Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm

@runarhez

Selamlar.

Çok yoğun uzun bir bölüm bekliyor sizleri, lütfen dinlerenerek okuyun.

Umarım sıkılmazsınız.

Satır aralarında güzel yorumlarınızı bekliyorum.

Bölüm Şarkıları:

Melike Şahin - Nasır
Milat - Sormayın Halimi
Emre Aydın - Bu Kez Anladım

 

"Ayağını kaldırdığında değildi, ayağını o mayına bastığındaki andı aslında ölüm."


........

 

25 Şubat 2023 (9. AY)

 

Efşan Dora Timagur'un Ağzından

Yağan kar kaçıncı dakikasında şiddetlenmişti bilmiyorum. Gözümün önüne çarpan karlara gülümseyerek baktığımı yeni yeni farkediyordum. Elimi yağan kara tutarak avucumun içine dolan karı üfleyerek geri yere düşmesini sağladım.

Bu yüzümdeki gülümsemeyi çoğaltsada beynimde dönen senaryoları unutmama yardımcı olmuyordu. Geceyi bir mağaranın içinde geçirmiş olmanın tedirginliği vücudumu sarmalamış, bedenimin kasılmasına yol açmıştı. Her an Faruk veya Zara karşıma çıkıp beni götüreceklermiş gibi hissettiriyordu.

Yavaş yavaş doğan güneş ısıtmaktan çok aydınlatmaya yarıyordu. Karanlıkla aydınlık arası oluşan bu hava ve derin sessizlik huzurlu hissettirmişti. Bunu es geçemeyerek dahası uyuyamamanın da getirdiği sıkıntıyla mağaradan dışarı adımlamayı akıl etmiştim.

Her zaman yaptığım gibi bir kaya parçasını çırparak soğuk kayaya oturdum. Bedenim beklediğimden daha çabuk bu soğuğa alışmış, bağışıklık kazanmıştı. İzmir kızı olarak bu kadar soğuğu hayatımda sadece gittiğim tatillerde görmüştüm. Yazı sevdiğim kadar kışı da severdim. Bu kışı esir düşmüş, perişan bir şekilde, dağlardan kaçmaya çalışarak değilde tatile gelmiş, daha çok turizm amaçlı değelendirmeyi ne çok isterdim.

Esir demişken bacağıma aldığım yaranın aslında ne kadar derin olduğunu her ne kadar bana söylemeselerde biliyorum. Biraz daha bacağımda durmaya devam ederse bacağımın kesileceğini ya da bir daha eskisi gibi kullanamaycağımı da biliyorum.

Sanki bunu biliyormuşçasına sızlayan bacağıma acı dolu, burukça bir gülümseme yolladım. Belki de bu onu son hissedişimdi. Vücudumdaki yerini son defa koruyordu kim bilir? Her şeyimi kaybederken vücudumdan bir uzuvda kaybedeceğimi tahmin edemezdim. Kimse edemezdi.

Tek bir gecede hayatım altüst olmuş, tek bir gecede kıyameti yaşamıştım. Böyle oluyormuş, dışarıdan gördüğümüz insanların hayatı da böyle tek bir gecede mahvoluyormuş işte. Geriye dönüp deseler asla inanmazdım bunları yaşayacağıma.

Abim nasıldı acaba? Beni merak ediyor muydu, özlüyor, arıyor muydu? En kötüsü ise bunları yapabilmesi adına yaşıyor muydu?

Duyduğum ayak sesiyle irkilip düşüncelerden sıyrıldığımda yanımda ellerini beline yerleştirip başımda dikilen komutanla göz göze geldim.

Ne düşündüğü belli olmayan, hiçbir duygu barındırmayan kehribarları bir süre sonra karşıya çevrildiğinde bende bakışlarımın yönünü değiştirdim.

Onun konuşmayacağını anladığımda bunu ben üstüme alarak "Kaçtığımı mı sandın?" deyip cevaplamasını beklemeye koyuldum. Duruşunu bozmadan karşıyı seyretmeye devam ediyordu. Bir an hiç konuşmayacağını sansamda benim sorumdan bağımsız konuşmayı tercih etmişti dudakları.

"Nerelisin?" uzatmayarak cevaplamayı tercih ettim. "İzmir." Duyduğu şehir ona ne hissettirdi bilmiyorum ama gözleri üzerime değip geçmesi az da olsa beklemediği bir yer olduğunu belli etmişti.

"İzmir'den burası şaşılası şey. Senin gibi genç bir kızın bulaşmış olduğu şeyi merak ettim açıkcası."

gözlerimi cümlelerine karşına ona çevirdiğimde bir şeyler anlatmamı istediğini anladım.

"Bulaştığım bir şey yok. Neden burda olduğumu bende bilmiyorum." diyerek ucunu açık bıraktım. Alaylı gülümsemesinin ardından

"Neden burda olduğunu herkes bilir. Bir terörist bile."

son cümlesini söylemeden önce bakışlarını gözlerime çevirip bir kaşını kaldırmıştı.

"Demek ki ne bir asker, ne de bir teröristim. Ben deli miyim de buralara geleyim, neden hayatıma yüz çevireyim?" diye söylendim.

"İşte onunda cevabını ben değil sen diyeceksin? Neden geldin buraya?" diyerek üsteleyeceğini sesinin sertliğinden anladım.

Sakin kalmaya çalışarak "Bakın, benim hakkımda neler düşünüyorsunuz bilmiyorum. Dediklerimin sizin için havada kalacağınıda anladım. Bu yüzden ne siz sorun ne de ben cevaplayayım. Madem bir yere götüreceksiniz bunları orada konuşalım." diye içimdekileri döktüm.

Cümlelerimin sonunda ellerini ceplerine yerleştirip ayaklarının yönünü değiştirdiğinde "Dediklerim senin iyiliğin adına. Kendini kaptırdığın hayatın, ayaklarına pranga olupta işkence etmesini istemem. Hayatının baharında yanlış dolu bir hayata veda etmek herkes için ağır olurdu." sözlerini sarf etti kulaklarıma.

Beni kaç yaşında sanıyordu bu adam? On dört falan mı? İki lafından biri gençsin, şöylesin, böylesin. Beni sinirimle başbaşa bırakıp çekip gitmesi ayrı bir krizdi.

Zaten canım sıkkın birde bana inanmamak için ayak direten bu komutanla uğraşıyordum. Timdekiler buna nasıl katlanıyor diye düşünmeden edemeyeceğim.

Gitmesinin ardından timdekiler tam teçhizat sıraya dizildiklerinde burdan ayrılmaya az bir vakit kaldığını anlamıştım. Herkes ciddi bir şekilde komutanlarına sayım yapıyorken ilk defa bir timi böyle yakından seyrettiğimi fark etmem zaman almamıştı.

Helikopterin gürültülü sesi hepimizin odağını gökyüzüne çevirdiğinde yavaşça oturduğum kayadan ayaklandım. Yürümek için adım atmaya çalışmak artık zor değil imkansızdı nerdeyse. Tabiki pes etmeme neden değildi. Yavaşta olsa adım atabiliyordum tabiki sonunda delirtecek gibi olan acısını saymazsak.

Ben yürümeye çalışırken helikopter çoktan kendine yer ayarlamış inişini tamamlamıştı. Önce teslim olan teröristleri helikoptere bindiriyorlardı uzaktan gördüğüm manzara buydu. Sonrasında binen bir asker gözleriyle dışarıyı süzdükten sonra benim olduğum tarafa baktı.

Bir şey söylemiş olmalıydı ki komutan da başını benim olduğum yere çevirmişti. Bu durum bedenimin kasılarak gerilmesine neden olmuştu. Bu korku yürümem için beni harekete geçirsede acıya dayanıpta bir adımdan ötesine geçirememişti.

Hemen ardından yanımda beliren Uraz komutan beni taşımak için hamle yapmıştı ki elimi havaya kaldırıp durmasını işaret ettim. Dikleşerek gözlerime baktığında "Ben kendim halledebilirim." dedim.

Düz bakışlarından yine bir şey anlayamasam da dediğimi onayladığını anlamıştım. Bir adım atmamla ayaklarımın yerden kesilmesi bir olmuştu. Ufak bir çığlık ile ona tutunduğumda sinirle "Kendim hallederim dedim!" diye çıkıştım. Yürümeye devam ederken "Sağır değilim duydum." dedi.

Geldiğimiz helikopterin önünde durduğunda, pervanelerin hızı ürkmeme neden olmuştu. Ayrıca ikimizden başka kimse kalmamıştı helikoptere binmeyen. Ceketini bana vermiş olan iri yapılı asker beni kucağına almak için eğildiğinde, beni alması için yukarı doğru kaldırdığında zorluk çıkarmamaya karar vererek kollarımı onun boynuna sardım.

Hiç zorlanmadan yukarı çektiğinde artık helikoptere binmiştim. Benim ardından Uraz komutanda bindiğinde verilen bir onayla kapılar kapanmıştı.

Hâlâ askerin kucağında olmanın verdiği utançla etrafı süzdüm. Yavaşça yere bırakmasıyla havalanmanın verdiği korkuya alışamadan gözlerimi sımsıkı kapadım. Yeni maceralar beni bekliyordu. Yeni şehir, yeni depo, yeni sorgular beni bekliyordu.

Değişen tek şey sorulan soruların cevabının karşılığında işkence çekmeyeceğimdi. Bu da benim için fazlasıyla bir artıydı. Belkide bundan sonraki durağım evimdi. Askerlerin yardım edeceğinden emindim.
Beni yüzüstü bırakmazlardı bundan da eminim.

Birkaç dakika sonra kulağıma dolan kıkırdamalar ve fısıldaşmalar dolmaya başladığında gözlerimi açmaya karar verdim. Göz kapaklarımı yavaşça araladığımda tüm timin gözleri benim üzerimde olması şaşırtmıştı.

Göz göze geldiğim ince yüzlü olan bir asker sırıtarak yanındaki Lazoğlu denilen askere vurduğunda ne olduğunu hâlâ anlayamıyordum. Korkunun beni afallatması beynimdeki hücrelerin de yok olmasını sağlamıştı sanki. İnce yüzlü olan asker gözlerini koluma doğru yön değiştirdiğinde çatılan kaşlarım ile bende bakışlarımı o yöne çevirdim.

Gördüğüm manzara ile gözlerim faltaşı gibi açıldı. Uraz komutanın elini sımsıkı tutmuş olmanın verdiği utanç ayrı, elini kanatmanın verdiği utanç ayrı bir şekilde yanağımı kızartmaya yetmişti. Uzun tırnaklarım canını yakmış olduğu gerçeği daha çok canımı sıkarken hızla elimi elinin hapsinden kurtararak "Çok özür dilerim, çok çok özür dilerim. Fark etmedim, nasıl oldu anlayamadım. " diye hızlı hızlı kendimi açıklamaya çalışıyordum onun sert bakışlarının ardından.

Ağzından tek bir kelime bile dökülmezken bakışlarının altında ezildiğimi hissettim. Elini kucağına çekip saliselik bir bakış attıktan sonra "Bir dahakine eline koluna sahip çıkarsan sorun olmaz." diyerek utancımı çoğaltmaya yemin etmiş gibi sert bakışlarını görmezden gelemedim.

Elimi avuçlarımın içine sıkıştırdığım gibi sırtımı ona dönmek için hamle yaptığımda acıyan bacağımla karşılaşmam birkaç dakika sonrasında bir sürpriz olmuştu. Yüzümü buruşturmamak için çaba sarf etsem de buna engel olamamıştım. Hâlâ sızlıyor olması iyi bir şey miydi yoksa kötü bir şey miydi bilemiyorum.

İç sesimi duymuş gibi bana cevap veren Pilotla bakışlarım kesişmiş, dudaklarım zorlukla iki yana kıvırılmıştı. "Hâlâ sızlıyor olması güzel. Birkaç saat daha dayan, halledeceğiz bu bacağı. "

Onun yüzündeki gülümsemesi benim gülümsememle genişçe bir hâl aldığında dudağının kenarında oluşan gamzeye kaydı gözlerim. Derin çukur ona estetik bir güzellik kattığında, ne kadar da çok yakıştığını fark ettim. Hafif uzamış saçları, koyu kahveleri, orta kalınlıktaki siyah kaşları, küçük yapılı burnu yüzüne ne kadar da uyumluydu.

Onu uzun uzun süzdüğümü anlayan çaprazımda oturan küçük yüzlü kadın asker hareketlendiğinde başımı hızla yere eğdim. Kimseden ses çıkmıyordu. Herkes sessiz sessiz varacağımız yeri bekliyordu.

Uslu durmak istemeyen birileri de vardı tabi. Bu görmezden gelinebilecek bir durum değildi. Hiç durmadan yanındaki askerlere sataşan Lazoğlu istediği tepkileri alamayınca bu sefer komutan olduklarını tahmin ettiğim iri kıyım adamlara bulaşıyordu.

Bana ceketini vermiş olan asker onu öldürmek istercesine bakarken bu onun umrunda bile değildi. İnce yüzlü olan asker de onu yalnız bırakmayıp hareketlerine eşlik ederken susamış olacak ki su matarasını çıkarıp yudumlamaya başladığında dudaklarımın ve ağzımın kuruduğunu hissettim.

Gözlerimi su matarasından kaçırsamda dudaklarımı birbirine bastırma ihtiyacı hissederek su isteğimi bastırmaya çalıştım. Benim bu hallerimi fark etmiş olacak ki matarayı bana uzatarak "Susamışsındır, iç biraz." dediğinde bir mataraya birde gözlerine baktım.

İçimden bir ses almam için yalvarsa da beynimdeki sesi kullanarak başımı iki yana salladım. Gözleri gözlerimden ayrılmazken kaşlarını kaldırarak "Hadi" demesiyle ince bileğimi ona doğru uzattım.

Matarayı çekip dudaklarıma yerleştirdiğim gibi hızla birkaç yudum aldım. Suyun hepsini bitirmekten çekinerek dudaklarımdan ayırabildim matarayı. Dudağımın üzerinden kaçıp gitmek isteyen su damlasını dudağımı emerek buna müsaade etmedim.

Kolumu yeniden ona uzattığımda çekingen ifademi koruyarak "Teşekkür ederim" deyip nezaketimi gösterdim. Başını bir kez eğerek cevapladı beni.

Herkes kendi halindeydi. Bir asker helikopterin en köşesine geçmiş elindeki Kuran'ı Kerim'i okuduğunu gördüğümde burukça gülümsemeden edemedim. Rabbine şükürlerini sunuyor olması ne güzeldi.

Karabatak da yanında oturmuş bir şeyler okuyordu ancak o normal bir kitap okuyordu. Aramızdaki mesafeden dolayı ismini okuyamamıştım. Kadın askerler sohbet ediyorken bana ceketini vermiş asker gözlerini karşıya dikmiş bir şeyler düşünüyordu.

Yüzü ince askerle Lazoğlu da güle oynaya bir şeyler anlatıyorlar, kendilerinden geçiyorlardı. Ama hepsinden önce gözlerimin hapsine girmiş olan kişi Uraz komutandı. Dalgın bakışları cebine giden eliyle son bulsada bir şeyler düşündüğü barizdi. İç cebinden çıkardığı mendile dikkat kesilerek derin bir nefes çektiğinde içine kaşlarım çatılmıştı.

Sevdiği mi vardı? Hiçte öyle biri gibi görünmüyordu. Gözlerim istemsiz olarak mendilin üzerindeki yazıya kaydığında U.A yazan harfleri okudum. Sevdiği kız isminin baş harflerini işlemiş olmalıydı.

Bu bakışların, iç çekişlerin başka bir açıklaması olamazdı. Özlem dolu bakışlardı bunlar nerde görsem tanırdım. Öylece onu süzerken mendilden kaldırdığı başıyla gözlerimiz kesiştiğinde nerde olduğunu yeni farkediyormuş gibi dikleştiğinde bakışlarımı kehribarlarının esirinden kurtararak önüme döndüm.

Ne diye insanları süzüyorsam zaten!

Ne kadar geçmişti bilmiyorum ama öğlen sıcağı yavaştan yeryüzünü kafes içine almıştı. Dışarısının sıcak olduğu muamma olsa da güneşin sıcaklığını hissedebiliyordum. Yolda birkaç saat geçmiş olmalıydı.

Helikopterin içini cızırtılı bir ses kapladığında şu cümleleri duydum. "Gölge Timi görev yerini kazasız belasız geri bırakmış bulunuyoruz. Helikopter Gaziantep Küplüce sınırlarına girmiş bulunmakta. Geçmiş olsun." herkes duyduklarının ardından gülümseyerek birbirlerine baktı.

Geçmiş olsun dileklerinde bulunurlarken yüzümdeki gülümsemeye eş değer bir mutlulukla gözlerimin kesiştiği ilk kişiye "Geçmiş olsun." diye atıldım. Yüzü daha olgun olan, sarışın asker kız mesafeli bir bakışla "Sağol." dediğinde burukça gülümsedim.

Beni vatan haini görüyorlarken onlarla aynı sevinci paylaşmaya çalışmam ne kadar doğruydu bilmiyorum ama kendim gibi olmaktan da hiçbir şey kaybetmezdim. Helikopter inişe geçtiğinde sabahki olanların aynısını yaşamamak amaçlı ellerimi kirli, parçalanmış elbiseye kenetleyerek gözlerimi kapattım.

Birkaç saniye sonrasında helikopterin ayakları toprağa sabitlenmiş, pervaneleri durmuştu. Kapılar inmek için iki yana açıldığında mutlulukla evine dönmüş olmanın hızlılığı ile tek tek helikopterden iniyorlardı.

Şuan tek sorun benim burdan nasıl ineceğimdi? Yeniden komutanla yüzyüze gelmek istemiyordum. Yaptığı iyiliği burnumdan getirmek için hiç gayret etmese bile tek bir bakışıyla pişman olmamı sağlıyordu. Beni görmezden gelerek helikopterden indiğinde içimdeki rahatlamayı tarif edemezdim.

Beni burdan indirecek elbet bir yardımsever vardır. Vardır öyle değil mi? Esirler bile tek tek indirildiğinde bir ben kalmıştım koca helikopterin içinde. Sanırım bir yardımsever çıkmayacaktı içlerinden.

Kendimden başka kimse yardım edemezdi bana. Bunu bilmenin ağırlığı ile acıyan bacağımı umursamadan ayaklandığımda elimi parçalayan bu acıya lanet ettim. Tek bacağıma yüklenerek zıplayarak uca kadar gelmeyi düşünsemde pekte mümkün durmuyordu.

Başarabilirdim. Düne kadar hiçbiri yanımda değildi ve ben bunu bilerek hareket etmeliydim. Bu bana içten içe cesaret verdiğinde bacağımı sürükleyerek helikopterin kapısının önüne kadar geldim. Acıdan kan ter içinde kaldığıma yemin edebilirdim.

Tutunduğum metal yeri ezmek istercesine sıktığımda "Nasıl ineceğim ben burdan?" diye kendi kendime konuşurken beni duymuş olduğunu belli eden Lazoğlu Laz ağzıyla "Atlayacasun bacum. Ama ben size bir paraşüt de bulabilurum." diye söylendiğinde koluna vurulmasıyla susmuştu. Demek bu yüzden ona Lazoğlu diyorlardı. Benim düşüncelerimden bağımsız bir ses ise odak noktam olduğunda kim olduğuna baktım. İnce yüzlü asker bir adım yaklaşarak "Ha inemiyorsanız" deyip kolunu helikoptere dayayarak elini başına koyarak çapkın bir bakış ve sesiyle devam etti "Ben yardımcı olabilirim."

Kaşlarım şaşkınlık edasıyla havalanarak ne diyeceğimi bilemezken kollarını beni almak için havaya kaldırıp yaklaştırdığında gür bir ses "Gürkan!" diye yankılandı. Demek adı Gürkan'dı. Elleri hâlâ havadayken başını geriye çevirip baktığında birkaç saniye sürmeden "Emredersiniz komutanım!" mırıltıları döküldü dudaklarından.

Komutan helikoptere yaklaşarak odağını bana vermesiyle alaylı bir tonda "Ne zaman inmeyi arzu edersiniz? Biz ona göre hazırlığımızı yapardık." diye söylendiğinde bu sinirlenmeme neden olmuştu.

"Müsaade etseydiniz Gürkan Bey yardımcı olacaktı. Malum" diyerek gözlerimle bacağımı gösterdim. Keskin bakışları gözlerimi delip geçerken indirmek adına bana yaklaştığında kollarımı omzuna sabitleyip beni tutmasını bekledim. İri avuçları belimi bulduğunda beni yere indirirken "Dilde pabuç gibi!" diye mırıldandığını işittim.

Ayaklarım yeri bulmuş olmanın heyecanını yaşıyor, içim buna eş değer bir kıpırlıkla sevinç naraları atıyordu. Bu yüzden ne dediğinin bir önemi yoktu.

Askerler birden tek sıra halinde dizilerek ciddiyetle selama durduklarında ne olduğunu çözemedim. Taki karşıdan gelen uzun boylu, iri yarı, orta yaşlarda bir adam kendini belli edene kadar. Komutanları olmalıydı. Saygıda kusur etmek istemezdim bu yüzden zorlukla köşeye geçerek onları seyretmeye başladım.

Tim selamla komutanlarına bakarken Uraz komutan bir adım öne çıkarak gür ve o sesin nasıl çıktığını bilmediğim bir biçimde "Dikkat!" diye bağırmasıyla herkes ayağını yere vurarak selam verip ellerini bacaklarının iki yanına koydular.

Bakışlarını kendisinden bile daha iri yarı olan komutanına çevirerek "Gölge Timi görevini tamamlamıştır! Emir ve görüşlerinize hazırız komutanım!" diye ekledi.

Komutan sağ elini alnına değdirip "Sağolun Yüzbaşım." diyerek sert çehresinden ödün vermeyeceği aşikar bir tonla herkese tek tek göz değdirdi.

"Gölge Timi yuvana hoşgeldin!" cümlesiyle hepsi aynı anda "Sağol!" diye kükremişti. Evet kükremişti dedim çünkü sesleri etrafı inletmiş, beni de korkutmaktan geri bırakmamıştı. "Bu tim başarılarına yenileri eklemekten geri kalmıyor bu yüzden gururlu ve mutluyum! Hepinizin alınlarından tek tek öpüyorum! Bir sonraki göreve kadar istirahat edebilirsiniz!"

Cümlesi biter bitmez yeniden aynı anda "Sağol!" bağırtıları yerdeki kuş topluluğunu uçurmuştu. Komutanının baş selamı ile rahat izni aldıklarında kafasını yarım çevirerek gitmelerini söylemesi timin dağılmasına neden olmuştu.

Herkes yorgunluğunu saklamayacağı biçimde ilerlerken bakışlarım onların gitmelerine takılmıştı. Timde görmediğim yüzler karşıma çıktıklarında teslim olanların koluna girerek bir yere götürüyorlardı.

Hadi onların ne olduklarını biliyorlar ona göre icaplarına bakacaklardı. Peki ben? Ben ne olacaktım?
Karşımda inanmayan bir kaya gibi sert, sözünden, inandığı düşünceden bir adım geri gitmeyen bir Yüzbaşı vardı. İnandığı düşüncesini de komutanına aynı şekil anlatacaktı.

Umarım komutanı onun kadar sert bir adam değildir. Eğer öyleyse vay benim halime. Başka bir şey denmezdi zaten bu durumuma. Alandan ayrılmak için geri adım atmış gidecekken gözleri benim üzerime takılmıştı.

İşte farkedilmiştim. Kaşları çatılmış, mavi gözleri beni baştan aşağı süzmüştü. Gözleri birkaç saniye bacağımda takılıkaldığında yanında beliren Yüzbaşı bana bakarak bir şeyler gevelemişti.

Mavi gözlü komutan gözlerini kehribarlara çevirip baktıktan sonra başıyla beni gösterip dudaklarını oynatmıştı. Ne konuştuklarını aramızdaki mesafeden dolayı duyamıyordum lakin Uraz komutanın 'Güvenemeyiz!' dediğini dudaklarını okuduğumdan anlamıştım. Bu canımı sıkmaya yetmişte artmıştı bile.

İkisine aynı anda bana doğru yürümeye başladıklarında iki sert bakışın altında eziliyordum. Elimi nereye koyacağımı bilemeden onlara bakıyordum. Tam önümde durduklarında gözlerimi kaçırdım. Mavi gözlü komutan "Efşan Dora demek adın. Esir olduğunu iddia etmişsin. " dedi.

Bakışlarımı Uraz komutana değdirip yeniden mavi gözlü komutana çevirdim. "İddia etmedim, öyleyim. Esirdim. Yüzbaşının İddia ettiği gibi terör yanlısı olsaydım yine aynı şekilde korkmadan karşınızda dikilirdim emin olabilirsiniz. Yalan söylemezdim yani. Neyseki terör yanlısı değilim. İzmir'den bir gece evimden kaçırılarak buraya getirildim."

İçimdeki öfke kırıntısı kendimi açıklamam için dudaklarımı aralamıştı. Buz gibi bakan mavi gözler kaşlarıyla bacağımı gösterip "Kaçarken mi oldu?" diye sordu. Başımı bir kez eğerek "Fırsattan yararlanmak istedim lakin yine zarar gören ben oldum." dedim.

Başını sallayıp "Dediğin gibi esirdiysen korkma artık emin ellerdesin. Birkaç sorgudan sonra kimliğini tespit edip ailene haber veririz. Sende bu süreçte bize yardımcı olursun artık." cümlelerini söylediğinde bakışlarımı Uraz komutana çevirdim.

Daha çok kazanmış olduğumu belli etmek ister gibi bakmıştım. Onun pekte umrunda olduğu söylenemezdi ama yinede üstünlük kurmayı başarmıştım. Dudaklarımı iki yana kıvırıp "Elbette. Ne duyduysam anlatmaya hazırım." dedim.

Mavi gözlü komutan kehribarlara dönerek " Bacağına baktırın. İyileşmesi adına elinizden geleni yapın Yüzbaşım. Bu sırada da kimliğinin teftişi için Koray araştırmalarını yapar, kızımızı ona göre ailesine teslim ederiz." demesiyle kafasını eğerek "Emredersiniz komutanım. Lakin karargaha girmesi pek doğru olmaz sanki. Bir hastanede gereken işlemleri hallederiz." diye rapor verdiğinde sinirlerime hakim olamayarak "Karargahla bir işim yok zaten Yüzbaşı. Sen yalvarsan yine girmem merak etme!" deyip bakışlarımı mavi gözlü komutana çevirdim.

Çatık kaşlarının arasından yönünü ona çevirip "Yüzbaşım fazla önyargılı davranıyorsun. Senin dediğin gibi çıkarsa zaten avucumuzun içinde gerekli cezayı alır. Kızın kendisinden bir çekingenliği yok anladığım kadarıyla. Senin önceliğin şifa olsun, gerisini hallederiz dert etme!" demesiyle yüzünün düştüğünü bir ben mi görmüştüm? Yoksa bana mı öyle gelmişti?

Keskin bakışları birçok oku bana saplarken başını bir kez eğip "Bacağına baktıralım o halde Efşan Dora!" cümlesinin altındaki tarizi anlamamak mümkün değildi. Ondan aşağı kalmayacak "Baktıralım Yüzbaşı!" dedim. Bana doğru bir adım attığında kucağına alacağını anlamamla buna müsaade etmeyip topallayarak ilerlediğimde derin bir soluğu dışarı verdiğini duydum.

Beni taşıması çok iyi olabilirdi belki ama onun bu dediklerine boyun eğemezdim. Başımı geriye çevirip ona baktığımda saçlarım gözümün önüne düşmüş yüzünü görmemi buğulandırmıştı. Ama buna rağmen koca cüssesini görebiliyordum. Ellerini beline koymuş sabır dilenircesine arkamdan bakıyordu.

Yanındaki komutanına bakıp baş selamı vermesiyle bana doğru ilerlediğinde başımı öne çevirip hızlanmaya çalıştım. Her bir adımımda sızlayan bacağıma lanetler savururken gür ses "Ordan değil ordan!" demesiyle başımı yeniden geriye çevirdim.

Bana doğru yaklaşırken eldivenlerini düzeltiyordu ama bakışları benim gözlerimdeydi. Yeri titreten adımları yanımda son bulduğunda uzun boyundan dolayı başımı yukarı kaldırmak zorunda kalmıştım.

"Nereye gidiyorsun yol iz bilmeden?" tersleyerek söylemesi tepemin tasını artırıyordu artık. Dikleşerek "Bana baksana sen! Hastalıklı beynin neler düşünüyor bilmiyorum ama böyle yardım edeceksen hiç etme!"
derken elimi ne ara ona salladığımı bilmiyorum.

Gözleri parmağımda takılıkaldığında elimi yavaşça geri indirdim. Toprak kokan gözleri heterokromi gözlerime değdiğinde "Bunu diyebilmek için yanında yardım alabileceğin birileri olması gerekmez mi?" ağzından dökülen her bir kelime bir ok misali kalbime saplandığında ne kadar acımasız olabileceğini gözlerinin en derininde gördüm.

Yalnızlığım herkesin diline dolanabilecek bir lanetti. Yalnız olmak, kimsesiz olmak insanlara bu hakkı tanıyordu işte. Aşağılamayı, tek bir cümleyle yıkıp geçmeyi sağlıyordu. Ona muhtaç olduğumu yine hatırlatmıştı. Bundan vazgeçecek gibi de durmuyordu.

Konuşmamamdan aldığı cesaretle sola doğru ilerlemeye başladığında "Madem kimseye ihtiyacın yok takip et beni!" diye komut vermişti. Bıkkın bir nefesle her ne kadar dediğini tutmak istemesemde başka çarem yoktu. Abim için, evim için dayanmalıydım. Sonrasında buradan sonsuza dek gidecektim zaten.

Topallayarak ona yetişmeye çalışıyordum. Acı her saniye dayanılmaz bir hal alıyorken kendime şunu hatırlatıyordum: Düne kadar yanında kimse yoktu! Ve hâlâ yok! Kendi başının çaresine bakmak zorundasın!

Ona muhtaç olmayacak, aman dilenmeyecektim. Bu tavırlarıyla ben değil kendisi kaybederdi. Bir gün yapayalnız kaldığında ve ben hayatıma sonsuz mutlulukla devam ettiğimde vicdanın ne kadar da önemli olduğunu hatırladı.

Sonunda bir arabanın önüne kadar geldiğimde kapıyı açıp şoför koltuğuna ilerledi. "Çabuk olursan, bacağın için daha hayırlı olur!" bıçak gibi kesip atan dili bir gün aynı şeyi yaşamasına yer hazırlıyordu âdeta.

Kan ter içinde açılan kapıya gelmeyi başarmıştım. Acıdan çok sözleri diken diken ediyordu beni. Nefes nefese arabanın koltuğuna bakarken o şoför koltuğuna yerleşmiş, gaza yüklenmek için hazır halde duruyordu.

Anlık bir bakışmayla kehribarlarına değdiğinde irislerim sanki farklı bir şey görür gibi olmuştu. Yardım etmek ister gibi bir bakış, ama asla acımak değildi bu bakış. Sağlam olan sol bacağımı içeri atarak koltuğa kendimi bıraktığımda zorlukla sağ bacağımı tutup içeri çekmeyi başarmıştım. Kapıyıda kapatabildiğimde nefes nefese, baygın sayılabilecek gözlerle ona bakıp "Çalıştır arabayı da şu lanet mermiyi çıkarsınlar artık. Dayanamıyorum. " son kelimeyi mırıldanarak söylemiştim.

Duyup duymadığından şüpheliydim. Dediğimi duyar duymaz gaza yüklendiğinde vitesi yükseltirken "Dayan biraz daha." dediğini işittim. Önüme düşen kesilmiş saçım terden yüzüme yapışmıştı. Bundan gıcık kapsamda elimi kaldırıpta yüzümden çekebilecek gücü kendimde bulamıyordum.

Koltuğa yaslı olan başımı araba süren Yüzbaşıya çevirdim. Gayet yola odaklı, keskin bakışlarını aynalara değdirip duruyordu. Çok tuhaftı hemde çok. İnsan başına gelebilecekleri asla tahmin edemiyordu.

Şuan başka bir şehirde, yapayalnız, bacağımdan kurşun yarası almış, yabancı birinin arabasında beni hastaneye yetiştirmesini seyrediyordum.

Bakışları bana döndüğünde ne gördü bilmiyorum ama "İyi misin?" diye sordu. Sesi beni şaşırtacak kadar endişeli çıkmıştı. Ama hâlâ sert bakışlarından ve tavırlarından ödün vermiyordu.

Kuruyan boğazımı zorla yutkunarak ıslattım. Cevap verecek gücüm yoktu. Acı fazlasıyla konuşuyordu benim yerime. Sola sinyal vererek direksiyonu kırdığında "Geldik." dediğini çok uzaktan duymuştum.

El frenini hızla çekip kemerini çıkardığında kapının hızlı açılmasını görmeden görüyordum. Çünkü benim kulaklarım artık görmeye de yarıyordu.

Kapım hızla açıldığında yüzümde hissettiğim iri eller saçımı geri tarayarak "Efşan duyuyor musun beni?" dedi. Duyduğumu bile haber verecek gibi değildim. Başını çıkarmış "Sedye yok mu? Sedye getirin acil!" dediğini uzaktan gelen bağırtısından anlamıştım.

Bana laf vurmaktan geri kalmayan Yüzbaşı benim için endişelenmiş görünüyordu. İçimdeki ses yükseldiğinde neden olduğunu anladım. Benim için değil öğreneceği bilgiler için endişeliydi tabiki.

Avuçları belimi ve bacağımı bulduğunda bacağıma çarpan eliyle yüzümü buruşturmuştum. "Bilincin açık, çok güzel." mırıldanmasının ardından havalanmış ve sarsılmamaya gayret gösterilerek kucağında taşınıyordum. Oluşan kalabağın sesiyle etrafımızı doktorların sardığını anlamıştım.

"Bilinci açık, 22 yaşında sağ bacağından kurşun yarası aldı. Kurşun girişi var çıkışı görünmüyor. Hemen hemen 33 saattir bacağında bulunuyor. Kan kaybı çok fazla, kan grubunu bilmiyorum" hızlı bir şekilde durum raporu verdiğinde doktorların soru sormasına bile müsaade etmemişti.

Doktorlar dediklerine bile cevap vermeden "Acil ameliyathaneye alalım. Kayhan beyi ikinci kat ameliyathaneye çağırın!" ince ses koridorları doldurduğunda içten içe durumum o kadar vahim mi diye düşünmeden edemedim. Sedyeyle yanından uzaklaşırken en son duyduğum sözler kısa bir diyalogtu.

"Hanımefendinin yakını siz misiniz?" "Evet, benim." "Neyi oluyorsunuz?" "Henüz bende bilmiyorum." ve kısa bir sessizlik. Onlar için kısa sessizlik, benim için sonsuz bir sessizlikti...

                                     

  ⏳

Saatler Sonrası...

 

Uraz Utku Alpagu'nun Ağzından

Ameliyatın üçüncü saatine girmiş hâlâ doktorlardan bir haber almamıştım. Beklemek dakikalar geçtikçe çekilmez bir hâle gelmişti. Sıkıntıyla sırtımı duvara koyarak başımıda duvara yaslamıştım.

Kulağıma dolan ince sesle başımı yasladığım yerden kaldırarak bal gözlere kehribarlarımı birleştirdim. "Komutanım?" merak akan sesine açıklama yapmak zorundaydım. Ağzımı açmak istemesemde meraklı gözlere bir şeyler gevelemem şarttı.

"Ameliyatta. Durumundan haberim yok. Sen neden geldin?" dediklerimi dikkatle dinliyorken son dediğime afallamış gibi bir bakış attı. Ciddiyetinden ödün vermeyerek "Bir ihtiyacınız var mı diye kontrole geldim komutanım." dedi.

Ellerimi cebime yerleştirip umursamaz tavrımı saklayamayarak "Gerek yoktu. Gidebilirsin." demekten çekinmedim. Ama Aylin'i tanıyorsam bunun altında kalmazdı. Tam da böyle oldu. "Kız için burda kalabilirim. Sizin ona yardım edebileceğinizi sanmıyorum. Komutanım." Son dediği komutanım kelimesini birkaç saniye sonra eklemişti.

Bunu gerçekten yapamayacağımı düşündüğü için mi yoksa altta yatan başka bir nedenden ötürü mü demişti anlamadım. Üzerinde hâlâ benim gibi üniformasını taşıyordu. Bu demek oluyorki lojmanına uğramamıştı.

"Lojmana uğramadın mı?" kısık bir sesle sormam onun için bir anlam ifade etmiyordu. Çünkü kalın sesim koridoru dolduracak kadar işitmeyi sağlıyordu.

"Uğramadım komutanım."

"Neden?"

"Canım istemedi komutanım."

"Neden?"

derin bir soluk ardından gözlerini ameliyathane kapısına çevirdi. Birkaç saniye sonra cevaplayacağı aşikardı.

"Kızı merak ettim komutanım."

Bu cümlesi beni dumura uğratmaya yetmişti. Tanıdığım Aylin kimseyi düşünecek, endişe edecek birisi değildi. Ya da hâlâ onu tanıyamamıştım. Kimseye kendini açmaya tenezzül etmeyen bir kişiyi ne kadar tanıyabilirdim? Elbette tanıyamamıştım.

"Neyini merak ettin? Sağlığını mı yoksa kimliğini mi?"

Gözbebekleri hâlâ ameliyathane kapısını tarıyorken ne düşündüğünü merak ettim. Anlamlandıramadığım bir bakış vardı gözlerinde. Hızlı cevap vermemesi onun bir şeylerden etkilendiğini gösteriyordu.

"Farkeder mi?"

Verdiği cevapla kaşlarımı çattığımda sırtını dikleştirerek gözlerime baktığında kendini açıklamak için dudaklarını aralamıştı ki ameliyathane kapısının iki yana açılmasıyla bakışlarım o yöne kaydı.

Maskeli doktor bize doğru yaklaşırken adımlarımı genişçe atarak karşısına dikildim. Benim yaşlarıma yakın olan doktor maskeyi indirip başını bir kez eğdi.

Verdiği selamı aynı şekil alarak "Durumu nedir?" diye uzatmayarak konuya girdim.

"Nereden başlayacağımı bilemiyorum."

Sıkıntılı nefesi ciddi bir durumun olduğunu belli ediyordu.

"Nereden başlarsan başla." diyerek komut verdiğimde elindeki maskeyi buruşturarak Aylin'e baktı.

"İşkence çektiği her halinden belli. Vücudu yaralar ve kırıklar ile dolu. Kurşun kemiği zedelemiş tek sevindiğim durum bu. Bacağı kurtarmayı başardık ancak ne yazık ki eskisi gibi yürümesi imkansız. Bundan sonraki hayatını topallayarak geçirmesi muhtemel."

Gözlerim Aylin'e değdiğinde gözlerindeki hüzün beni bir kez daha şaşırttı. Tanımadığı birisi için bir insan bu kadar üzülebilir miydi?

Doktorun gözleri beni bulduğunda devam etti.

"Vücudundaki kan kaybından bahsetmiyorum bile. Bünyesi fazlasıyla zayıf düşmüş. Yaşaması bile mucize. Sırtındaki yer yer yanık izleri kabuk bağlamış olsada taze oldukları belli. Belli yerlerde olan kırıklar kendine gelmiş olsada sırtı aldığı darbeler sonucunda küçük kırılmalar yaşamış. Belki de kaçmaya çalışırken bir yerden düşerek almıştır bu yaraları kim bilir? Neticede yüzündeki ve bedenindeki darp izleri bunu kuvvetlendirir nitelikte."

Anlatması bile kendisine ağır geliyormuş gibi derin bir nefes aldığında nedensizce bende içime bir nefes çektim.

"Herhangi bir cinsel saldırı tespitine ulaşmadık. Zaten aldığı darbeler daha çok sorgu altında alınmış gibi duruyor. Birkaç gün hastanede gözlem altında tutarsak toparlamaya başlayacaktır. Sizden isteğim çok dikkatli bir şekilde ve özenle ilgilenmek olacak."

Son dediğine kaşlarımı olması gerektiğinden daha fazla çatarak agresif bir sesle

"O kadar fazla ilgilenecek zamanımız yok bizim. Başka bir durum söz konusu değilse ne zaman çıkarabiliriz onu söyleyin siz!" dedim.

Bu dediğime memnun olmamış bir bakış attığında keskin bakışlarımdan nasibini almaya devam ediyordu.

"Bedeni gibi psikolojisininde durumu ortada. Psikolojik destek alması onun daha hızlı bir şekilde iyileşmesine katkısı olacaktır. Neler yaşadığını henüz bilmiyoruz. Bu durumda özenle bakılması en önemlisidir Alpagu Bey."

Son dediğini üniformamın üzerinde yazılı olan soyadıma bakışlarını kaydırarak demişti. Canımın sıkıldığını belli ederek yeni yeni çıkmaya başlamış olan sakallarımı elimle sıvazlayarak bir elimi belime koydum.

"Bizim bu kızla ilgilenecek tek dakikamız yok doktor. Ne psikolojisi ne özeni? Tanımam etmem. Ayağa kaldır yeter işte. " bunları derken sağ elimi kaldırıp soru soracasına salladım.

Memnuniyetsiz nefesini dışarı verdikten sonra başını sabır dilenircesine sağa yatırıp

"Herkes tanıdığına yardım eder. Asıl önemli olan tanımadığımız insanlara yardım etmek değil midir Yüzbaşı?" sorduğu soruya cevap veremeyerek baktım.

"Ben bakabilirim komutanım."

Duyduğum ince sesle başımı sola çevirip benden santimetrelerce kısa olan Aylin'e baktım.

"Senin bu kıza bakacak zamanın yok Aylin. Vatana hizmet etmek üzere görevlerin var senin!"

"Vatandaşa hizmet etmekte vatana hizmet sayılmaz mı komutanım?"

Sorduğu soruyla afallayarak ne cevap vereceğimi bilemeden baktım. İçimdeki öfke kırıntıları vücuduma yansımaya başlamıştı artık. Merakla gözüme bakan bal gözlere alev olmuş irislerimi sabitleyerek

"Komutanlarla konuşacak olan sensin. Beni bulaştırma!" diyerek ellerimi belimde bağladım.

Başını bir kez eğerek "Emredersiniz komutanım!" demesiyle doktor gülümseyerek Aylin'e baktı.

"Yarım saatten gözlem odasına alırız. Sizde giriş işlemlerini halledersiniz." cümlesini tamamladığında gidecekti ki "Kimliği yok doktor. Kimliği olmayan birisine bakacak mısınız?" diye atıldım.

Bir adım geri gelerek gözlerime baktığında en az on santim kısa olmasından dolayı başını dikleştirdi. Simsiyah gözleri yüzümü biraz süzdükten sonra dudaklarını aralamayı başardı.

"Bakarım Yüzbaşı. Senin aksine bakarım." diyerek omuzlarımdaki yıldızlara son kez bakarak yanımızdan uzaklaştı. Bedenim gerginliğini belli etmiş, çene kaslarım seğirmeye başlamıştı bile. Ardından bakakaldığımda sinirden başım ağrımaya yüztutmuş, gözlerim kısılmıştı. Böyle işin anasını sikerlerdi ha!

Arkasından bakmaya devam ederken görüş açıma giren Aylin yumuşak bir tonla "Fazla fevri davranmıyor musunuz? Kızın hain olma ihtimali oldukça düşük. Tamam haklılık payınız var ama göz de var komutanım. Kızın durumunu görmüyor musunuz?" sona doğru hüzün ve endişe barındıran bir sese bulanmıştı cümleleri.

"Koray komutan araştırıyor zaten. Şimdiye kadar bir şey çıkmadı. Biraz önyargınızı kırsanız çok iyi olacak."

Bunları dedikten sonra gülümseyerek geri adımladı. Daha çok dediklerimi dikkat al bakışıydı bu gülümsemesi. Dedikleri kafamı karıştırmaya başlamış, acaba mı diye içime kurt düşürmeyi başarmıştı.

Belki de gerçekten fazla abartıyordum. Pekâlâ en azından kimlik bilgisi gelene kadar daha sakin bakabilirdim olaylara.

"Peki. Olabildiğince iyimser bakacaz artık." dedikten sonra onun ardından ilerlemeye başladım. Dediğime cevap vermeden koridorda ilerlemeye devam ediyordu. Başını geriye çevirerek

"Ben komutanlarla konuşurum komutanım. Kız uyanmadan buraya gelmiş olurum. Uyandığında da birkaç soru sorar bilgi edinmeye çalışırım. Müsaadenizle." dedikten sonra baş selamı vererek yanımdan hızlıca ayrıldı.

Koskoca bembeyaz fayansların loş ışığı altında yalnız kalmıştım. Sessizliğin beraberinde getirdiği ürperti, hastanenin nahoş kokusundan mıydı bilmiyorum. Belki de hastaneleri sevmediğimdendi.

Gözlerim bomboş etrafı birkaç saniye süzdüğünde tabelanın köşesindeki ok aşağı gösterirken üzerinde siyahla yazılmış olan yazıyla gözlerim kesiştiğinde vücudumun buz kestiğini iliklerime kadar hissettim.

MORG

İçerisi gibi vücudumu da buz tutturmuş olan o karanlık alan yazıyordu tabelada. Gözlerimi hızla yazıdan çevirerek botlarımın çıkardığı gür sesle birlikte koridordan hızlı bir şekilde ayrıldım. Daha fazla kalmamın bir anlamı yoktu.

Bu kelimeyi her gördüğümde mayına basmış gibi hissediyordum nedensizce. Ölümle yaşam arasındaki çizgiyi buz gibi kesip atıyordu resmen. Ayağını kaldırdığında değildi, ayağını o mayına bastığındaki andı aslında ölüm.

En azından benim tanımım bu olurdu.

Her neyse felsefe yapmak için daha çok zamanım olurdu. Şuan daha önemli işlerle ilgilenmeliydim. Mesela lojmanna giderek üzerimi değiştirmek gibi...

 

                                                               ☠

 

Efşan Dora Timagur'un Ağzından

Davul gibi şişmiş başımın ağrısıyla gözlerimi araladığımda yüzümü buruşturarak kurumuş damağımı yutkunarak nem kazanmasını çalışmak düşündüğümden daha zordu.

Tahriş olduğunu belli eden boğazım acının getirdiği acı tat midemi çalkalamaya yetmişti. Gözlerim beyaz ışığa alışmaya çalışsada pek mümkün durmuyordu.

Başımın ağrısı can sıkıntısı haline gelirken çatlamış dudaklarımı aralayarak "Su." diye zorlukla mırıldandım. Sesimin çıktığından bile emin değildim.
Nerede olduğumu bile bilmiyor, kalbimin ritmini düzensiz atmasına kapı aralamaya devam ediyordum.
Bir ümit yeniden fısıltı eşliğinde "Su" diyebildim.

Koluma değen ince rüzgar ürperttiğinde başıma dolanan eller yavaşça beni yukarı doğru kaldırmıştı. Dudağıma değen cam bardakla aceleyle dudaklarımı aralayarak birkaç yudumu tahriş olan boğazımdan içeri gönderdim.

Daha fazla içemeyeceğimi anlayan kişi dudaklarımdan geri çektiğinde bardağı gözlerimi aralamaya çalışıyordum.

İnce tonlu bir kadın sesi uzaktan gelen sesiyle "İyi misin? Nasıl hissediyorsun?" şarkısını hiç durmadan tekrarlıyordu. Dilimi çıkarıp dudağımı ıslattığımda son bir çaba ile gözlerimi araladım.

Beyaz ışığa yavaş yavaş alışırken kolumu çekiştirdiğimde acıyan canım ile inledim. Bu sıra kulağıma dolan tok ses "Rahat dur!" emriyle kollarımı stabil tutmaya çalışarak hareketlerimi durdurdum.

Başka bir ses "Geçmiş olsun. İyisin ya?" sorusunu bahşettiğinde hâlâ nerede olduğumun bilincinde değildim. Gözlerim artık etrafımı görmeye başladığında kulağıma dolan makine sesleri ile farkındalık yaşamaya başlamıştım.

En son arabada kan ter içinde bacağımın içindeki kurşunu çıkarmak için yoldaydık. Bunu hatırlamanın verdiği korku ile aklıma gelenin başıma gelmiş olmasını istemedim.

Heyecan ve korku akan sesimle "Bacağım! Bacağıma bakmak istiyorum!" diye atıldım. Her an ağlayacakmış gibi çıkan sesim umrumda değildi. Gözlerim dolmaya yüztutmuşken gözlerimin değdiği ilk kişiye baktım. Mavi gözler heterokromi gözlerime değdiğinde acı dolu bir sesle "Bacağımı görmek istiyorum!" diye fısıldadım.

Ağır bir hareketle oturduğu yerden kalkarak yanıma geldiğinde yatakta olan düğmelerden birine basarak dik oturmamı sağladığında koltuk altlarımdan tutarak çekiştirdi. Sırtım yatağa yaslanmıştı artık.

Örtüyü yavaşça kaldırıp göz göze geldiğim manzara ile gözlerimi yumdum. Hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendime telkinler vererek yavaşça yeniden araladım.
Bacağım yerli yerinde duruyordu. Sağ gözümden firar eden gözyaşıma engel olamayarak akıp gitmesine müsaade ettim.

İnce ses yeniden kulağıma dolarak "Nasıl hissediyorsun?" dediğinde yutkunup "Nasıl hissetmem gerekiyor?" diyerek sorusuna soruyla cevap verdim.

O ise dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini benden kaçırdı. Odada olan kişilere gözüm kaydığında birkaç kişinin olduğunu gördüm. Sarışın kız asker, Lazoğlu, ceketini bana vermiş olan mavi gözlü asker ve Pilot.

Yüzbaşı neredeydi?

Beni getirip gitmiş miydi? Oysaki sesi ne kadar da endişeli çıkıyordu. Demek ki endişesi tahmin ettiğim gibi bilgiler içindi.

"Aç olmalısın. Serumda belirli vitaminler ve takviyeler olduğunu söylediler ama yemek yemen lazım. Ne yersin?"

Nahif çıkan ses bana gerçekten yardım etmeye çalışır gibiydi. Lakin buna kendisi gibi cevap verecek gibi bir yaklaşım hissetmiyordum. Merakla bekleyen kıza "Canım istemiyor" diyerek kestirip attım.

Bunu kabul etmeyeceğini belli eden gözleri yumuşak davranmaya çalışıyordu. Lakin sesi görüntüsüne nazaran sert çıkmıştı.

"Mercimek çorbası ve birazcık ekmekten kimseye zarar gelmez."

Demesiyle yanında bulunan tepsinin içinde duran tabağı alarak yanıma yaklaştığında mavi gözlü asker yatağın dibine yerleştirdiği sandalyeyi düzelttiğinde karşıma oturdu.

Ekmekleri içine küçük dilimleri ayırarak karıştırdığında bir kaşık alarak ağzıma yaklaştırırken konuşmayı ihmal etmemişti.

"Her şey senin için çok yeni. Bunları konuşarak geçmişi tetiklemek istemiyorum lakin senden duymamız gereken şeyler var."

Boğazımdan içeri giren sıcak çorbayı yuttuktan sonra "Hain olamayacak kadar acı çektim. Nedenini bilmediğim biçimde kendimi bir gece başka bir şehirde, yabancı insanların içinde buldum. Benden sadece bunları duyabilirsiniz." dedim.

Odanın içi sessizliğe büründüğünde kulağımızda sadece kaşığın çıkardığı ses vardı. Dudaklarıma kaşığı yeniden değdirdiğinde zorlukla mideme yolladım. Sormak istedikleri daha çok soru vardı her birinin bakışlarından bunu anlayabiliyordum.

Şu durumda pekte konuşmak istediğim söylenemezdi. Tatsız anları hatırlamak bünyeme ağır geleceği aşikardı. Yeniden kaşığı dudaklarıma yaklaştırdığında başımı sallayarak istemediğimi belli ettim.

"Olmaz birkaç kaşık daha al. Ne kadar zayıfsın farkında mısın?" sorusuna boş bakışlarımı yollamakla yetindim. Uzun zamandır aynaya bakmıyordum. Acılardan, İşkencelerden kaçmaya çalıştğım için görüntüme asla odaklanmamıştım.
Ayrıca gözlerim görür körken nasıl görecektim?

Serum takılı elime gözüm kaydığında ellerimin üzerinin yara bere dolu olduğunu gördüm. Burukça gülümseyerek "Bunu bile yeni görüyorum. " diyip gözlerine baktım. Açık kahveleri ne demek istediğimi sorgularcasına bakarken kapı kulpu hareket etmişti.

Bakışlarımız kapıya yöneldiğinde içeri giren Uraz Komutan gözlerime değmişti. Onu gören herkes hareketlendiğinde gözlerimi onun üzerinden çektim.
Kesin o da herkes gibi soru sormaya gelmişti.

Kapı kapanmış heybetiyle ayakta dikiliyordu. Gözlerinin üzerimde olduğu kaçınılmazdı. Sert gözleri beni ürkütmeye yetiyordu. Bir de buna eklenen sert sözler olunca çekilmesi güçtü.

"Geçmiş olsun."

Kulağıma çarpan iki sözcük tatlı bir yalan gibiydi. Inanmak istemediğim bir yalan. İyi niyetiyle sorduğuna inanamayacağım bir yalan. Bacağımda takılı kalmış gözlerimi kaldırıp heybetine çevirdiğimde öylece bana bakıyordu.

Başımı bir kez eğip "Sağol" diyerek susmayı tercih ettim. Keskin bakışları yüzümü taramaya devam ediyordu. Gözleri yanımda oturan asker kıza kaydığında tabağa gözleri ilişti. Kaşları hafif oynadığında bunun göz yanılması olduğunu biliyordum.

Elini geniş pantolonun cebine yerleştirdiğinde vücudunun ne kadar da iri olduğunu gördüm. Üniformadan dolayı iri durduğunu düşünmüştüm ancak yanılmışım. Kendisi fazlasıyla iri cüsseliydi.

Ağır, yeri oyanatan adımlarıyla koltukta oturan askerlerin yanına yaklaşırken baş selamı vermeyi unutmamıştı. Koltukta oturanlar aynı şekilde selamını aldığında Lazoğlu ayaklanarak

"Buyurun, oturun komutanım." dediğinde hiç itiraz etmeden boşalan yere kendini bıraktı. Üzerindeki ceketi çekiştirip düzeltirken iki iri adamın koltuğa zor sığdığını görmezden gelmek imkansızdı.

Mavi gözlü olan asker de en az onun kadar iri ve heybetliydi. Belki de Uraz komutandan daha cüsseliydi.
Kalın sesiyle "Nerede kaldın? Bir gittin gelemedin?" sorusuna kehribarlarını çevirip öylece baktı.

Bir dakikanın ardından "İşim vardı." diyerek yönünü bizim olduğumuz alana çevirdi. Hep bu kadar az mı konuşurdu? Yoksa şuanlık takındığı bir tavır mıydı bu merak ettim açıkcası.

"İyi misin?"

Bu soruyu benim gözlerime odaklanmış bir şekilde sorduğunda geciktirmeden "İyiyim, yani sanırım öyleyim." dedim. Kafasını ağır ağır salladıktan sonra "Ol , iyi ol ki bak tüm karargah burda. Senin için işi gücü bıraktık başında bekliyoruz." dedi. Bu cümleleri sarfederken de eliyle askerleri göstermişti.

Normalde bunu başka biri dese minnet duyardım ancak altta yatan tariz yüzünden içimdeki öfke parçaları hararetlenmek üzere harekete geçmişti.

Yanımda oturan sarışın kız asker elindeki tepsiyi komidinin üzerine sert denilebilecek biçimde koyduğunda arkasını dönüp "Komutanım!" deyip keskin bakışlarını yolladığında susması gerektiğini iletiyordu anladığım kadarıyla.

Bunun altında kalmayacaktım bu yüzden dudaklarımı aralayarak dikkatini üzerime çektim.

"Bekleme komutan. Ben bekleyin diye bir şey demedim ki, peşimden gelen sensin. Şu dakika gidebilirsiniz yardım falan beklemiyorum hiçbirinizden."

Cümlemi tamamladığımda diğer askerler hareketlenmişlerdi. Keskin gözleri üzerimde durmaya devam ederken hiçbir şey söylemeyeceğini biliyordum.

Ancak düşündüğümün aksini yaparak şu cümleleri söyledi.

"Gözlerindeki korku öyle demiyor ama."

Şimdi susma sırası bendeydi. Buna nasıl bir cevap verebilirdim ki? Kuruyan boğazımı yutkunarak yumuşatmayı amaçladım lakin bir fayda sağlamamıştı.
Ortamı dolduran kalın ses ilgimizi ona çevirmişti.

"Birbirinize laf sokmayı bırakında bundan sonra neler olacak onu konuşalım."

Gayet mantıklı konuşmuştu. Ayrıca bu olayı başlatan ben değil komutanıydı bunu demeyi çok isterdim fakat gözlerindeki karanlık dudaklarımı birbirine kenetlemişti. Her an üzerimize atlayacak gibi duruyordu çünkü.

"Ne yapmayı planladın Barın? Vardır aklında bir şeyler." Uraz komutan yanındaki mavi gözlü askere bakarak konuştuğunda adının Barın olduğunu öğrenmiş oldum. Yüzüne baktığımda asla adına Barın demezdim bu arada.

"Hanım kızın kimliği yok. Koray'dan da haber gelmedi. O zamana kadar nerede kalacak?"

Kehribarlarını bana çevirip "Bir yer ayarlayacağız artık. Sonuçta misafir öyle değil mi? Misafir ihanet etmez ev sahibine." demesiyle derin bir soluğu içime çektim. Bu tarizleri ne zaman bitecekti acaba?

"Kimse bana kalacak yer ayarlamasın. Ben hallederim bir şekilde."

"Nereye hallediyorsun? Tanımadıkları kıza kim evini açar da kalacak yer ayarlar?"

Azarlar nitelikte söylediği söze sabır dilenerek başımı eğdiğimde Lazoğlu atılarak

" Ya Selda Hanım ne güne duruyor? Selda hanımla beraber kalır güzel güzel işte." dediğinde sarışın kız ellerini göğsünde birleştirmiş şekilde dururken kafasını eğip "Aynen öyle İdris. Selda güzel fikir. Hem doktor, yaralarına da bakar gözümüzün önünde de olur. Siz ne dersiniz komutanım?"

Adının Barın olduğunu öğrendiğim asker kehribarlara baktığında kararsız kaldıklarını anlamamak aptallık olurdu.

"Erdinç Albayla konuşalım bir. O ne derse o olur."

Haklılığını savunur nitelikte başını sallayıp bana bakan Barın'a bende başımı bir kez eğip karşılık verdim ona. Lazoğlu kollarını göğsünde bağlayıp

"Ee bu kutlu kişi kim olacak?" dediğinde ufak bir sessizlik ardından herkes aynı şeyi düşünmüş olacak ki aynı anda "Tabiki Hafız başkan." dediklerinde sarışın kız gülerek Barın'a baktı.

Barın buz gibi gözlerle ona baktığında bu kadar don olmasının sebebi neydi acaba?

"Konuşmayı kabul eder mi acaba?"

"Bugüne kadar hangi konuşmayı reddetti?

"Helal olsun valla. Gidiyor takır takır konuşuyor biz de korkumuzdan altına işemiş çocuk gibi hazırolda bekliyoruz."

Bu dediğine gülen asker kız, yanındaki Lazoğlu'nun omzuna vurduğunda Lazoğlu da gülmüştü. İkisini sessizce izleyen bizler ise gülümseyerek onlara baktığımızı yeni fark etmiştim.

Gözlerim karşımda oturan komutanla kesiştiğinde zaten bana bakıyor olması irkilmeme neden olmuştu. Yüzündeki kaslar yavaşça solduğunda gözlerini benden çekip

"Aylin konuştun mu bizimkilerle? Bir sıkıntı yok ya?" dediğinde hâlâ gülümseyen sarışın kız gözlerini komutanına çevirip "Yok komutanım. Bade ilgileniyor timle. Ama daha çok Hafız abi ilgileniyor gibi. Çoktan lojmanlara dağılmışlar zaten."

Yaptığı kısa açıklamaya kafasını ağır ağır sallayarak cevap vermiş olduğunda kendini yine sessizliğe gömmeye hazır etmişti.

Koltukta ikide bir hareket eden Barın bir şey demek istiyor gibi debelenirken kimse oralı olmuyordu. Daha fazla dayanamayacağını belli eden bir tavırla

"Lazoğlu yürü gidiyoruz." dedi. Bakışları yerde olan Lazoğlu Barın'a bakıp kafasını 'Nereye' gibisinden salladığında çatık kaşlar öfkeyle dudaklarını araladı.

"Lan bana laubali tavırlar takınma! Gidiyoruz dediysem hazırola geçip yürüyeceksin neyini anlamadın?"

Lazoğlu sırtını verdiği duvardan çekip "Gomitanum Allah'ın aşkuna yemek demeyun da!" diye şivesiyle siteme geçmişti ki ayaklanan Barın ile somurtarak Uraz komutana 'Beni kurtar!' bakışı atmıştı.

"Fazla konuşma da düş önüme. Senin yemek paranı da ben ödüyorum daha ne istiyorsun?"

"İstemeyrum işte. Yemek falan istemeyrum gomitanum! Kurban olayum günde on öğün yemek yenur mu da! Çatuşma da şehit düşmek isterken pisi pisine öldürecesun ha benu!"

Dudaklarının hızına eş değer biçimde hararetle konuşmasına devam ediyorken benim takılıkaldığım nokta on öğün yemek olmuştu. İri olmasının nedeni belli oluyordu işte şimdi.

"Yiyorum da boşuna yiyorum sanki. Bak şu sağlam bedene aslan gelse yıkamaz evelallah. Birde sana bak çöp bacaklı" son dediğinin ardından içten bir gülüş yolladıktan sonra "Ulan harbi nasıl yürüyorsun bu bacaklarla." diyerek gülmeye devam etmişti.

Lazoğlu gibi birine de çöp bacaklı diyorsa bu adam zayıf insanlara ne diyordu Allah bilirdi. Lazoğlu bedenini süzdükten sonra ciddiyetinden ödün vermeyerek "Beni manipüle edemeyecesun gomitanum. Gayette fit ve sağlıklu bir bedenum var benum. Ayruca aslan gelse yıkamaz belki ama bir kolesterol gelurse ayvayu yersunuz bende demesu!"

Cümlesi son bulur bulmaz ensesine inen tokat ile başını korumaya geçtiğinde gitmek zorunda olduğunu anca kavrayabilmişti. Kapı açılır açılmaz hızla dışarı adımladığında arkalarından gülümseyerek bakan Uraz komutan Aylin'e bakıp "Adam haklı." demişti.

Aylin gülerek kafasını iki yana salladığında peşlerinden bakmayı ihmal etmemişti. Birbirlerine olan bağlılıklarını bu ufacık olayda bile görenler anlardı.

Hepsinin kendine has sevgi dili vardı. Bu yüzüme gülümseme yerleştirdiğinde neden onlara bu şekilde baktığımı bende bilmiyordum. Yüzümdeki gülümsemeyi solduran kehribarlar olmuştu her zaman ki gibi. Herkese zarif bakan gözler bana aslan kesiliyordu. Sanki her şeyin suçlusu benmişim gibi.

Aylin ortamın gerginliğini anlamış olacak ki ortaya atılarak kendi varlığını ortaya sermişti.

"Bu gece burada kalırsın yarın da doktorla ince ayrıntısına kadar konuşur eve geçme gibi bir ihtimalinin olup olmadığını sorarız. O zamana kadar da Lazoğlu Selda Hanımla konuşmuş olur. Her şey sorunsuz ilerlerse rahat edebileceğin yere taşırız seni."

Zorlukla gülümsedikten sonra "Teşekkür ederim. Benimle fazlasıyla ilgileniyorsun zaten. Daha fazlasına gerek yok." diyerek bunu istemediğimi dile getirmiş oldum.

Yüzüne kondurduğu geniş gülümsemesi gözlerimi elmacık kemiğinin üzerindeki gamzesine çevirmişti. Her şeyiyle bu kadar güzel olması benim yüzümü de gülümsetmişti.

"Hadi biraz dinlen sen. Önümüzde daha çok konuşacak vaktimiz olacaktır. Şimdi vücudunun dinlenmesi gerek."

Dediği cümleye kafamı sallayarak cevap verdiğimde kulaklarımda çınlayan sözü odak noktam olmuştu. 'Önümüzde daha çok konuşacak vaktimiz olacaktır.'
Bu sözü öylesine mi demişti yoksa yaşanacaklardan dolayı mı bilemiyorum. Tek bildiğim bir an önce burdan giderek abime kavuşmak istediğimdi.

 

                                                               🏥

 

"Gelmeyeceğinizi söylemiştiniz komutanım."

"Geldik işte. " Kısa bir sessizlik ardından

"Sizinde içiniz rahat etmedi öyle değil mi?"

"Ne alakası var kızım?"

"Çok alakası var komutanım. Benim tanıdığım Uraz komutan önemsemediği bir duruma asla bulaşmaz."

"Yanlış tanımışsın o zaman."

"Sanmıyorum komutanım."

"Senin ne işin var bu kızla? Yok yardım etmeler yerleştirmeler falan. Benim tanıdığım Aylin de bunları yapmaz."

"Siz de yanlış tanımışsınız komutanım."

Uzaktan gelen konuşma sesleri uyanmam için bana selam çakıyordu adeta. Daha fazla dayanamayarak gözlerimi araladığımda loş ışık altında yalnız başıma uyuduğumu fark ettim. Sesler uykumdan dolayı değil kapının dışında oldukları için uzak geldiğini anladım.

Kuruyan boğazımı yutkunarak yumuşatmayı başarmıştım. Odayı kaplayan loş ışık karanlığı önlediği için şükürlerimi sunarak konuşmayı dinlemeye koyuldum. Mesaj sesi uzaktanda olsa kulağıma dolduğunda kısa bir hareketlilik ardından Uraz komutanın sesini işittim.

"Mesaj Koray'dan. Birkaç bilgi edindiğini yazmış. Atacakmış birazdan."

"Öyle mi? Çok iyi, gece bitmeden halletmiş."

"Koray'dan kaçan bir bilgi var mı?"

"Bugüne kadar hiç olmadı komutanım."

Aylin sustuğu gibi koridoru dolduran mesaj bildirimi ile heyecanla ne öğrendiğini duymak için sessizce beklemeye koyuldum.

"Ne yazıyor komutanım?"

Sorusuna cevap vermediğinde mesajı okuduğuna emindim. Derin bir soluk ardından o gür sesini tekrardan işittim.

"15 Haziran günü emniyete kaçırılma ihbarı verilmiş. İhbarı veren kişi abisi olduğunu iddia etmiş. Ancak aradan bir hafta geçmeden ihbarın yanlış anlaşılma olduğu söylenerek geri çekilmesini sağlamış. Bu olaydan iki ay sonra kadar Barlas Ata Timagur isimli kişinin de ortadan kaybolduğu hakkında ihbarlar gelmiş."

Abimin ismini duymamla yüreğimde parçalanan sesleri yerde yürüyen karınca bile duyardı. Hızlı çarpmaya başlayan kalbim duyacaklarından ötürü korkusunu gün yüzüne çıkarmıştı.

Ne ara titremeye başlamış olan ellerimi umursamadan kendimi sakin kalmaya zorlayarak diğer bilgileri dinlemek için derin bir soluk çektim içime.

"Peki bu İhbarı yapan kimmiş?"

"Kimliği belirsizmiş."

"Nasıl yani? İsim soyisim en azından yakınlık derecesini bile söylememiş mi?"

"Kime ait olduğu belli olmayan bir telefondan arayarak söylemiş. Hoparlör olan yere de bez koyduğundan cinsiyetini de tespit edememişler."

"Komutanım kızın anne babasından haber yok mu peki? Hem oğulları hem kızları kaçırılmış. Yani en azından öyle ihbar edilmişler."

Sorunun ağırlığından mı yoksa bu konu hakkında bilgisi olmadığından dolayı mı sustu bilmiyorum. İki dakika kadar ortamı sessizlik büründüğünde odanın önünden geçen hemşirelerin dışında hiçbir ses olmamıştı.

"Yıllar önce anne ve babası ölmüş."

Yine sessizlik.

Yüreğimi yakan sessizlik.

Yapayalnız kaldığımı bir kez daha yüzüme vuran sessizlik.

Gözyaşlarımı gözbebeğimde hazır tutmuş olduğum o sessizlik.

"Kaçırılma sebepleri yazıyor mu peki?"

"Hayır."

"Bunu kıza nasıl söyleyeceğiz komutanım? Kız heyecanla evine dönmeyi bekliyordur."

"Belkide korkuyla bekliyordur."

Sıkıntılı nefesi koridoru doldurduğunda ayaklandığını anladığım seslerle birkikte hızlı bir şekilde göz pınarlarımdaki yaşları silerek uyuyor numarası yaptım. Gür ayak sesleri kapı pervazında durduğunda birkaç dakika kadar beni süzmeye devam etti.

Aylin'in "Uyuyor mu?" sorusuna acele etmeden geri giderek "Uyuyor." diye mırıldandı.

"Bak gördünüz mü boşu boşuna evham yapıp durdunuz. Allah bilir orada neler yaşadı. "

"Gözlerindeki korku her şey belli etmiyor mu zaten?"

"Bana bakarken bile gözbebekleri titriyor. Her hareketimizi tahmin etmeye çalışması beni çok üzüyor komutanım."

Uraz komutan ağzını açmazken hiç durmadan Aylin konuşuyordu. O kadar mı belli ediyordum korktuğumu? Farkında değildim.

Yeri titreten ayak sesleri Uraz komutana ait olduğunu belli ederken kapıya gelen başka bir kişi olduğunu hareketlenmelerden anlamıştım.

"Hayırlı geceler. Nasıl gidiyor nöbet?"

Şen bir erkek sesi sorduğu soruyu canlı bir sesle sorduğunda onlara takıldığını anlamıştım.

İnce sesiyle ortama ayak uyduran Aylin

"Bizde sorun yok sizde nasıl gidiyor Kayhan bey?"

diye sorduğunda erkeksi bir şekilde güldükten sonra cevapladı.

"Elbette sizin için çocuk oyuncağıdır. Sağolun Aylin Hanım bizim için de normal ilerliyor. Efşan hanım nasıllar? Bir sorun, şikayet var mı kendilerinde?"

"Kendisi hâlâ uyuyor. Uyumadan önce de bir şikayette bulunmadı. Bir sorun olursa size iletirim ben"

"Memnun olurum. Ben sizinle ayrıntıları konuşurken Halime hemşire de Efşan hanımı kontrol eder."

Nazik sesinden ödün vermeyen doktor olduğunu anladığım kişi kapının önünden çekildiğinde odaya giren genç hemşire ile göz göze geldiğimde elimi kaldırarak işaret parmağımı dudağıma bastırdım.

Beni uyanık beklemeyen hemşire önce irkilsede dediğimi ikiletmeden sessizce yanıma yaklaşarak kolumda takılı olan serumu kontrol etmeye başladı.

Sessizce fısıldadığında gözlerimi ona çevirdim.

"Ağrınız var mı?"

Sesli bir şekilde cevap vermek istemediğimden başımı yavaşça sallayarak onayladım. O da kafasını sallayarak çekmecelerin içinden çıkardığı şırınga ve ilaçları hazırlayarak serumun içine kattığında baş selamı vererek odadan ayrıldı. Böylece kulağım yine kapı arkasında takılıkalmıştı.

"Şuan için durumu stabil. Ağrılarının olmaması ise çok doğal çünkü ağrılarının olmadığını sanıyor. Verdiğimiz ilaçlar şuan için ağrı hissetmesine neden olmaz ancak birkaç gün sonra ağrılardan duramayacağı bir gerçek. İştahı nasıl?"

"Bir kase çorbayı bile içemedi."

"Anlıyorum. Yavaş yavaş toparlayacaktır."

Uraz komutan hiçbir dediğine cevap vermediğinde onu umursamadığını anlamıştım. Doktorunda onu umursamadığını sanmıştım ta ki odağını ona çevirene kadar.

"Sizi burda görmek şaşırtıcı. Sabahki sözlerden sonra burada olmazsınız sanmıştım."

Sabah ki sözler mi?

"İşine bak doktor!"

Sert sesiyle terslediğinde doktor boğazdan gelecek şekilde gülmüştü. Bu gergin ortamdan aralarının sıcak olmadığını anlamıştım.

"Her neyse. Kolay gelsin Aylin hanım."

"Sağolun. Size de kolay gelsin."

Ayak sesleri hızla uzaklaşırken Uraz komutanın bir şeyler mırıldandığını duydum ama ne dediğini anlayamadım.

Kapıya doğru yaklaşırken göz açıma girdiklerinde elini savurarak

"Yanlış kişiye bulaşıyor haberi yok." diye çıkıştığında Aylin kafasını eğerek "Tartışacak değilsiniz ya komutanım. " dediğinde hiçbir şey söylememiş olması söz vermediğinin kanıtıydı.

Aralık olan kapıyı iterek tüm heybetini gözlerimin önüne serdiğinde bakışlarında yumuşama olduğunu sansamda gözlerimin oyunu olduğunu biliyordum.

Aylin yanıma yaklaşarak "Neden uyandın? Ağrın falan mı var yoksa?" endişeyle sorduğu soruya başımı iki yana sallayarak cevap verdim. Gözleri anlık komutanına değdiğinde 'Duydu mu acaba?' diye sorduğunu anlamamak ahmaklık olurdu.

Keskin kehribarlar ona ne söyledi bilmiyorum ama gözleri bana döndüğünde gülümseyerek yanıma yaklaştı.

"Bir iki güne burdan çıkabiliriz. Tabi sende iyileşmeye çabalarsan daha erkende çıkabiliriz. Her şey senin gayretine bağlı."

Aynı gülümseme ile bakmak istesem de bunu beceremedim. Abimin benim gibi aylardır bulunamadığı gerçeği içimi yakıyordu. Yüreğim alev alev yanıyordu. Ben yaşıyordum. En kötü ondan haberim vardı ama ya o? Ya öldüyse, ya o da beni terkedip gittiyse ne yapacaktım ben?

Uzun zaman sonra duygularım kendini ele vermeye başlamıştı. Ağlamamak için kendimi sıksamda bir şeyler duymuş olduğum gerçeği ikisini de germişti.

Uraz komutan kapı pervazına sırtını yaslayarak kollarını göğsünde bağladığında Aylin benim için olduğunu düşündüğüm bardağa sürahiden su dolduruyordu.

"Barın komutan mesaj attı. Hanım kıza yiyecek bir şeyler alıyorum. Kebap sever mi diyor."

Son söylediği cümleye kıkırdadığında bardağı elime yaklaştırarak konuşmayı sürdürdü.

"Bende al sen yazdım. Yemek kalsa bile Barın komutan yiyeceği için dert etme yani."

Elime tutuşturduğu bardağı dudaklarımın arasına alarak büyük birkaç yudum aldıktan sonra geri uzattım. Bardağı komidinin üzerine koyup yataktaki boş olan alana kalçasını yerleştirip gülümsedi.

Gözlerime bakmayı sürdürüyorken yüzümde zerre kadar mimik oynamıyordu. Bundan rahatsız olmuş olacak ki gözlerini kaçırdı. Tekrar konuşmak için heyecanla dudaklarını aralamıştı lakin konuşmasına müsade etmeyerek ben araladım dudaklarımı.

"Kayhan bey gel-"

"Rol yapmana gerek yok her şeyi duydum."

Bunu duymuş olmanın rahatlığıyla sahte rolünden anında çıkarak eski sert ve dobra görünümüne dönmüş olması şaşırtıcıydı. Ensesinde topladığı sıkı topuzun yanlarından saçları çıkmış gözünün önüne düşmüştü. Saatlerdir aynı modelde durduğunu dağınıklığından anlamıştım. Saçlarını kulak arkası ederken kısa bir anlık gözlerini değdirdi. Benden ne kadarını duyduğumu açıklamamı bekliyordu anlaşılan.

"Artık kim olduğumu biliyorsunuz beni burda tutmak zorunda değilsiniz. Terörist olup olmadığımı merak ettiniz gördüğünüz üzere değilim. Bacağım iyileşir iyileşmez beni İzmir'e gönderirsiniz böylece size de yük olmam."

Dediklerimi tüm ciddiyetiyle dinleyen Uraz komutan gibi Aylin de dinlemişti. Uraz komutanın ne düşündüğünü anlayamasamda Aylin biraz renk vermişti. Düşündürücü bakıyordu yani ben öyle olduğunu sanıyorum. Benden bir yıkım bekliyordu ama bunu onların gözlerinde yapamayacağımı anlayamamışlardı. Zayıf tarafımı kimseye gösteremezdim ayrıca şuan için zayıflık olmazdı çünkü benim abimi arayıp neler olduğunu bulmam lazımdı. Eve kapanıp arkasından yas tutacak değildim.

"Kendi başına abini bulabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun. O düşünceleri kafandan atmanı öneririm."

Dakikalar sonunda dikkatimi çekmeyi başaran Uraz komutana değdirdim bakışlarımı. Hiçbir şey demesem bile neler düşündüğümü nasıl anlıyordu?

Buz gibi attığım bakışlara eş değer değen kehribarlar ağır adımlar ile yatağın başına kadar ilerledi. Baş kısmından kuvvet alarak vücudunu eğdiğinde konuşmaya devam etti.

"İhbarda bulunursan polis ekipleri ortak bir çalışma ile en yakın vakitte neler olduğunu bulacaktır. Bu işler tek başına halledebileceğin durumlar değil."

"Sen kaç kere bu durumlara düştünde bu kadar kolay akıl verebiliyorsun bana?"

Sinirle söylediğim cümleler karşısında bir kaşı havalandığında büyük bir tartışma geçeceğini ummuştum. Hayal ettiğim düşündüğüm gibi olmadı aynı sakinlikle konuşmasını sürdürdü.

"Ne düşündüğünü tahmin edeyim. Kendi başına abini arayacak belki kısa bir süre sonra onu bulacaksın. Bulduğunda da intikam için karşı tarafı kendiniz cezalandıracaksınız. Ya sonra? Sonrasını düşünebildin mi?"

Hayır düşünmemiştim...

Dediklerinde haklıydı.

Bunu nasıl yapabiliyordu? Nasıl zihnimi okuyabiliyordu?

"Ben cevap vereyim: Hayır, düşünmedin."

Sessizliğim duyduklarımın karşısında gözyaşı olarak akmaya başladığında derince bir iç çektim. Ona cevap verip konuşmak istemiyordum. Bu kadar zayıf olmak canımı yakıyordu. O ise benim sessizliğimden yararlanarak istediğini, düşüncelerini söylemeye devam ediyordu. Bir elini yanındaki masaya vurarak konuşmasını derinleştirme yolundaydı. Vurgulu kelimesiyle buğulu gözlerimle onu dinlemeye koyuldum.

"Bak kızım senin gibiler benim kucağıma çok düştü. Onlara da anlattım. Bu işlerin böyle olmayacağını hiçbir şeyin sonunda kendi istedikleri gibi bir son yaratamadıklarını en başından sonuna kadar anlattım. Ha dinleyenler oldu dinlemeyenler oldu. Dinleyenler şimdi aradığı kişinin yanında mutlu mesut yaşıyor. Dinlemeyenlere bak. Sürüm sürüm sürünüyorlar. Hapiste, hastanede niceleri var. Bu yüzden beni dinle olayların sonunda pişmanlık yaşama. Devletimiz burda. Söyle olanı biteni yardım edelim. Şimdi karar senin dinleyenlerden mi olmak istiyorsun dinlemeyenlerden mi seç seçimini."

Akan burnumu çekip yanağımdan süzülen yaşları hızla sildim. Kalbimden geçenler kesinlikle doğru yol değildi. Bu sefer kalbimin sesini dinlemeyecek olmam ikilemi derinde yaşatıyordu bana. Uzun ve meşakkatli bir yol vardı önümde ve dizginleri elime alamayacağım kadar karmakarışıktı her şey. Cevap düz mantık önümdeydi geri tepemezdim.

"Pekâlâ. Ne yapmam gerekiyor? Sana mı anlatacağım yoksa polislere mi? Ne gerekse en kısa vakitte yapalım."

Sözlerimin bitiminde kafasını ağır ağır sallayarak dikleştiğinde gözlerindeki o ışıltı 'Aferin' diyordu adeta.

"Bu geceyi atlatalım yarın konuşuruz."

Kısa ve öz sözlerine alışmış gibiydim. Buna da kafa sallayarak cevap vermiştim ki kapı gürültü ile aralandığında göz açımıza Lazoğlu girdi. Bir eli başında bir gözünü kısmıştı. Canının yandığı belli olan yüz ekşimesiyle göz göze geldiğimde bu haline gülümsemeden edemedim. Çabasız gülümsetmeyi başarıyordu.

Ardından heybetiyle Barın denilen adam girdiğinde gözleri Lazoğlu'nun üstündeydi. Kaşları oldukça çatılmış, kızgınlığı on kilometre öteden belli olacak şekilde gün yüzündeydi.

Boş koltuğa hızlı adımlarla yaklaşıp kendini bırakırken Uraz komutan neler olduğunu çözmeye çalışıyor gibiydi. Aylin uzun soluk ardından Barın'dan poşetleri alırken gözleri Lazoğlundaydı.

"Allah aşkına ne yaptınız kızgın boğa gibi soluyor komutan?"

Meraklı sesinin altında yatan iğneleyici ton bir annenin çocuğunu azarlaması niteliğindeydi.

"Yaptığum bir şey yok da! Kısmet buldim yaşı geldu da geçiyor diye onu düşündum. Yine tokadu yedum bu ne boyle!"

Yarı alaylı yarı ciddi sesi şaşkınlığın verdiği nida ile karıştığında şikayet ediyormuş gibiydi tonlaması.
Kükreyen kalın ses koca bir sabır dilenmişti.

"La havle Vela kuvvete! Bir gün elimde kalacak bu yeminle elimde kalacak! Kaşla göz arasında gitmiş hemşireye telefon numaramı vermiş!"

Yönünü hızla Uraz komutana çevirerek aynı fevrilikle devam etti.

"Komutanım bir hal çaresine bakın yoksa bu çocuk elimde kalacak! Hayır ölmesi sorun değil, ana babasına acırım!"

Yakınan askerine sert gözleriyle bakmaya devam ediyorken bakışları Lazoğlu'nu buldu. Öyle sert, öyle iğneleyici bakışları vardı ki ben bile bu bakışların altında ezilmiştim. Lazoğlu koltukta iki büklüm olmuş şekilde gözlerini kaçırarak komutanına bakarken odayı şu kelimeler doldurdu.

"Kız güzel miydi bari?"

Lazoğlu kazandığını belli eden zafer gülüşünü kulaklarımıza bahşederek odada turlarken Barın duyduklarının azametini sindirmeye çalışıyordu. Elindeki poşetleri küçük masanın üzerine bırakırken başını iki yana sallayarak ağzının içinden bir şeyler geveledi. Bu durumdan hoşnut kalmadığı aşikardı.

Bana ateş saçan gözlere bakmak üzere başımı çevirip yüzünü süzdüğümde gayet keyif aldığını fark ettim. Tekrar anladım ki bu gözler sadece bana ateş saçıyordu. Derin bir nefesle kendi içime çekilmeye karar verip bakışlarımı üzerimdeki bembeyaz çarşafa çevirdim. Kendimi onların arasında çok fazla irrite hissediyordum.

Karşı duvarın üzerinde asılı olan takvim ona bakmam için selam çakıyordu ki bu isteğimi kırmayarak yazan irili ufaklı yazıları okudum. Tarih 27 şubatı gösteriyordu. İlk başta bunun zihnimin oyunu samsamda gözlerim yanılmamıştı. Ben kaçırılalı aylar olmuştu ve ben bunu bugün tam anlamıyla kavrıyordum.

Mart ayına bir gün kalmıştı bu demek oluyor ki kış devam edecekti. Lakin kış bitmeden benim burdan gitmem gerekiyordu. Lanetli saydığım o eve yeniden ayak basmalıydım. Doğduğum, büyüyüp yeşerdiğim o eve gitmeliyim. Lanetlerim hep o evde gerçekleşmişti.
Bir lanet daha yaşayacaksam eğer yine aynı evde yaşamalıydım.

Yatağın sağ köşesi içe çöktüğünde irkilerek gerçek hayata döndüm.
Lazoğlu gözlerime bakıp gülümsediğinde gözlerimin ıslaklığı ile karşılaşmayı beklemiyordu tabiki. Kaşları fevrilikle çatıldığında sessiz olduğuna özen göstererek "Noldu?" dedi.

Tahriş olmuş boğazımı yutkunarak yumuşattığımda asĺında zaman kazandırıyordum kendime. Heterokromi gözlerimi açık mavilere dikerek konuştum. "Kader senin için ne belirlemiş yaşayana kadar bilmiyorsun. Bundan öncesini bilemedim, şuanı da bilemiyorum geleceğide bilemeyeceğim. Tekrar bir kayıp yaşamak istemiyorum."

En son cümlemin ardından gözümden düşen yaşa engel olamadım. Açık maviler düşen yaşı takip ederek yeniden gözlerime baktı. Her iki gözümü de tavaf ediyorken titreyen çenemi güçlükle araladım.

"Ben terörist, hain falan değilim. Artık buna bir son vermek istiyorum."

Titreyen dudaklarım yüzünden susmak zorunda kaldığımda hıçkırıklarımı yutarak sessiz gözyaşları akıtmaya devam ettim. Onun ne düşündüğünü deliler gibi merak etsemde sormaya tenezzül etmedim. İrislerimi yeniden ona değdirdiğimde hüzünlü bakışlara yeniden konuştum.

"Evime dönmek istiyorum."

Nefes alma payından sonra titrek, duygu yüklü bir sesle devam ettim

"Çok acı çekiyorum."

Gözlerimden firar eden yaşlara bakmaya devam ediyorken sağ elini kaldırmış yanağımdaki yaşı silecekken gür ses ile havada kalan elini geri indirdi.

"Noluyor?"

Buğulu gözlerimle sesin sahibine çevirdim bakışlarımı. Uraz komutan çatık kaşlarının altındaki ateş gözlerle bize bakmaya devam ediyordu. Bir cevap bekleyen kulakları bir mırıltı dahi işitmediğinden agresifleşmesi an meselesiydi.

Hızla yanaklarımı silip her şeyin üzerine sünger çekebileceğimi sanmıştım lakin bu o kadar da basit bir durum değildi.
Yemeğini yiyen bu insanlar benim yersiz davranışım yüzünden lokmalarını yutamamışlardı.

"Tuvalete gitmek istiyorum."

Keskin sesimle Aylin ayaklanmıştı ki eliyle işaret veren Uraz komutan tarafından dudurularak yardım etmesine engel olmuştu.
Onun yerine kendisi oturduğu yerden kalkıp elini çırparak yanıma yaklaştı. Onun bana yardım falan etmesini istemiyordum.

Lakin inatçı bir yapısı olduğundan tartışmamız an meselesiydi bunu göze alamayacak kadar yorgun hissediyorum kendimi. Yanıma geldiğinde küçük bir çocukmuşum gibi kucaklayarak tuvaletin yolunu tuttu. Tutunduğum omuzlarındaki ellerimi ürkek ve çekingen edayla uzak tutmaya çalışıyordum.

Tuvalet kapısını açarak içeri girdiğinde beni burada bırakıp çıkacak sanmıştım fakat o ne beni kucağından indirmişti ne de odadan çıkmıştı. Kapıyı ardımızdan kapatarak geniş tezgahın üzerine beni oturtuğunda şaşkınlıkla atıldım.

"Napıyorsun?"

O bunu bile gözardı ederek iri pazularını tezgaha yaslayarak beni hem bedeninin hemde gözlerinin hapsine almıştı. Gözlerimi gözlerinden kaçırarak bu andan saliselik kaçabilsemde bu andan kurtulmaya yardımcı olmuyordu.

"Nefesini tutma."

Sert sesine kulak kabarttığım an fark etmiştim nefesimi tuttuğumu. İçimdeki dürtüye ayak uydurarak gözlerimi gözlerine çevirdim. Aynı delici, aynı ezen bakışlarla karşılaşmıştım yine.

"Kendini bu evrene fazla kaptırma."

Dediği cümleyle kaşlarımı çatıp kaçırdığım gözlerimi kehribarlarına diktim. Kaldırdığı tek kaşıyla devam etti.

"Bugün varsan yarın yoksun. İki gündür tanıştığın bir time ne kadar bağlanabilirsin ki?"

Her bir kelimesi bir sonraki ağır sözlerin habercisiydi. Köz olan kehribarları an itibariyle harlanmış beni delicesine yakmaya yemin etmiş gibiydi. Ve istediği gibi de olmuştu.

"Kimseye bağlanma, kimseden ümit bekleme buradaki herkes işine odaklı birer er. Umduğun gibi ağına kapılacak kimse yok burada!"

Dedikleri yüreğime birer ok misali delip geçiyordu. Gözlerimin buğulanması onun bu sözleri değildi, içinde bulunduğum bu durumdu. Alev alev yanan gözleri alaylı bir tavıra dönüşerek son kelimelerini sarf etmeye hazırlanmıştı.

Yanağıma dökülen minicik su damlasını gözleriyle takip ettikten sonra gözlerime çevirdi o delice bakışlarını. Bir eli hâlâ aynı kıskaç görevi görüyorken bir elini kaldırarak yanağımı ıslatan damlayı ağır bir hareketle sildi.

"Yüzünü, toplam bir saat görmüş olduğun adamın sözlerine ağlamak tam da senin gibi bir kıza yakışırdı."

Kafamı hızla sağa çevirip yüzüme değen parmakların esirinden kurtardım. Öfkeli bakışlarımın kurbanı olan kehribarlara en az onun kadar hırçın olabileceğimi gösterdim ona.

"Yüzünü, toplam bir saat gördüğün bir kadına bu seviyesiz sözleri söylemekte tam da senin gibi bir adama yakışırdı."

Böyle bir şeyi benden duymayı beklemiyordu. Sessizliğinden faydalanarak tüm öfkemle devam ettim.

"Söylesene, kim bastı kuyruğuna?"

"Tanımadığın, tek kelime etmediğin bir kadından bu kadar seviyesizce konuşman için kim saldı üzerime?"

Tüm bu sözlerimin bitiminde gözlerim kasılan çenesine kaydı. Hırçınlaşan bir deniz gibi şaha kalkmış öfkesini gözardı ettim. Onun benim acımı gözardı ettiği gibi.

"Sadece seviyeni anlattım sana sen pek farkında değil gibiydin."

Kalbim kırılmamalıydı öyle değil mi?

Kehribarlarına hapsolmuş közler alev alev bakmaya devam ediyordu. Beni biraz daha üzmek için dudaklarını aralayacaktı ki ondan hızlı davranarak ben konuştum.

"Çık burdan."

Dudakları yavaşça kapandı. Yüzünü daha fazla görmek istemiyordum. Elimle kapıyı göstererek bağırdım.

"Çık burdan! Çık! yalnız bırak beni!"

Son söylediğim kelimeyle beraber yanımda duran sabunluğu aldığım gibi kapıya fırlattım. Dudakları bir şeyler demek üzere hareketlenmesiyle sinirlerim tavan yapmıştı.

"Çık diyorum! Çık! Aylin! Aylin!"

Sesime daha fazla katlananamış olacak ki kapıyı sonuna kadar açarak bir boran gibi geçti gitti yanımdan. Kapıyı açarken elinin ayarını tutturamamış beyaz fayanslara çarparak tok ses çıkarmıştı.

Aylin şaşkın olduğunu belli eden bakışlarla içeri girdiğinde önce oturduğum yere sonra da gözümdeki yaşlara baktı. Kırılan sabunluğun parçalarını ayakkabısıyla köşeye iterek yanıma yaklaştı. Çekingen bir edayla koluma dokunarak
"Noldu diye sormayacağım" dedi bir fısıltı eşliğinde.

Bu cümleden sonra ne o ne de ben konuştum bir daha. Konuşmak isteyecek heves bırakmamıştı kursağımda. Bu saatten sonra bana nasıl yaklaşılıyorsa öyle yaklaşacaktım bende insanlara. Merhametsize merhametle yaklaşmak kendime ihanet olurdu. Daha fazla ihanet edemezdim bedenime, kendime ve hislerime...

 

Bölüm sonu.

Umarım beğenerek ve keyifle okuduğunuz bir bölüm olmuştur.

Yer yer yorduğu zamanlar olsada bitirebilirim sonunda.

Emeklerimi göz önünde bulundurarak değerlendirme yaparsanız çok mutlu olurum.

Öpüldünüz. <3

Loading...
0%