Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. BÖLÜM: KÜL KÖLE

@syavus

İKİ GÜN SONRA

Hançer, o günden sonra, uyku nedir unutmuştu. Günü bir türlü gecenin zorluğundan kurtaramaz olmuştu. O anların tümünde katliam görüyordu. Ağlayarak kaçmaya çabalayan Ilduz’un feryadını, gözlerine mil çekilerek öldürülen büyük kuzeni Giray Kura'yı, yolda pusu atılarak öldürülen yiğit babasını ve ona kırgın kırgın bakışlar atarak nasıl öldüğünü asla rüyasında göremediği Berk Giray’ı her defasında uyur uyanık defalarca kez izliyordu. Bu iş iyice çığrığından çıkmıştı.

Nefes almak için eliyle boğazını tuttu ama bu hiçbir işe yaramıyordu. Gözlerinden dökülen damlalar kılıcını aydınlatıyordu. Gün henüz zifiri karanlığın aydınlattığı zavallı bir ay ile aydınlanmaya çabalıyordu. Karanlık umurunda değildi, onun korktuğu tek karanlık iki gözünü kapayınca ardında kaldığı karanlıktı ki o karanlığa teslim olacağına kalkıp avlanmaya gitti. Kurtlar, sanki bu anı bekliyormuşçasına nerden çıktıklarını belli etmeyip hemen yanında atıyla beraber koşmaya başlamışlardı.

Sabaha henüz çok vardı ve üstelik bugün saray nelerle meşguldü, görünmeyen bir müttefik şimdi neler planlıyordu tüm bunları bilmek için zamanın geçmesini bekliyordu. Atın üstüne çıkınca en kudretli havayı aldığını hissedercesine hafifledi. Aktolga’nın iplerini geceye doğru şaklattı. Yol, uzundu ama rahatlatıyordu. İçindeki sesleri dinlemek amacıyla ellerini ipten bırakıp iki yana attığında aldığı kokuyla beraber yine takip edildiğini farketti. Onunla yek vücut olmuş gibiydi adeta.

Ve bu durum Hançer için çok başka bir durum olmaya başlamıştı. Onun için hep iki umut vardı ve bu kişi hangisiydi?

Atını deliler gibi bayıra doğru sürerken açık alana bilerek girmişti. Ve yanılmamıştı, artık tamamen bedenini ortaya koyarak takibini sürdürüyordu bu kişi. Kurtlar hırıldamıyor aksine ona izin veriyordu. Bu ne demek oluyordu? Arkasına baktığında, simsiyah bir pelerin ve simsiyah bir at. Bu, hangisiydi? Saraydan ve bozkırdan kaçarken ona yardım eden yabancı mı yoksa O, mu?

Heybetli beden yaklaştıkça Hançer daha çok kasılıyordu. Siyah atıyla ona doğru geldi ve bir süre gözlerini görmediği adam ona baktı. Bir ihtimal Girayhan’dan kaçarken gizli bir kapıyla onu çıkaran kişi olabilirdi. O'nu tanırdı değil mi? Hançer tepedeki bir çalılığa doğru geldi, Aktolga’sının iplerini serbest bıraktı ve aşağıya indi. Kurtlar kuytulara yerleşti.

O da kısa süre sonra ötesinde durup attan inmişti. Atı çok oturaklı görünüyordu ve pek de akıllıydı. Gölge gibi duran adam ona doğru gelirken Hançer, ellerini arkasında bağlayıp başını dik tuttu. Bir kez borçlanmıştı bakalım ona, eğer oysa, şimdi ne olacaktı?

Gölge adam, gelip tam üç adım ötesinde durdu. Hançer’i siyah bir kumaşın arkasından izliyordu. Ve Hançer’de korkuya dair hiçbir iz görmüyordu. Onun kalbi, asla erimeyen bir buz gibiydi adeta. Gözleri bile bir o kadar donuk ve değişik bakıyordu ki herhalde şuanda Hançer kendini görse adamla yarışa girebilirdi. Adam, asi bir kadının bakışlarının ne demek istediğini son derece kıvrak olan zekasıyla anlayabiliyordu. Bakalım sana olan borcumdan dolayı benden ne istiyorsun?

Evet, tam da böyleydi. Hançer, o üç adımın üstüne bir adım atıp geriye gitti ve kılıcını hafifçe çekerek siyah yüzüne baktı. “Ne diyorsun, sence de iyi olmaz mı? Denemek için.” Gölge adam, siyah kabzalı kılıcını havaya kaldırdığında aynı anda da Hançer’in gök mavisi gök kılıcıda meydana çıkmıştı.

“Kim başlasın?” dediyse de Hançer’in duyamayacağı bir ses tonu kullanmıştı. Ve Hançer onu duymasada duymuş gibi cevap verdi. “İlk hamleyi sen yap. Belki o zaman dilinin bağı da çözülür. “ Adam, kılıcını kalın koluyla hızla kaldırıp indirdi. Hançer, onu karşılarken gülümsemişti. Güçlü bir kılıç ustasıyla karşı karşıya olduğunu düşünüyordu. Kılıcını geriye çekip, yataydan karnına doğru savurdu.

 

Onu geriye sendeletince birkaç adımda kılıcını tekrardan üstüne savurmuştu. Havada çarpışan kılıçların sesi henüz uyanmayan ormanda yankılanmıştı. Geri çekip, koluna doğru savurdu, karşılık alınca geri çekilip ondan bir hamle bekledi. Tam zamanında gelen saldırı ile sola doğru eğilip kılıcından kurtuldu, kendi etrafında tek ayağı üstünde topaç gibi dönerek arkasına geçmeye çalıştı.

Zeki bir savaşçı olan adam, kılıcını gelecek olan darbeden ötürü arkasına siper yapıp arkasını dönene kadar can güvenliğini sağlamış bulunmaktaydı. Hançer, ondan daha hızlı çıkarak kılıçları çarpıştığı an karın boşluğuna doğru bir tekme savurdu. Tekmesini hiç beklenmeyecek bir hızda tutan adam, bir anda gök mavisi gök kılıcı yere düşürüvermişti. Gölge adam, onu tutarken kılıçsızlığını fırsata çevirerek diğer eliyle kılıcını yere paralel tutarak tam karnına isabet alarak bacağını kendisine çekti.

Ama unuttuğu bir şey vardı oda Hançer ondan daha zekiydi. Elleriyle adamın yakasına yapışıp boşta kalan diğer ayağını ters açıdan boynuna atarak tek hamlede boynuna çıkıvermişti ama bu pek rahatsız edici bir duruştu. Boşa giden kılıcını bırakıp onu başından alması gereken adam, elleriyle Hançer’in bacaklarını tutup aşağıya doğru çekmeye çalıştı.

Hançer hızla adamın sırtına sırtını verecek şekilde aşağıya uzandı. Elleri adamın bacaklarına geliyordu. Kolundan çıkardığı küçük çakısını oraya rastgele batıracaktı ki yere düşürüldü. Taşa denk gelmediği için sevinirken üstüne doğru gelen siyah kütle yüzünden yana doğru taş gibi yuvarlanmak zorunda kalmıştı. Derhal ayağa kalkarken adamın dizi üstünde durup belirsiz yüzüyle kendisini izlediğini gördü. O anda onun ne yapacağını asla anlayamazdı tıpkı şu anda olduğu gibi.

“Uzun zamandır, böyle bir güç ve kıvraklıkla karşılaşmamıştım Hançer Giray. Beni alt ettin.” Hançer, dağılan yüzünü düzeltirken yanında buluverdiği kılıcını yanına sabitleyip ona doğru bir adım attı. Sesindeki ihtişamı ve gücü sezinlediğinde bundan kesinlikle bir daha hoşlanmıştı. Ama dur! Bu, borçlu olduğu adam değildi.

Adam, tokalaşmak için koca elini uzattı. Hançer kolunu tutarken hiçbir ters harekette bulunmamıştı keza o da öyle. Kolunu ondan beklemediği bir zariflikte kavramış sonra da bırakmıştı. Hançer kafası epey karışarak nefes verdi.

“Neden, peşimdesin hem de aylardır?” Adam, pelerininin şapkasını geriye doğru savurdu sonra da yüzündeki peçeyi çıkardı. İşte o an, Hançer'in gördüğü benzerlikle dili tutuluvermişti. Adam, uzun örgülü saçlarını arkaya doğru bırakırken yüzünü siyah peçeye silip onu pelerinin bir bölmesine sıkıştırdı. Ona olan bakışının gayet farkındaydı. Gülerek Hançer’in gözlerine baktı.

Hadi be!

“Seni uyarmak için.” Hançer, gözlerine şüpheyle baktı. Kendinden ödün vermeyerek hızla söz aldı. ”Neden beni uyarasın ki? Benim bilmeyip senin bildiğin ne olabilir? Beni takip etmende ne tür bir koruma niyeti olabilir?!” Gölge adam, kollarını göğsünde kavuşturup başını aşağı yukarı salladı. Kayıtsız hareketleri karşısında öfkelenen Hançer bağrımaya başladı. “Bana bak! Beni neden uyarasın ki? Kimsin sen, nereden geliyorsun?!” Gölge adam, artık adı neyse, alt dudağını sol yanağına doğru gerip üst dudağını büzüştürdü. Düşünür gibi bir hali vardı.

Hançer’e doğru bir adım atıp onun önüne doğru gelen bir tutam saçını tutup arkaya doğru yatırdı. O esnada her anını izleyen Hançer, büyülenmeyi bir kenara bırakması gerektiğini pek ala biliyordu. O, eğer yıllar önce genç bir delikanlıysa bunca yıl sonra bu kadar büyümüş ve yakışıklı olabilirdi değil mi? Bu adam her kimse lanet olasıca bir şekilde farklı hissetmesine sebep oluyordu çünkü O'na çok benziyordu.

Hançer, onun aylardır bir atla tüm köşelerden kendisini takip ettiğini pek ala biliyordu. Başta hiçbir açık vermeden işlerini halletse de bu iş gittikçe ikisi arasında tanımlanması garip bir hırsa dönüşmüştü. Hançer, şüphe etmeyi bırakmayarak daha tedbirli olurken onunla arasında oluşan bu uyanıklık ile yarış arasında gidip gelen tatlı sürtüşmeye kapılmıştı. Lakin şuanda karşısında gördüğü bu, uzun saçları olan, kendisinin neredeyse kopyası ela gözleri ve dehşet verici bir kuvvetle bezenmiş iri kıyım cüsseli adamın hafife alınacak hiçbir yanının olmadığını görmüş oluyordu.

“Güven, Hançer Giray. Kimseye kolay kolay verilmemeli. Özelliklede sen. Kimse senin yoluna canını vermedikçe ona güvenme.” Hançer saçına uzanmış elini tutup indirirken onu deliler gibi sıktığını bilmiyordu. Dişlerinin arasından yılan ıslığı gibi bir fısıltıyla onun üstündeki bu garip üstünlüğü azaltmaya çabaladı. “Güvenmemeyi en iyi ben bilirim. Ama şuanda neden tanımadığım bir insan bana güvenden bahsedip ona güvenmemi bekliyor?” Dişlerini sıkıp elini yere doğru atarcasına bırakırken adamın gözlerinden geçen pırıltılar dikkatinden kaçmamıştı. Elini kendine doğru çekerken bıraktığı el önüne doğru zarif bir şekilde tekrar sunulmuştu.

Hançer ona anlamazca bakarken doğan güneşle karşısındaki adamın her bir santimini daha iyi görüyordu. Neredeyse aynı tip ve renkteki o gözleri ile Hançer hayrete düşmekten kendini alamamıştı. Yoksa Berk...

İki zarif tepecik gibi yükselip inen üst dudağını saran o kumral sakal, yüzündeki güzelliği belgeler gibi duruyordu. Ona daldığını her ikisi de biliyordu ve bu Gölge adam için kahkaha atmalık bir şeydi. Hançer içinse ruhunda çığlık atmalık bir ihtimal.

Adam, Hançer hakkında birçok efsane ve niteleme duymuştu ama şuanda gördüğü kadınla o efsanelerin anlamsız birer lakırdı olduğu belli oluyordu. Çok daha inanılmazdı.

Hançer eline baktığında bunun neden olduğunu anlayamadan, genç adam ona fısıldadı. “Ben... senim Hançer Giray. Senin tıpatıp aynın olan ama senden çok başka olan biriyim. Elimi veriyorum çünkü...” tam bu esnada elini tuttu. “ Aptal ya da boş hayaller kuran biri değilsin. Azimli ve savaşçısın!” Hançer, belli belirsiz yutkunurken gözlerine bakıp, “Sen, aslında kimsin?” diye sordu. Adam, gülümsedi. Elini onun gibi yapmadan, nazikçe bıraktı. Kılıcını havaya kaldırdı. Sessizce kılıcının ucunu öptü ve onu Hançer’e verdi. “Bak. Kılıcım sana kim olduğumu gösterecek.” Hançer kılıcı incelerken yine bir kılıçla işlenmiş parlak bir yazı gördü. Güneş tam da orayı ışığıyla parlatmıştı.

“Kara Orman Muhafızı: Altuğ.”

Kılıcı yere indirirken şimdi kendini az öncekinden daha farklı hissediyordu. Söylentiler doğruydu. Kara Orman, son muhafızını korumuştu. Ve o şuanda karşısındaydı. Kendisiyle sadece beden benzerliği olmayan aslında kader benzerliği de yaşayan bu son muhafız, yıllar yıllar önce Büyük Muhafız'ın verdiği o lanet kararla kendi soyunun devam etmemesi ve muhafızlık sisteminin sona ermesine hükmetmişti. Söylentilere göre Kara Orman, o dönemlerde böyle anılmıyordu.

O gün, katliam günü ölen insanlar, Büyük bir meydanda yakılarak can vermişti. Gökyüzüne dağılan küller, ormanı siyaha döndürmüştü. Kara Orman, eski sınırları ile beş devlet büyüklüğünde bir yerdi. O gün, geriye kimsenin kalmadığı biliniyordu. Ormanınsa dört devletlik kocaman bir alanı yakılmıştı. Herkes öldü yahut kaçtı sanılıyordu. Ta ki, şuana kadar...

Mühürlü kılıç, onun son Muhafız olduğunu söylüyordu. Boğazı düğüm düğüm olan Hançer, kılıcı saygıyla tekrar ona uzattı. Altuğ, kılıcı alırken kederle gülümsemişti. Bundan cesaret alarak soru sormak istedi.

“Nasıl? Nasıl hayatta kalıp muhafız olabildin? Zor olmadı mı?” Altuğ, kılıcını kınına koyarken, başını iki yana salladı. “Senin için Güzel Veliaht, zor olmadı mı?” Hançer durakladı, hatırlamaya değer görmedi o günleri. Gözlerini kısıp öfkesini dışa vurdu. “Oldu, lakin sen bundan daha büyük bir savaşın içinde sağ kalmayı başarmışsın. Sen babana rağmen yaşamış bir veliahtken kimse bana rağmen yaşayamadı! Üstelik size biçilen hanedan haklarında ölen, geri gelmiyor... ama bizde geri gelebilirken bile kimseyi getiremiyorum! ”

 

 

Altuğ, dikkatle incelediği ve dinlediği bu yüzün sakinleşmesi için sakince gülümsedi, elini kaldırıp sakalına götürdü. “Sahiden, sizin böyle bir şansınız var mı?" Hançer, yaptığı gafla hızla toparlandı. Kılıcını kınına koyup atına doğru yürüdü. Ardından Altuğ’un sesini duydu. “Yapma.”

Ayakları emir almış gibi durdu. Sesindeki yumuşak tını, kalbinde kramplar oluşturmuştu. O ya da Berk büyüdüyse ona mı benzeyecekti?..

Omzunun üstünden dönüp ona baktı. Altuğ başını iki yana sallıyordu, gözlerinde bariz bir nemle tam da gözlerinin içine bakıyordu. “Yapma, bu yaptığının hesabını veremezsin. Canın yanar. Sağ çıkamazsın, şeytanlara aklını rehin verme! ” Gözlerine baktı direkt Hançer. O anda, aklından geçen her şeyi anlamış olduğunu farketti. Garip bir korkuyla içi doldu. Nasıl anlamıştı bunu, lanet olsun! Kara Orman Son Muhafızı, ona benzemekle beraber zeka olarakta benzer yapıdaydı. Altuğ, ona doğru bir adım attı. “Nasıl diye sorma Hançer, kendimden biliyorum. Beni dinle, yoksa canını korumak zorunda kalacağım.”

Hançer gözlerini kaçırdı. "Canımı korumadın mı aylardır?" Altuğ bir adım atıp başını iki yana salladı. "Sen, canı korunacak değil tapılacak bir kadınsın. Sana asla hakaret etmem." Gözlerinden yaşlar yuvarlanan kişi Hançer'di. Bu sözler neden Berk gibiydi! Adeta beynindeymiş gibi konuşuyordu. Kalbine dolan panik ve endişeyle arkasını döndü ve Aktolga’sının üstüne sıçradı. Saçlarını tek hamlede düzeltip atını bayır aşağı doğru sürmeye başladı.

Altuğ’un bağırışlarını duymazdan geliyordu. “Albızlar serbest kaldı! Dağdan çıktılar! Devir değişti! Kendine ve aklına dikkat et! “

Aktolga, hayatında asla böyle koşmamıştı. Koşan belkide kendisi değil de Hançer’di. Az önce topladığı saçları at üstünde ne kadar eğilerek gitsede saç bağını zayıflatıp duruyordu ve nihayet saçları düşen bağdan sonra deli dehşet geriye doğru savrulmaya başladı. Düşünmeden dört nala obaya daldı. Kazlar, tavuklar uçarak kaçıştı. O ana kadar çadırına geldiğini anlamamıştı.

At, güçlükle durup nefeslenirken Hançer kimseyi beklemedi. Ne arkasından koşan alplerini ne de seçimleri, uluları hiçbirini umursamadan otağıya girdi. Demirdöğen, telaşla girerken Hançer, duvarlara astığı haritaları yere atıyordu. Eliyle açmasını istedi. Demirdöğen hızla haritaları yere sererken bunların Girayhan şehrinin haritası olduğunu gördü.

 

O an, akşamdan öncede çok farklı şeyler olacağını anlamıştı. Ediz, küçük çocukları bırakıp içeriye girerken sonradan geldiği için sessizce onları izledi. Debret, Hançer’in uzattığı kağıtları yere bırakıyordu. Nihayet iş bitince Hançer postuna oturdu.

Eline aldığı uzun keskin okunu Demirdöğen’in açtığı en büyük haritada gezdirdi. Aklında bir plan vardı. Artık zamanı gelmişti.

“Burası, demirin ve çeliğin kalbi. Siz, burayı Doğu Obaları için harekete geçtiğimizde basacaksınız. O zamana kadar kırk kervan kadar daha demir çıkartılacak. Size söylediğim tepelere çekeceksiniz tüm bunları. Şehrin surlarından aşağıya bayrak indireceksiniz. Kızıl bayraklar. Börü ocaklarına gidin, en hızlı yazan çocukları toplayın. Birazdan vereceğim emri yazıp kapılardan içeriye gizli gizli koyup ortadan kaybolacaklar. Halk, kandan bıkmış durumda. Belirttiğim tarihte tüm Girayhan, pazarın kalabalık olduğu gündüz vakti eşyalarını toplamış olacak. O günün akşamı tüm şehir sarayda dahil olmak üzere yorgunluktan perte çıkmış oluyor. An o an, halkı şehirden hızla uzaklaştıracaksınız.” Başını kaldırdı ve kapıya doğru bağırdı. “Subaşı!”

Birkaç saniye geçmeden subaşı hızlı nefesler alarak içeriye girdi. “Emret Beyim!” Hançer onu yanına çağırdı. “Uyguri pazarı kurulunca akşama kafamdan herkes Kara Orman yolundan Doğu Obaları’na doğru göç edecek. Ağır hiçbir şeyleri olmamalı. Duydunuz mu?!” Subaşı hızla başını sallarken, “Ne zaman peki Beyim?” dedi detayı birazdan alacağını bilsede. Hançer, gülümsedi. Uzaklara bakıp okunu yere dikledi. “Kurdun dişine kan değdiğinde.”

 

 

***

Gece karanlığında etrafı aydınlatan hiçbir şey yoktu. Etrafta duyulan tek şey kurtların, Hançer’in ve alplerinin ateşli nefesiydi. Etraf koyu karanlıktı, ileride saraydan yansıyan meşalelerin ışıkları vardı. Bu ışıklar ela gözlerinde yangın varmış gibi parlıyordu.

İçeriden gelen haberler bir şeyler karıştırıldığı yönündeydi. Kağan Giray, mandası altına girmeyi kabul ettiği Balamiz Hanlığı ile bir akşam yemeği tertip etmiş ve ileride vereceği ayrıcalıklar hakkında bir anlaşma sunmuş. Kanına girdiği dört kişiyi hiç umursamadan eğleniyor, kendini şahsında rezil ediyordu. Haberi aldığı öğle vaktinden beri intikam masasının ilk ayağını planlıyordu. Nihayet o fırsat ayağına gelmiş yapışmıştı.

Bu akşam o yemeği boğazlarına dizecekti. Gözleri az ilerde devriye atan sarhoş askerlere takıldı. Bunların bir kılıçlık bile işi yoktu. Eliyle ilerisini işaretledi. “Demirdöğen, Darulgan ile sağ taraftan gidin. Debret ile Ediz, siz de sol kanattan ilerleyin! Aksi bir hal olmadığı halde hiç kimse aralarına fazla girmeyecek.”

Alpler büyük bir itaatle onaylarken Atabey Alemdar elindeki baltasını yere bırakıp ona döndü. “Sen ne edeceksin? Yanına bu kadar az alp almamalısın. Onlar da içeriye girsin. Seni dışarıda koruyamazlar. Salonda ne olacağı muamma. “ Hançer, sarayın görklü kulelerine baktı. Hiçbir şey umrunda değildi. Her hareketi zaten hesaplı ve tedbirliydi. Her ihtimalin ihtimalini hesaplıyor işini şansa hiç bırakacak gibi görünmüyordu.

“Sen öyle san Atabeyim. Görünen her daim aldatıcıdır. İçerisi çoktan kuşatıldı. Eski düşmanın yenisinden daha vicdanlı olacağını sen benden daha iyi biliyorsun.” Hançer Alemdar Bey’in gözlerini bereltip konuşmak için atılmasını yok sayarak saklandıkları çalılardan dışarıya çıkıp doğruca sarayın nöbetçi kulübesine ilerledi. Adımları anında taş gibi çakılıverdi. Onu atlayamazdı. Arkasını döndü. Adını Targın koydukları o gence baktı. Eliyle gel işareti yaptı. Alp olarak seçilen genç, gerçekten çok yetenekliydi.

İhtiyacı olacaktı.

Üzerine giydiği bembeyaz kaftan şölenlerde giymek için diktirdiği çok zarif bir parçaydı. Bilerek böyle giyinmişti çünkü ölüm meleği her zaman karanlık kıyafetler giymezdi. Atabeyi, başını iki yana salladı. Bunun ardından arkasına yirmiye yakın alpini çevreyi kuşatması için dağıtarak obaya döndü.

Buraya girmeyi başaran çıkışını elbette hazırlamıştı. Giren girme sebebini pek de iyi biliyordu. Darulgan, Demirdöğen, Ediz ve Debret beyaz giyinmiş, Umay Ana gibi önlerinde dimdik yürüyen Hançer’e gedikler aça aça nöbetçi kulübesine doğru gitti. Son derece sessiz ve tehlikeliydiler. Hançer ilk önlerine çıkan askere sadece bıçağını fırlatmış oda tam on ikiden delip geçmişti. Daha sonra sessiz bir fırtına başlayıvermişti. Genç Targın, Hançer’in sırtını kolluyordu. Yollarına çıkan sekiz askerle de çok kısa ilgilenmişlerdi. Alpleri askerleri birbirlerine doğru itip kılıçla tam göğüslerini hedef alıyordu.

Elleriyle ağızlarını kapatıp basit ama öldürücü bir manevrayla da nefeslerini kesiyordu. Geri kalan tehlike surlarda bekliyordu. Hançer eteğinin bir ucunu hafif kaldırarak koşmaya başladı. Bir oyuklu ağaca doğru zıpladı ve kılıcını yukarıya doğru kaldırdı. Kılıç, ağaca saklanmış bir saray baykuşu askerin boğazına saplanmıştı. Askerin boğazından akan kan elbisesinin eteklerine damlayınca parmaklarıyla dudağına damlayan küçük bir damlayı silerek güldü. Alpler ona şaşkın ve hayran bir gözle bakarken, o onlara bakmadan hızla kuleyi işaret etti.

Darulgan gözleri kısılmış av peşinde hazla koşan bir aslanı görür gibi olmuştu. Darulgan’ın gözleri Debret ile kesişince ufak bir baş işareti ile onu kollamaya doğru koştular.

Devriye ekipleri birer ikişer sessizce öldürülürken Demirdöğen az daha bir kahkaha patlatacaktı bu hıza. Ediz gözlerini kısarak dudaklarını büzüştürdü. Hançer Hatun’un yaptığı normalmiş gibi olayı kale almayışına laf bile edemiyordu. Yanındaki koşan Darulgan’a bakarak bir kelle daha biçti ama nasıl biçmek, midesi kalka kalka. Lakin sessiz olmak ve bu durumdan bahsetmemesi gerekiyordu. Dilini tutamazdı ama. “Demirdöğen de her şeye gülüyor ha? Gören de kılıç kalkan oynuyoruz sanacak! Saray baykuşu öldü az önce!“ dedi öldürülmesi en zor askerin öldürülüşüne ithafen.

Darulgan, Demirdöğen’e bakıp hafifçe gülümsedi. “Saray baykuşu da işini yapamıyor belliki? Hakettiler, boşver. Ayrıca Demirdöğen’e de laf yok, demek ki o da böyle mutlu oluveriyor. En azından mutlu olmanın yolları hala kapalı değil ha? “ Ediz aynı şekilde ona dudak büzüp baktı. “Benim mutluluğum yanımda değil, uzakta. Bulduğumda da epey hırçın oluyor. Zaten şu mutluluk da bir insan olsaydı kesinlikle hatun olurdu, gel gitli müthiş bir şey...”

Darulgan, Hançer’in gittiği yöne bakarak Ediz’e hızlı bir cevap verdi, gülüşünü saklayamıyordu ama. Hançer, kılıcı kınına geçirmemiş var gücüyle kılıç sallıyordu. Geri kalanlarla bir araya geldiklerinde hızla sarayın en zayıf kulesinin nöbetçi kulübesine ilerlediler. “O da olacak bir gün.” diye bağırdı Ediz’e doğru. “Senin de mutluluğun elbet eline geçecek.” Ediz mutlu bir gülümsemeyle baktı dostuna. Gönlü ferahlamıştı. Bir gün diye içinden geçirdi. Derin bir nefes aldı ciğerlerine sonra da o hisle ikisi beraber hızla Hançer’in arkasından koştu.

Kulübe, Demirdöğen ’in gürzünün şiddetiyle kırılarak açıldı. İçinde kimse yoktu daha doğrusu yok edilmişti, bu sayede kuleden sarayın içine açılan gizli kapıyı hızlıca açıp yukarı çıktılar. Merdivenleri belleri eğik bir halde çıkarken Hançer gördüğü bir küçük bir taşı kılıcının demirine belli ritimlerle vurmaya başladı. Alpleri , birbirlerine baktı.

Ediz iki tarafı izliyor üstünde garip bir gerginlik taşıyordu. Hançer, bir süre bu sesi devam ettirdi. Alpler tam sessizliğe bürünmüşken Hançer, eliyle Targın’a önden gitmesi için bir işaret verdi. Targın, elinde kılıcı cesur adımlarla kuleyi en önde bitirdi. Birkaç boğuşma sesi duyan alpler, huzursuzlanmaya başlamıştı. Derken Targın, gelip her yerin temiz olduğunu söyleyerek önde gitmeye devam etti. Hançer, o bilindik gülüşü ile onu takip etti. Kuleden çıktıklarında gerçekten her yer temizdi.

Ediz etrafını kolaçan ederken Hançer ona kızmıştı ama bunu sadece ses tonuyla yansıtmayı tercih etmişti. Gözlerinde bir şey yoktu. “ Ediz Alp, yanındakine güvenmezsen sen kaybedersin.” Ediz, utandığı için Hançer’e bakamadı. Onun yerine boş boş Darulgan’a bakıp alık alık kafa salladı. Vakit gelmişti, misk kokuları doğu cephesi yönünde yayılıyordu. Kokuyu aldığı an üç kez şiddetle kılıcını yere vurdu. Her şeye hazırlıklıydı. Adımlarını attıkları an üstlerine atılan yabancı oklarla hepsi bir geriye çekildi.

Hançer, “Şimdi!” diye bağırdı. O anda bir hareketlenme başladı, toprak dolu beyaz siperliklerden onlarca alp çıktı, ellerindeki oku yaya taktı ve atılan her okla meydanı dolduran ölümler saraya ilk kışı getirdi. Hançer bunu beklediği için alpler, nizama geçip hazırolda bekletilmişti.

Bir süre sonra yere son suikastçi de düşmüş beyaz giyinimli siperlikler eskisi gibi bir çuval haline bürünmüştü. Hançer, sessiz akan kanlardan ötürü kendi gözcüleriyle gurur duyarak ayağa kalktı. Son derece temiz bir iş olmuştu. Merdivene doğru sızarken beklediği ve haber ulaştıran kişiyi merdiven başında görünce gök mavisi gök kılıcını çekti ve ona kendi yerlerini açık etti.

O kişi hızla gelmeleri için el edince oraya doğru bir kuş gibi süzüldüler. Bir gurup devriye askerinin adeta tepelerine çökmüşlerdi. Sessiz okların haricinde sessiz baskınlar da en sevdikleri arasındaydı. “Başlayın!” diyerek meydana doluşan askerleri çevik ve kusursuz hareketlerle ölümün elini teslim ettiler.

Ses yapmaya çabalayan bazı askerlerin üstüne atılan Hançer onları halledince üzerine gelen iki askerin ilkini karnına attığı tekmeyle yere serdi, ikincisinin ise sırtına çıkarak onu yere çaktı. Havada attığı taklayla eteği biraz açıldı. Düşürdüğü askerin de nefesini alırken üstüne iğrenerek baktı.

Eteği hareketlerini ciddi manada kısıtlıyordu bu yüzden hançerini çıkardı, eteğin uzun kalan kısımlarını kesti. Geri kalan kısımlarını arkasına doğru savurdu. İşte şimdi tam bir savaşın içindeymiş gibi hissetmişti. Bu ona zevk veriyordu. Altına giydiği Türk usulü pantolonun paçalarını yukarıya çekip hamle üstüne hamle, kelle üstüne kelle aldı.

Meydan ölümün sessiz çığlıkları ile kısa sürede cesetlerle dolmuştu. Hançer, son hainin de kellesini uçururken uzamaya başlayan saçlarını geriye doğru savurdu. Beyaz elbisesine kan bulaşa bulaşa merdivenlere koştu.Elinden geldiğince sessiz davranmaya, temiz temiz öldürmeye çalışıyorlardı. Geldiği herkese sürpriz olacaktı .

Merdivenin başında etrafı kolaçan eden gizli elemanına tamamlandı işaretini verdi, sonra Muhafız Altuğ’un onu çıkardığı kapıya ulaşmak için alt kata indi. Alpleri arkasından gelmek üzereydi ki, onları durdurdu. “Siz, saray kapısına geri dönün. Eğer başaramazsam kaçmanın bir yolunu bulacağım. Yaklaşmamanız en doğrusu. Darulgan, mektuplar şehre girdi mi?” Darulgan onaylayınca Hançer gözlerini bir süre üstlerinde gezdirdi. Sonra, Targın’da durdu. “Benimle gel.” dedi. Targın, başarılı ve gözde alplerin değil de kendisinin seçilmesine çok şaşırmıştı. Sarsakça başını sallayıp Hançer’in gittiği yöne doğru yol aldı.

Alpler olayın şokundayken Demirdöğen’in küfürler ederek aşağıya indiğini görerek kendilerine geldiler. Hançer, en alt kata inen merdivenden o kapının bulunduğu yere geldi. Kapı gizlendiği için bir süre onu aradı ama şükürler olsunki başarmıştı. Kapıdan girip doğruca divan odasının bulunduğu koridora çıktı. İki kişiydiler ama öyle çoktular ki!

Gecenin karanlığını aydınlatan meşaleler bugün bir Kadının geleceğini aydınlatıyordu. Hançer Hatun asi bir komutan , zarif bir Ece gibi çalımlarla sızdığı sarayın divan odasına doğru yürüdü. Balamiz askerleri dışarda Giray askerleri ile birlikte kapıyı bekliyordu. Hançer Hatun zaten alplerini uygun gördüğü yerlere çoktan vazifelendirmişti. Buraya tek başına girecek ve çıkacaktı. Çenesini dikleştirdi, gözleriyle yolları adeta alev aldırıyordu. Asil bir şekilde kapının ağzından içeriye girdi. Birkaç cariye ona korku dolu gözlerle bakıyordu. Zaten onlardan başka da kimse onu görmemişti.

Divan kısmına döndüğünde son derece kirli ama hoş duran görüntüsüyle nöbetçilerin görüş alanına girdi. Nöbetçi askerlerin gözleri anında kapıya döndü. Baktıkları bir kadındı ve bu kadın diğer kadınlara asla benzemiyordu. Vücudunu saran dökümlü beyaz elbisesinin üzerinde omuzları hizasında yayılan dalgalı siyah saçları ve ışıldayan ela gözleriyle çok güzel bir kadın olduğunu düşündüler. O çok güzel, mükemmel bir Acunaydı, dünya güzeliydi.

Askerler ister istemez kendilerine bir çeki düzen vermişti. Bakışları bakmakla yetmeyecek görmekle sönmeyecek bu güzellik karşısında tutulmuştu. Vakurlu adımlarla kapı nöbetçilerinin önünde durdu. Nöbetçiler kaşları havada şaşkın bir şekilde Hançer’e bakıyordu. Sarayda böyle güzel kadınlar mı vardı? Varsa neden onlar bundan haberdar değildi? Üstelik bu kadın bir savaştan çıkmış gibiydi. Yoksa, vezirin yatağını reddeden biri miydi de böyle hırpalanmıştı? Hançer, onların böylesine afallamalarına karşın hızlıca mevzuya girdi.

“Kapıyı açın. İçeriye girmek istiyorum.” Askerler dillerine varan soruyu sormak istiyordu. İçlerinden biri şaşkınlıkla öne atılıp sordu. “Sende kimsin?” Hançer, hayranlıkla ışıldayan yüzlere tek tek baktı. Ardından gür bir sesle cevap verdi. “Kağan Börü Giray kızı Hançer Hatun’um, bu devletin tek veliahtı ,tek melikesi ve tek Ecesiyim! “ derken art arda çıkardığı iki kılıcıyla kapı nöbetçisi olan altı kişiyi yaralayıp diz çökertmişti. Hançer, kaşlarının üstünden damlayan ve çenesinden inip göğsüne doğru akan terle hafiften yorulduğunu itiraf edebilirdi. Sözlerini ayaklarından yaralanan iki kapı nöbetçisine çevirip bitirdi. “Şimdi aç o kapıyı .”

Asker, dilini yutmuş gibi suskundu. Herkes irice açılmış gözlerle inleyerek ona bakıyordu. Demek Hançer Hatun sensin ha , der gibi baygın baygın bakıyorlardı. Nöbetçi askerler dik duruşu karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştı. Endişe ile kapıya bakıyorlardı lakin Melike Hatundu o , Hançer Hatundu, bir cesaret kapıyı ardına kadar açıp yolu gösterdiler. Ellerinin titrediği ne kadar da belliydi! Ama o bu saraya yasak olandı!

İçeriye girdikten sonra Hançer, ezbere bildiği yolu fırtınalar kopararak geçiyordu. Çünkü öfkesine hakim olmuyordu.

O sırada Kağan Giray oturduğu tahtında sarhoşluktan sürçen diliyle aptal aptal şeyler anlatıyordu. Kral George aptal bir ava bakan sırtlan bakışları ile içki yudumluyordu. Etrafında kendi askerleri ve birkaç devlet adamıyla gerçekten meşgul gibiydiler. George, dudaklarını parlatırken dayanamayarak sordu. “Hançer Giray, bugün burda olsaydı bu verdiğin kararlardan ötürü sana ne yapardı?” Kağan Giray, eliyle başını sıkarken artık içtiği bu zehrin onu kesmediğini çok iyi biliyordu.

“Oonu , bu sarayaa sokturmaam. Öllümü çiğnemesi gerekeceekk.” Hançer’in dudakları duyduğu bu sesle küçümser bir şekilde yukarı kıvrıldı. Gök kılıcını kavrayan elini diğer eliyle birlikte havaya kaldırdı. İçeriye girdiğinde ona bakan ilk kişi bir asker olmuştu. Daha sonra arkasına bakmıştı. Targın, gittikçe daha da sessizleşiyordu. Sesinin tüm ağırlığı ile bağırdı. “Ben de senin ölünü çiğnemeye geldim adi köpek!!”

Odada bulunanlar şaşkınlıkla içeriye giren kadına döndü. Sesler susmuş, kalpler deliler gibi çarpar olmuştu. Herkes birbirine bakıyordu. Akıllara gelen tek bir soru vardı:

Bu o olabilir miydi?

Kral George öfkeyle kalktı yerinden ve arkasını döndü. Gördüğü yüz karşısında şaşkınlıkla açılan gözleri Hançer’e bakakalmıştı. Dili lal olmuş gibiydi George’un. Ömründe onun kadar güzel bir kız görmediği aşikardı. Sadece yıllar önce dayak yediği küçük bir kızken şimdi karşısında böylesine bir hatun görmeyi beklemiyordu. Giyimine , güzelliğine, asaletine kirli yüzünün her bir kıvrımına baktı. O gerçekten nefret edildiği kadar yürek yakan cinstendi de. Hayran oldu, nutku tutuldu. Elini usulca armalarına doğru götürdü.

Hançer, yemek masası etrafına doluşan devlet görevlileri ve Vezir Baycu’ya öldürücü gözlerle baktı. Acelesiz, serin adımlarla yemek masasının tam yanına, Vezir’in karşısına geçip ellerini masaya sertçe indirdi. Kral George her hareketini efsunlanmış gibi takip ediyordu ama onu yok saymış olmasına alınmış gibiydi. Onu tanımıyor muydu yani? Sarhoş olan ayyaş Kağan irkilip geriye yaslanmıştı.

Birbirine meydan okuyan bu gözlerin hedefi olmak istemeyenler ayağa kalkıp başka taraflara doğru geçti. Ayyaş Kağan, yavaşça doğrulurken Hançer ağzını açıp da Vezir Baycu’ya tek bir kelam dahi etmedi. Bakışları ölüm yavaşlığında artık Balamiz Hanı olduğunu öğrendiği George’a çevirdi. Bir öç alması gerekiyordu. Herkes böyle bir yön değişimini korku ve merakla izliyordu. İtiraf etmeli ki George ömründe ilk defa bir bakıştan ötürü derin bir korku ve haz duyuyordu. Ela bakan gözleri, öfke ve hınçla dolmuş cehennemi andırıyordu.

Havaya kalkan burnu ve çenesi gergin dudaklarıyla ona okuduğu meydanı kana buluyordu adeta. Eliyle sinesini geriye doğru ittirdi. “Babasının ve obalarımın katili, öldürmek için baş sıraya koyduğum şerefsiz düşmanım George! Sen de yok olacaksın!!” George, ona yaklaştı. Neredeyse aynı boylardı. George, baktığı gözlerde en ufak bir merhamet kırıntısı görmediğine yemin edebilirdi. “Bunu savaş meydanında göreceğiz Hançer Giray, çiçek bahçesinde değil.”

Hançer, ona soğuk bir gülüş gönderdi. Eliyle göğsünü saran elbisenin üst kısmını genişçe yırttı ve sol göğsüne saplanan hançerin orada bıraktığı kirli turuncu mor renge bürünmüş geniş yarayı göz önüne çıkardı. Sonra o yarayı dönüp Vezir Baycu’ya da gösterdi.

Birbirine bastırdığı dişlerinin arasından öfkeyle konuştu. “O savaş, bu yaranın tekrarlandığı gün başladı. Kalbimin aldığı yaranın hesabını sizden sormaya geldim.” George bir yaraya bir gözlerine bakarken gayet keyiflenmişti. Elbette buna onun göğüslerine bakmanın da bir payı yok değildi.

“Başka yaralarınada bakmayı gerçekten isterdim, Hançer. “ dedi George. Hançer, onun kendisine yaklaştığı gibi bir adım attı öne. Gözlerine baktı. O gözleri birazdan bir cehennem karşılayacaktı. Dişlerini gösteren bir şekilde güldü ve George mağlup oldu. En vurucu kısmı yapmak için tam sırasıydı. “Sana güzel haberi vermeye geldim adi George.” George’un gözleri kısılırken ona arkasını döndü ve önce Kağan Giray’a baktı ardından da Vezir Baycu’ya döndü. Ellerini masaya yaslayarak öne doğru eğildi.

“Girayhan, artık kuşatmam altındadır. Etrafınız sarıldı. Merhametim sona erdi. Bu savaşı siz istediniz. Ben kollarıma vurulan prangalardan hiç hazlaşmazken siz bana bir esaret biçtiniz. Devletim arşa kanatlanan bir Anka iken siz onu bir kafese koydunuz. Bunu size ödetmeye geldim. Eğer bağışlanma dilemek ve bu sarayı bana vermek isterseniz bunun için tam bir gününüz var!” Kağan Giray, önceden içtiği içkiyi sanki şimdi boğazında kalmış gibi öksürmeye başladı. Kral George, şaşkınlıkla ikisine bakıyordu.

Hançer, yüzünde plan bozan bir ifadeyle George’a döndü. “Benim devletimi,” dedi onu parmağıyla sinesinden ittirerek ”hiç kimse egemenliği altına alamaz!” daha sert itti bu sefer. Her iteklemede Kral George ’ta geriye gidiyordu. “Derhal. Milletim. Ve. Devletim. Üzerinden. Defolup. Gidiyorsun!” George, onun her adımda hançerini çıkardığını fark etmeden geriledi.

 

Ama cam gibi ışıldayan ela gözlerine bakmaktan dediği şeylere odaklanamıyordu bile. Onun hakkında birçok şey duymuştu ama kimse ona bu kadar güzel olduğunu söylememişti. Göğüs hizasında yükselen hançeri görünce aklı başına gelir gibi olmuştu. Şimdiyse gözlerinde sadece korku vardı.

Hançer, yükselttiği hançerini havaya kaldırıp bir anda arkasına dönüp fırlattı. Havada dönen hançer, Targın’ın alnı çatına girdi. Vurulan adam, yere kanlar içinde yığılıp can verirken herkes şok içinde Hançer’e bakıyordu. Kral George şokla öldürdüğü alpine bakıyordu. Ve Hançer birkez daha galip gelmişti.

George öfkeyle bağırdı. “Ah, Eric, lanet olsun!!!” Hançer, sinsi sinsi sırıtışlarla ona baktı. “Beni arkamdan vurabileceğini mi sandın? Seni izlemeyeceğimi mi sandın? Senden geleni anlamayacağımı mı sandın? Bir nefes... Bir nefes kadar ötenizdeyim.”

George, öfkelenmişti, Eric her ne kadar olsa da askeriydi. Bildiği çok şey vardı ve yapacakları da öyle! Hançer’in alpi olması için gönderdiğinde başaracağına inanıyordu. Ah lanet olsun! Dişlerini sıkıp eliyle onu gösterdi. “Askerimi öldürmek? Peki şimdi seni burdan kim çıkaracak Türk kadını?” Hançer onu hafife alarak güldü. O esnada da Vezir Baycu sinsice ayağa kalktı. George, başıyla korkudan sinen sarhoş Kağanı işaret etti. “Baksana , o ve devletin her türlü elimde, sen hangi rüyanın peşinden gidersin? Benim ardımdaki gücü hiç mi akletmezsin?!”

Kağan Giray, ahmak cesareti ile kabarıp ayağa kalkmaya çalıştı. “Sen, burayı kuşatsaanda alamayacaksıın. Beniiim ardımda oo var. “ dedi George’u gösterdi. Vezir Baycu usulca Hançer’in olduğu yere yaklaştı. Hançer, sessiz kalarak ölen askerin yanına gidip alnında kalan bıçağını söküp aldı. Üzerindeki kanı geri gelip masaya serilen beyaz masa örtüsüne sildi. “Senin ardında o var , öyle mi?” Kağan Giray’ı kastederek bıçağını kınına soktu. Kafasını aşağıya yukarı salladı. Susuyordu Hançer, yere bakıyordu.

Kral George, baştan aşağıya onu süzdü, cesareti kafa karıştırıcıydı. Suskunluğu kar gibiydi, üşütüyordu. “ Kuzeyliler, Yakut Hanlığı, Bankiz Hanlığı ve daha nicesi, hepsi benim, yani en güçlünün yanında! Girayhan’ı kolayca nasıl kuşatacaksın? Burayı sana mezar yapmadan hiçbir yere gitmem!” dedi tok bir sesle. Hançer, sadece hafifçe gülümsedi. Kral onun bu kısa cevabı karşısında öfkelenmeden edemedi.

“Bir anda ordularımı buraya yığar seni alaşağı ederim, Hançer Hatun. Amacın sadece bir taht iken ülkeni koca bir savaşa sürüklemek istemezsin öyle değil mi? Bu iktidari ve bireysel yalnızlıkla neler yapabilirsin ki? Bir ordu dahi kuramazsın.” Onun sözlerine sadece yandan bir gülüşle karşılık verdi.

 

Gözleri dimdik baş eğmez bir şekilde ona bakıyordu. “Savaştan, korkmuyor musun? Kaybedeceğin itibarından? Hayatından!?” korkusuz ve ciddi duruşu karşısında George serinkanlı bir öfkeyle konuşuyordu. Hançer , kısık ve net bir dille konuştu. “Tüm gücünü buraya yığ George. Ben de öyle yapacağım. Meydanda seni bekliyor olacağım, yalnız başıma. “

Kağan Giray öksürerek geriye doğru gitti. Geri adım yoktu, istediği her daim savaştı. O Hançer Giraydı. Elini usulca kuşağına götürdü. “Benim olanı almasını çok iyi bilirim. Benden nasıl korktuğunuzu da öyle.” Parmakları arasına aldı, küçük şişeyi. “Sen savaşı bir yok oluş olarak görebilirsin George Loyd, ama ben yeniden doğduğum yeri asla kötü bilmem.” Elindeki şişeyi sıkıca kavradı. “Yalnızlık, o anda sahte kalabalıklara esir olmuş siz zavallıların düşmanı, bizim ise zaferimiz olur “ derin bir nefes aldı ve kaslarını gererek George’u yere itti ve şişedeki zehri tüm yüzüne savurdu.

Kargaşa çığ gibi büyümüştü. İlk intikam vaktiydi. Hiçkimse ne olduğunu anlayamadan bacağına sakladığı gizli hançerini çıkardı ve tam arkasına gelen Vezir Baycu’yu nefes borusunu keserek öldürdü. Alev almış öfkeli gözleri onun nefesini kestikten sonra bir kere açıldı ve kapandı daha sonra bağırışların, kılıçların ve okların arasından histerik bir şekilde kahkaha attı.

Zehrin etkisiyle George bağırıyor, içeriye girip de ölüleri gören muhafızlar kargaşayı dindirmek ve suçluyu bulmaya çabalıyordu. Kapıdaki yaralılar da cabasıydı. Hançer kargaşayı fırsat bilerek George’u hızla yakasından tutup önünde diz çöktürdü. Eline gök kılıcını alıp boynuna dayadı ve sarayı derin bir sessizliğe gömecek şekilde bağırdı. “Eğer, kralınız ölsün istemiyorsanız geri çekilirsiniz!”

Her yer adeta toprağa gömülmüş gibi sessizleşivermişti. George duyduğu sesle başta dursa da hala kral olduğu aklına gelmiş gibi etrafına çekilin diye feryat figan bağırdı. Hançer bir köpeğin tasmasını tutar gibi George’u tutup sarayın dışına kadar sürükledi. Koridorda geçerken gördüğü herkes şaşkınlıkla onlara bakıyor, korkuyla etrafa dağılıyordu. Hançer, alplerini kapının ağzında sağ salim görünce durdu. O zehirlenen gözlerden akan beyaz sıvıyı sol eline bulaştırdı ve George’u yere fırlatıp Aktolga’sının üzerine atladı.

George, acı ve öfkeyle panzehir diye haykırıyordu. Zira Hançer’in kendini kurtarmak için gözlerini zehirlediğini biliyordu. Kimseden ses çıkmıyordu ve bu öfkesini, can acısını kat be kat arttırıyordu. Öfkeyle tüm orduların Girayhan’a gelmesini emrediyordu. O panzehiri verse de vermese de bunu yapacaktı. Hançer kuşağındaki ikinci şişeyi George’un yanı başında duran adama fırlattı. Ardından bir kere bile arkasına dönmeden süvarileri ile orman boyunca at koşturdu.

Debret, yavaşladıkları bir an Hançer’e dönüp baktı. “Beyim, Targın nerede?” Hançer, ay ışığında bir görünen bir kaybolan yüzünde kindar bir yüzle onlara döndü. “Hakettiği yerde. Cehennemde.” Demirdöğen, ancak bu kadar kin ve zafer dolu bir edayla gülebilirdi. Hançer, zafer dolu bir gülümsemeyle başını aşağı yukarı salladı.

 

Elindeki sıvıyı sol bacağına astığı kılıcına sürttü ve gökyüzüne baktı. Bugün günlerden zaferdi. İlk savaştı. Kurtlarının uluyuşunu duydu. Zaferin ne olduğunu en iyi onlar bilirdi zira. Ediz, eliyle başındaki börkü düzeltirken pek bir düşünceli edayla konuştu. “Girayhan bu gidişle bir karargaha dönecek. Tüm düşmanlarımızın olduğu kalabalık bir karargah.”

Demirdöğen de onunla aynı fikirdeydi. “Bu gidişle Girayhan’ı almak çok zor gibi durur Hançer Hatun. “ Keskin bir sessizlik oldu aralarında. Tek duyulan Kurt nefesleri ve at toynaklarıydı. Hançer elini havaya kaldırdı ve tam göğsünün üstüne koydu. Tüm gözler ona dönmüştü. “Bırakın, istedikleri kuvveti yığsınlar. Bırakın diledikleri kadar müttefik çağırsınlar. Şans da meydan da onlardan yana olsun. Bırakın Girayhan hep onların olsun. Siz yarınki kervanları almaya bakın. Halk, Uyguri pazarında ne yapacağını bilir.”

“Kuşatmalar hiç bu kadar zor olmamıştır Hançer.” Darulgan, atını onlara yakın tutuyordu. Lakin Hançer, dediğini hiç dert etmiyordu. Başını arkasına çevirdi. Galiba onlara bir şeyler ima etmekten zarar çıkmazdı. Alt dudağını ısırıp gözlerini kısıp atını dehleyip yürüyüşe devam etti. “Avcının farkında olan hiçbir av yuvasına girmez. En güvendiğinin yanına kaçar. Akıllı avcı, ona en yakın duran, en ahmağını avlayarak diğerinin gözüne ölüm korkusunu sokar. Aklını kör eder. Sonra ne olur bilir misin? Onu artık avcı yeni tuzağına, yani yuvasına doğru çeker... Av artık elimizde, hem biri değil ikisi birden.” Gülüşü yüzüne yayıldı. Alpler onun bu halini gururla karşıladı. Zafer her daim onunla pek tatlı olurdu. Hançer, kılıcına aldığı sıvıyla dişlerini sıktı.

Bu plan ve sözler öyle korkutucu öyle kudretli ve öyle gür bir direnişti ki, onu o yapan tüm evren ayağa kalkmıştı. Onu Yürek Giray olmaktan çıkarıp Hançer Giray yapan şeydi bu zekaydı. Ormanda nefessiz at koşturdular. Uzunca bir süre hem de. Kalın ağaçlar arasından geçerken yine bir taş düştü kucağına. Ayın yarım ışığı altında baktığı bu taş yine bir kalp şeklindeydi. İki tarafına baksa da kimse yoktu etraflarında. Alplerine baksa da onlar kendisini muhafaza etmek için önden gidiyordu. Kalbi şüphe tohumlarıyla büyürken aklına en çok getirmek istediği ihtimal doluverdi.

Omurgasından bacaklarına kadar bir ürperti hissetti. Kalbi, hayatında hiç bu kadar korku ve panikle çarpmamıştı. Bir baykuş gibi kafasını her yöne çevirsede kimsecikler yoktu. Bir adı yoktu ona sesleneceği, bir yüzü yoktu tanıyacağı... Aktolga’nın boynuna yasladı başını.

Hayaller gerçek olmak ister miydi? Şüpheler hakikate döner miydi? Yalanlar doğruya ulaşır mıydı? Hançer yangın olup esmeden, cehenneme kucak açmadan aklını bulandıran kişi, cenneti, ona gelir miydi? Gelen cennet kapılarını cehennem olan kadına açar mıydı?

Kişi kalbine gömdüğünü düşündüğü kişiyi bile isteye hala görmek ve onunla mutlu olmayı ister miydi? O halde bu bir vazgeçiş değildi. Kendini kandırmaydı. O dönüşü olmayan hiçbir yola gitmezdi, bu yolda ona imkansız bir yol olarak görünmüyordu çünkü Hançer ondan hiçbir zaman vazgeçmemişti. Hiçbir vazgeçiş umuttan kuvvetli olmamıştı.

O Hançer’di, gerektiğinde kendi kalbini yarardı ama bu sefer onun canını, o görmesede acıtmak istiyordu. Yanan bunca zamandan sonra. Hem de onu deli ederek bunu yapmak karşısına çıkmak zorunda bırakmak istiyordu.

Yerine birini koyarak...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%