@rubyregent
|
Ephadeus’un mor ışıkla dolu yükselişi sona erdiğinde, gökyüzü karanlık bir perde gibi yeryüzünü örttü. Onun kaybolduğu yerde titreşen yıldız benzeri bir ışık kısa bir süre göz kırptı ve ardından tamamen sönerek karanlığa karıştı. Artık savaş alanında geriye kalan tek şey, ölülerin suskunluğu ve hayatta kalanların çaresizliğiydi. Toprak, yanmış çiçekler ve kanla karışmış küllere ev sahipliği yapıyordu. Her adımda çatırdayan kemik sesleri, savaşın yıkıcılığını hatırlatıyordu. Hava, artık savaş çığlıkları yerine derin bir sessizlikle yankılanıyordu. Bu sessizlikte, savaş alanını süsleyen tanrılar ve tanrıçalar, tek tek kaybolmaya başladı. Bir savaş tanrısı, elindeki devasa mızrağı yere saplamış, hareketsiz bir şekilde sonunu bekliyordu. Gözlerinde ne korku ne de zafer vardı; sanki bir kaderin kaçınılmazlığını kabul etmiş gibiydi. Bedeni altından yayılan gri duman, yavaş yavaş tüm formunu sardı ve sonunda bir rüyanın sona ermesi gibi tamamen yok oldu. Doğa tanrısının ayaklarının dibindeki bitkiler, onun çekilmesiyle birlikte soldu ve toprağa karıştı. Işık tanrıçasının parıltısı, bir mum alevi gibi titreyerek söndü. Ancak bu ilahi varlıkların kayboluşu, savaş alanında ne bir şaşkınlık ne de bir yas dalgası yarattı. İnsanlar ve insansılar, tanrıların yok oluşunu neredeyse hiç fark etmemişti. Tüm gözler, hâlâ Ephadeus’un kaybolduğu ufuk çizgisine dikilmişti. Onun ışığı çoktan sönmüştü, ancak insanlar sanki o anı tekrar tekrar yaşamak istercesine bakmaya devam ediyordu. Zihinlerindeki karmaşa, bir kurtarıcı figürün yarattığı çelişkilerle doluydu. Ephadeus, bir kurtarıcı mıydı, yoksa daha büyük bir yıkımın habercisi mi? Kimse bu sorunun cevabını bulamıyordu, ama kimse eski tanrıları da artık umursamıyordu. Bir kadın, yanındaki yıkık duvara yaslanarak titreyen elleriyle yüzünü sildi. Gözleri hâlâ Ephadeus’un kaybolduğu ufku arıyordu. “Tanrılar bizi kurtaramadı,” diye fısıldadı, sesi savaşın bıraktığı sessizlikte yankılanıyordu. Gözlerini ufuktan ayırmadan ekledi, “Ama o... o geldi. Hepimizi kurtardı.” Yakındaki genç bir adam, kadının sözlerini duyunca yere çöktü. Ellerini başının arasına alarak dalgın bir şekilde konuştu: “Ephadeus... Tanrılardan daha güçlüydü. Ama bu nasıl mümkün olabilir? Bizi kurtaran oysa, böylesi bir güçle başka neler yapabilir?” Bu tür konuşmalar, savaş alanında hayatta kalanların zihinlerinde yankılanıyordu. Ephadeus, hem korku hem de hayranlık uyandıran bir figüre dönüşmüştü. Eski tanrıların güçsüzlüğü karşısında, onun varlığı daha da büyümüş ve zihinlerde bir inanç figürüne dönüşmeye başlamıştı. Aralarından bazıları, Ephadeus’un bir kurtarıcı olduğunu açıkça dile getirdi. “Eski tanrılar sadece izledi,” dedi bir adam, “ama o savaştı. Hepimiz için savaştı.” Bu düşünceler, savaş alanında yavaşça filizlenen yeni bir inancın işaretiydi. Ephadeus, tanrılardan farklıydı. O, yıkımın içinden doğmuş, yeni bir çağın habercisi olmuştu. İnsanlar, eski tanrıların anılarını bir kenara bırakırken Ephadeus’u kendi kaderlerini şekillendirecek bir figür olarak görmeye başlamışlardı. Eski dünya sona ermiş, onun yerini yeni bir düzen almaya başlamıştı. *** Mâar’daki yıkımın ve korkunç savaşın ardından geçen bin yıllar, zamanın üzerini ağır bir örtü gibi örttü. Ephadeus’un yükselişi, o gün hayatta kalanlar için bir kurtuluştu; ancak zaman, her şeyi silmekte ustaydı. İnsanlar ve insansı ırklar, o gün yaşananların ağırlığıyla yeni bir düzen kurmaya çalışırken, savaşın gölgeleri peşlerini hiç bırakmadı. İlk bin yıl boyunca, Ephadeus’un adı dualarda, taşlara işlenmiş metinlerde ve anlatılarda yankılandı. O, kurtarıcı ve tanrıları aşan bir figürdü. Ama zaman, Ephadeus’un mirasını da değiştirdi. İkinci bin yılın sonlarına doğru, insanlar onun hikayesini farklı şekilde anlatmaya başladı. Ephadeus artık bir tanrı değil, bir efsane kahramanıydı. Onun gökyüzüne yükselişi, zamanla kutsal bir olay olmaktan çıkıp, yalnızca eski şarkılarda geçen bir masala dönüştü. Bu hikayeler, o çağın insanlarının korkularını, umutlarını ve çaresizliklerini yansıtan birer sembol haline geldi. Beş bin yıl sonra, Ephadeus’un adı, inanç sistemlerinin değişen doğasında kaybolmaya başlamıştı. Yeni tanrılar, yeni mitolojiler ve yeni düzenler Ephadeus’u gölgede bırakmıştı. Onun adı, artık sadece karanlık bir çağın hatırasını taşıyan eski yazıtlarda, unutulmaya yüz tutmuş tapınak duvarlarında kalmıştı. On beş bin yıl sonra, Ephadeus’un hikayesi neredeyse tamamen silinmişti. Ancak, kadim zamanların hayaleti hâlâ yaşıyordu. Geceleri gökyüzünü boyayan mor ışıklar ya da bir volkanın derinliklerinden yükselen siyah sıvılar, eski çağların yankılarını hatırlatıyordu. Maar’ın uzak köşelerinde yaşayanlar, bu tuhaf olayları “Ephadeus’un Gölgeleri” olarak adlandırıyor ve bunun, unuttukları tanrının ruhunun bir yankısı olduğuna inanıyordu. Fakat bu inançlar artık bir din ya da toplumsal bir gerçeklik değil, sadece dağılmış halklar arasında fısıldanan eski hikayelere dönüşmüştü. Ephadeus, artık ne bir tanrı ne de bir kurtarıcıydı. O, zamanın karanlıklarında kaybolmuş bir gölgeydi; tarih kitaplarının ve insan zihninin derinliklerinde saklanan bir iz. Ama bazıları hâlâ, uzak yıldızlara baktıklarında, gökyüzünde onun ışığını arıyordu. *** Anlatıcı Sırası: Ephertifis Ephadeus’un Enokran’ı ve tanrıları sarsan gücü, üzerinden geçen binlerce yıl boyunca mitlerle karıştı, adeta bir fısıltıya dönüştü. Halklar onun adını farklı şekillerde andılar: Morun Kutsalı, Mor Yıldız, Siyahın Efendisi, Tanrıların Tanrısı, Yerin ve Göğün Efendisi. Ama zaman, her şeyi aşındıran keskin pençeleriyle Ephadeus’u da geride bıraktı. Yüceltilen figür, yavaş yavaş bilinmezliğin sislerinde kayboldu. Yer ve gök yeniden doğmuş, yeni halklar, Ephadeus’un gölgesini bile tanımayan yeni tanrılar yaratmıştı. Ama bazı hikayeler, sessizce devam etti. Bir zamanların kutsal efsanesi, karanlık bir dönemin ardından geride sadece unutulmuş bir yankı bırakmıştı. Ephadeus’un adı, artık fısıltılarda bile zor işitilirken, Maâr’ın bir zamanlar tanıdığı ilk kahramanların nesli de tükenmek üzereydi. Ve bir kez daha, insanlık ölümle yüzleşiyordu. Issız bir karanlıkta, gökyüzünü kara bulutların sardığı bir yerde bir grup insan yol alıyordu. Ayakları altında ezilen taşların sesi, fırtınanın kükreyişiyle kayboluyordu. Nereye gittiklerini bilmiyorlardı, sadece kaçıyorlardı. Onları kovalayan şey her neyse, geriye bakmaya cesaretleri yoktu. Gözlerinde tükenmiş bir korku, adımlarında çaresizlik vardı. Ansızın, önlerinde bir oyuk belirdi; derin ve karanlık bir boşluk, sanki yeryüzünün son noktası. Duraksadılar. Bu boşluk, tarih boyunca anlatılan korkunç efsanelerin bir parçasıydı. Söylentiye göre, bir sonsuzluk oyuğuna düşenler bir daha asla gün ışığını göremezdi. Ancak ölüm korkusu, oyuğun bilinmeyen tehlikelerine karşı daha güçlüydü. “Belki de bu son çare,” dedi bir tanesi fısıldayarak. Adımlar ürkek ama kararlıydı. Ölümden kaçmanın tek yolu, bilinmeyene atlamak gibi görünüyordu. Derin bir nefes alıp kendilerini boşluğa bıraktılar. Gökyüzünden kopup aşağıya süzülürken yavaşça karanlığa karıştılar. Peşlerindekiler durdu; oyuğun kenarına gelip aşağıya baktılar. Bir tanesi, “Dönemezler,” diye mırıldandı, sesinde hem korku hem de rahatlama vardı. Efsaneler haklıydı: Bu oyuk, ölümden bile tehlikeli bir sondu. Ama oyuğun içinde, düşüşün ardında, bu kaçanların gördüğü bir şey vardı. Karanlık her yeri kaplarken, bir anlık mor bir ışık titredi. Bir umut muydu? Yoksa başka bir başlangıcın habercisi mi? Kimse cevabı bilmiyordu. Ancak onların adımları, yüzyıllar sonra yeniden başlayacak bir hikâyenin ilk yankısıydı. Bölüm : 12.12.2024 00:04 tarihinde eklendi |