Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bolum

@runarhez

 

Merhaba. İlk kitabım olmasada ilk bölüm ile karşınızdayım.

 

Kıtabım yeniden tamamıyla değişerek yeniden yazılıyor.

 

Destek olmanızı benimle beraber "RAKKAS" dünyasını keşfetmenizi çok isterim.

 

Her satırda sizleri görmeyi çok isterim.

 

Ayrıca kötü içerik saydığımız bazı sahneler yer alıyor bölümlerimde, bunları dikkate alarak okursanız memnum olurum.

 

Her bölüm 8.000 - 10.000 kelime arasıdır. Yavaş ve dikkatle, dinlenerek okumanızı tavsiye ediyorum.

 

Bu yolculuk umarım herkes için güzel ve yapıcı olur.

 

Keyifli okumalar.

 

Bölüm Şarkıları:

 

Dediler ki - Duy Beni
Çağan Şengül - Canım yanıyor
Buray - Ay Parçası

 

"Ben böyle biri değildim, bu hale getiren bir dünya ile karşı karşıyaydım."

 

 

~BAŞLANGIÇ~

 

 

Üşüyorum.

 

 

bedenimi saran soğuk...

 

Dur artık çok üşüyorum.

 

Ve sen, kaç gündür bedenimi esir aldın?

 

Bu kaçıncı gün? Kaç gece, kaç gündüz geçti? Bu işkence daha ne kadar devam edecek?

 

Bu karanlık daha ne kadar işgal edecek gözlerimi?

 

Ben karanlıktan korkarım, ne olur özgür bırak beni!

 

Söndürmeyin güneşimi!

 

Kırmayın kemiklerimi, korkutmayın artık beni!

 

Anne, korkuyorum...

 

Senden ayrıldım ayrılalı ilk defa bu kadar korkuyorum.

 

Korku insanı ayakta tutarmış.

 

Ayakta kalmam için ayaklarımın sağlam olması gerekmez mi?

 

Loş, küf kokuyor hep buralar, ama en çok kan kokuyor...

 

Yemek mi dedi biri? Yerdeki çamurlu sudan başka bir şey görmedi midem.

 

 

İşte yine aynı ayak sesleri!

 

 

Yine aynı adam, yeni aynı sorular, yine aynı korku...

 

 

Zifiri karanlığın içinde duyduklarım ile ne yaptığını anlayabiliyordum. Şuan her zaman yaptığı gibi karşımda durmuş benu seyrediyor. Ve evet iki dakika doldu. Yavaşça yere çökerek benimle aynı hizaya geldi. Yine aynı sessizlik... Yalvarırım acı bana!

 

 

"Biz yorulduk, sen hiç ki yorulmadın?" gür sesi yankılanarak mekanı doldurmuştu. İlk defa farklı bir soru sormuştu. Titreyen ellerimi bulan, iri kemikli bir el ile boğazımdan korku iniltisi yayılmıştı. Depo gibi bir yerde olduğum aşikardı.

 

 

"Donmuşsun." Bu kelimenin ardından derince bir nefesi bu durumdan hoşnut kalmamış gibi dışarı verdi. Ardından "Yaraların gün geçtikçe daha fena bir hal alıyor. " lafını hızla keserek kısık çıkan sesimle "Ve siz her gün yenilerini ekliyorsunuz..." dedim. Dediğimi umursamadı.

 

"Kırık bir bacağın var, boğazın yerdeki kirli sudan başka bir şey görmedi. Bedenin daha fazlasını kaldıracak gibi değil. Ölüp gideceksin burada! Şu inadından vazgeç ve istediğimizi bize ver!"

 

Sustu. Sustum.

 

"Kaç gündür buradayım?"

 

"Uzun zamandır."

 

​"Şuan hava nasıl?"

 

"İçerisi buz gibi"

 

"Yalvarırım gece mi gündüz mü onu söyle!"

 

"Depo karanlık." bıkkın nefesimi pes ederek dışarı saldım.

 

Bir hareketlenme hissetmemle, göremesem dahi hızla başımı sağa sola çevirmeye başladım. Ne yapacaktı bana? Bugünki işkence neydi. Bugün kırılacak olan bölgem neresiydi?

 

Korku akan sesimle "Ne yapacaksın? Valla ben bir şey bilmiyorum! Yemin ederim! Malların nerede olduğunu bilmiyorum! Hiçbir şey bilmiyorum ben neden inanmıyorsun bana?" sesim sona doğru ağlamaklı bir şekilde kısıldığında omuzlarımda hissettiğim şey ile çığlığı bastım.

 

Adam oldukça sakin bir tonlama ile "Sakin ol, bir şey yapmıyorum. " dedi. Omuzlarıma değen şeyi hissetmeye başladığımda bunun benim bedenimden oldukça büyük bir ceket olduğunu anladım. Vücudumu saran işi mayışmama neden olurken dudaklarımdan "Neden bana iyi davranıyorsun?" sözcükleri döküldü.

 

Uzaklaşan ayak sesleri yeterince uzaklaştığında o korkunç kapı sesi depoyu doldurdu. Aradan geçen bir dakika kadar zaman sonra şunları söyleyerek beni yalnızlığımla başbaşa bırakıp gitti.

 

"Ben sana iyi davranmıyorum. Yaşadıklarından sonra bu yaptığım sana iyilik geliyor. İyilik edecek olsam seni buradan kurtarırdım. Sen tek zamanı değil her şeyi unutmuşsun!...

 

 

9 Ay önce 10 Mayıs 2022

 

 

Sıcağın hafif meltemi camlara teğet geçiyor, saç diplerimden kurtulup ensemden aşağı yol çizen küçük damlalar huylanmam için bana sebep veriyordu. Güneş tepeden ışınlarını göndererek güç gösterisi yapmaya devam ederken, esmeyen rüzgara söylenmek içimdeki huzursuzluğu dışarı atmama yardımcı oluyordu.

 

 

Belimde oynayan bol pantolon düşer korkusuyla sıkıştırdığım ip ile kıyafete çok saçma görüntü katarken, askılı badim tam tersi vücuduma yapışmış, belli başlı hatlarımı gözler önüne seriyordu. Kıvırcık siyah saçlarımı gelişigüzel topuz yapmış olsam da yer yer kendini lastiklerden kurtaran bukleler gözümün önüne düşmüş, omuzlarıma değen bukleleri görmezden gelmem için kapışıyordu benimle.

 

Köşede duran ufacık kahverengi radyo mırıldanmaya başlamasıyla yüzüme yerleştirdiğim belli belirsiz gülümseme ile derin bir nefes aldım. Elimdeki eldivenin ufak hışırtısı sessiz odayı şenlendirmeye devam ederken ağzını bıçak açmayan sarı saçlı kadına çevirdim bakışlarımı.

 

Kısa sarı saçları yuvarlak yüzüne anlamsız şekilde çok yakışmıştı. Bembeyaz teni ve yeşil büyük gözleri ayrı bir hava katmıştı küçük bedenine. Gözleri köpeği Çavdar'dan bir an olsun ayrılmıyor, derin derin soluklar alıp veriyordu. Çavdar'dan daha fazla tepki vermesi beni tedirgin etmiş olsada sahibinden daha fazla uysal olan Çavdar rahatlamama yardımcı oluyordu.

 

İğneyi derisinden çekip eldivenlerimi hızla elimden sıyırıp çıkarırken dakikalar sonunda "Geçmiş olsun" diyebildim sadece. Boş gözlerle bakmaya devam eden kadına aynı boş bakışı atarak karşılık verdim. Çavdar'ı kucaklayarak ağzının içinden mırıldandığı kelimeler ile ışık hızıyla birlikte kliniği terk etmesiyle arkasından bakakalsam da "Size de iyi günler" diye seslendim arkasından. Tuhaf bakışlarımın ardından gözden kaybolan cılız bedenin arkasından kısa bir vakit öylece baktım.

 

Gözlerimi kapatarak bıkkın bir nefesi yavaşça serbest bıraktım, yapayalnız kaldığım klinikte radyonun kısık sesinden başka hiçbir ses yoktu. Gözlerimi dağılmış olan sedyenin etrafında bir tur dönderdikten sonra temizlemek üzere hareketlendim.

 

Yerdeki poşetleri tek tek toplarken köşeye düşen paketi almak için uzanmıştım ki kapının pervazına yaslanmış beni izleyen Tarık'ı görmemle irkildim. Ne ara gelmişti hiç fark etmemiştim.

 

Elimdeki poşetleri hızlıca çöpe atarak yanına yaklaşıp kolundan tuttuğum gibi dışarı çıkması için hamle yapmıştım ama bu onu pekte etkilemişe benzemiyordu.

 

Sinirle dişlerimin arasından "Ne işin var burda?" diye söylendim. Benim aksime fazlasıyla rahat bir tavırla yüzündeki alaylı sırıtışı hiç bozmadan kolunu tutan elime çevirdi gözlerini. Ağır hareketlerle kolunu ellerimin hapsinden kurtararak alaylı bakışlarına devam etti.

 

Rahatsız edici bakışları gözlerimi kaçırmama sebep verirken konuşmaması sinirlerimi bozmaya yetiyordu.
Geçmeyen saniyeler ardından odayı dolduran kalın sesiyle bir adım geri çekildim. "Dün gece gelmedin."

 

Gözümün önüne dökülen kahküllerimi yolmak istercesine bir hareketle geriye çektiğimde bakışları kıvırcık saçlarıma kaydı. Ardından aceleci bir tavırla heterokromi gözlerime baktı. Ne düşündüğünü anlamasam da pekte hoş şeyler düşünmediği aşikardı.

 

Cebindeki elini çıkarıp kahkülüme dokunmak istediğinde kafamı geri çekerek kaşımı kaşıdım. Bu hareketimin hoşuna gitmediğini belli eden bakışları artık canımı sıkmaya başlamıştı.

 

Hırçın bir edayla "Sana buraya gelme demedim mi?" sorumla sakin kalmaya çalışsa da bunu beceremeyen beden dili tehlikede olduğumu fısıldıyordu kulağıma.

 

"Sen söylersin de ben dinlemem mi seni? Lakin buraya gelmemi isteyen Baran'dı." Ela gözleri her bir hareketimi süzerken bir adım atarak yaklaştığında ondan daha hızlı davranarak geriye adımladım.

 

Fakat bu onu durdurmaya yetecek bir hareket değildi. Elini çeneme koyup yüzüne bakmamı sağlamaya çalışınca ittirerek sırtımı döndüm ona.

 

Bıkkın nefesi odayı doldurduğunda ensemde hissettiğim bakışları ve hatta nefesi kaskatı kesilmememde büyük bir rol oynadı.

 

İri kolları, incecik belimi sarmasıyla kalbimin teklemesi en ücra köşelerde sakladığım korkuyu gün yüzüne çıkarmıştı. Dudaklarını saç diplerimde hissetmemle kolunu parçalamak istercesine öyle bir çekiştirdim ki bu onu dumura uğratmıştı.

 

Kapıyı göstererek "Git burdan!" diye bağırdım. Kaşları çatılmış beni süzmeye devam ederken "Tarık git!" diye yükseldim. Ancak o sadece yüzüme bakmaya devam ediyordu.

 

İçimde hissettiğim korku öfkemi kontrol altına almama asla müsade etmiyordu. Sakin oluşu tedirginliğimi çoğaltırken "Senin her sözün benim için bir emirdir. Fakat ne olduğunu anlamıyorum. Bu davranışın bana karşı aldığın bir tavır mı yoksa abin için aldığın bir tavır mı?" sorusuyla elektriğe çarpmışım gibi irkildim.

 

Tabi ya abim...

 

Geceleri de gündüzleri de yanımda olmayan abim. Aynı evde yaşarken yabancısı olduğum abim. Evde köşe bucak saklanıp kaçtığım abim. Yıllardır yalan söylediğim abim...

 

Yüz yüze gelmekten korktuğum tek kişi oydu. Zaten ondan başka da kimsem yoktu. Tek aile üyem, tek tanıdığım, aile kavramında bildiğim tek kelime 'Abi' kavramı olan kişiydi o.

 

Sevgimi verebildiğim tek kişi oyken yanımda dakikalar kadar kısa bir vakit duran abim vardı benim. Aynı evde özlemini duyduğum kişi olması çok canımı sıkıyordu. Sanırım en fazla yara aldığım kişi olacaktı bu hayatta.

 

Ondan başka kim bana bu kadar acı verecekti ki?

 

Barlas Ata Timagur...

 

Adı bile soğuk olan o adamdı benim abim. Dilimi yakacak kadar bir soğuğu vardı. Ürkütücü ama sıcak gelen de bir havası vardı. Nasıl bir adam bu değil mi?

 

Belki de soğuk hissettirmesi onun benim gözümdeki kişiliğindendi.

 

Kulağıma dolan parmak şıklatma sesiyle olduğum ana dönebilmiştim. Tarık hâlâ olduğu gibi durmuş bana bakıyordu. Bir cevap vermeden gitmeyecekti anlaşılan.

 

"Sahibine akşam geleceğimi ilet. Bir daha da peşimden itlerini göndermesin!"

 

Söylediğim sözle kaskatı kesildiğinde bir şey dememek için kendini zor tuttuğunu fark ettim.

 

Her dakika endişe, ilmek ilmek damarlarımı işliyor, kuruyan dudaklarım nem için bana yalvarıyordu. Ve Tarık'ın gitmek için bir çaba sarf etmemesi başımı döndermeye başlamıştı bile.

 

Konuşmak için dudaklarımı aralamıştım ki çalan telefonumu gösterek "Telefona bak" diyerek etrafa son kez göz gezdirdikten sonra klinikten dışarı adımını attı.

 

Ayaklarım hızla telefonu alarak pencerenin önünde durduğunda çalan telefonumun ekranına bakmak yeni aklıma gelmişti. Kocaman harflerle yazan 'ABİM' kelimesiyle kaşlarımı çattım.

 

Gözlerimi yeniden camın arka tarafında kalan Tarık'a değdiğinde arabasının kapısını açarak oturdu ama bir türlü gitmek bilmiyordu.

 

Titreyip duran telefon iyice ashabımı bozmuşken kapanmadan son anda yeşil tuşu kaydırarak konuştum.

 

"Efendim?" "Telefon niye bu kadar geç açıldı? Müsait değilsen sonra konuşalım." Başladı senin yalan mesain!
Elimi alnıma koyup ovarken "Yok, yok müsaitim abi. Telefon sessizdeydi görmedim. Bir sorun mu var? Neden aradın?" "Arayamaz mıyım? O nasıl bir soru?"
"A şey yok abi yanlış anladın. Genelde bu saatlerde aramazsın ya ondan. "

 

İyice saçmaladın!

 

"Her neyse. Akşam beraber yemek yemeye gidelim diyorum. Seni tanıştırmak istediğim biri var." Telaş içinde "Bu akşam mı?" diye sesimi yükselttiğimi geç fark ettim. Abim bir süre cevap vermedikten sonra kıllanmış ses tonuyla "Başka bir planın olduğunu bilmiyordum. Bahsetmedin bana hiç?" sorusuna sadece nefes alış verişimle cevap verdim.

 

Düşün düşün, güzel bir yalan düşün.

 

"Aslında Sertab'ın doğum günü bugün. Sana demeye çekindim." Kısa bir sessizlik... "Ne diye çekiniyorsun seni yiyor muyum?" Sessizlik sırası sende Efşan. "Peki. Fazla geç gelme. Aradığımda da telefonlarını açarsan iyi olur. İyi eğlenceler."

 

İçime yayılan buruk bir duygu ile "Yarın sözüm olsun. Görüşürüz. Seni seviyorum." diyerek cevap almayı bekledim. Lakin ne zaman son sözüm 'Seni seviyorum' olsa hep bir sessizlik sarıyordu.

 

Şuan hafif bir gülümseme ile yere baktığına yemin edebilirdim. Ve olması gerektiği gibi 'Dıt dıt' sesi kulağıma doldu. Kapatmıştı telefonu.

 

İçimdeki küçük Efşan Dora yaptığımdan binbir türlü pişmanlık duyduğunu, kalbimin sıkışmasıyla hatırlatıyordu.

 

Ben böyle biri değildim, bu hale getiren bir dünya ile karşı karşıyaydım.

 

Kolumdaki saate gözüm kaydığında 17.43'ü çoktan geçtiğini gördüm. Geç kalmamam şarttı. Tekrar camdan dışarı baktığımda Tarık'ın yerinde olmadığını görmemle derin bir oh çektim. Gitmesi iyi olmuştu. Bunun verdiği rahatlık ile hızla işe koyuldum.

 

Alelacele kliniği ufak çaplı bir düzene soktuktan sonra kapıyı kapatacaktım ki hâlâ mırıldanan minik radyoya gözüm ilişti. Yüzüme yayılan bir gülümseme ile yanına yaklaşarak fişi prizden çekerek ayırdım.

 

Hafif bir cızırtı eşliğinde sesi kesildiğinde bu kliniğe yaptığım en iyi şeyin bu radyo olduğunun kanaatine vardım.

 

Hızlı adımlar ile odanın çıkışına giderek kapıyı hızla kapatıp kitledim. Ardından kliniktende çıkıp dış kapının kilidini de taktıktan sonra kliniğimin adına göz gezdirdim.

 

Çok tatlı bir şekilde dizayn ettirmiştim. Hem içi hem dışı mükemmel bir dizayn ile içimi mest etmişti.
kocaman camlarıma köpek, kedi, tavşan, hamster, kuş, gibi hayvanların karikatürlerini renkli şekilde yapıştırmıştım.

 

Yer yer kedi ve köpek pati izleri tatlı bir görünüm sağlarken, kemik tutan bir köpek karikatürü sevimliliği ile yüzleri gülümsetiyordu. Ayrıca ismimde baya yaratıcı olmuştu.

 

"VETPET VETERİNER KLİNİĞİ"

 

Bu ismi her gördüğümde gülmeden edemiyorum. Girdiğim iddiayı kaybetmem ile Sertab'ın seçtiği ismi klinik ismim yapmıştım. Sertab demişken benim yetişmem gereken bir yalan vardı. Koşmazsam yetişemeyecek ve bir daha aynı senaryoları yaşamak zorunda kalacaktım! Bunu asla istemezdim!

 

.
.
.

 

Kıl payı yetiştiğim odaya hızla kendimi atmış benim için çoktan ayrılmış olan kıyafeti üzerime geçirerek makyaj için aynanın karşısına geçmiştim. Fazla ağır olmasını istemediğim bir makyaj seçerek yüzüme boca ettiğim malzemelere iğrenerek bir bakış sergiledim.

 

Normalde sevdiğim makyaj artık midemi bulandırıyordu. Bu yüzden buranın kurallarını yıkarak olması istedikleri makyajdan daha sade bir hale getirdiğim makyajlar yapmaya başlamıştım.

 

Kıvırcık saçlarıma daha güzel volümler verdirerek ayaklanmıştım ki beni süzen bir çift göz görmeyi beklemediğimden sıçradım.

 

Bakışları gözlerimde olan Tarık bir an olsun vücuduma değdirmiyor öylece gözlerimin içine bakıyordu.

 

Ağır adımlar ile yanına yaklaştığımda dikleşerek elinde olan kırmızı gülü saçıma yaklaşarak biraz uğraşın ardından taktı. Hafif bir gülümsemenin ardından "Böyle daha güzel" diye mırıldandı.

 

Gülümsemek istedim, teşekkür etmek istedim ama içimden gelmedi. Normal bir zaman da yapmış olsa yumuş yumuş olacağım bu hareketi, bu durumda, şu halimde yapmış olması tiksindirdi.

 

Dudaklarıma kadar gelen cümleleri yutmak için yumruklarımı sıkmıştım ki iç sesim söylemem için işaret çaktı. Ve dayanamayarak "Bu işi keyifle yapmadığımı biliyorsun" dedim.

 

Ellerini ceplerine yerleştirerek sırtını duvara yasladı ardından ağır bir süzüşün ardından derin bir nefes çekti içine bir şeyler geveleceği barizdi. "Çok gençtin buraya geldiğinde. Güzeldin, parlıyordun, yetenekliydin. Ve fazlasıyla saftın." Sustum ve o bundan güç alarak devam etti. "Seni saflığından vurdular."

 

Bakışlarımı gözlerinden çektiğimde susmamaya yeminli gibiydi elini cebinden çıkarıp saçıma dokununca kafamı sağa doğru çektim.

 

"Hâlâ çok güzelsin, büyüdükçe güzelliğin dillere destan oldu. Hâlâ aynı parlaklığın, hâlâ aynı yetenekli kızsın."

 

Eli çenemi bularak gözlerime baktı bakışları durgun bir hâl almıştı sanki. Dudaklarını açtığında daha sessiz bir şekilde "Değiştin, her insan gibi sende değiştin. Tek değişen saflığın değil zamanla hırçınlaştın."

 

Daha fazla dinlemek istemiyordum çıkmak için kapıya yöneldim ama buna müsade etmedi. "Sahne zamanım geldi" diyerek uyarıda bulundum. Ama umrunda değildi.

 

"Buraya geldiğinde gitmen için, buralara düşmemen için kaç kere konuşmaya çalıştım. Ancak senin bir hedefin vardı. Ailenin katili için para toplayarak araştırma yapacakmışsın." susarak odayı bir mezarlık kadar ıssız kıldı.

 

"O parayı hâlâ toplayamadın mı?" sorduğu bu soruyla içime yayılan öfke ile kapıyı tutan kolunu tutup hızla ittirdim. Bu hareketimle yana çekilerek geçmem için bana yol açtı.

 

"Git Efşan. Kaç yine. Bildiğin gibi, bildiğimiz gibi kaç. Ama şunu unutma ne ben ilk geldiğindeki korkak adamım ne de sen ilk geldiğindeki o saf kızsın! Bir işaretine bakar, ufak bir hareket, ufacık bir hareket! Bunu aklının bir köşesine yaz!"

 

Benim ona sinirlenip odayı terk etmem gerekirken o benden hızlı davranarak kapıyı açtığı gibi bir ateş gibi yanımdan geçerek gözden kayboldu.

 

Dedikleri içimi bir kurt gibi yemeye başlamıştı. Hak vermek bu kadar zor olmamalıydı. Ama olmazdı yapamazdım. Anlaşmayı bozamazdım. Beni burdan çıkaracağına eminim ama olmaz işte.

 

Onu sevmiyordum. O benim için arkadaştan öte değildi. Belki arkadaşım bile olamayacak o kişiydi.
Biliyorum, beni burdan kurtarmak için can attığını görebiliyorum.

 

Hatta beni burdan kurtarıp uzaklara gitsek bile anlayış gösterip uzak kalacağını da biliyorum. Başka birini sevdiğimi duysa, görse ben mutlu olayım diye yol göstereceğini bile biliyorum ama olmaz.
Onu bir de o şekil üzemem buna hakkım yok.

 

O benden daha iyi birisine layık. Tarık ve Efşan Dora olmazdı. Olamazdı.

 

Hızlıca açılan kapı ile irkilerek gelen kişiye baktım. Şirin yüzüme kızgın bir ifadeyle bakarak "Nerdesin be kızım! İnsanlar hızursuzlanmaya başladı. Baran gelmiş gösteriyi seyretmeye. Hadi toparlan da daha fazla huzursuzlanmasın millet!" diye esip gürleyip yanımdan ayrıldı.

 

Çokta sikimdeydi millet!

 

İstemeye istemeye aynanın karşısına geçerek son kez üzerimi süzüp, makyajıma bir iki rötuş daha yaptıktan sonra odadan ışık hızı ile ayrıldım...

 

.
.
.

 

Benden bir önce dans edecek olan Mahper sahneye çıkmış dans ediyordu. Gayet keyifle, gayet eğlenerek... Kıvrak hareketler sergileyerek masalardan ıslık sesleri yükseltiyordu.

 

Üzerinde ki kıyafet oldukça açık, bedenini gözler önüne seriyordu. İnce beli, sıkı bacakları ile harikaydı. Masada kadın erkek herkes ıslık çalıyor, alkışlarla şarkıya eşlik ediyordu.

 

Mavi dansöz kıyafeti esmer tenine yapışmış, kollarındaki pırıltılar elbisenin dekoratifi gibi uyum sağlamıştı.

 

Düz saçları her bir hareketinde sağa sola çarparak yüzüne düşüyor, gülümsemeden dolayı saçları dudaklarına yapışıyordu.

 

Hiçbir şikayeti yok gibi duruyordu. Âdeta sahnede yeller estiriyordu. Bu durumdan memnun olan mimikleri işini keyifle yaptığının kanıtıydı.

 

Sıra bana geliyordu...

 

Son bir dakika!

 

Şarkı sonlara doğru hareketlemiş onunla birlikte Mahper'in hareketleri de hızlanmıştı. Bu demek oluyor ki son vuruşu yaparak sırayı bana takdim edecekti.

 

İçimin huzursuzluğu çoktan yüzüme vurmuş olmalıydı. Hiç yalandan gülücükler saçacak, sahte duruşlar sergileyemeyecektim.

 

Şarkı sona erdi.

 

İşte benim sıramdı.

 

Seyit abi mikrofona yaklaşarak Mahper için teşekkürlerini sunduktan sonra benim adımı sesledi.

 

Efşan Dora Timagur...

 

Adımdan bir kez daha nefret ettim. Sahneye çıkacak olmaktan tiksindim. Kendime bir kez daha lanet ettim.
Ne diye o gün Sertab'ın sözünü dinlemiştim ki!

 

Adımı duyan insanlar ellerindeki rakı bardaklarının altını masaya vuruyor, ıslık çalıyor, alkış tufanı ile pis ağızlarından ismimi sayıklıyorlardı.

 

Efşan Dora! Efşan Dora! Efşan Dora!

 

Bırakıp gitsem ne olur? Sanırım hayatımın sonu olurdu.
Evimi, iş yerimi bilen Baran dakikasında soluğu yanımda alır her şeyi tek tek abime anlatırdı.

 

Veyahutta abime zarar verdirirdi. Yapardı, yapacak kapasitede bir adamdı.

 

Parasını geri verip ben ayrılıyorum desem?

 

Ayrılmak için ancak ve ancak 10 yılı doldurmuş olman gerek. Sözleşmeyi unuttun mu?

 

Ayrıca para ile değil dans ederek buranın parasını ödeyip ayrılabilirsin!

 

Ayrılacaktır son istediği şeyi yerine getirip ayılabilirsin! Bu bir kahve içmekten sonu yatakta biten isteklerde olabilir! Baran paşanın keyfine veyahutta vicdanına kalmıştı her şey...

 

Yani kalan 6 yılın mahkumuydum ben.

 

Her şey o gece kızlar arasında eğlenerek, bir şeyler paylaştığımız zaman başlamıştı...

 

İsmimi daha yüksek bir tonda duymamla çıkan karmaşanın farkına varabildim. Daha fazla düşüncelere dalmadan kendime hazırlık anı bile sunmadan sahneye atladım.

 

Beni gören herkes ayaklanarak ıslık çalıp bağırmaya başladığında bomboş insanlara göz gezdirerek hafifçe eğilerek selam verdim.

 

Hemen hemen tanıdık yüzlerdi. VIP müşteriler bile vardı.
Burayı biz gibi dansçıları görmek için paraya boğan insanlardı.

 

Burdaki birkaç kız üstünde baskınlık kurmayı başarmışlardı ancak aynı şey benim için geçerli değildi.

 

Birçok kişi mektup, para, haber yollamışlardı onlarla yatmam için. Ancak sonu pekte iyi biten istekler olmamıştı bunlar.

 

Köşede hızlı adımlar ile kendini belli eden Mahmut, özel sandalyesinde oturan Baran'a haber getirmiş olmalıydı.

 

Gözlerim Baran'a değdiğinde bakışlarının bende olduğunu gördüm. Zaten bir an bile üzerimizden çekmezdi gözlerini.

 

Şuan da bile çekmiyordu. Mahmut acele acele kulağına bir şeyler fısıldarken bile sahneye -bana- bakmaya devam ediyordu.

 

Onun için işinden daha önemli bir şey yoktu. Düşünün şerefinden bile önemliydi bu işi...

 

Arka fonda şarkı çalmaya başladığında elini kaldırarak gitmesi için geriye salladı elini. Mahmut hoşnutsuz şekilde ilikli düğmesini açarak iki adım geriledi.

 

Ben ise şarkıya ağırdan uyum sağlamaya başlayarak bu işkencenin sona ermesi için içten içe dua etmeye çoktan başlamıştım.

 

Kollarımı kıvırarak, bileklerimi kıvıra kıvıra yukarı çıkarırken kalçamı ve belimi de buna uygun sallamaya başladığımda sesler yükselmiş dikkatleri üzerime çekmiştim.

 

Bacağımı havaya kaldırarak öne getirip kalçamı salladım ardından aynı şeyi sol tarafıma da yaparak hızla arkamı döndüm.

 

Belimi sallamaya ve kalçamı hareketlendirirken kollarımı iki yana açarak omuzlarım dahi buna ekleyerek kıvrak hareketler ekledim.

 

Sağ ayağımı öne çıkararak sola doğru kalçamı salladım ardından sol ayağımı kaldırıp aynı hareketi yaptım.

 

Karnımı içime çekerek vakumlar elde ederken göğsüm bir inip kalkıyor adeta şarkıyla bütünleşiyordu.

 

Kıvırcık saçlarımı toplayarak sırtımı insanlara döndüm. İki kere sağa giderek belimin kıvrımlarını göz önüne sererken şarkının vurucu kısmı ile kalçamı arkaya doğru salladım.

 

Şarkı yavaşladığında kendimi atik bir hızlılıkla yere atarak oturdum. İki elimim üstünde ayaklarımı yere sabitleyerek belimi havaya kaldırdım.

 

Şarkı hızlanmaya başladığında o şekilde kalçamı sallamaya başladığımda alkışlar kopmuştu.

 

Bir elimi yerden çekerek tek elimle yerden tutunurken bir bacağımın üstüne eğilerek kalçamı sallamaya devam ettim.

 

En sonunda iki dizimin üstüne oturup hafifçe belimi havada tutarken aynı kalça sallama işime devam ederken kollarımı kıvırarak belimi de kıvrımlar içine soktum.

 

Karnımı içime çekerek vakumları sağa sola hareket ettirirken ayağa kalkıp hem sahme etrafında hemde kendi etrafımda kalçamı ve göğsümü sallayarak dönerken hızlı adımlar sonunda bir elimi havaya kaldırarak dansı sonlardım.

 

Nefes nefese kalmış, terleyen yüzüme yapışan kıvırcık saçlarım her nefes alış verişimde süzülüyordu.

 

Alkışlar, bağrışlar çığrından çıkmış şekilde devam ederken Baran başını sahneden çevirmiş, insanların bana karşı bağrış ve isteklerine tek tek göz gezdirmeye başlamıştı.

 

Işıklar düzensiz şekilde alanı boğuyor, yüzüme vuran her bir renge karşı burnumu kıvırmam hislerimi ortaya seriyordu. Bu görüntüye daha fazla katlanamayacaktım.

 

Sahneden seri adımlar ile ayrılarak soyunmak üzere odama yönlerdim ayaklarımı. Tâki karşıdan gelen Baran'a kadar.

 

𝑻𝒊𝒑𝒊𝒏𝒊 𝒔𝒊𝒌𝒆𝒚𝒊𝒎 𝒔𝒆𝒏𝒊𝒏!

 

Adımlarım yavaşlarken onun yaklaşmasını beklemek üzere duvar kenarına geçtim. Saniyeler sonra dibimde duran ayakları onun uzun boyuyla karşımda durmasına izin verdim.

 

Elleri fiyakalı takımının iç cebinde sabit duruyor, her zaman ki gibi sakalları keskin yüz hatlarına endam katarken, koyu kahveleri ateşi andıracak bir biçimde benim heterokromi gözlerimde dolanıyordu.

 

Yüzüne uyum sağlayan hafifçe kemerli olan burnu dikkat çekmesini sağlayan bir unsurdu. Dolgun denilecek bir dudağa sahip olamasa da yüz hatlarına en uygun incelikte bir dudağa sahipti. Kaşları her doğulu gibi kalın ve şekilliydi.

 

Dudaklarını ıslatarak hafifçe araladığında konuşacağını anladım.

 

"Nasılsın?" cidden nasıl olduğumu göremiyor muydu? Hayır kesinlikle nasıl olduğumu, ne hissettiğimi biliyordu bunu yüzüne karşı söylemem için baskı yapmak üzere sormuştu.

 

Yalandan dahi gülmeyecektim!

 

𝑩𝒖𝒈𝒖̈𝒏 𝒚𝒂𝒍𝒂𝒏 𝒚𝒐𝒌𝒕𝒖!

 

"İyi diyelim iyi olsun. Sen nasılsın?" Sikimde bile değilsin!
"Şu ana kadar iyiydim." "Hm seni kötü yapan nedir?" sorumu soran dudaklarımda gezinen gözleri, gözlerimle buluştuğunda boğuk bir inilti şeklinde cevapladı beni. "Sen." Tabi ya ben? Bir dakika neden ben? çatık kaşlarımın altından şaşkınlığımı saklayamayarak "Anlamadım?" dedim.

 

Gözleri iki gözümde de dans ederken gözlerimi devirmemek için zor tuttum kendimi.

 

"Bu suratının hali ne?" "Ne varmış suratımda anlayamadım?" "Gülmüyor hiç." Doğru ya anlaşmada gün bitene kadar güler yüz şergilememiz gerektiği yazıyordu. "İçim dışıma yansıyorsa buna yapabilecek bir şeyim yok!" sanırım fazlasıyla aptal cesurdum bugün.

 

Elini cebinden çıkararak yüzüme yaklaştırdığında geri gitmek istesemde bu isteğimi durdurabildim o ise işaret ve başparmağını dudaklarımın iki kenarına koyarak "Gülümse" diye emir verdi kükrercesine.

 

Dudaklarımın kenarında duran elini ittirdim hızlı denen bir hareketle. Kaşları oynadığında sinirleneceğini anladım ama umrumda değildi.

 

"Sizler tatmin olacaksınız diye yüzümü palyaçoya çevirecek değilim!" gözleri dudaklarıma değip yeniden gözlerime baktığında alaylı bir gülüş kondurduğunda dudağına yapılı beyaz dişlerine kaydı gözlerim.

 

Kafasını hafifçe arkaya çevirdiğinde Mahmut hareketlenerek yanımızı terk etti. Başbaşa kalmamızı sağladığında ceketinin düğmesini açarak vücudunun rahatlamasına izin verdi.

 

"Seni bu kadar hırçın yapan ne? Söyle bana." bakışlarının aksine naif çıkan sesi rahatlamamı emreder gibiydi. Gözlerimi etrafta gezdirmeye başlamamla eliyle yürümemi işaret etti.

 

Emrine karşı gelmeyerek peşinden ilerledim. Ofis kapısını açarak loş karanlığa girmem için yolu açmıştı bana. İkimizde odaya girdiğimizde ardımızdan kapıyı kapatarak tahtadan olan dolaba ilerledi.

 

Şimdi silah çıkarıp alnına dayarsa şaşma!

 

Off kes!

 

Elinde bir bira şişesiyle arkasını dönüp bana yaklaştığında kapağını açıp dudaklarına değmesine izin verdi. Büyük üç yudum aldıktan sonra şişeyi bana uzattı.

 

Kafamı sallayarak içmek istemediğimi belli ettim. Lakin oturduğum yere yaklaşarak birayı dudaklarımın arasına yaklaştırdı. Üstünlük kurmaya çalışıyordu.

 

Cam şişe dudaklarıma değdiğinde dudaklarımı aralamak istedim ancak midem buna izin vermiyordu.
Çenemi narince tutarak dudaklarımı aralamam için sessizce tehdit etti. Tehditleri son bulan bir eylem değildi. Onun bir bakışı da emirdi, bir işareti de. Ve ben buna itaat etmek zorunda olan kölesiydim sadece.

 

Bir eli çenemde diğer eli bira şişesiyle dudaklarıma baskı uygularken yavaşça araladım dudaklarımı. Sarı sıvı boşluktan kendini atarak boğazıma yol alırken dudağımın kenarından bir damla kayarak çeneme yol aldı.

 

Gözleri akan sıvıya kaydığında elini yavaşça dudağımın kenarına sürerek ıslaklığı yok etti. Ardından gözleri gözlerime sabit dururken biradan birkaç yudum aldı.

 

Rahatsızlığımı saklamaktan yorularak gözlerimi kaçırdım. Bunu anlayarak karşımdaki sandalyeye bıraktı kendini. Sessizlik had safhadaydı.

 

Ancak gür sesi odayı doldurarak bu sessizliği sonlandırdı. "Derdin ne senin? Zamanında kabul ettiğin şeyleri şimdi neden yapmakta bu kadar zorlanıyorsun?" sustum. Yere bakarak sustum.

 

"Eskiden daha itaatkardın. Yoksa ailenin katilini bulmaktan vaz mı geçtin?" bu soruyla bakışlarımı ona çevirdim. Dakikalardır açmadığım ağzımı açarak "Bu seni ilgilendirmez" dedim.

 

İçten bir gülme yolladığında kulağıma ürkmeme engel olamadım. Yavaş yavaş gülmesi veda ederken yüzünde asılı kalan yarım gülümsemesiyle "En çok beni ilgilendiriyor. Unuttun mu onu bulman için sana para bahşeden benim!" son kelimesini dişlerinin arasından söylemişti.

 

"Bedavaya bir şey yaptığın yok ki. Emeğimle kazanıyorum ben o parayı!" "Emek mi?" kelimeyi tükürürcesine söylemişti adeta.

 

Ateş saçan gözleri bir zehir gibi bedenine de yayılmaya başlamıştı. Öfkesi dur durak bilir miydi bilmiyorum.

 

"Sen buna emek mi diyorsun?" "Sen yaptığın işe emek diyor musun?" hırçınlaşan bir deniz gibi dikleşerek "Efşan!" diye gürledi.

 

Kuruyan boğazımı yutkunarak yumuşatmaya çalıştım. O ise elindeki biradan uzun uzun içti. Sanırım ikimizde sakin kalmak için nedenler arıyorduk.

 

Sağ elini kaldırıp yüzüme doğru işaret parmağını sallayarak "Yarın kendine çeki düzen ver öyle gel! Senin bu çocukça hareketlerine katlanacak değilim! Ayrılmak istiyorsan o 6 yıl dolacak! Ha çok istiyorsan kapı orada, ancak sonuçlarına da katlanırsın!"

 

Hayır ağlamayacaktım.

 

Bir kez daha yutkunduktan sonra tüm cesaretimi toplayarak "Bir gün müsade et kafamı toplayabileyim." dedim. Elindeki biradan son yudumunu da aldıktan sonra biraz bana baktı. Saniyeler dakikalar gibi gelirken kafasını yavaşça sallayarak bu işkenceye son verdi.

 

Ayaklanarak kapıya adımladım kapıyı açtığım sıra da "Tarık seni bıraksın" cümlesi kulaklarıma çarptı. Omzumun üzerinden ona bakarak cevapladım.
"Kendim giderim." ve kapıyı kapattım.

 

Tuttuğum gözyaşlarım kendini bir tufan gibi dışarı bırakmış çaresizce akmasına müsade etmiştim.

 

Kıyafetimi değiştirmek üzere odama kendimi kapatıp alelacele burdan kurtulmanın isteği ile üzerimi yırtarcasına çıkardım. Pantolonu ve askılı tişörtümü giyerek gerçek benliğime kavuşmanın verdiği rahatlama ile çantamı alarak odadan dışarı adımladım.

 

.
.
.

 

♣️

 

Saat 22.33'ü gösteriyordu ayrıca 14 kere arayan abimin hiçbir çağrısına cevap veremediğimden kapının köşesinde eve girip girmemek arasında gidip geliyordum. Çok kızar mı diye düşünmeden edemiyorum.

 

Sonunda içimdeki küçük Efşan korkuyu yenerek elini vurmak için havaya kaldırmayı başarmış ve ard arda üç kere kapıya vurmuştu.

 

Dudaklarımı yerken içimdeki korkunun aslında beni terk etmediğini olduğu yere pursmuş olduğunu anladım. Kapı birkaç saniye sonra ardına kadar açıldığında gözlerimi 1.97 boylu abimin gözlerine çevirmeye cesaret edemedim.

 

Sonunda utanç akan gözlerimi abime çevirdiğimde altındaki siyah eşofman ve üstünün çıplaklığı ile karşılaştım. Boynuna dolayıp göğüs kafesine düşmesini sağladığı havlu ve kısacık saçlarına rağmen nemli olan başı yeni duştan çıktığını belli ediyordu.

 

Gözleri gözlerimle buluştuğunda keskin bakışları yumuşar gibi olsa da sanırım sadece ben öyle hissetmiştim.

 

Başıyla içeri geçmemi işaret ettiğinde ayakkabılarımı çıkararak eve adımladım. Çantamı vestiyere asarak arkamı döndüğümde kapıyı kapatarak bana baktı.

 

Birçok şey söylemek istiyor gibi bir hali vardı. Hatta kızmak, bağırmak tüm olanca gücüyle huzursuzluk çıkarmak istiyor gibi bakıyordu.

 

Lakin hiçbir şey yapmadı. Öylece mutfağa adımlayarak beni antrede yalnız bırakıp gitti. Ocağın yanma sesiyle gözlerimi kapatarak endişe akan sesimle nefesimi dışarı verdim.

 

Arka odaya giderek odamın kapısını açıp içeri adımladım. Üzerimi hızla çıkararak elime geçen siyah sütyen ve kilotu alarak dolabımı araladım.

 

Pijama takımlarımın olduğu alana yaklaşıp ne aldığıma bile bakmadan hızla kapağını kapatıp banyoya attım kendimi.

 

Küveti sıcak su ile doldurarak bedenimdeki son kalan parçaları da çıkarıp suyun sıcaklığına bıraktım kendimi. Bacaklarımı kendime çekerek başımı diz kapaklarımın arasına yaslayarak sıcak su ile gerilen bedenimi gevşetmeye çalıştım.

 

Kendimi çok kötü hissediyorum. Yıllardır buna katlandığıma inanamıyorum. Abime yalan söylediğime, insanların karşısına çıkarak yarı çıplak kıyafetlerle onları tatmin etmeye, peşime takılan insanlardan abime bile bahsedemeden tek başıma kurtulmaya çalıştığıma, Tarık'ın beni sevmesine...

 

Tarık...

 

Tarık Karyeli...

 

Yıllar önce karşılaştığım, onu gördüğüm andan beri beni sevdiğini bildiğim adam. Onu 4 yıl önce görmüştüm. O zamanlar 23 yaşında genç bir delikanlıydı. İşinde de, gönül işinde de en acemi olduğu yıllardı.

 

Ben ise on sekizime yeni basmış genç bir kızdım. Belki bir çocuktum. Aşk nedir, sevgi nedir bilmeyen saf salak bir şeydim işte. Abimden korkan, köşe bucak kaçan biri olduğumdan erkeklere tek bir adımla dahi yaklaşmazdım.

 

Annemlerin ölümünden bu yıla kadar abimi kaç gece kanlar içinde görmüş, kaç kere vücuduna dikiş atıldığına, hatta bazı günler öfkesinin kurbanı olduğuma şahitlik etmiştim. Bu yüzden korkuyordum.

 

Mesela abimden korktuğum kadar karanlıktan da korkarım. Geceleri abim birilerinden kaçıp saklanırken evi karanlığa boğardı. Bu karanlığın içinde acı dolu bağrışlar ile sabahı ederdik.

 

Neden bağırdığını anlamazdım ama çok korkunçtu. Oysa büyüdükçe anladım. Bıçak yaraları, parçalanmış bir yüz, çizilmiş bir vücud, kırık kol ve bacak...

 

Abim kavgacı biriydi. Bu yüzden bana da sevdiğim insanlara da aynı şeyleri yaşatır diye korktum keza şuan bile korkuyorum.

 

Tarık ise bunlara rağmen beni sevmiş, hep yardım etmek istemişti. Ancak bunları ilk zamanlarda yapamamış ben büyüdükçe o da büyümüştü.
Korkmuyordu artık kimseden ama artık çok geçti.

 

Bana gelirsek Tarık'ı hiç sevdim mi aşık oldum mu ona? Hayır.

 

İlk yıllarda çocukça bir hoşlantının ötesine geçmedi. Zaten büyüdükçe de ondan da yaptığı iştende, bulunduğum o ortamlardan da tiksindim.
Beni sevmesini de kabullenemedim.

 

Ancak o hâlâ beni seviyor, eğer ben istersem beni kurtaracağını her fırsatta yüzüme söylüyordu. Ama ben onu sevmiyorum. Onunla aynı şeyleri paylaşacak güçte hissetmiyorum. Ayrıca onu üzmekte istemiyorum. Hakikaten ben ne istiyorum?

 

Anne ve babana ne olduğunu öğrenmek istiyorsun!

 

İntikam istiyorsun! Adalet istiyorsun!

 

Yıllar önceydi, tam 11 yıl önce. Ben 11 yaşındayken anne ve babam canice öldürülmüştü. Abim 19 yaşındaydı o zaman. Ona geriye kalan bu ev ve bendim. Bana kalan da bu ev ve abimdi. Birbirimizden başka kimsemiz yoktu. O ve ben başka hiçkimse... hiçkimse.

 

Kapının tıklatılmasıyla nerde olduğumun farkına vardım. Ne ara ağlamıştım, saat kaçtı? Abimin sesi kapı arkasından yükseldi.

 

"Efşan iyi misin?" ağlamaktan cevap vermek istemedim. "Efşan içeri giriyorum." sesi endişeli ve haber veriyormuşçasına çıkmıştı kapının kulpunu tutmasıyla "Gelme! İyiyim." diye atıldım.

 

Yarıya kadar inen kapı kulpu açılmadan geri bırakıldığında kapının arkasında beni beklediğine emindim. Hızlıca bir duş alarak iç çamaşırlarımı üzerime geçirip, ayıcıklı pijama altımın üstüne lacivert askılı penye pijamayı üzerime geçirdim.

 

Havluyla saçımın kaba yaşını alarak aynanın karşısına geçtim. Buğulanmış aynayı görene kadar banyonun bu kadar buharlandığını anlamamıştım. Öyle ki dumanlar hâlâ gözüme çarpıyordu. Daha fazla burda durmak istemediğimden saçımı kurutmadan kapıyı açtım.

 

Tam tahmin ettiğim gibi abim kapının pervazına yaslanmış beni bekliyordu. Beni görünce dikleşerek baştan aşağı beni süzdü sanırım kendime bir şey yapmamdan korkmuştu.

 

Yeşil gözleri gözlerimde asılı kaldığında daha fazla dayanamayarak adımlamaya başladı. Tam dibimde durduğunda ellerini kaldırarak yüzüme yaklaştırdı.

 

Yara bere dolu olan ellerinden gözlerimi gözlerine çevirdiğimde anlamış olacak ki ellerinin rotasını saçlarıma yönlerdirdi. Saçlarıma canımı acıtmaktan korkuyormuşçasına narin ve yavaşça ellerken kendimi tutamayarak kalın beline ellerimi doladım.

 

Bu hareketimle derin bir iç çekerken benim gözyaşlarım çıplak bedenine çoktan bulaşmaya başlamıştı. Sırtımda hissettiğim kollar ile başım gövdesine daha fazla sindiğinde biçimli dudakları saç diplerimi bulmuştu.

 

Bir vakit öylece kalarak kollarımı bedeninden hiç ayırmadım. Abimde bıkmış usanmışa benzemiyordu.
Ağırca kendimi geri çekip yüzüne baktığımda elleri bu sefer yüzümü bularak gözaltlarımdaki yaşları narince sildi. Yüzümü tam sildiğinden emin olduktan sonra

 

"Daha iyi misin?" diye sordu. Zorlukla gülümsemeye çalıssam da dudaklarım bir milim bile oynamamıştı.
Kafamı yavaşça salladıktan sonra "Aç mısın?" diye sordu. Açlığımın tavan yaptığını midem sayesinde hatırladım. Karnımın guruldaması odayı doldurduğunda gülümseyerek "Tavuk göğsü kızartması ve pilav yaptım yanına da kola, seversin sen"

 

Sevdiğim şeyleri hatırlaması beni şaşırtsa da mutluluğu yüreğimde hissettim. Kıvırcık saçlarımı geriye atarak " Ben tabakları koyayım sende üzerine bir şey al bahçede yiyelim olur mu?" diye sordu.

 

"Tamam ben geliyorum hemen" diyerek dolabımı karıştırırken o da odamdan ayrılıp mutfağa geçmişti.
İnce bir yelek alarak dolabımın kapaklarını hızla kapatıp mutfağa geçtim.

 

Abim bahçe kapısını açmış çoktan eşyaları götürmüştü. Kalan tek şey yemek tabaklarıydı ama şimdi onları da bahçeye çıkarmıştı. Renklendirilmiş olan bahçeye biraz göz gezdirdikten sonra bir elinde içki şişesi bir elinde kola olan abimi görmemle masaya yaklaştım.

 

Üstüne hâlâ bir şey giymemişti bu beni rahatsız ederek "Giymeyecek misin bir şey?" diye sordum. Olası bir rahatlıkla "Hayır, neden?" diye sordu. Gözüm karşı taraftaki kızlardayken "Birileri seni izliyor da" diyip sandalyeme oturdum.

 

Sırıtarak karşı tarafa baktı ardından "Bende bunu istiyorumdur belki?" diyerek göz kırptı. Yüzümü buruşturup "Ööff abii!" diye inledim.

 

Kulaklarımı şenlendirecek o gülüşü bana bahşederken "Geliyorum" diyerek içeri adımladı. Ben bardakların birine kola birine içkiyi doldururken kısa kollu siyah badi ile karşıma çıktı. Bu beni gülümsetmişti.

 

"Oldu mu küçük hanım?" sorusuyla kıkırdayarak "Oldu hem de çok güzel oldu" dedim. Elimdeki içki bardağını kaparak midesine indirdiğinde kızgın bakışlarımı bir an olsun üstünden çekmedim.

 

Küçük masada karşıma geçerek otururken içki şişesini yanımdan almayı da ihmal etmemişti. Bardağına yeniden dolduracakken "Doldurmakla uğraşma dik kafana" diye bir öneride bulundum. Kafasını sallayıp bardağı bırakırken bende kolamdan bir yudum aldım.

 

Kızartmayı ketçaba değdirip dudaklarımla buluşturduğumda o da pilavından bir kaşık almıştı.
Yemek mideme iner inmez rahatladığımı hissettim ve birkaç ısırık daha aldım.

 

Abim içikiye yeniden kendini adadığında "Abi annemle babamı anlatır mısın?" sorumla şişeyi dudaklarından çekip "Nerden çıktı yine bu?" diye sordu.

 

Kızartmadan bir ısırık daha alırken omuzlarımı silkip "Çıktı işte bir yerden" dedim. O da kızartmayı midesine gönderirken "Yavrum bin kere anlattım" demesiyle kıkırdadım. O da gülümseyerek baktı bana "Hadi abi bir kerecik daha anlat" diye uzattım.

 

İçkiden bir yudum daha aldıktan sonra "Tamam, tamam kedi gibi miyavlama" diyerek oturduğu yerde dikleşti. Bende yemek yemeye devam ettim.

 

"Babam benim boylarımdaydı. Geniş omuzları, iri kolları, kalın bacakları vardı. Kısacık saçlarım ile ona oldukça benziyorum. Gözleri yeşildi yemyeşil" lafını kestim "Zümrüt yeşili..." diye döküldü dudaklarımdan.

 

Kafasını yavaşça sallayarak "Zümrüt yeşili" diyerek beni tekrarladı. "Zekiydi, çalışkandı, dediğim dedikti."
kıkırdadım "Aynı senin gibi" dedim gülümsedi. Gülümsedim.

 

"Annem senin boylarında kısa cılız bir kadındı. Dar omuzları, ince kolları, incecik beliyle fazlasıyla zayıftı. Aynı senin gibi" benim kelimemi kullanmasıyla gülümsemem daha da çoğaldı.

 

"Kıvırcık saçları bukle bukle dağılırdı. Gözleri...
O aşık olduğum gözleri... Biri yeşil biri mavi olan heterokromi gözleri... Biri orman biri okyanus aynı senin gibi" dediklerini kafama kazırken yeniden, tekrarladım fısıldar gibi "Benim gibi..."

 

"Ürkekti, şen şakraktı. Evimizin neşesiydi. Taki o güne kadar. O gün neşemizi söndürdüler. Bizim evimizden bir dağı bir de neşemizi çalıp gittiler." sona doğru sesi kısılırken içkiyi kafasına dikti.

 

Gözleri bende takılı kaldığında masanın üzerindeki elimi tutup yavaşça kırılgan bir şeyi elliyormuş gibi okşadı. "Sonra sen kaldın bana. Umut oldun, sevinç oldun, yaşam oldun. Senin sayende ayakta kaldım."
Zorlukla gülümsedim. Ağlamayacaktım...

 

"Gül artık Efşan. Gül. Tam 11 yıl oldu gül artık." sesi yalvarırcasına çıkmıştı. Gözlerim doldu dolacakken bende konuştum. "Yorulmadın mı? Yıllardır gece gündüz ne yaptığını bilmeden yolunu gözledim. Sen yorulmadın mı?" gözlerindeki sarsıntıyı gördüm.
O yorgunluğu iliklerime kadar hissettim.

 

Hayır, ağlamayacaktım.

 

Kalın uzun ellerini elimden kurtararak masanın üzerindeki sigarayı alarak aceleyle dudaklarına yerleştirip çakmağı alevledi. Derin bir nefesi içine çekip dumanları bağımsız bir yavaşlıkla havaya üfledi.

 

Konışmak istemediği zaman hep bunu yapıyordu. Sigaraya sarılıyordu. Şimdi konuşması için zorlasam kaçıp gidecekti. Kaçsın istemedim bu yüzden susmak en iyisiydi.

 

Tabakları toplamak için ayaklandığımda dikkatini çekmiştim. Dudağındaki sigarayı çekmeden "Bırak ben toplarım" dedi boğazdan çıkan bir sesle.

 

"Ben yaparım, otur dinlen sen." diyerek dikkatli bir şekilde sofrayı toplayarak makineye tek tek dizdim. Fazla bir şey olmadığından kısa bir zaman dilimimi harcamıştım sadece.

 

Tekrar bahçeye adımlarımı yönlerip soluğu abimin yanında aldım. Yıldızlara gözlerini dikmiş ne düşündüğünden bir haber kapının pervazından onu seyretmeye başladım.

 

Ne kadar da uzun zaman olmuştu yüzünü izlemeyeli.

 

İzlemesem daha iyi olacaktı çünkü gördüğüm izlerden yüzünü izleyemiyordum. Şuan birisinin ona sarılması gerek gibi duruyordu. Asla derdini benimle paylaşmaz kendi kendine hallederdi ya da halletmez kabullenirdi.

 

Abi özlemiyle yanıp tutuşurken bunu sonlandırmak için ona yaklaştım. Arkadan kollarımı boynuna sarmamla dikleşerek "Efşan?" dedi soru sorarcasına.
O kadar yabancıydı işte.

 

Yanağına bir buse kondurup "İyi ki varsın" dedim. Çaprazdan gördüğüm yüzünde bir hareket belirsin istedim, mimiklerini oynatsın istedim ama nafile.

 

Kollarını kaldırıp boynuna sardığım ellerimi tutarak önüne geçmem için yavaşça kendine çekti. Sessiz bir bakışmanın ardından "Geç oldu gidip dinlen." diyerek cevapsız bıraktı yine her şeyi. Yalnızlığı tercih etmişti. Zorlamanın bir anlamı yoktu. Kafamı bir kez salladıktan sonra odamın yolunu tuttum. Belki de yalnızlık bize gelen en iyi şeydi...

 

 

                                                                 ⏳

 

 

 

8 Ay Sonrası (Ocak Ayı)

 

 

"Dicle! Dicle diyorum!" dedemin gür sesi avluda yankılanmasıyla ördüğüm saçıma lastiğimi takarak hardal sarısı yazmamı başıma atarak hızlı adımlarla avluya çıktım.

 

 

Elinde tuttuğu tatlı kutusuyla yanıma yaklaştığında gülümseyerek "Hayde git ahıra da bir süt sağ da gel. Tatlının yanında güzel gider." dedi naif sesiyle.

 

Dudaklarım iki yana kıvrılırken "Hemen gidip gelirim sen geç içeri, donmuşsundur." diyerek hızlı adımlarla kabanımı almak için eve girdim.

 

Kar bu yıl fena bastırmış adım atılacak bir çukur bile bırakmamıştı. Her gün esen rüzgar çatımızı uçurmak için yeminli gibiydi. Şuana kadar dayanan çatı daha ne kadar dayanabilirdi bu hırçın rüzgara bilemiyorum.

 

Kırmızı, yer yer çiçekli, bileğime kadar uzanan entarimin üzerine siyah kabanımı geçirerek hardal sarısı yazmamı düzelttim. Evden çıkmadan mutfağa geçip süt sağmak için olan kovayı elime tutuşturdum.

 

Mutfağımız evimizin içinde değil avlunun sol köşesinde kalan kulübenin içindeydi. Bu durum beni biraz zorlasa da seviyorum ben evimizi. Ayrıca mutfak gibi ayrıcalıklı olan ahırımızda evimizden birazcık uzaktı.

 

Ha ahır demişken öyle fazla malımız yoktu: on beş inek on koyun iki de yeni doğmuş kuzumuz vardı. Hem beslenmemize yardımcı oluyorlardı hem de geçim kaynağımızdı bu ufacık mal. E biz iki kişiye de yetiyordu bu kadarcık mal.

 

Adımımı dışarı atar atmaz havanın soğuğu içime işlemeye başlamıştı çoktan. Allah'tan dünki kadar esmiyordu rüzgar vallah uçup götürürdü beni. Kar çıkıntısına zorlukla basarak karşımda duran ahırımızın kapısının önüne vardım.

 

Rüzgar aniden hızlanarak elimdeki kovayı yere boylatırken demir yeri elimi kesmişti. Çizilen elim ince bir şeriti andırır şekilde kanadığında acıyla yüzümü buruşturdum. Başımı havaya kaldırıp rüzgara kızar nitelikte "Ne oluyor Allah aşkına? Az uslu duramaz mısın sanki! Bak ne yaptın elime!" diye söylendim.

 

Acıyan elimi görmezden gelerek bacağımı aşan karları zorlukla geçip düşen kovayı elimin arasına sıkıştırdığım gibi ahırın kapısına vardım. Kapıyı açacakken yeniden başımı havaya kaldırıp "Uslu dur bu sefer olur mu? Dedem süt istedi yazık adamcağıza öyle değil mi?" konuşmamın ardından hafif uğultulu şekilde esen rüzgara göz devirip "Anlaşıldı bugün senin beni dinleyesin yok! Eyi sen bilirsin." diyip omuzlarımı silktim.

 

Ahır kapısı karlar arasında sıkışıp kalmış olsa da tüm gücümü kullanarak açmayı başarmıştım. Yazmam gözümün önüne düşerek görmemi engellese de hızla düzeltip "Açtım vallahi!" diyerek mutluluğumu belli etmiş oldum.

 

Kovayı alıp kendimi ahırın içine attım. Diğer ineklerden daha fazla süt veren sağlıklı ineğimiz olan Benekli'ye gülümseyerek "Benekli ben geldim. Haydi uslu dur da şu lezzetli sütünden azıcık alıp gideyim." diyerek usulca yanaştım yanına.

 

Huzursuzluk çıkarmayacağı aşikardı. Bu beni sevindirmişti. Elimi derisinin üzerinde azıcık gezdirdikten sonra eğilerek sütü sağmaya koyuldum.

 

"Aferin Benekli'me. Az daha sabret çıkıp gidecem zaten" kendi kendime konuşmak hep iyi gelmişti bana.

 

kova ağzına kadar dolduğunda ağırca yerimden kalkıp sırtını sıvazladım. "Hadi görüşürüz güzel kızım." Kovayı elimin arasına hapsederek yürümeye başladım.

 

Ahır kapısına varmamla boğazımdan kaçan korku iniltsi ile elimdeki süt kovası elimden kayarak yeri boyladı. Benimle birlikte hayvanlarda huzursuzlanmasıyla kargaşa çıkmıştı.

 

Karşımda gördüğüm adam direk bana bakıyor ve karnını tutarak ayakta kalmaya çalışıyor gibiydi. Yüzü gözü şiş, saçı sakalı birbirine karışmış, is gibi karanlık yüzünde tek beyaz kalan gözleri titrememe yetmişti.

 

Geri geri gitmeye başladığımda "Sakin ol ve sessiz ol" dedi güçlükle. Ama şuan ondan fazlasıyla korkuyordum. Bir adım atarak yaklaşmasıyla iki adım daha atarak geriledim. Acıyla yüzünü buruşturduğunda yaralı olduğunu anladım.

 

Güçlükle dudaklarımı aralayarak "Kimsin sen? Ne istersin benden?" diye sordum. Bakışları geriye kaydı ardından tekrar bana baktı "Telefon, telefon lazım bana" dedi. Telefon mu? Ne arar bu dağ başında telefon!

 

"Telefon neym yok bende. İlçeye var orda bulursun!" çıkan sert sesim sadece kendimi koruma iç güdüsüydü.
Acıyla yeniden yüzünü buruşturduğunda sert çıkan bir tonda "Bak! Benim üslerime haber vermem lazım. Halim belli yardım et bana!" dedi.

 

"Terörist olmadığın ne belli?" bunu der demez gözlerim yeri taradı. Hemen solumda duran taşı alarak "Var git yoluna yarmayım kafanı!" diye atıldım.

 

Bir adım daha attığında "Kal orda vallah akıtırım pekmezini!" diye yükseldim. Acıyla inlediğinde "Bana bak kızım akıllı ol ve bana yardım et! Peşimde tonlarca adam var ve ölmeden öğrendiğim bilgileri üslerime haber vermem gerek!" diye bastıra bastıra söyledi.

 

Hali hiç iyi gözükmüyordu. Her an bayıldı bayılacaktı. Ancak ona güvenemiyordum. Bugüne kadar birçok benzer vaka yaşamıştık ve hepsi de elimizde patlamıştı.

 

Arkadan gelen bir sesle dikkati dağıldığında hızla koşarak uzaklaşmak istesem de kolları belimi bulmasıyla korkuyla çığlığı bastım.

 

Yaralı olmasına rağmen güçlü kolları beni bırakmazken duyduğum şey "Benden zarar gelmez yardım et bana!" oldu. Kurtulmak için çırpınırken dirseğim yaralı bölgesine değmiş olacak ki acıyla inledikten sonra kolları gevşedi.

 

Hızla kollarının arasından kaçarken gördüğüm şey koskoca bedenin yere yığılması olmuştu.

 

İnleme sırası bana geçtiğinde korku bedenimi esir almıştı. Koskoca adamı devirmiştim. Acaba gerçekten de asker miydi? Bunu anlamanın bir yolu vardı o da dedeme haber vermekti. Koşarak evin yolunu tuttum.

 

Evin önüne vardığımda bağırmaya başladım. "Dede! Dedee!" dedem sesimi duyar duymaz avluda belirdiğinde endişesi yüzünden okunuyordu.

 

Nefes nefese yaklaşıp "Dede ahırın orda bir adam var! Yığılıp kaldı. Asker herhal üslerime haber vermem lazım telefon ver dedi" dedim bir çırpıda.

 

Dedem içeri girip dakikalar sonra elinde koca tüfekle çıktığında gergin bir sesle "Sen evde kal. Ben öğrenir gelirim" diyerek ahırın yolunu tuttu. Allah bilir neler yaşanacaktı...

 

.
.
.

 

Dakikakar sonra kapı gürültü ile çaldığında yazmamı başıma atarak kapıyı açtım. Dedem adamı sırtına almış eve getirmişti. Sanırım onun içine de bir kuşku düşmüştü. 𝒀𝒂 𝒂𝒔𝒌𝒆𝒓𝒔𝒆?

 

"Hele çekil ordan" demesiyle kenara geçip içeri geçmesini bekledim. İçeri geçer geçmez kapıyı kapatıp alttan üstten kitledim. Koşar adımlarla salona geçtiğmde dedem sedire yatırmıştı adamı.

 

Korku akan gözlerim sesime yansıyarak "Öğrenebildin? Kimmiş bu adam?" diye sordum. Yere oturmuş nefes nefese kalmış olan dedem boynundaki şalı çıkarıp "Hele bir su getir" demesiyle sürahiyi elime alarak bir bardak suyu doldurup verdim.

 

Yetmişlerinde olan dedem için fazlasıyla ağır olmalıydı adam. Ha birde kar mevzusu var tabi.

 

Dedem suyu içtikten sonra bardağı alarak elimde tuttum. Meraklı bakışlarıma bakan dedem eliyle karşı sediri gösyererek "Otur" dedi.

 

Dediğini yaparak oturdum. Nefesi hâlâ düzene binmemiş derin derin soluyordu. Gözleri adama kaydı ona bakarken "Asker herhal. İşkence çekmiş, ağır yaraları da var. Bir pansuman şart. İlçeye inip doktor getireyim desem" demesiyle hızla atılarak "Hayır! Yalnız bırakma beni!" dedim.

 

Bakışları beni bulduğunda "Korkma yavrum. Adam öldü ölecek ne zarar verecek sanki." diye sakinleştirmeye çalıştı beni.

 

E tabi yaralı haliyle bile ne kadar güçlü olduğunu bilmiyordu dedem...

 

"Cevdet'i getireyim desem adam teröre çalışıyor. Eğer asker ise anında haber uçurur. Çocuk genç, ölsün istemem" dedi. Bakışlarım adama kaydı. Bilinci kapanmış gibi değil de güzel bir rüyada uyuyor gibiydi.

 

"Ne yapacaz o zaman dedem?" sessizlik sardı. Biraz bir düşüncenin ardından bana bakıp "Hele kalk yatağımın altında olan telefonu getir." demesiyle şaşırarak "Ne yapacaksın onunla?" sorumla "Sen getir." dedi bastırarak.

 

Odasına giderek döşeği kaldırarak küçücük olan tuşlu telefonu kaptığım gibi salona geçtim. Elimdeki telefonu hızla alarak kırmızı tuşuna basılı tutarak açılmasına izin verdi. Telefonu az uzaklaştırarak gözünü kısıp bakmaya başladı.

 

Geçen bir dakika sonrasında aradığını bulmuş olacak ki yeşil tuşa basarak çalmasına izin verdi. Çalan telefon hiç açılmayacak gibiydi. Dedem telefonu kulağından çekip kafasını iki yana salladığında bir ses duyuldu
"Alo?" "Alo kimsin?" dedem hızla telefonu kulağına tuttu.

 

"Selamün aleyküm ben Uluduz köyünden arıyorum. Bir haberim olacaktı size." karşı taraf biraz dinledikten sonra "Dinliyorum amca." dedi.

 

"Zamanında kayıp bir askeri bulmuş sizlere haber etmiştim. 2013 yılı falandı. Bu telefon numarasını da o zamanın komutanı Albay Ahmet Çardam vermişti."

 

Evet o zamanları hatırlıyorum. 13 yaşında küçük bir kızdım. Şimdi ise 23 yaşında genç bir kızım.

 

Karşı taraf dinlemeye devam ediyordu. "Demem o ki ben genç bir delikanlı buldum. Otuzların da var ya da yok. Aradığınız bir asker falan varsa haber edeyim dedim." Karşı taraftan hararetli sesler yükselmişti.

 

Saniyeler sonra adamın sesini duyduk. "Amca biz birçok asker arıyoruz bir değil ki. Bana adamı tarif edebilir misin?" sorusuyla dedem hareketlenerek yüzünü sedirde yatan adama çevirdi.

 

"1.90'ların üstünde boyu var, esmer tenli, vücudu iri yapılı ancak zayıflamışa da benziyor. Saçı sakalı uzamış demek ki uzun zamandır buralarda."

 

Telefondaki yabancı ses uzun bir sessizliğin ardından "Amca öyle çok askerimiz var. Bana daha yapıcı bir tabir lazım. Boyu uzun, iri yapılı diyorsun Özel Hareket olması muhtemel. Şöyle yapalım adamı kontrol edin künye bulursanız veyahutta daha başka bir şey söyleyin" dedem kafasını bana çevirerek "Dicle bak bakalım." demesiyle çekingen bir edayla adama yaklaştım.

 

İlk önce künyesi var mı diye boynunu kontrol ettim ama ne yazık ki yoktu. Bu sefer giydiği pantolonu ceplerine hafifçe dokundum bunu yaparken çok utanmıştım. Ordada bir şey yoktu.

 

Dedem anlamış olacak ki "Yok hiçbir şey." dedi. İkisi konuşmaya başlamışken aklıma gelen şeyle adamın kolunu tutarak sıyırdım. Yara bereden başka bir şey yoktu. Bu sefer diğer kolunu tutup sıyırdım.

 

Evet tam da tahmin ettiğim gibi. Kolunda siyah bir kalemle yazılmış bir yazı vardı. Hızla hareketlenerek okumaya koyuldum. Bulmanın verdiği sevinç ile gülümsedim.

 

Dedem telefonu kapatmaya hazırlanmış "İyi o vakit ben bir şey öğrenirsem haber ederim." sesi kulaklarıma yansımıştı. Heyecanla atıldım "Dede dur! Buldum."

 

Dedem yüzünü bana çevirerek dikleşti ve "Dur oğul torun bir şey bulmuş" diyerek telefonu bana uzattı.
İlk defa telefonda hele bir de askerle konuşacak olmam beni hem heyecanlandırmış hemde tedirgin etmişti.

 

"Kolunda bir yazı var." diyebildim titrek denilebilecek bir sesle. Adam "Ne yazıyor?" diye sordu sabırla.
Hemen gördüklerimi okumaya başladım.

 

"Uraz Utku Alpagu, yaş 32, kan 0 rh pozitif yazıyor." okumamın sonlanmasıyla adamın sesi yükseldi "Evet! Buldum onu. Gaziantep'te bulunan Özel tim komutanı Yüzbaşı Uraz Utku Alpagu." sesinden sevinç akıyordu adeta.

 

Gülümseyerek dedeme baktım "Komutanmış dede asker abi buldu" dedim. Dedem hızla telefonu alarak "E asker oğlan ne yapacaz biz şimdi? Bu köydekilerin kayılliği olmaz. Nasıl saklayacaz biz bu komutanı?"
adam dedemi dinledikten sonra konuştu.

 

"Siz günlük yaşantınıza devam edin amca. Ben hemen komutanlarıma haber edip sizi geri arayacağım. Telefona bakar olun." diyerek telefonu kapattı.

 

Dedem cevap bile veremeden kapanan telefona şaşkınlıkla bakakalınca gülerek sedirde yatan adama baktım. "Demek komutanmış." dedim.

 

Dedem de adama bakıp "Esaslı oğlana benziyor. Fazlasıyla işkence çekmiş ama hâlâ hayatta. Bilirim ben oralarda nasıl işkence ederler." bu cümlesi tüylerimi ürpertmiş ve germişti beni.

 

Onu acı çekerken hayal edince içimdeki hüzüne engel olamadım. Ailesi ne kadar da merak ediyordur şimdi...

 

"Dicle kızım kalk ahırdan iki teş süt sağ da gel. İki gün evden adımımızı atmayalım. Askerden haber gelene kadar normal davran emi?" demesiyle ayaklanarak "Sen merak etme dedem. Ben hiçbir şey belli etmem."

 

Cümlem biter bitmez avluya çıkıp iki büyük teşti alarak ahırının yolunu tuttum. HIzlıca iki teşti ağzına kadar doldurduktan sonra eve geçtim.

 

Dış kapıyı kapatıp alttan üstten kilidi vurduktan sonra avlunun köşesinde kalan mutfağa geçtim. İki koca tencereyi alarak hızla salonundaki sobanın üzerine yerleştirdim. Sütleri boşaltarak kaynatmaya başladım.

 

Dedem ise komutanın üzerini değiştirmişti. Belki pansuman bile yapmıştı bilemiyorum. Komutan hâlâ baygın yatarken dedeme bakıp "Bir şey olmuş olmasın hiç kımıldamıyor" diye sordum endişeyle.

 

"Vücudu güçsüz düşmüş anca kızım. Geceye uyanır. Sen bunu düşüneceğine sütlere bakar ol bakayım. Taştı taşacak bak." demesiyle hızla arkamı dönüp kaynamış olan sütleri yere indirdim.

 

Cam şişelere dökmek içim mutfağa geçtiğimde hemen şişeleri çıkararak kepçe yardımıyla doldurmaya başladım. 10 şişe süt olmuştu iki üç gün içinde fazlasıyla yeterde artardı bile.

 

Buzdolabına yerleştirip mutfağı toplamaya koyuldum. Akşam yemeğim hazırdı zaten, dün gece yapıp dolaba koymuştum. Bir saatten de yemeği ocağa koyardım.

 

İşler bitince ıslak elimi mutfak havlusu ile kurulurken dış kapı çalmaya başlamıştı. Anında dikleşirken havluyu masaya atarak hızla eve koştum.

 

Salona adımladığımda kapı pervazını tutarak hızla "Kapıda biri var dede!" dedim. Korkum yüzümü ateş aldırırken dedem ayaklanarak "Sakin ol. Kapıyı aç ve dedem ilçeye kadar gitti de. Aman ha sakın ola bir şey belli edeyim deme!" diye uyardı.

 

Kafamı hızla sallayıp dış kapıya giderken dedem de arka odaya komutanı taşımak için harekete geçmişti.
Kapıya vardığımda saçımı, yazmamı düzelterek iki kilidi de açtım. Kapıyı yarı aralayarak kimin geldiğine baktım.

 

Köyün ileri gelenlerinden Kadim ağanın torunu Bolat'tı bu. Yerdeki gözlerini kaldırarak bana baktı. Kafa selamı vererek "Baba Habbab yok mu?" diye sordu. Kafa selamı vererek "İlçeye kadar indi. Ne zaman gelir bilmem. Sen deyiver diyeceğini gelince iletirim ben ona." dedim.

 

Siyah gözleri kahvelerimde fazla oyalanınca yazmamı tutup yüzüme çektim. O da biraz daha baktıktan sonra "İyi. Akşama tekrar uğrarım." diyince heyecanlı gözükmeden "Akşama gelmez. Sen deyiver işte ben gelince söyler yanına yollarım." dedim.

 

Ellerini cebine yerleştirerek "İki gün ilçe de ne arar Baba Habbab? Hem de seni bir başına bırakarak?" dedi üsteler nitelikte. Söylediği cümle beynime kan sıçratınca "Seni ilgilendiren konuları konuşursan eyi olur. Ne diyeceksen de demiyorsan da haydi Allah yolunu açık etsin!" diyerek kapıyı kapatmak için hamle yaptım.

 

Ancak elini kapıya koyarak kapatmama engel olunca korku kulaklarımdan duman olarak çıkmaya başlamıştı. Kapıyı ittirerek "Ne yaptığını sanırsın Bolat ağa!" diye çıkıştım. Ellerini havaya kaldırıp iki adım geriledi. Ardından "Yanlış anladın beni. Hemen celalleniyorsun sende. Demek istediğim bir sorunu varsa yardımcı olmak isterim." dedi.

 

"Elhamdülillah hiçbir sorunumuz yoktur. Dedem gelince yanına salarım haydi selametle!" diyerek kapıyı hızla kapatarak alttan üstten iyice kitledim. Sırtımı tahta kapıya yaslayarak derince nefes aldım.
Bela mıdır nedir? Neyse ki atlattım tabiki şimdilik.

 

İçeri geçerek dedeme seslendim "Dede." dedem arka kapıdan çıkarak "Kimmiş?" diye sordu. "Kadim ağanın torunu Bolat Ağa. Seni görmek ister, diyecekleri varmış sana." yeni fark ettiğim tozlu ellerini çırparken "Yarın gider öğrenirim. Bakalım neymiş derdi." dedi.

 

Ellerini göstererek "Sobayı mı yaktın?" diye sordum. Kafasını sallayarak "Askerin kaldığı oda soğuk. Isınsın evlat." dedi. Gülümsedim. "E hadi o zaman sen ellerini yıkayıver otur sofraya bende yemekleri ısıtıp getireyim." diyerek mutfağa geçtim.

 

Hızlıca dünden buzluktan çıkardığım yaprak sarması ve böreği çıkararak ocağa koydum. Onlar ısınana kadar çayı da koyup çatal ve kaşıkları da yer sofrasına dizdim. Hemen mercimek çorbasını da ocağa koyup yarım saate her şeyi hazır ettim.

 

Dedem ekmezsiz hiçbir yemeği yemezdi bu yüzden yazın yaptığım yufkadan iki tane alarak ısladım.
Her şey hazırdı. Tabakları sofraya dizdikten sonra oturarak dedeme baktım.

 

Ekmeği bölüp "Afiyet olsun, başla kızım" demesiyle bismillah çekerek çorbamdan birkaç yudum aldım.
Dedem yemeğe gömülmüşken konuşmaya başladım.

 

"Bu yıl şehre inecek misin dede?" ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra "İnerim. Ekin ekilecek bu yıl. Geçen yılın nadası tamamlandı. Bu yıl ekin ekilecek ki gelecek yıl yine nadas yapalım." kafamı sallayıp "Allah rızkı veriyor çok şükür" dedikten sonra yaprak sarmasından aldım.

 

"He öyle kızım. Araziler burada kuraktır. Allah razı olsun şu Emrah hocadan. Ne eyi etti de anlattı şu arazi usullerini. Yıllardır az uz demeden buğdayımızı alıp yemeğimizi, aşımızı yaparız." dedi minmet dolu sesiyle.

 

"İyidir Emrah hoca. Yıllardır yaban el demedi, bizleri hor görmedi çalışıp didindi bizler için. Benim okuma yazmamı da hiç yüksünmeden görev edindi kendine.
Yoksa nerde.." kelimenin sonunu uzatarak elimi salladım.

 

Dedem çayından bir yudum aldıktan sonra "İyidir iyidir de birde şu ağalara karşı gelmese çok daha iyi olacak. Hakikatlı çocuktur ancak bizim buralarda harcarlar çocukcağızı." dedi.

 

Derince bir iç çektikten sonra "Bizim başımızda şu cahil ağalar hüküm sürdükçe çok Emrahlar geçip gider bu diyarlardan." dedim.

 

"Benzerlerini yaşadık yaşamadık mı? Aha 4 yıl önce Serdar oğul aynı şekil uğraştı da başına gelmeyen kalmadı. Uğraşılmaz bunlarla." dedikten sonra kafasını salladı. Çorbamdan bir kaşık aldıktan sonra "Hele bir de terör kol geziyor ki yapacağımız hiçbir şey yok." dedim.

 

Bunu dedikten sonra arka kapının açılmasıyla arkamı dönüp baktım. Komutan ayaklanmış ağır ağır bize yaklaştı. Yazmamı düzeltip köşeye geçerken dedem ayaklanıp "Uyanmışsın. Ben gece ayaklanırsın diye düşündüydüm de pek bir kuvvetlisin maşaallah." dedi koluna girerken.

 

Ne olduğunu anlamıyormuş gibi bakarken gözü bana kaydı. Yazmamı tutup düzeltirken kaşları çatılmış şekilde bakmaya devam ederken "Ne bakarsın?" diye çıkıştım. Dedem sofraya uzatırken baba edasıyla gülüp "Yardım etmez sandın değil mi?" diye sordu.

 

Bakışlarını dedeme çevirip "Nasıl geldim ben buraya? En son bayıldığımı hatırlıyorum." dedi. Dedem omzuna babacan bir tavırla iki kere vurup "Bakma yaşlı olduğuma eski toprağım ne de olsa." dedi. Kafasını eğdiğinde teşekkür ettiğini anladım.

 

Dedem "Hadi kızım git süt ve cezveyi getir hele de midesi sıcak bir şey görsün" demesiyle hızla dediğini yaptım. Sütü cezveye koyup bir bardak aldım. Küçük bir kase de pekmez alarak içeri geçtim.

 

Cezveyi sobanın üzerine koyup pekmezi de ona uzattım. "Uzun zamandır bir şey yememişsindir diye düşündüm. Mideni yumuşatır." dedim.

 

Tabağı alıp almamakla kalırken sonunda eline alıp kaşığı daldırıp dudaklarına değdirdi. Dedem gülümseyerek ona bakarken "De bakalım kimlerdensin?" dedi. Elindeki kaşığı tabağa bırakıp "Desem de tanımazsın." dedi. Ukala!

 

Dedem çayından bir yudum aldıktan sonra "Tanırım demedim ki. Maksat sohbet olsun." deyip yeniden çayndan içti. Süt taşmak için hareketlenmişken bardağı tutup yükselen sütü son anda tutup içine aktardım.

 

Önüne koyup geri çekildim. Gözleri süte kaydığında içmek istemiyor gibi bir hali vardı. "Sevmez misin?" diye sordum. Gözleri bana değdiğinde "Yok, alerjim var." dedi. Dedem sesli gülünce bakışlarımız ona kaydı.

 

"Hele kızım adam terörden değil senin yüzünden ölecekti." dediğinde yüzünde hafif bir kıpırtı gördüm. Şaşkın bakışlarımla "Şimdi benim suçum oldu öyle hemi dede? Sen getir dedin unuttun mu yoksa?" dedim alelacele.

 

Yüzünde asılı kalan gülümsemeyle "De bakalım evlat ne yemek istersin?" diye sordu. Biraz durduktan sonra sofraya bakıp "Şu sofrayı günlerdir görmedim. Daha ne olsun." diyerek yufkaya uzanıp bir parça bölüp ağzına attı. Boş kaseyi alıp çorba doldurup önüne koydum.

 

"Bugün bunu iç yarın kemik suyu kaynatırım. Yaralarına iyi gelir." dediğimde kafasını sallayıp "Zahmete girmeyin." dedi. Gülümsemekle yetindim.

 

Dedeme yeniden çay doldurup köşeye kıvrılıp ikisine bakmaya başladım. Çorbası bitince "Doldurayım ister misin?" diye sormamla dedem atılıp "Hele deli kız ne sorarsın? Doldur tabağını!" çıkışmasıyla hemen doldurdum. Onunda bir itirazı olmadı zaten.

 

Yeniden içmeye başladığında kaşık sesinden başka bir ses yoktu odada. Ha tabi birde sobanın huzurlu sesi vardı.

 

"Adın Uraz Utku he. Türk soylu ismin. Anlamı da pek bir derin." dedi. Gözlerini dedeme çevirip dinlemeye devam etti.

 

"Uraz güç, kuvvet, cesaret demek. Utku zafer, başarı demek. Adının anlamını iyi taşırsın belli. Ancaak Alpagu ne demektir bilmem." diye sordu.

 

Gözlerim bu sefer ona kaydığında biraz durduktan sonra " Alpagu yalnız başına düşmana saldıran yiğit demektir beybaba" dedi. Dedem gülümsedi ardından "O zaman de bakalım sen saldıran mısın yoksa kaçan mı?" "Kaçmadığım kesin de senin adın nedir onu de bakalım." diye lafa daldı.

 

Çayından bir yudum aldıktan sonra "Pek bir numarası yok adımın. Baba Habbab derler bana. Habbab Orhon"
gülümsedi asker.

 

"Dost, sevgi anlamına gelen bir adın var. Öyle ki adını yaşatan nadir insanlardansın ancak Orhon ne demek bilmem?" dedi aynı dedem gibi.

 

Dedem acele etmeden "Büyük lider, üstün han anlamına gelir lakin bunu yaşatır mıyım bilmem." diyerek sobaya baktı. Komutan lafa girerek "Bu yüce gönüllüğün ve mütevaziliğinle yaşatırsın Baba Habbab"
deyince dedem elini göğsüne vurarak "Eyvallah" dedi.

 

Derince bir iç çektikten sonra ayaklanıp "Sohbetinize doyum olmuyor lakin toplamam gereken bir mutfak var." diyerek tepsiye dizdiğim tabak çanakları alarak mutfağın yolunu tuttum...

 

.
.
.

 

☃️

 

 

Akşam olmuş herkes odasına dağılmıştı ancak uykum yoktu bu yüzden pijamalarım ve iki yandan örgülü saçımla sobanın kenarında oturmuş yeri izliyordum karanlıkta. Hayat ne tuhaf şeydi böyle.

 

Geçmişimi düşünürken kapı açılma sesiyle dikleşerek kim olduğuna baktım. Komutan kapı pervazında belirdiğinde dikleşerek utana sıkıla baktım.

 

Beni görünce "Burda olduğundan haberim yoktu kusura bakma." diyerek geri gidecekken "Uyku tutmadı mı seni de?" diye sordum. Gitmeden kapı pervazında durarak "Hiçbir gece tutmaz" dedi. Sustum. Sustu...

 

Ayakta dikilmeye devam ederken "Niye yardım ettin?" diye sordu. Karanlıkta yüzümü seçebiliyor muydu bilmiyorum ama gülümsedim ardından "Şüphe." kelimesini deyip sustum.

 

Kollarını göğsünde bağlayarak hâlâ orda dikilirken salona ayak basmayacağını anlamıştım. "Şüphe. Şüphe insanı yer bitirir bilirim." dedi. Kafamı salladım "Eğer yardım etmeseydim çok pişman olurdum." diye ekledim. Sustu. Sustum.

 

"Ailen var mı?" diye patavatsızca bir soru sordum. Eminim cevap vermeyecekti. Aradan geçen zamandan konuşmayacağını anladığımda kısık sesi kulağıma doldu. "Var. Annem ve kız kardeşim var." saniyeler sonra ekledi "Babamı çok genç yaşta kaybettim."

 

Başımı ona çevirdim "Allah rahmet eylesin." dediğimde kafasını bir kez eğdi. Susma sırası bendeydi. Ondan daha fazla susmuşken hâlâ gitmiyordu. Konuşacağıma emindi. Yutkunduktan sonra karanlıkta beliren sobanın kırmızısına gözlerimi dikip "Bir anne bir baba dört abi bir de abla kaybettim." dedim. Sustu.

 

Elimdeki küçük çubuğu eski halıvilekste dolandırırken kapının ucuna oturarak sırtını kapıya yasladı. İkimizde bunlardan konuşmak istemiyorduk. "Sevdiğin var mı?" diye sordum. Kısık gülüş sesi kulağıma doldu.

 

"Bekleyen sevgili yok yani?" dedim. Boğazından çıkan bir mırıltıyla "Hmm" dedi. O sordu bu sefer "Var mı sevdiğin?" gülme sırası bendeydi.

 

"Buralarda nerdee.. Lakin yıllar önce vardı ancak olmadı." dedim. "Neden diye sormayacağım." dedi.
Yarım bir gülüşle gülümseyip "Anlamak için zeki olmaya gerek yok değil mi?" diye sormamla "Maalesef."
dedi.

 

"Peki senin neden yok? Korktuğun için mi yoksa sevdinde elinden uçup gitti mi?" diye sordum. Başını da kapıya yaslayarak "Ne sevdim ne de korkuyorum. Seven yok." cümlesiyle kıkırdadım. "Çapkınsın o vakit?" dedim. Başını bana çevirip uzunca baktı.

 

"Ne o bildim mi?" "Çapkın olduğumu nerden çıkardın?"
"Asker değil misin?" dememle dikleşip iki elini birbirine vurarak "La havlee! Bundan kurtulamayacak mıyım?" diye söylendi. "Celallendiğine göre sorun bu" diyerek gözlerimi ona çevirdim.

 

"Sayılır" diyerek yeniden başını kapıya yasladı. Ortamı yeniden sessizlik bürüdüğünde dayanamayarak "Ellerinden nasıl kurtuldun?" diyerek örgülü saçımı arkaya attım. Kafası hâlâ kapıya yaslıyken sağa çevirip öylece baktı. Sobanın yanarken ışığı yanıp yanıp sönüyor keskin yüz hatları da onunla birlikte gözlerime çarpıp kayboluyordu.

 

"Öyle kolay olmadı. Dört ayımı aldı." demesiyle tüm yönümü ona çevirdim. "Çok canın yandı mı?" sorumla karanlıkta olmamıza rağmen kaşlarının çatıldığını gördüm ya da bana öyle geldi. "Bilmek istemezsin."

 

Kestirip atmıştı. Tabiki benimle acısını paylaşacak değildi ama meraktı işte. "Her zaman dik durmak zorunda değilsin Uraz abi. Sen de etten kemikten bir insansın. Bazen yıkılmakta gerekir. İnsanın doğası budur çünkü." diyerek ayaklandım.

 

O da benimle birlikte ayaklandığında karanlıkta dahi parlayan kehribar gözlerine baktım. Gitmeden evvel "Bazen insan sevse dahi kaybetmemek üzere sevmemiş gibi yapar sevmek zararlıymış gibi. Asıl zararın yaptığı şey olduğunu anlamadan. Sevmekten korkma. Şimdi de yalnızsın sevince de yalnız kalsan ne değişecek sanki?
İnsanlar mutlu olmamaktan korkuyor. Boşver mutsuz olun, hayat öyle de böyle de geçmiyor mu sanki? Sevsen de sevmesen de buluştuğun yer ölüm değil mi?" diyerek odama adımladım ne düşündüğünü bilmeden...

 

 

Uzun bir bölümdü. Umarım keyif aldığınız, kitabın içinde hissettiğiniz bir bölüm olmuştur.

 

 

Yorumlarınızı çok merak ediyorum.

 

 

Kaynaştığımız, bir şeyler paylaştığımız bir dünya olur umarım "RAKKAS" dünyası.

 

Emeklerimi göz önünde bulundurarak bir değerlendirme yaparsanız minnettar olurum.

 

Hepinize şimdiden çok teşekkür ederimm <3

 

Son bölüme kadar duyacağımız o sözü buraya yazarak kaçıyorum.

 

"Cehennem her zaman iki kişiliktir."

Loading...
0%