Yeni Üyelik
1.
Bölüm

;༊

@sairkadin

‘’Bir varmış, bir yokmuş…’’ diye başlar tüm hikâyeler. Peki bu hikâyede bir farklılık yapmak ister misiniz? Şöyle başlayalım mesela; ‘’ Bir hikâye varmış, iki de yabancı. Onların hikayesi var olmakla başlamış ama kimse yok olmamış…’’

 

İki yabancı varmış dedik. Bu iki yabancıdan biri Pollyanna’yı aratmayan, yaşama sevinciyle dolu bir kızmış. Diğeri ise yok olmak isteyen, güneşli bir günde bile kendini karanlığa saklayan bir genç. Bu hikâye; birbirlerini tanıyan iki yabancının hikayesi desek fena olmaz. Şöyle durup etrafımıza baktığımızda herkes yabancıdır aslında bize. Şu kaldırımda oturup kahkahalar atan çocukları, elindeki rengarenk balonlarıyla bağıran adamı tanımayız örneğin. Parktaki bankların birine oturmuş yaşlıları ya da sırf evine ekmek götürmek için sabah erkenden kalkıp köşe başına küçük tezgahını kuran adamı tanımayız. Bir insanı tanımak için onu bilmemiz, öğrenmemiz gerekir. Onunla konuşmamız, dertleşmemiz ancak onu tanımamızı sağlayabilir. Peki bir insan sadece dışarıdan bakıldığında tanınabilir mi? Ya da iki yabancı birbirini sadece gözlerinin parıltısından, karmaşık kelimeler veya cümleler olmadan anlayabilir mi? Eğer bunun cevabı sizde ‘’Hayır.’’ ise bu hikâyeyi okumanızı tavsiye ederim. Kim bilir sizde bir gün birini gözlerinden anlarsınız, hayat bu değil mi? Lafı uzatmadan başlayalım en iyisi;

Verimli toprakların olduğu, her gün güneşin selam verdiği, çiçeklerin, böceklerin, yemyeşil ağaçların olduğu bir yerde; küçük ve sevimli bir kasabada var olmaya başlamış bu hikâye. Bu küçük ve sevimli kasabada bir kız yaşarmış. İsmi neymiş, nerde doğmuş, annesi babası kimmiş bilinmez. Bu kızın ancak kalbi bilinirmiş herkes tarafından. O kadar güzel bir gönlü varmış yani kızın. Herkese yardım eder, sevgisi hiç bitmez bütün insanlarla paylaşırmış. Öyle ki; Onu gören kuşlar bile yaşam sevincini hisseder bu karmaşık ve kötülüklerle dolu dünyada nasıl bu kadar temiz ve saf bir kalp olabiliyor diye şaşırırlarmış. O kız kuşlarla, böceklerle, çiçeklerle dostmuş. Sadece onlarla mı? İnsanlarla, hayvanlarla da anlaşırmış. Bütün kasaba halkı onu çok severmiş. Yardıma muhtaç olana yardım eder, kimsesizleri göz kulak olur, çocuklarla oyunlar oynarmış.

Gönlü güzel olduğu gibi dışı da güzelmiş bu genç kızın. Yüzünden hiç eksilmeyen gülüşüyle, gelincik çiçeğinin yaprakları gibi kızıl, omuzlarına kadar gelen saçlarıyla, sanki hiç güneşe çıkmamış gibi bembeyaz olan teniyle, yanaklarının ve kemersiz burnunun üstündeki küçük çilleri ile o kadar tatlı ve güzel görünürmüş ki bütün insanlar ona hayran hayran bakarmış. Bekar erkeklerin gözdesiymiş ancak hiçbiri ona bir kez bile yaklaşmamış. Kimse kendilerinin bu çapkın zihniyeti ile o güzel genç kızın kalbinden akan berrak nehri kirletmek istememiş. Kızın da zaten hiçbir erkekte gönlü yokmuş anlaşılan. O çocuklarla oynar, onlarla anlaşırmış. Küçük bir kız çocuğunu aratmazmış onun halleri. Belki de bundandır kimsenin ona karışmaması; onun bu çocuksa kalbi kuşlara bile yaşama sevinci verirken, herkes onda umudu görürken istememişlerdir onun da kendileri gibi bu adaletsiz, hırslı dünyaya gönlünü kaptırmasını.

Yalnız kimse onun sesini şu ana kadar duyamamış. Bazı insanlar dilsiz dermiş ona, bazıları onu duyduğunu iddia edermiş. Bazı çocuklar onun sesinin kötü olduğunu, bunun için konuşmadığını düşünürmüş. Ancak hangisi doğrudur, kimin dediği hakikattir ya da hakikat bu söylenenlerde midir bilinmez.

Yine güneşin kasabaya ışıklarını bahşettiği, tüccarların sabahın erken saatlerinde tezgahlarının başına geçtiği, çiçeklerin etrafa renk kattığı bir gündü. Tabi ki bu güzel güne de gönlü güzel insanlar yakışırdı. Beklenen de oldu, birkaç saat sonra kasaba halkı meydana doluşmaya başladı. Her gün olduğu gibi çocuklar etrafta o sıcak gülüşleri ile koşuşturuyor, halkın kadın kesimi gruplar olarak meydanın farklı bölgelerine dağılmış dedikodu yapıyor, erkek kesim ise aynı kadınlar gibi birbirleri ile sohbet ediyorlardı. Her gün olduğu gibi meydanın coşkulu olduğu bu saatleri kaçırmayan genç kızımız, bu sefer kiraz kırmızısı elbisesiyle ve boynundaki inci kolyesiyle göstermiş kendini insanlara. Bütün gözler ona dönerken o ilk kafasını kaldırıp güneşe selam vermiş. Sonra da insanlarla sıcak gülüşünü paylaşıp, aynı bir çocuk gibi zıplayarak ilerlemeye başlamış. Çocuklar onun yanından bisiklet ile geçerken saçları rüzgarla karışmış. Kadınlar ellerini havaya kaldırıp ona doğru sallamışlar. Erkeklerse önlerinden geçen bu güzel bayana başlarını eğerek karşılık vermişler. Genç kızımızda selamlara karşılık verip her zaman yaptığı gibi gülücükler saçmaya devam etmiş.

Etrafta dolaştığı sırada bir sokak gözüne çarpmış. Bu kalabalık ve değişik dükkanlarla dolu olan sokağa girmeye karar vermiş. Yönünü değiştirip ilerlemeye başlamış. Sokağa girdiğinde bir sürü gürültücü ses olduğunu fark etmiş ancak bu onu rahatsız etmemiş. Önemli olan duymak değilmiş onun için, duyduğunu anlayabilmekmiş. Gürültüye ve etraftaki kalabalığa aldırmadan ilerlemeye devam etmiş. Bir dükkân camının arkasındaki raflarda bir şey gözüne takılmış. Dükkânın süslü ve camdan kapısını iterek içeri girmiş. Bu dükkân dışarıya göre daha sessiz ve daha az kişi barındırıyormuş. Küçük adımlarla gözünün takıldığı rafa doğru ilerlemeye başlamış. Rafın yanında durduğunda gözleri biraz etrafta dolanmış. Sonunda da kaybettiği oyuncağını bulmuş küçük bir çocuk gibi gözlerini irice açmış ve gülüşü sanki mümkünmüş gibi daha da büyümüş. Parmak uçlarına basarak yükselmeye çalışmış ve kollunu da yukarıya doğru kaldırmış. Ne kadar uzanmaya çalışsa da uzanamamış almak istediği şeye. Baktı ki böyle olmuyor, ona ulaşmaktan vazgeçmiş. Gülüşü biraz solsa da yüzündeki tebessüm hala sıcakmış. Bu sefer dükkânı dolaşmaya başlamış.

Dükkânda ilerledikçe daha fazla raf ve raflarda daha süslü hediyelikler varmış. Rafların birinin önünde durmuş ve göz gezdirmeye başlamış tekrardan. Daha sonra bir anda arkasından hızlı bir şey geçivermiş. Genç kız az kalsın düşecekmiş ancak son anda dengesini sağlayıp ayakta durabilmiş. Onu bu denli etkileyen şeyi merak eden kız arkasını dönmüş, sağına bakmış, soluna bakmış ancak bir şey ya da birini görememiş. İki büyük raflığın arasında neye uğradığına şaşırmış kız. Gözleri yine bir şey bulamayınca bu seferde az önce arkasında olan rafa gözü takılmış. Gördüğü şey onun tekrardan şaşırtmış. Gözlerini yine irice açıp gülüşünü daha da büyütmüş. Elini önündeki rafa uzatıp az önce ulaşamadığı ve bunun yüzünden gülüşünün solduğu süs eşyasına bakmış. Şimdi o narin ellerinin arasındaymış istediği.

Bu çok güzel bir müzik kutusuymuş. Üstünde tahtadan ve kanatları beyaza boyanmış bir kelebek varmış, altında da kelebeğin dik durması ve müzik çalarken dönmesi için daire bir bölme varmış. Altında ise yine koyu meşe ahşaptan kutulu bir bölme ile müziği başlatmak için çevirmeli bir kol duruyormuş.

Kız gördüğü şeye sevinmiş ancak bunun nerden geldiğini anlayamamış. Çünkü bu tarafa doğru ilerlediğinde onun burada olmadığına eminmiş. Belki de arkasından hızla geçen şey onu buraya bırakmıştır diye düşünmüş. Belki de küçük bir çocuk bunu almak istemiş ancak annesi ona izin vermediği için alamamıştı. Çocukta müzik kutusunu rastgele bir yere koymuştu. Olabilirdi sonuçta. Çocuğu düşününce o yüzünden hiç eksilmeyen gülümsemesi biraz daha solmuş. Bu sefer burukça gülümsüyormuş. Belki bu müzik kutusunu alırsa, o çocuğu da bulur ve bunu ona hediye edebilirmiş. Bu fikri düşündükçe gülüşü giderek büyümüş.

Sevinçle müzik kutusunu alıp dükkândan çıkmış. Yine dışarıda zıplayarak yürümeye başlamış. Girdiği o sokağı akşama kadar gezip anca sonuna çıkabilmiş. Sanki hiç yorulmamış gibi hala gülüyor ve hızla yürümeye devam ediyormuş. Meydanda hala birkaç insan grubu varmış. Ancak satıcılar dükkanlarını teker teker kapatmaya, evlerde de ışıklarını söndürmeye başlamış. İnsanlar da giderek dağılıyormuş zaten. Genç kız yine önüne gelen herkese selam verip, içten gülümsemesini sunmuş. Elindeki müzik kutusuyla birlikte meydandan ayrılmış ancak nereye gittiği bilinmez.

Güneş nöbetini Ay’a devretmiş ve bulutların yerini yıldızlar almış. Gün bitip gece başlamış.

Ertesi gün herkes yine meydanda toplanmış. Çocuklar koşuşturuyor, insanlar konuşuyor, pazarcılar ve satıcılar müşteri çekmek için bağırıyorlarmış. Ancak herkes bugün biraz daha değişikmiş önceki güne göre. Çünkü gülüşüyle onlara sevinç aşılayan, bakışlarıyla herkese umut veren, çocuksu tavırlarıyla herkesi eğlendiren genç kız bugün gözlerine gözükmemiş. Herkes yine de yüzünden gülüşünü eksik etmiyor, genç kızın yerini doldurmaya çalışıyorlarmış. Bu içten ve sıcak gülüş artık herkese bulaşmış. Genç kızın onlara giderken bırakacağı en güzel hediye bu olurmuş.

Genç kız bugün meydandan farklı bir yere gelmiş. Halkın ‘’Umut Tepesi’’ dediği yerdeymiş. Umut Tepesinde renk renk çiçekler, börtü böcekler ve yemyeşil otlar varmış. Bu tepe iki dağın arasındaymış. Sağ taraftaki dağın ardından kasaba, sol taraftaki dağın ardından ise orman başlarmış. Bu iki dağın arasında kalmış tepeciğe de tepenin tam aksine büyük ve görkemli bir söğüt ağacı kalmış. Tepenin tam ortasındaymış bu söğüt ağacı. Dalları aşağı sarkar, altında duranlara gölge yaparmış. Kasabanın gürültüsünden, ormanın ise ıssızlığından kaçmak için bu tepeye gelirmiş kız. Genelde de kimse gelmezmiş zaten ondan başka buraya. Ya umudunu kaybedenler umudu bu tepede bulacakları için gelirlermiş ya da hayvanlar görkemli söğüt ağacının gölgesinde serinlemek ve otlamak için gelirmiş. Ancak genç kız sadece severmiş burayı. Umudunu kaybetmemiş, o zaten umut denen şeyin vücut bulmuş haliymiş kimilerine göre. Bir şeyi ya da birini sevmek için neden olması gerekmezmiş ona göre. Çünkü sevgi denen şeyden ne karşılık beklenir ne de ne zaman karşına çıkacağı seçilirmiş. Bazen aşka bazense umuda benzetirmiş sevgiyi.

Genç kız bu sefer yanında müzik kutusunu da getirmiş. Elinde kutusu, önündeki söğüt ağacına doğru ilerlemiş. Kasabaya bakan tarafa doğru dönmüş ve sırtını ağaca yaslamış. Hem kasabayı izliyormuş hem de şimdi müzik kutusunu dinleyecekmiş. Elini kutunun yanındaki çevirmeli kola atmış atmasına ama bir şey onu durdurmuş. Ağacın diğer tarafından sesler gelmiş kulağına. Ancak birkaç saniye sonra kesilmiş bu sesler. Kız iyice meraklanmış ve tekrar ayağa kalkmış. Üstünde rengarenk çiçek desenlerinin olduğu beyaz elbisesini düzeltip, önüne düşen kızıl perçemini elinin tersiyle kulağının arkasına sabitlemiş. Yalın ayaklarla birlikte ağacın diğer tarafına ilerlemiş. Bunun küçük beyaz ve sevimli bir tavşan olacağını düşünmüş, belki de kahverengi bir at da olabilirmiş. Ama karşısında genç bir adam görmeyi beklemiyormuş. Kafasını ağacın kenarında dışarı çıkarıp adamın dibine girmiş. Adam şu an kızın yüzüne bakmadığından kız onun im olduğunu çıkaramamış.

Adamda onu görmeyi beklemiyor olacak ki kafasını arkasına çevirdiğinde bir çift iri ve söğüt ağacının dallarından sarkan yapraklar kadar yeşil gözler görmüş. Bu gördüğü manzara hem onu mest ederken hem de korkmasına neden olmuş. Ani bir hareketle kendini geri çekmiş. Adamın bu ani hareketinden genç kız da korkmuş ve bir adım geri gitmiş. Ancak gitmesiyle birlikte kendini yerde bulmuş. Arkasının üstüne ani bir şekilde oturması ve ardından kızın kahkahalarla gülmesi adama bu sakarlığın komik olduğu kadar güzel olduğunu da göstermiş. Genç adam ve genç kız birlikte gülüşmeye başlamışlar. Bir süre sıcak kahkahalarını bütün evrenle paylaştıktan sonra ikisi de söğüt ağacının dallarının altında yan yana oturmuş ve tepeden aşağısını seyretmeye koyulmuşlar. Bu tepenin aşağısından berrak bir nehir geçermiş. Bazen çocuklar buraya oyun oynamaya gelirler, gülüşleri ile her varlığa yaşama sevinci katarlarmış. İki genç oturmuş nehri izlerken genç adam bu güzel sessizliği bozmaya karar vermiş:

‘’Adını öğrenebilir miyim?’’ duyduğu soru üzerine kız ona dönmüş ancak en başta da dediğimiz gibi bu kız konuşmuyormuş. Sade gözlerine bakıp biraz daha gülümsemiş. İster istemez genç kız gülünce onun da gülümsemesi biraz daha büyümüş. Adam da biliyormuş onun herkes gibi konuşmayacağını, yine de şansını denemek istemiş. Genç kız yanında duran müzik kutusunu avuçlarının içine alıp dizlerinin üstüne yerleştirmiş. Elini çevirmeli kola koymuş ve döndürmeye, makarayı sarmaya başlamış. Biraz daha döndürdükten sonra elini koldan çekmiş ve kutudan çıkacak melodiyi dinlemeye koyulmuş. Sonunda makara yavaş yavaş geri sarılırken melodi de çalmaya başlamış.

Genç kızın gözleri berrak nehri izliyor, gövdeleri görkemli söğüt ağacı sayesinde güneşten yanmıyor, rüzgâr sayesinde ise ferahlıyormuş. Genç kız nehri izlerken genç adam da onu izliyormuş. Gönlünün saflığı aynı şekilde yüzüne de yansıyormuş. Gözlerinde hep bir umut parıltısı, gülümsemesinde yaşama sevinci barındırıyormuş. Her şeyden vazgeçmiş insanlar bile onun bir gülüşü, bir bakışı sayesinde hayatta azıcık da olsa umut denen şeyin varlığına inanır, pes etmezlermiş.

Genç adam da her şeyinden vazgeçmişlerden biriymiş aslına bakılırsa. Ancak o zaten şu güne kadar genç kızı hep izlemiş. Onun gülüşünü, bakışını her zaman hissetmiş ancak hiçbir şey onu davasından geri çevirememiş. Aslında bu Umut Tepesine gelmesinin sebebi de bir nebze olsun buraya gelenler gibi umudu bulabilmekmiş. Ancak karşılaştığı şey her gün ki gibi aynı olmuş. Başında yapraklar sallanıyor, nehrin su sesleri geliyor, rüzgâr ise hafif hafif esiyormuş. Umut denen şeyi ne görebiliyor ne de hissedebiliyormuş. Bu zaten buraya gelişinin son günü olacakmış. Yani genç adam öyle planlamış ancak birazdan olacaklar onun bu tepeye umudu ve genç kızla birlikte gelmesini sağlayacakmış.

Dakikalar, saatler hatta belki de günler geçmiş. Bilinmez. Genç adam ayaklanmış ve tepenin ucuna doğru nehrin kayalıklarına yaklaşmış. Her ne kadar berrak ve ışıl ışıl bir nehir olsa da onu da koruyan sarp kayalıkları varmış. Zaten her şeyden vazgeçenlerin ilk durağının burası olması da bundanmış. Gelen her kimse bu sarp kayalıklara atlamak olurmuş niyeti. Ancak bilmeden kendilerine son bir şans verirlermiş Umut Tepesinde. Genç adamda tam uçta durmuş. Nehri koruyan kayaların sivri ve acımasız uçları gözüne parıldıyormuş. Korkmuyor değilmiş ancak bu hayattan öylesine yorulmuş. Öyle ki bu yorulmak her şeyinden vazgeçecek kadarmış.

‘’Hangi yük seni bu hayattan koparacak kadar ağır geldi?’’

Adam duyduğu naif ses ile olduğu yerde donup kalmış. Ne ağzını açabilmiş ne de arkasını dönebilmiş. Bu duyduğu ses genç kızınmış. Daha önce hiç duymamasına rağmen burada o ikisinden başka kimse olmadığına eminmiş. Tabi bu sesin sahibi onun canını almaya gelen melek değilse. Saniyelerce, dakikalarca hatta belki saatlerce öylece durmuş. Çünkü ne diyeceğini ne cevap vereceğini bilememiş. Onu bu kadar bıktıran şey neymiş? Hangi sebep onu canından bile bezdirebilmiş? Hangi yük ona bu kadar ağır gelmiş de Umut Tepesinde bütün umudundan vazgeçebilecek hale düşmüş? Biz bunları sorarken onun da aklından aynı sorular geçmiş. Neymiş sebebi? Ya da sebebi mantığa uyuyor muymuş? Hayır, hayır. Zaten mantığa uyması gerekmiyormuş. O kalbinden geçeni yapıyormuş.

‘’Sen herkese umut veren, gülüşünle yaşama sevinci bahşeden kız; peki seni bu hayata karşı ayakta tutan umudun ne?’’ deyivermiş arkasına bile dönmeden. Ve arkasında birkaç adım sesi duymuş. Sonrasında ise birkaç santim ötesinde duran genç kızı fark etmiş gözleri.

‘’Hayat, umudunu içinde barındırır. Umudu görmeyi ya da duymayı bekleme. Çünkü umut tam kalbinde.’’ demiş ve biraz daha yaklaşmış adama. Tam önünde durup elini adamın sol tarafına koymuş. Başını hafif yukarı kaldırıp yeşil gözleri ile adamın gözlerine bakmış. ‘’İşte tam da burada!’’ dercesine. Sonra kız elini geri çekmiş ve adamdan birkaç adım uzaklaşmış. Adamın bir anda nefesi kesilmiş. Bütün hayatı boyunca onun nefes almasını sağlayan, kızın ona dokunuşuymuş sanki. Elini sol tarafında hissedemeyince bir ağırlık çökmüş oraya. Eliyle sanki kalbindeki bütün yükleri kaldırmışta, oradan gidince yine adam bir başına kalmış gibiymiş. Genç adam arkasına dönmüş, umudun habercisi olan kızı tekrar gözleriyle buluşturmak için. Genç kız büyük söğüt ağacına doğru yürümüş. Yanında durup diz çökmüş. Eline üstünde özel işlemeli ve beyaz kanatlı bir kelebek olan müzik kutusunu almış. İnce parmaklarıyla sarmış iyice etrafını. Sanki ellerinden kayıp gitmesinden korkuyormuş. Ya da kelebeğin kanatlanıp uçmasından. Dikkatlice adamın yanına gelip durmuş.

‘’Bak.’’ demiş adama.

‘’Bak, şu kelebeğe. Beyaz kanatlarıyla ne kadar temiz ve güzel duruyor.’’ adam dediklerini ilkinde anlamamış ama dinlemeye devam etmiş.

‘’İnsanoğlu da böyledir. Bu bedeninin ilk can bulduğu zamanki haline benzer. Beyaz kanatlarıyla saf ve günahsız bir bebek gibidir aynı. Ancak kelebeklerin ömrü bir gündür. Bu kadar güzel ve kusursuz gözüken bir yaratığın neden bu kadar kısa bir ömrü vardır sence?’’ Adam sorusunu yanıtsız bırakmış.

‘’Çünkü hayat dediğimiz şeyin döngüsü böyledir. Yaratıcının yarattığı her şeyin bir ömrü vardır. Her hikâyenin sona açılan bir sayfası olduğu gibi. Kelebeğin ömrüne benzer aslında hayatlarımız. En güze anılarımız su gibi akıp geçerken, hayatın içinde olduğumuz imtihanların sonu gelmek bilmez. Bu da insanoğluna özgü bir yaradılıştır. İnsan doğar, yaşar ve ölür. Onlar için hayat döngüsü budur. İster en zengin olsun ister en kusursuz ama bak hepsinin sonu kelebeğin ömrü kadar kısa. Biz bu kısa hayatın içine imtihanları da sığdırıyoruz sadece.’’

‘’Peki imtihanlar? Yaratıcı neden insanlara hep bu kadar zor sınavlar hazırlar? En merhametlimiz, en şefkatlimiz o değil midir?’’ Genç adamın bu sorusuna kız yine tebessüm etmiş.

‘’Peki, söylesenize bayım bu imtihanlar olmasa hayatın ne anlamı kalır ki? Evet, kimi zaman zor olur bu sınavlar, büyük fedakarlıklar ister bazen. Ama yaratıcının her zaman bir planı vardır. Kader dediğimiz şeyi o planlar ve bu büyük fedakarlıklar isteyen imtihanların sonunda bizi en büyük ödüllerle mükafatlandıracağından bahseder. Şimdi bu sıkıntılarımızı çekmek bizi sonu sonsuz güzelliğe açılan bir kapıya götürecek. Bizden istenen sadece biraz sabır ve azim.’’ dedi ve devam etti genç kız.

‘’Şimdi size başka bir soru daha. Hangi kolay sınavın sonu sizi mutlu eder ki? Kolay olsa herkes yapar. Sizi siz yapan imtihanları nasıl atlattığınız ve sonucunu nasıl aldığınızdır. Unutmayın kolay sınav yoktur, her sınav çalışana kolaydır. Şimdi siz umuttan bahsediyorsunuz. Ben hayatı kelebeğe benzettiysem umut da aslında kelebeğin kanatlarında saklıdır. Umut denen şey hayatımıza, imtihanlara, yaptığımız fedakarlıklara farklı bakıp pes etmememizi sağlar. Kelebeğin kanatları olmasaydı onun da diğer böceklerden bir farkı kalmazdı. Ancak kelebeği kelebek kılan şey onun kanatlarıydı. En iyi ressamların bile bu kadar güzel çizemeyeceği desenleri, yaratıcı ‘Ol!’ demesiyle işlemişti kanatlarına kelebeğin. Kelebek ömrümüzse, kelebeğin ömrü imtihanlarımızla geçen yaşamımızsa, kelebeğin kanatları da yaşamımızı sürdürmemiz için gereken umuttur.’’ dedi. Adam dikkat kesilmiş onu izlerken elindeki müzik kutusunu ona uzattı. Boyu yetişemediği için morali bozulan genç kızın yüzündeki gülümseme tekrar yerini bulsun diye ona yardım eden adama geri veriyordu hediyeyi.

‘’ Umut aranmakla bulunmaz ancak isteyenler onu bulabilir. Ben umudu kelebeğin kanatlarında buldum.’’ dedi. Sonra da genç adamın yanından usulca geçip gitti. Adam ne nereye gittiğini biliyordu ne de bunu önemsiyordu. O kaybettiği sandığı umudunu tahtadan bir kelebeğin kanatlarında bulmuştu. O umudu bulmayı kendine görev edinmişti. Belki de yıllardır onu vazgeçmemeye zorlayan şey bir umutla, umudu aramasıydı.

Ve şimdi bütün vazgeçmeye yaklaşmış olan, her şeyi bırakıp pes etmeye başlamış olan insanlara söylüyoruz umudun nerde olduğunu.

 

 

Umut Kelebeğin Kanadında.

 

SON

Loading...
0%