aybars sanki saçlarımı koklar gibi kulağıma “Sana güveniyorum,” diye fısıldadı. Ona en başında söylemiştim, benim sana güvenmemi bekleme Aybars; sen de bana güvenme. Yemek odasında masanın başında oturan yaşlı bir adam ve onun çaprazında oturan orta yaşlarda bir adam vardı. Diğer çaprazında da orta yaşlı bir kadın vardı; kendinden emin duruyordu. Kadının yanına sarışın bir kadın oturmuştu. Aybars, sarışın kadının yanındaki sandalyeyi oturmam için çekti. Ben oturunca kendi de karşıma oturdu. Vera, Aybars’ın yanına otururken masanın başındaki saatten ses gelmişti; bu tokmaklı bir saatti ve tam üç kere seslice vurmuştu tokmağa. Yemek odasından içeri biri daha girdiğinde, masanın başındaki adam garip aksanıyla “Geç kaldın,” diye gürledi. Bu bağrışı duyunca Aybars’a baktım ama onun gözleri zaten bendeydi; gözlerimin içine bakıyordu. Gözlerimi kaçırıp gelen kişiye baktım; öylece durmuş yaşlı adama bakmıştı. “Özür dilerim, tekrarlanmayacak.” Geldiği kişi, benim yanımdaki sandalyeye oturdu. Ben gözümü Aybars’tan ayırmazken, Aybars’ın arkasındaki büyük yağlı boya tablosu dikkatimi çekti. Yaşlı adam tablonun tam ortasında gösterişli deri bir koltukta oturuyordu. Adamın sol yanında orta yaşlı adam, diğer yanında ise sapsarı saçlı genç bir adam vardı. Yanımda oturan çocukla Aybars, sarışın çocuğun yanında; Vera ise orta yaşlı adamın yanındaydı. Bu bir aile portresiydi; eksik bir aile portresi. Yanıma oturan kişiye baktım, benim ona baktığımı fark edince demin yaşanan olaya rağmen kısa bir gülümsemeyle başıyla selam verdi. Kafasını yaklaştırıp, eliyle ağzını kapatıp fısıldadı: “Cehenneme hoş geldin, Talia.”
keyifli okumalar |
0% |