Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. SESSİZ ÇIĞLIK

@solanith

 

Empire Of The Sun, We Are The People

 

Krobak, It’s Snowing Like It’s the End of the World

Sadece bir kere sordum içimden sana. İlk duyduğumda sormuştum aynı zamanda. Neden? Kelimeler mi tükenmişti de dilin yuvarlanmamıştı? Mürekkebi mi bitmişti kaleminin de bir kelime bile yazamadın? Biri solumda, diğeri arkamda iki polis memuruyla yürürken tekrar sormak istedim neden diye. Sormaya hakkım yokmuş gibi hissetmiştim günlerce. Ama şimdi hiç olmadığı kadar yüksek sesle sormam gerektiğinin farkına varmak canımı yakıyordu. Attığım her adımda yer kabuğu mu parçalanıyordu da böyle içim titriyordu anlayamamıştım.

Neden bu iki polis memuruyla yürümek zorundaydım? Neden evimi yabancılardan saklamak zorundaydım. Neden seni hiç tanımamışım gibi hissettirilmek zorundaydım?

Benimle yürüyen polis memuru, binmem için arabanın kapısını açtı. İstemeden de olsa arabaya binerken Atlas’ın, irileşmiş gözleriyle odaya gelip beni istediklerini söylediği ânı hatırladım. Ben kaçmaya çalıştıkça kovalanacaktım anlaşılan. Unutmaya çalıştıkça da hatırlatılacaktı bana. Araba yolculuğu; sessiz, sakin ve kısa sürmüştü. Yanıma oturan kimse olmamıştı. Diğer polis, şoförün yanına oturmuştu. Ama araba yola çıkmadan önce kapıları kilitlemeleri gözümden kaçmamıştı. Araba karakolun önünde durduktan sonra kıpırdamadan oturduğum yerde bekledim. Kapıyı kilitleyecek kadar güvenilmiyorsa bana her hareketime anlamsız yargılar yükleyebilirlerdi. Yine, daha öncesinde arabaya binmem için kapımı açan polis, şimdi inmem için açtı. İnerken yüzüne baktım biraz. Gayet soğuk, cansız hatta ruhsuz diyebileceğim bakışlara sahipti. Dudakları gergin, çenesi keskindi. Suçlu mu ilân edilmiştim yoksa?

İçeri girdikten sonra beni bir odaya götürüp beklememi söylediler. Girdiğim oda küçük, duvarları gri, ortasında düz kare masa ve sandalyeleri bulunan bir odaydı. Masanın sağında neredeyse duvarı kaplayan bir pencere vardı. Arkası görünmüyordu ama ardında beni gören birilerinin olduğunu izlediğim dizilerden biliyordum. Başta oturmaya çekindiğim sandalyeye doğru ilerleyip oturdum. Saydım. Sürekli saniyeleri saydım. Altmış saniye, altmış saniyeleri devirdi. Yaklaşık on altı dakika sonra odaya benden başka birileri girebildi. Yaklaşık diyebiliyorum çünkü düşüncelerim yüzünden ândan koptuğum dakikalar olmuştu, biliyorum.

Siyah takım elbiseli adam karşıma oturdu. “Merhaba Neva hanım.” Sandalyesini biraz daha masaya doğru çekip yakın oturmak istedi. “Neva dedim ama hangisini tercih edersiniz? Neva mı Alaska mı?” Sorusu karşısında zorla yutkundum. “Neva’yı tercih ederim.”

Kafasını onaylamak için bir kere aşağı doğru eğdikten sonra elini havaya kaldırıp tokalaşmak isteyerek bana doğru uzattı. “Bora Aslanoğlu. Davaya bakan savcıyım.” Kaşlarımın çatılmasıyla eline bakakaldım. “Dava mı? Ne davası?”

“Hım, anlaşıldı.” diye ağzında gevelerken elini geri indirdi. “Evinize günlerdir gitmiyormuşsunuz. Gönderdiğimiz tebligatlar size ulaşmamış. Polis arkadaşların aramalarına da cevap vermemişsiniz.”

“Neden diye mi sormaya çalışıyorsunuz?” diye sordum gergin bir şekilde, koyu kahve hatta neredeyse siyah görünen gözlerine bakarken.

“Hayır, neden buraya bu şekilde getirildiğinizi açıklıyorum. En azından telefonlarınızı açsaydınız kendi rızanızla gelirdiniz buraya. Ama tabii yargılamak için söylemiyorum bunları. Acınız büyük. Açıklama yapıyorum sadece.” Bir süre durup üstüme baktı. “Bade Maren’in ev arkadaşıymışsınız. Doğru mu?”

“Doğru.” dedim ellerimi birbirine kenetlerken.

“Günlerdir eve gitmemenizin sebebi acınız mı yoksa kaçtığınız bir şey mi var?”

“Dava ne davası, savcı bey?” diye sordum tekrardan. “Neyle sorgulandığımı bilmek istiyorum.”

Boğazını temizler gibi yaptıktan sonra sandalyede daha rahat bir konum almaya çalıştı. Sonra bakışlarını dimdik gözlerime sabitledi. Suçlu olmadığımı belli etmek isteyerek ben de doğrudan savcının gözlerine baktım. Yoksa tam tersi miydi? Yalan söyleyeceğimi ama bana inanmasını ister gibi inatla gözlerine baktığımı da sanabilirdi. Şimdi hangisini yapmalıydım Bade? Senin gibi kaçabileceğim bir yerim bile yoktu şu ân benim. İnatla gözlerine bakmayı seçtim.

“Bade Maren’in intihar ettiği aşikâr görünüyor olabilir. Önceki savcı hatta direkt bu şekilde olduğuna inanıyordu. Ama olayı duyar duymaz ardında birikmiş bir dava olabileceğini düşündüm. Ve dosyayı bana devretmesini rica ettim. Artık dosyaya ben bakıyorum ve şu ân karşımdasınız. Teker teker tanıdığı herkesle görüşeceğim.”

“Dosya.” diye mırıldandım istemeden. Bu adam için de bir dosyadan ibaretti Bade. Hayır. Haksızlık ediyordum. Önceki savcı için dosyadan ibaret olduğunu ama kendinin önemsediğini ve onun için öyle olmadığını söylemek istemişti bana.

“Tekrar soruyorum; eve niçin gitmediniz?”

“Korktum. Ya da bilmiyorum kaçtım.”

“Neyden korkup kaçtınız?”

“İntihar etmesine sebep olan bir şeyi sonradan… o öldükten sonra görmekten korktum.”

“Bir şeyden kastınız?”

“Bilmiyorum, yazdığı herhangi bir şey olabilir. Bir çizim, bir yazı ya da günlük. Görmek istemiyorum. Kaçtım.”

“Günlüğü var mıydı? Görmüş müydünüz?”

“Varsa bile yazarken hiç görmedim. Sadece tahmindi benimkisi.”

“Asıl sorulara dönüyorum. Herhangi bir düşmanı, onu intihara sürükleyebilecek birisi var mıydı? Ya da şüpheleniyorum diyebileceğiniz birisi var mıydı?”

Derin bir nefes aldım.

“Bade intihara meyilli bir insan değildi. İlk önce bunu söylemek istiyorum. Şüphelendiğim kimse yok. Sıradan üniversite hayatı yaşıyorduk. Canı sıkkın olduğunda, onu üzen bir şey yaşadığında bana anlatmaya çekinmezdi. Benimle rahatlardı. Ben de onunla rahatlardım. Gidişi… ölümü çok âni oldu benim için.”

Söylediklerime kafa salladı. “Anladım.” Biraz düşünür gibi yaptı. “Okuldan kavgalı olduğu birisi bir erkek var mıydı? Sevgilisi, flörtü?”

“Sevgilisi vardı ama ayrılmışlardı.” dedim düşüncelerimde sürüklenirken.

“Ne zaman ayrılmışlardı?”

“İki ay olmuştur herhalde.”

“Herhalde değil, Neva hanım. Kesin bir dille konuşmalısınız benimle. Ki ben de size yardım edebileyim ve ayrıca üstünüzde bir şüphe varsa ortadan kalksın. Değil mi?”

“Adı Alp. Alp Kores. İki ay önce ayrıldılar diye hatılıyorum, savcı bey.” dedim. Yorgun olduğumu sesime yansıtarak. Yaşadıklarımın üstüne suçlanıyor olmam daha da acı verici gelmişti.

“Onu en son gören siz miydiniz?” diye sordu bu sefer de.

Yine, “Bilmiyorum.” dedim. “Sabah saatlerinde evden çıkmıştım. Birlikte kahvaltı yaptıktan sonra. Başının çok ağrıdığını, tüm gün yatmak istediğini söylemişti.”

“Onu bulan sizmişsiniz. Şüpheli bir şey fark ettiniz mi?”

Adamın sorusuyla sırtımı geriye doğru ittim. Bundan nefret ediyordum. Elbet birileri çıkıp neler olduğunu soracaktı. Onu nasıl bulduğumu soracaktı. En son neler konuştuğumuzu soracaktı. Kavga edip etmediğimizi bile soran olmuştu.

“O ân Bade’den başka bir şeyi fark etmedim.”

“O gün neler yaptığınızı sırasıyla anlatın, lütfen.”

“Ne?” Kelimesi yuvarlandı ağzımdan fısıltı şeklinde. “Daha çok—“

“Erken mi?”

“Hayır!” dedim üstüne bastırarak. “Hislerim çok yoğun. Ne, neydi düşünemiyorum.” Hıçkırmamak için nefesimi tuttum. Verdikten sonra tekrar kesik bir nefes çektim içime. “Ve evet, sanırım erkenmiş.”

“Acınızı anlıyorum. Ama bir şeyleri bir noktada birleştirmemiz lazım. Bade’yi gördüğüm kadarıyla ailesinden bile çok tanıyorsunuz. Sizin vereceğiniz bilgiler yönlendirecek beni. Yoksa bu dosya, intihar dosyalarının arasında yerini alıp sonsuza kadar kapanacak.”

Yanağımın ürpermesiyle gözyaşımı fark edip sildim. Sonrasında ellerimi yumruk yapıp kollarımı göğsümde birleştirdim.

“Evden erken çıkmıştım. Dediğim gibi başı ağrıyordu. İlaç içer yatarım demişti.” Kafamı iki yana salladım. Belki de evde kalmalıydım. “Alışverişe gittim. Oradan da sevgilimle buluştum. Eve döndüğümde saat çok geçti.”

Kollarını masaya yasladı. “Saatlerle anlatın, lütfen. Tam bilemiyorsanız yaklaşık değerler söyleyin.”

“Saat onu geçerken kahvaltı yaptık o esnada konuştuk. Bana o zaman demişti başının ağrıdığını, ilaç alacağını. Sonra o odasına geçti.”

Teker teker hepsi zihnime dolmaya başladı. O gün sırf o seviyor diye yaptığım sucuklu yumurtanın kokusu; ekmeğin ben keserken çıtırdayıp, parçalara ayrılışı; istediği başka bir şey var ise yapabileceğimi söylerkenki ses tonum; onun beni reddederkenki ses tonu. Hava alabildiğine griydi. Tıpkı o gittikten sonraki günlerde olduğu gibi. Gökyüzü rengini kaybetmişti. Ne kadar kolaydı şimdi bana bu cümleleri kurmak. Bir başkası karşıma geçse gökyüzünün rengini kaybettiğini söylese… Bana dokunmazdı bile. Dokunamazdı. Dünyada neler oluyor, senin başına gelen şeyle mi gökyüzü solacak derdim. Sahi, öyle mi derdim? İnsanların acısını hissedemeyeceğimi mi düşünüyorum yoksa şimdi onların hepsi küçük mü görünüyor gözüme?

“Mutfağı topladım. Yardım etmek istemişti, ısrar ettim odasına ben gönderdim. Uyumakta zorluk çektiği zamanlar olurdu. Yine öyle bir gece geçirdiğini sandım. Gidip uyumasını söyledim. O ân en büyük sorun onun uykusuz olmasıydı.” Son cümlem ağlamamın etkisiyle sızlanır gibi çıkmıştı dudaklarımın aradından ama umursamadım. “Uykusunu almasını istemiştim! Sadece uyumasını söylemiştim! Şimdi nerede?!”

“Neva hanım sakin olun, lütfen. Derin bir nefes alın sakinleşin.”

Dediğini yaptım. Bir nefes. İki nefes. Üç nefes.

“Bulaşık makinesi boştu. İki kişi olduğumuz için zor doluyor.” Dört nefes. “Bu yüzden çalıştırmamız günler sürüyor bazen. Çalıştırmadım. Odama geçtim hazırlandım.” Beş nefes.

“Saat on biri çeyrek geçiyordu. Biliyorum çünkü baktım. On ikide alışveriş merkezinde olmalıydım ki sevgilimin yanına vaktinde yetişebileyim.” Altı nefes.

“Buluşmak için net bir saat mi belirlemiştiniz?”

“Hayır. Sadece üç gibi orada olacağımı söylemiştim.”

“O zaman yetişmenizi gerektirecek bir durum yokmuş. Değil mi Ahmet komiser?” Son cümlesini söylerken arkama doğru baktı. Baktığı yere omzumun üstünden kafamı çevirerek baktığımda dediği gibi arkada birisi vardı bizi izliyordu. Ne ara girmişti buraya?

Önümü döndüğümde Savcı Bora bey tekrar bana bakıyordu. “Neden yetişmeliydim dediniz?”

Yedi nefes.

“Birisiyle sözleştiğimde vaktinde gitmeyi severim. Birisini bekletmek bana ağır geliyor.”

Sustu. Sadece gözlerimin içine baktı. Biraz önceden eser yoktu yine hâlimde. Aniden yükselen su gibi hissettim kendimi. Bu günlerde artık bana durgun su olmak yok muydu? İstemediğim ânlarda bile yükselecek miydim böyle? Taşıp kendimi alabora mı edecektim böyle?

Burnumu çekip nemli yanaklarımı sildikten sonra yine ellerimi yumruk yaptım. Ömrümde hiç sıkmadığım kadar sıktım. Kollarımı göğsümde bağladım.

“Eve döndükten sonra olanlar kayda geçmişti. Bir kere daha yaşatmayın bana. N’olur.”

Yine gözlerime uzun uzun baktı. İlk karşılaştığımızdan beri işi gereği uzun uzun hareketlerimi izliyor derin anlamlar arayarak bakıyordu bana ama son cümlelerime acır gibi baktı. Karşıma kim geçse gördüğüm bakışların aynıydı bu. Kiminle konuşsam aynını göreceğim bakışlar. Koskoca savcı bile bana acıyarak bakıyordu şimdi.

“Ahmet komiser Neva hanıma yardımcı olun.” dedi bakışlarını gözlerimden çekmeden. “Sizi tekrar çağırabilirim. Telefonunuzu açık tutarsanız seviniriz.” dedi. Sadece kafa sallayarak cevap verdim. İlk önce geriye doğru ittim sandalyeyi kalkmadan. Sonra yine derin bir nefes alıp verdikten sonra ayağa kalktım. Savcı kapıyı açıp çıktı ama ardından bakmadım. Sadece duydum. “Buyrun Neva hanım.” dedi Ahmet komiser. Ayağa kalktım. Kapı açıktı zaten peşinden dışarıya çıktım. Kapıdan çıkar çıkmaz farklı bir ışık karşıladı beni. Meğer bu koridor daha parlak daha canlı bir renkle aydınlanıyormuş. Az önceki odadan çıkınca fark ettim. Bunu fark eden başka bir insan daha olmuş muydu acaba?

Yere dokunan bakışlarım yukarı tırmanınca karşımda hiç ummadığım birisi vardı. Kim olsun isterdim karşımda? İlk önce Bade. Ama Bade hariç kim olsun isterdim. Özgür. Özgür neredeydi? Haber versem gelirdi. Telefonum bendeydi zaten, almamışlardı. Neden haber vermedim?

Bir şey söylemek için dudaklarını araladı. Ama sonra söyleyeceği şeyden vazgeçip kapadı tekrar. Yeniden araladı.

“Tekrar merhaba.” Ne söyleyeceğini bilememiş olması normaldi. Ama ben olsam tanımadığım birisi yanımdan polisler tarafından götürülseydi ben peşinden gitmezdim. Üstüne lacivert bir kazak, ona uyumlu siyah bir pantolonu vardı üstünde şimdi.

“İyi görünmüyordun. Ailenden birisi gelince giderim diye düşünmüştüm ama…”

“Teşekkür ederim.” dedim sadece elim boğazıma giderken. Nefes almak zordu burada. Boğuk bir havası mı vardı buranın yoksa yaşadıklarım yüzünden mi böyle hissediyordum anlayamadım. “Hemen çıkalım buradan lütfen.” dedim elimi boğazımdan çekmeden.

“Tamam, gel.” derken eliyle sırtıma dokunup bana yön verdi. Soldan biraz yürüyüp sağa dönünce çıkışa geldik hemen. Dışarı çıkar çıkmaz soğuk, temiz havayı derin bir ihtiyaçla içime çektim. Gökyüzüne doğru kaldırdığım başımı indirdikten sonra sağımda beni bekleyen Atlas’a baktım. “Niye geldin peşimden? Suçlu olsaydım ne hissedecektin?” Cevap vermeden kısaca yüzüme baktıktan sonra yürümeye başladı. Arkasından çatılan kaşlarımla bir süre sırtını izledim.

“Hey! Sana soruyorum.” dedim peşinden yürümeye başlayıp. Birkaç adımımı büyük ve hızlı attıktan sonra yanına yetiştim. Bir arabanın yanında durması da yetişmemde büyük bir rol oynamıştı. “Sana diyorum.” Îmalı sesli bir nefes verdi, kısa bir ân gökyüzüne bakarken. “Suçlu olsaydın mı?”

“Evet. Suçlu olsaydım.”

“Sen bu hâldeyken mi?” Soru değildi bu. Suçlu olamayacak kadar berbat bir hâlde olduğumun ben de farkındaydım. O yüzden sadece yüzüne bakmaya devam ettim. Ama yine de sırf bu hâlde diye tanımadığı birisinin peşinden gidecek birisi gibi durmuyordu. “Eve götüreyim seni. Arabaya bin.” dedi çenesiyle arabayı işaret ederek. Tavrına kaşlarım çatılsa da bir kere daha bu tavra bürünürse tepki vermeye karar vererek ön yolcu koltuğuna oturdum. Arabayı çalıştırdıktan sonra, “Bir beş dakika bekleyim olur mu? Motor ısınsın.” dedi bana bakarken. “Olur.” dedim kemerimi bağlarken. Bağladıktan sonra sırtımı koltuğa yaslayıp soğuktan aktığını hissettiğim burnumu çektim. Bu hareketimden sonra kaloriferin ayarını biraz daha yükseltti. Arabada garip bir sessizlik vardı. Arabanın ufak uğultusunun bile aramızdaki sessizliğin acayipliğini bastıramadığını hissettim bir ân. Bir dakika. Aramızda bir tanışıklık bile yoktu. Aramızdaki sessizlik kadar normal olan bir şey yoktu belki de şu ânda. Ama radyoyu açsa belki daha rahat hissederdim kendimi.

“Niye kimseyi çağırmadın?” diye sordu en sonunda. Konuşmazsak, beş dakika geçmeyecek gibiydi zaten.

“Ailem şehir dışında. Olanları da öğrensinler istemiyorum zaten.” dedim kafamı çevirip ona bakarken.

“Arkadaşlarından birisini niye çağırmadın?”

Ön cama bakıp sesli bir nefes alıp verdim. “Kimseyi yanımda görmeye dayanamıyorum.” Duraksadım. “Yani Bade’yi tanıyan birilerini yanımda görmeye dayanamıyorum.”

“Neden?” diye sordu sadece. Sesinde gerçekten merak ettiğini belli eden bir tını vardı. Tekrar ona baktığımda yüzümde nasıl bir ifade varsa artık açıklama yapmak isteyerek, “Yani insan yanına ona destek olacak, onunla aynı duyguları paylaşacak birilerini istemez mi böyle zamanlarda?”

Kafamı ağır ağır iki yana salladım. “Öyle birisi yok. Ne yapacağımı bilemeden Özgür’ü aramıştım. O da o esnada yanında olanlara söyleyince bütün bölüme yayıldı olanlar. Hepsi ne kadar zevzek, saygısız, empatiden yoksun insanlar olduğunu kanıtladı.”

“Özgür kim?” diye sordu arabayı hareket ettirip, direksiyonu sola kırarken. “Sevgilim.” dedim ön camdan yolu izlerken. “Evdeyken telefonla konuştuğun da Özgür müydü?”

Tekrar ona baktım. O ise odaklanmış bir şekilde yola bakmaya devam etti. “Dinledin mi?” diye sordum sitem etmeden. Dinlemiş olabilirdi. Ben olsam ben de dinlerdim.

“Duydum.”

Önüme dönüp yolu izlemeye devam ettim. Kar mı yağmaya başlamıştı? Dışarıdaki keskin soğuktan belli oluyordu zaten ama bu kadar erken yapmasını beklememiştim. Birazcık atıştırıyor olsa da yağıyordu işte.

“Duymakla dinlemek farklı şeyler. Dinledin mi duydun mu?” diye sordum. Amacım yargılamak değildi. Sadece bunu sorasım geldiği için ağzımdan çıkıvermişti işte. Biraz da merak etmiştim doğrusu. Yalan mı söyleyecek yoksa doğruyu mu söylecek? Yalan söylerse yüzünde nasıl bir ifâde belirecek? Özgür mesela; kısa bir ân kaşını kaldırıp indirir, boğazını temizliyormuş gibi yapar çünkü kendine zaman kazandırmaya çalışır sonra dimdik gözlerime bakmaya çalışır ama asla istediği gibi kararlılıkla bakamaz. Babam, yalan söyleyemez. Ama annemin yalanları doğrularından ayırt edilemez. Bade de anneme benziyordu. Tek farkı, sonra dayanamaz aslında şöyleydi diye başlayan cümleler kurardı.

Ben ona bakarken bakışlarını yoldan çekmedi. Bir süre, kısa bir süre, bekledikten sonra, “Dinledim.” dedi kısık, dengeli sesiyle. Yine burnumu çektikten sonra ön cama döndüm. Bütün arabayı da parfümü sarmıştı şimdi. Ağır bir kokuydu ama kışa çok yakışmıştı. Dedemin kar evini hatırlatmıştı bu sıcak koku bana. Evet, dedem tam bir kış mevsimi aşığıydı. Ona kalsa, yılın her günü karlı olan bir yere taşınıp mutlu mesut yaşamak isterdi. Ki her konusu açıldığında da böyle söylerdi. Ama gel gelelim ki, yaz aşığı bir sevdiği vardı. Üstelik söylediğine göre kış mevsiminde geçen kötü bir anısı vardı anneannemin. O yüzden bu hayâlinden seve seve vazgeçmişti. Yan gözle bana bakıp tekrar yola döndüğünü fark ettim.

“Bir şey demeyecek misin?”

Kafamı iki yana sallarken gülmeden edemedim. “Duydum deseydin, derdim.” Aklıma gelen şeyle kaşlarım çatıldı. “Bir dakika ya,” Bacaklarımı sola çevirerek vücudumu ona bakar şekilde konumlandırdım. “Daha rahat konuşmam için kapıyı kapattın. Duydum bunu. Madem dinleyecektin niye yaptın?”

“Sorarken cevabını verdin ya Alaska. Daha rahat konuşman için. Neler olduğunu öğrenmek için iyi bir fırsattı. Yeni tanışıyoruz sonuçta. İçini hemen bana açacak değildin. Ben de dinleyerek öğrenmek istedim.”

Söylediklerini dinlerken aklıma gelen şeyle gülmeden edemedim. “Noldu,” diye sordu yüzüme baktıktan sonra.

“Bade, bir gün ben annemle telefonda tartışırken kapıya kulağını yaslamış beni dinliyormuş. Ben de sinirle yerimde duramamıştım, yürümek için odadan çıkmak istediğimde kapıyı açınca kucağıma düşmüştü. Sonra da aynı böyle senin gibi ‘ama anlatmıyorsun ki Alaska, nasıl öğrenelim başka türlü, demişti.” dedim son cümlemi söylerken onu işaret edip.

“Eve yeni taşınmıştık. Birbirimize alışırken ortam biraz gergindi. Kırılma noktamız o ân olmuştu.” diye ettirdim cümlemi.

“Alaska’yı kullanıyorsun yani?” diye sordu anlattığım anıya ithafen. “Hayır,” dedim kurumuş dudaklarımı ıslattıktan sonra. “Normal bir zamanda tanışsaydık diğer adımın Alaska olduğunu öğrenemezdin.”

“Neden?” diye sordu hafif çatılmış kaşlarıyla bana bakıp önüne dönmeden hemen önce. “Hoşlanmıyor musun?”

“I ıh, seviyorum. Sadece, pek normal bir isim değil. Garip garip bakıyorlar, hangi anne baba kızına bu ismi verir der gibi. Hatta direkt yüzüme soran bile olmuştu. O yüzden çoğu zaman söylemeyi sevmiyorum.”

İki kere dilini damağına vurarak ses çıkarttı. Aynı zamanda kafasını ağır ağır iki yana sallamıştı. “Saçmalamışlar. Evet pek duyulmamış bir isim.” Yine kısa bir ân bana baktı. “Ama dikkat çekici.”

Omuz silktikten sonra, “Bence de.” dedim. “Peki ailen, onlar hangisini kullanıyor?”

“Babam, Alaska der. Annem, Neva. Zaten Alaska’yı babam koymuş; Neva’yı annem.”

“Bir çekişme yaşanmış aralarında desene.” dedi hafif gülerek.

“Evet, garip bir çekişme. Kendimi bildim bileli sadece kendi koydukları isimle sesleniyorlar bana. Bir yandan da iyi aslında iki ismime de hâkimim. Hangisiyle seslenilirse seslenilsin üstüme alınıp bakabiliyorum.”

“Şanslısın.” dedi sola sinyal verip dönerken. “Neden?” diye sordum bunu söyleme sebebini merak edip. “Benim de iki ismim var. Yalnızca birisiyle seslenilerek büyüdüğüm için diğerine çok yabancı hissediyorum.”

“Öyle mi?” diye sordum merakımı sesime yansıtarak. Diğer adını gerçekten merak etmiştim. Atlas ismi ona çok yakışmıştı ama eksik hissettiriyordu. Ben iki isimliyim diye başkaları da iki isimli olmalı gibi hissederdim bazen. Atlas’layken de öyle hissetmiştim. Bade’yleyken de. “Diğer ismin ne?”

“Rühan”

Kaşlarımı çatarak sordum, “Rühan mı? Çok…”

“Çok?” Güldü. “Değişik mi? Hatta; bu tavrı takınanlara sinir olurum ama söylemek zorundayım; seninkinden değişik değil mi?”

“Evet. Sadece Atlas’ı kullanmalarına şaşmamalı. Anlamı ne?”

Bu söylediğimin üstüne büyük bir kahkahayı bastı. “Anlamı yok. Google’a yazsan bile hiçbir şey bulamazsın. Bir taraflarından uydurmuşlar.”

Söylediğinin üstüne dudaklarımı birbirine bastırdım. “Daha çok birlikte düşünüp, senin için özel bir isim seçmişler gibi görünüyor. Hatta…” Uygun kelimeyi bulmaya çalışmak için bir süre düşündüm. “Yaratmışlar mı demeliyim bilmiyorum. Ama onun gibi bir kelime işte.”

Dikiz aynasından arabanın gerisini kontrol ederken, “Evet, onun gibi bir kelime.” diye mırıldandı. Aklıma gelen soruyla tekrar ona baktım. “Peki sen—“

Ama telefonumun sesiyle birlikte sormak istediğim soru bölündü. İçimi kaplayan huzursuzlukla birlikte yine telefonu arka cebimden aldım. Ekranda Özgür yazıyordu.

“Efendim?”

“Hayatım, nasılsın?” Rutin konuşmalarımız. Aramızda geçen gerilimi yok mu sayacağız?

“İyiyim. Sen nasılsın.” Sıradan, durağan cevaplarımız. Atlas, radyoda çalan müziği kapattı.

“Ben de iyiyim. Şimdi sana geliyorum. Evden çıkmak üzereyim.”

Bakışlarım dışarıda gezindi. “Bir şey mi oldu?” Beş dakika sonra evdeydik zaten. Zamanlama sıkıntı değildi.

“Hayır, yanına gelmek istiyorum. İstediğin bir şey var mı?”

“Yok. Bekliyorum.” dedim sadece ve kapattık. Hâlâ arkadaşımda kalıyorsam bile emrivaki yapıp eve dönmemi sağlayacaktı aklınca sıra. Ona istediğini vermek istedim çünkü güzel bir konuşmayı hak etmiştik artık.

Telefonu bu sefer arka cebime koymadan bacağımın üstüne bıraktım. Ellerimi düz bir şekilde birbirine dokundurduktan sonra bacaklarımın arasında sıkıştırıp ön camdan yolu izlemeye başladım.

“Bir şey mi oldu?”

Yan gözle Atlas’ın kısaca bana bakıp tekrar önüne döndüğünü gördüm. “Hayır, neden?” dedikten sonra bacaklarımı biraz daha sıkıp ellerimi iyice sıkıştırdım. Günden güne hâlim daha da beter bir hâle bürünüyordu. Zamanla acı hafifler derlerdi. Zamanla daha da kötü hisseden benim için nasıl bir cümleydi bu? Yalan da değildi çünkü aynı cümleyi bir başkası için kullanma cüretinde bulunmuştum. Ben, ona, bu cümleyi kullandığımda da böyle mi hissetmişti? Kaç kişiye sanki bu bir çözümmüş gibi aynı cümleyi kurmuştum? Hepsinin yüzünde şimdi benim yüzümdeki ifâde mi vardı? Hepsinin gözleri benim gözlerim gibi mi bakıyordu karşısındakine? Benim, başkalarını gördüğüm gibi mi görüyorlardı? Benim, başkalarından kaçtığım gibi kaçmak mı istemişlerdi aslında? Ve ben onlara sanki hisleri basit bir şeymiş gibi zamanla geçeceğini mi söylemiştim?

“Ürkmüş gibi göründün.” Demesiyle Bade’nin yokluğunda susmak bilmeyen zihnim kısa bir sekteye uğradı. Evet. Ürkmüştüm. Telefondan artık ürküyordum. Zil seslerinden artık ürküyordum. Yağmurdan artık ürküyordum. Eskiden sevdiğim gri havalardan artık ürküyordum. Hakkında hiçbir şey düşünmediğim, düşünme gereksinimi duymadığım ölümden artık ürküyordum. O gün almak için çıktığım ceketten ürküyordum. Evime çıkan merdivenlerden, evimizin anahtarından… Çok sevdiğim arkadaşımdan, ev arkadaşımdan, ürküyordum.

“Hayır, sorun yok.” Dedim yine de. Üstüne konuşmak istemediğim bir konuydu bu. Fark etmiş gibi devamını getirmeden son birkaç dakikalık yolu hiç konuşmadan bitirdik. Arabadan inerken nefesim yine normal düzeyine ulaşmış, göğsüm sakinleşmişti. Eve doğru yürürken Atlas, “Numaranı kaydet.” dedi elindeki telefonunu uzatıp. “İlk önce ben gideyim adam hâlâ orada mı diye bakarım ona göre sen gelirsin. Adam oradaysa aramadan yanına gelirim. Sonrasına o zaman karar veririz.” Dediğini onayladığımı belli etmek için kafamı aşağı yukarı sallarken yanında yürümeye devam ettim. Amacım kapının yanında ondan haber beklemek ya da yanıma gelmesini beklemekti ama bileğime dolanan parmakları buna engel oldu. Ne oldu der gibi yüzüne bakınca, “Arabada mı beklesen?” diye sordu düşünür gibi. “Hayır, sorun yok.” dedim kolumu kendime doğru çekip temasına engel olurken. “Kapının orada beklerim. Adam oradaysa her türlü geri döneceksin zaten. Peşine takılırsa da sevgilin olarak biliyor beni. Kısaca bir eşya alıp çıkmış gibi davranırsın. Ben de seni burada bekliyormuş gibi.”

“Tamam, sen bilirsin.” dedikten hemen sonra benden hızlı yürüyüp kapıdan içeri girdi. Kısa merdiveni çıktıktan sonra kalçamı mermerden olan desteklere yasladım. Sadece iki dakika bakıp adam orada değilse beni hemen aradı değil mi? Ama o kadar katı yavaş yavaş çıkmayı da tercih edebilirdi. Ama böyle bir durum varken ortada, yavaş çıkmayı tercih etmezdi herhalde. Telefonumu avucumda sıkarak kollarımı göğsümde bağladım. Eve girebilmiş olsaydım üstüme bir ceket alır şu ânda üşümüyor olabilirdim. Telefonum çalınca, yalnızca telefonu taşıyan kolumu çözüp arayana baktım. Numara kayıtlı değildi. Polisler olabilir miydi? Savcı her ân aranabilirsiniz demişti belki de bu kadar kısa bir sürede bir şey bulmuşlardı ve onun için beni sorgulamak istemişlerdi. Daha fazla bekletmemek için aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma yasladım.

“Alo?”

“Yine geç açtı.” diye ağzında kısık bir sesle gevelese de ne dediğini gayet net anladım. Atlas’tı. “Temiz. Gelebilirsin.”

Kapıyı açarken, “Teşekkür ederim. Beni beklemene gerek yok eve geçeceğim.” dedim.

“Bir şey olursa birkaç adım ötendeyim. Ara beni.” dedi dediklerimi umursamadan sürekli teşekkür etmekten artık rahatsız hissettiğim için kısa bir hıhım mırıltısı yaparak aramayı sonlandırdım. Gerektiğinden fazla acındırmıştım kendimi millete. Öyle ki, daha bugün tanıştığım Atlas bile ne kadar güçsüz olduğumu, olası bir saldırı durumunda ne kadar güçsüz olduğumu düşünüyordu. Yanlış düşünüyordu. Silah kullanmasını iyi biliyordum. Elimde ölümcül bir alet olmadan bile ellerimi ölümcül bir alet hâline getirebilirdim. İnsanın, vücudunda bulunan zayıf noktalarını ezberlemiştim. Hayır. Zorla ezberletilmiştim. Böyle büyümüştüm. Bir gece ansızın en yakınımı kaybettim diye hayatımın geçmiş bölümü boşa dönen bir çarka dönüşecek hâli yoktu. Üstelik dış görünüşümden sanıldığının aksine üniversiteye üç yıl geç başladığım için çevremdekilerin çoğundan yaşça büyüktüm de. Çoğundan diyorum çünkü benim gibi olsa da farklı nedenlerden dolayı geç başlayan bir sürü insan vardı. Ama sanmıyorum ki bir tanesi bile benimle aynı sebepten ötürü okula geç başlamış olsun.

Merdivenleri ağır ağır çıkmaya başladığım sürede aklımda sadece eğer burada tek olsaydım, adamla yalnız kalmak zorunda kalsaydım ve artık sabrımın son raddesine ulaşmış bir vaziyette olsaydım ne yapardım o dolanıp duruyordu. O zamanki gibi korkup karşı komşuma sığınmayacağım kesindi. Babam korksam bile kaçmamayı öğretmişti bana. Sonunda onlardan kaçmış olsam bile.

Atlas: Asansör çalışıyor. Kullanabilirsin.

Ne? Hayır asansör çalışmıyordu. Kapısına kocaman yazmışlardı. Bade günler boyunca, her gün, eve her girdiğinde sinirden köpürmüştü.

Neva Karadağ: Hayır. Kapısında çalışmadığı yazıyor.

Atlas: Hayır çalışıyor. Kuryeler kullanmasın diye yapıştırırlar onu. Denedim. Çalışıyor.

Saçmalıyor.

Neva Karadağ: Hayır öyle şeyler olmaz burada.

Sadece kısacık tek bir kelime yazdı: Dene. Deneyecektim elbette. Ara katta olduğum için hızla on basamaklı merdiveni çıktıktan sonra asansörün önüne dikildim. Üşenmeden her kata yapıştırmışlardı bu yazıyı. Bu kadar adi olamazlardı değil mi? Düğmeye bastım. Yuvarlak düğmenin etrafı kırmızıya döndü. Ve asansörden çalıştığını belli eden birkaç ses geldikten sonra kapı iki yana yavaş bir biçimde açılmaya başladı. Bir süre boş asansöre baktım. Her şey gayet normaldi. Asansörde her şey yerli yerindeydi. Işığı gayet yeterliydi, çalışıyordu. İçeri girmeden kapının tekrar kapanmasını bekledim. Aptal piçler.

Kapı kapandıktan sonra yapıştırdıkları kağıdı sökercesine yerinden söktüm ve buruşturup yere attım. Bunu yapma vicdanını nasıl kendilerine yakıştırıyorlardı? Bu vicdansızlığı yapabilme cesaretini kim vermişti bu aptallara? Alt kata inip oradaki kağıdı da yerinden söktüm. Sonra diğer alt kata da… Teker teker en alt kata kadar indim ve asansörün çalışmadığına dair yazan bütün kağıtları yerinden söktüm. Sonra tekrar yukarıya çıkıp bütün katlardaki kağıtları söktükten sonra evimin kapısının karşısındaki merdivene oturup telefonu açtım. Kendi kendilerine kurdukları WhatsApp grubunu bulup teker teker yazmaya başladım. Evet bulmaya çalışmıştım çünkü anlaşılan numaram herkese dağıtılmıştı ve bütün meraklıların yalandan baş sağlığı dileme yerine dönmüştü telefonum. Duyulanlara ek olacak bilginin zerresini bile koparsalar kârdı bunlara. Neyse ki bu rahatsız etme çalışmaları kısa süreceğini tahmin ediyordum çünkü bugüne kadar cevap alamamış olmak onları vazgeçirmişe benziyordu. Israrla yazmaya devam eden yalnızca birkaç numara vardı onları da engellemeye karar verdim.

Neva Karadağ: Asansör kapısına yapıştırılan bu saçma yazı hangi geri zekâlının aklından çıktıysa uyarmak istiyorum; bir kere daha aynısı yapılırsa kendisiyle karakolda görüşmek zorunda kalırız.

Nokta.

Sert çıkmış olabilirdim. Hatta geri zekâlı demek çok ayıp olmuştu belki de ama bir şeylerin umrumda olma sınırını az önce telefonuma gelen mesajla aşmıştım. Ben böyle bir insan değildim. Suçlu hiç değildim. Arkadaşım da gitmeyi tercih etmezdi. Gitmeye zorlanmıştı. Bir şey, bir şey olmasa bile birisi onu mutlaka zorlamış olmalıydı. Hatta öyle bir durumda kalmıştı ki zorlandığını belli edecek tek bir işaret bile gösterememişti bana. Bana bile en ufak bir ipucu verememiş, nasıl bir duru da olduğunu ya da nasıl bir duruma düştüğünü dile getirememişti. Güven verememiş miydim ben ona? Belki de aslında nasıl birisi olduğumu; buraya, bu şehire gelmeden önce neleri arkamda bıraktığımı; aslında nasıl bir güce, aileye sahip olduğumu anlatsaydım bana anlatma cesareti gösterirdi. Gücümden faydalanmasına sonuna kadar izin verirdim. Onun için geri dönmeyi bile göze alabilirdim.

Tekrar WhatsApp’a girip gruba attığım mesajı kimlerin okuduğunu kontrol ettim. Birkaç kişi olumuştu. Ama ben mesajı atar atmaz okuyan kişiye takıldı bir süre gözlerim. Atlas. Atlas Rühan. Sıcakkanlı, yardımsever birisi olduğuna her insan inanırdı. Çünkü bütün tavırları bunun üstüne kurulmuş gibiydi. Gibi değildi, öyleydi. Sanki uzun yıllardır tanıyorum seni denilecek cinsten bir samimiyete sahip olsa da onda beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Birincisi, hiç tanımadığı bir insanın peşinden karakola ne diye gelmişti? Manyak mıydı bu herif? İkincisi, sürekli dikkatle bakan bakışlarını bir başkası fark edemeyecek dikkatte olabilirdi. Ama ben çevremdeki bütün etkenlere karşı eğitilmiş bir insandım. İçimde fırtınayla birlikte körüklenen bir yangın bile olsa her şey gözüme çarpardı. İstemesemde olurdu bu. Mecburen olurdu. Böyle büyümüştüm. Yaşadığım yeri değiştirdim diye tüm bunları değiştiremezdim.

Telefonuma gelen bildirime baktım.

Atilla T. : Üslup Neva Hanım. Acınız çok yeni olduğu için bir şey demiyorum.

Bu fikrin ilk çıktığı geri zekâlı hemen de kendini belli etmişti. Belliydi zaten bu adamda bir sorun olduğu.

“Naber?”

Kafamı kaldırınca birkaç basamak altımda omzunu duvara yaslamış, kollarını göğsünde birleştirmiş beni izleyen Özgür’ü gördüm.

“İyi.” dedikten sonra telefonu bacaklarımın üstüne bırakıp onun gibi omzumu ve başımı duvara yasladıktan sonra ona bakmaya başladım.

“Niye evde değilsin? Kapıda bekleyecek kadar mı özledin beni?”

Nefesimi vererek gülmüş gibi yaptım. “Sırası mı Özgür?”

Kaşlarını çatıp kafasını hafif geriye çekti. Bir şeyleri anlamlandırmaya çalışıyor gibi bakıyordu.

“Daha… İyi gibisin. İyi misin?” Şüphe sesinde de yer etmişti. İki yıl boyunca, beni tanıyamayan birisiyle mi birlikteydim. Ben onun en küçük hareketinden ne hissettiğini anlamlandırabiliyorken o neden bana dair olan hiçbir şeyi düzgün bir şekilde tespit edip çözümleyemiyordu?

Yine de, “Daha iyiyim.” diye cevapladım onu.

“Ben geldiğimi söylediğim için mi eve döndün? Yine dönmek istemezsin, arkadaşının adresini verirsin diye düşünmüştüm.”

“Asıl amacın arkadaşımın evini öğrenmekti yani?”

İçine derin bir nefes çekince göğsü şişti. Göğsüne doldurduğu nefesi bırakırken aramızdaki birkaç basamağı çıkıp yanıma oturmak için hareketlendi. Yanıma oturacağını anladığım ân omzumu yasladığım duvardan ayırıp sırtımı dikleştirdim ve bakışlarımla hareketlerini takip ettim.

“Asıl amacım…” dedi yanıma oturup omzunu omzuma temas ettirdikten sonra bakışlarını bakışlarıma sabitledi, “Sevgilim daha iyi hissediyor mu, o sıcacık gülümsemesini tekrar görebilecek miyim, neşeyle yükselen sesini tekrar duyabilecek miyim, fevkalade lezzetli anlarımıza tekrar ulaşabilecek miyim, merak ediyorum.”

Elimi tutmak için uzandı ve engel olmadım. Şimdi sol eli sağ elimi avucunun içine almıştı. Birkaç saniye sonra diğer eliyle de elimi kavradı. “İki aydır bizim için bir şeylerin çok zor olduğunu biliyorum. Ama ben düzeltmek için geldim. Özledim. Seni özledim. Bizi özledim.”

“Yani Özgür,” dedikten sonra elindeki elimi çektim ve tekrar bacaklarımın üstüne koydum. “Tekrar soracağım, sırası mı sence?”

“Evet sırası.” dedi sesini hafif yükselterek. Ama yine de komşuları rahatsız edecek düzeyde değildi sesi. Yalnızca evinin kapısına bizi dinlemek amacıyla yaklaşanlar bizi duyabilirdi.”

“Benim için sırası değil Özgür. Ne olduysa sadece bana olmadı. Sana da oldu. Konuşmak için uygun bir zaman olduğunu düşünebilirsin ama benim için uygun bir zaman değil. Kendini beklediğin gibi beni de beklemek zorundasın. İki kişiyiz bu ilişkide.”

Baş parmağı ve işaret parmağını gözünün üstünde ovuşturuyormuş gibi bir hareket yaptı. “Tamam, onun için de hazır olmanı bekleriz. Sorun değil.”

Sorun değil mi?

“Polisler aradı.” deyip tepkimi ölçmek için yüzüme baktı. Aradığı tepkiyi bulamayınca, “Niye şaşırmadın? Ya da başka bir tepki vermedin?” diye sordu.

“Bugün beni de çağırdılar.” dedim detaya girmeden. “Oradan dönmüştüm zaten.”

“Öyle mi? Ne istiyorlarmış?” dedi vücudunu iyice bana doğru çevirirken. Bir eliyle bacağımı tuttu.

“Birkaç soru sordular sadece. Başka bir savcıya devretmişler dosyayı, o yüzden.”

“Başka bir şey yok yani?”

Hafif çatılan kaşlarımla gözlerine baktım. “O ne demek?”

“Yani Bade…” Sıkıntılı bir nefes verdi. “İntihar etmedi mi neyin sorgusunu yapıyorlar?”

“Bilmiyorum.” dedim onun gibi sesli bir nefes verdikten sonra. “Git konuş istersen. Önünde sonunda mutlaka konuşmak için gideceksin zaten.”

“Biliyorum biliyorum.” dedi kafasını iki yana sallarken. “Zaten bir yandan da onun için gelmiştim yanına. Seninle de konuşmak isteyeceklerdir diye düşünmüştüm. Birlikte gidersek senin için daha iyi olur diye gelmek istedim.”

Kuruyan dudaklarımı ıslattıktan sonra teşekkür ettim. Kısa bir süre hiçbir şey demeden yüzümü inceledi. Kıyafetimin hâlini inceledi.

“Benimle gel.” Bir eli yanağımı kavradı ve hafifçe okşadı. Bakışlarındaki özlemi fark etmiştim. Ben de onu özlemiştim. Belki de onunla gidersem güzelce dinlendikten sonra aramızdaki meseleyi de konuşur hallederdik. “Benimle gel, üstünü bile değiştirememişsin; hâlâ eve giremiyorsun değil mi?”

Ondan bir şey saklamazdım. Saklayamazdım.

Evet demedim ama göz temasımızı keserek kafamı hafifçe aşağı yukarı salladım. “Biliyordum.” diye fısıldadı yüzüme bakmaya devam ederken. Yanağımdaki elini omzuma koymuştu şimdi. Sonra birden ayağa kalkıp bana elini uzattı. “Hadi gel. İlk önce polislerle konuşmaya gideriz sonra bana geçeriz olur mu?”

“Özgür ben tekrar oraya gitmek istemiyo—“

“Sorun değil, arabada beklersin beni olur mu?”

Bir süre daha düşünmek isteyerek bekledim ama en iyisi onunla gitmem olacaktı. Elini tutarak ayağa kalktım ve asansöre binip çıkışa gittik. Binadan çıktığımda geriye dönüp bakma hissiyle dürtülünce arkamda kalan pencerelere baktım. Dikkatimi çeken tek şey Atlas Rühan’ın camdan sigara içerken bizi izlemesi oldu.

 

 

 

 

Loading...
0%