@tubamis
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 10 - Kâbus “İyi ki doğdun, Buse... İyi ki doğdun, Bu-se, iyi ki doğdun… iyi ki doğdun… mutlu yıllar sa-na…” Olayın etkisindeydim hâlâ. Ansızın gelen doğum günü sürprizim beni şaşkına çevirmiş, dudaklarımda küçük bir aralık bırakmıştı. Odayı renkli ışıklar aydınlatıyor, hoş bir atmosfer yaratıyordu. “Hadi, güzelim! Dilet tut!” Bakışlarımı önce babama, sonrasında ise masada duran meyveli pastaya çevirdim. Işık saçan mumlar âdeta bizi söndür diye bağırıyorlardı. Masaya doğru hafifçe eğildim, gözlerimi kapatarak dileğimi diledim ve erimekte olan mumları bir nefeste söndürdüm. Ellerim, ailemin beraberinde birbirini bulurken kısa bir alkış tufanı koptu. Dudaklarıma yerleşen samimi gülümseme, gözlerimdeki mutluluk gözyaşları eşliğinde babama sarıldım. Akabinde anneme ve kardeşime. Sıkıca. Odağımı tekrardan pastama çevirirken rakamlı mumlara karşın gözlerim kısıldı. Sırıttım ve bir ile altının yerini değiştirdim. Tüm gözler kınarcasına beni buldu. “Altmış bir yaşında değilsin, Buse!” Beril’e baktım. “Ruhum altmış bir gibi…” Dediğimin üzerine annemin kaşları çatıldı. “Benim güzel kızımın ruhunu ne yaşlandırdı acaba?” “Babam,” dedim son heceyi olabildiğince uzatarak. Güldüm, harelerimi babama çevirdim. “Uzağa gittiğinde ruhum yaşlanıyor.” Babam başını hafifçe sağa doğru eğdi ve “Sıpa,” dedi takılırcasına. Kollarını uzatarak beni kendine doğru çekti. Başım babamın gövdesiyle buluşurken kollarımı beline sardım, saçlarımı öptü. “Ben hep buradayım.” Gülümsedim. Sıcacık. “Hadi artık pasta yiyelim!” diyen Beril’in beraberinde kollarımı babamdan ayırdım ve masaya ilerleyerek pastanın üzerindeki mumları çıkardım. Yan tarafta duran bıçağı kavradım ve pastayı dilimledim. Elime küçük bir parça aldım ve Beril’e yedirmek üzere doğruldum. Ancak Beril’i bırak ne annemi ne de babamı göremediğimde kaşlarım çatıldı. “Şaka mı yapıyorsunuz bir de?” diye sordum içimi rahatlatmak amacıyla. Kendi eksenimde döndüm, etrafıma bakındım. O an renkli ışıklar söndü, yerini ıssız bir karanlığa bıraktı. Evde değildik. Burası… İzmir değil, İstanbul'du. İçeriye bir ışık hüzmesi yayılırken cama baktım. Galata Kulesi’nin ışıkları odayı aydınlatıyordu. Buraya ne zaman, nasıl gelmiştik herhangi bir fikrim yoktu. Gözüme çarpan balkon kapısına doğru yürüdüm. Boş olan elimle kapıyı araladım ve balkona çıktım. Bakışlarımı şu an daha da net görünen Galata Kulesi’ne çevirdim. Gerçekten… eşsiz bir güzellikteydi ve buraya ne kadar gelmek istesem, o kadar çok gelememiştim. Ortama farklı bir nefes sesi karıştığında heyecanla arkamı döndüm. “Nereye kayboldunuz!?” Sesimdeki heyecan, şaşkınlığa büründü. Gözlerim, karşımdaki adamı tanımaya çalıştı. Sanki bedeni buradaydı ancak yüzü silikti. Yanıma yaklaştı, hâlâ parmaklarımda tuttuğum pasta parçasının olduğu elimi kavrayarak dudaklarına yaklaştırdı ve küçük dilimden daha da küçük bir ısırık aldı. Ben olayı kavramaya çalışırken dudaklarına tebessüm peyda oldu ve konuşmak üzere kıpırdandı. “Doğum günün kutlu olsun, babacığım.” Gördüğüm rüyadan daha doğrusu kâbustan nasıl uyandığımı bile bilmiyordum. Avuç içlerimde yoğunluk gösteren ıslaklığı çabucak yatağıma sildim ve ayaklarımı sarkıtarak yataktan kalktım. Yan tarafımda yatan Beril’e baktım. Uyuyordu. Onu gördüğüm an, ufak çaplı bir rahatlık hissettim göğüs kafesimde. Nefes alışverişlerim belli bir düzeneğe girerken terliklerimi giydim ve odadan çıkarak mutfağa geçtim. Ilık su, aç olan midemde tuhaf bir hissiyat bıraktığında bunu umursamayarak mutfağın balkonuna doğru ilerledim ve kapıyı sessizce aralayıp balkona çıktım. Karanlık geceyi sokak ışıklarının yanı sıra ahşap sedirin üst kısmında bulunan sarımtırak led ışıklar aydınlatırken, renkli yastıklarla dolu sedire oturarak arkama yaslandım. Bu balkonu seviyordum. Bana oldukça… huzur veriyordu. Pervaz kısmını pembe renkli ortanca çiçeği süslemekte, sedirin arka tarafını ise sarmaşık süslemekteydi. Sarmaşığın hemen bitimi led ışık ve küçük iki tane abajurla dekore edilmişti. Duvara asılı olan düş kapanı estetik bir açı yakalıyordu. Sedirin önünde ise yine ahşap, açık kahve tonlarında küçük bir masa vardı. Üzerinde birkaç dergi ve üç adet mum bulunuyordu. Duvar renkleri açık tonlu gri, yerde ise çiçek desenli krem rengi bir paspas vardı. Bu balkonu, bu eve taşındıktan iki üç yıl sonra annemle birlikte tasarlamıştık. Çoğu şey benim fikrimdi ve annem hiçbir fikrimi geri çevirmemişti. Beril pek bu işlerle uğraşmayı sevmediği için bize katılma teşrifinde bulunmamıştı. Bazen… Beril’le kardeş olmadığımızı düşünüyordum. Hiçbir huyumuz benzemiyordu. Hatta fiziki özelliklerimiz bile benzemiyordu. Ancak onu çok seviyordum. Canımdan bir parçaydı. Düşünmem gereken şeyden oldukça uzaklaştığımı fark ettiğimde, zihnim tekrardan gördüğüm kâbusun gerçekliğini gün yüzüne çıkardı. Kolay kolay kâbus gören birisi olmadığım için bu beni oldukça ürkütmüştü. Ailemin bir anda gözden kaybolması, başka bir şehirde olduğumu anlamam, babam olmayan adamın… Ne kadar da saçma bir şeydi! Neden bir insan başkasının babası olduğunu görürdü ki? Bu oldukça rahatsız edici bir şeydi. Ben babam için ölümü bile göze alabilecek biriyken… başkasının bana bunu demesi kabul edilemez bir kavramdı. Gerçek olmayan bir şeyi düşündükçe boğulmak yerine bunun sadece bir kâbus olduğu gerçeğini kendime yedirdim ve oturduğum yerin ters tarafına geçerek sedire uzandım. Bakışlarım gökyüzündeydi. Hava tahminimce parçalı bulutluydu. Fazla görünmeyen yıldızlara baktım. Etrafın verdiği sessizliğin huzurunda yıldızlara bakmayı sürdürürken gözlerim ayı aradı. Ancak aya dair herhangi bir iz yoktu. O an diğerlerinden daha da parlak olan yıldıza baktım. Sanki diğer ışıkların ışıltısını o yıldız almıştı ve onun yanında tüm hepsi sönük kalıyordu. “Gökyüzündeki en parlak yıldız, Sitare.” Kaşlarım, aklıma Erim’in sözü gelmesi üzerine itinayla çatıldı. Son zamanlarda her olayda Erim’den bir iz bulmak canımı oldukça sıkıyordu. Her olayın altından onun adını anımsamak istemiyordum. Ama sanki her yanım Erim’le doluydu. Sanki ondan kaçış yoktu. Erim’in defalarca söylemesine rağmen dediklerine inanmak zor geliyordu. Onu en son ardımda bırakarak gittikten sonra bir daha görememiştim. Ne sınıfa gelmişti ne de ortalıklarda görünmüştü. Şayet nerede olduğunu da aramamıştım, sadece neden gelmediğini sorgular gibi olmuştum. Onun yanındayken tuhaf hisler yaşıyordum fakat ne olduğunu bilmiyordum. Bilmek istediğimi de sanmıyordum. Sadece… uzun süredir hiçbir erkekle bu kadar yakınlaşmadığım için oluyordu bu hisler, evet! Ayaklarım oldukça üşümeye başlarken içeri geçmek üzere sedirden kalktım ve iki elimi pervaza yaslayarak son kez gökyüzüne baktım. Daha doğrusu o parlak yıldıza. Uzunca baktım, içimdekileri yıldıza döktüm. “Sır tutmayı biliyorsun değil mi?” diye mırıldandım sanki geri cevap alabilecekmişim gibi. Hafifçe gülümsedim. “Tutarsın… biliyorum.” Gideceğim vakit gökyüzünde bir hareketlilik sezdim ve bir anda ayın belirginleştiğini gördüm. Saklandığı bulutun arkasından çıkmış, tam olarak o parlak yıldızın yanına yerleşmişti. Şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Büyük bir doğa olayı değildi ancak ilk kez böyle bir şeye rastlamıştım. Yarım aydı. Parlak yıldız, yarısı sönük olan ayın, aydınlık tarafıydı. Ayı ışığıyla aydınlatmış, onu; bütünlüğüne kavuşturmuştu. *** Panodaki listelere göz gezdirme işlemim listenin son sayfasında kendi adımı görmemle sona ermişti. Neredeyse tüm herkesin hangi sınıfta sınava gireceğini öğrenmiştim. Benim günahım neydi de beni listenin sonuna atmışlardı? Herhangi bir alfabetik düzen veya sınıf düzeni de yoktu. Hindistan sokak lezzetlerinde her şeyi birbirine katan insanlar gibi harmanlanmış bir listeydi. Sen neden Hintlilere taktın? İç sesimin alakasız sorusuna göz devirirken sınava gireceğim sınıfa baktım. 10-A yazısını gördükten sonra burun kıvırdım, elimdeki kalem ve silgimi kotumun cebine tıkıştırarak en alt kata inmek üzere hareketlendim. “Buse!” diyen sesi işittiğimde koşarak bana doğru gelen Melis’e baktım. “Hangi sınıftasın?” “10-A.” “Yaşasın! Kopya çekelim mi lütfen…” Melis’in ürkek ceylan bakışlarına kıkırdarken merdivenlere doğru yöneldik. “Sınavdan on almak istiyorsan, olur.” Neden sınav yapmak için kelebek sistemi diye bir saçmalık uydurmuşlardı bilmiyordum. Büyük bir tartışma konusuydu. Gözleri kısıldı. “Senin Memoli hangi sınıfta giriyor?” Listeyi gözümün önüne getirdim, bir süre düşündüm ve “11-F,” dedim. Sınıfın önüne geldiğimizde Melis’in çoktan suratı düşmüştü. Matematik yapamamak böyle şeylere yol açabiliyordu. Sınıfa girdiğimizde sınıftaki yoğun iğrenç kokuya yüzümü buruşturduğumda, Melis’in dudaklarından kısık bir, “Iyy,” döküldü. Ben camı açarken Melis tiksintiyle sınıftakilere baktı. “Dedemin ahırı buradan güzel kokuyordu.” “Alışık olduğun tek kokunun ahır olması kaçınılamazdı zaten.” Bakışlarımız eş zamanlı olarak sözün sahibi olan esmer kıza döndü. Bu kız sanırım Melis’in sınıf arkadaşıydı. Melis yüzüne takındığı kibirli gülüşüyle kızın yanına doğru ilerledi ve oturduğu sıranın, masasına kuruldu. “Okyanuscuğum,” dedi mimiklerini değiştirmeden. “Senin gibi her gün farklı bir ten kokusuna alışık olsaydım ne yapardım?” İmasına karşın sınıftaki kişilerden büyük bir ‘ooo’ sesi koparken Okyanus dediği kızın bakışları sertleşti. Verecek bir cevap bulamadı, sadece Melis’e bakmakla yetindi. Melis yüzündeki muzip sırıtışla masadan kalktı ve yanıma geldi. “Nasıldım?” “Çok süper ötesi!” “Şu camı kapatır mısın? Dondum.” Tanımadığım sese bakarken sarışın bir oğlan olduğunu gördüm. Ardından oğlanın yanındaki kız, “Kapatma,” dedi. “Ben ısıtabilirim onu.” Biz kimlerin arasına düşmüştük? Sınıftaki uğultular azalmak yerine artarken camı kapattım ve orta sıradaki boş sıraya doğru ilerledim. Cebimdeki kalem ve silgiyi çıkarıp sıraya koyarken Melis yanıma kuruldu. Saate baktı. “İki dakika kaldı.” “Acaba hangi hoca girecek?” “Öğrenel…” dediğinde lafının kesilmesine sebep olan kişi Emir olmuştu. Her an Emir’e dalacak gibi olan bakışları bir anda çıkarcı bir bakışa dönüşürken Emir’in yaklaşmasını bekledi. Emir cam tarafına oturacağı sırada kolundan tuttu. Emir’in anlamsız ve gergin bakışları kolundaki eline dönerken, “Matematiğin iyi mi?” diye sordu Melis. Emir kibirli bir tavır takındı. “Senin biçimsiz suratından bile daha iyi olduğunu söyleyebilirim.” Melis’in mavileri Emir’i yiyecek gibi olsa da taviz vermedi ve tuttuğu kolunu çekiştirerek Emir’in ön sıramıza oturmasını sağladı. “Bana özür borcun var,” dedi Emir’in sinirli bakışlarının karşısında. “Bu yüzden bize yardım edeceksin.” Hayretle kaşları havalandı. “Yapmazsam?” Melis kollarını göğsünde birleştirirken, oldukça rahat bir şekilde arkasına yaslandı. “Aynı sınıftayız… dar ederim en fazla.” “Vay,” dedi, son heceyi uzatarak. Sonrasında bakışları bana değdi. “Bu kızla nasıl arkadaş kalabildiğini aklım almıyor.” Dediğine kıkırdarken Melis’i kendime doğru çektim ve yanağına sulu bir öpücük bıraktım. Emir bıkkınlıkla gözlerini devirirken, “Tamam,” dedi umursamaz bir tavırla. “Yardım edeceğim.” “Aferin.” Melis’in lafına karşın kaşları çatıldı ancak aksi bir şey söylemedi. “Kâğıtları değiştiririz,” dedi açıklarcasına. Anlayışla başımızı salladıktan sonra zil çaldı, hoca sınıfa girdi. Şansımız o ki bu hoca çok güzel kopya çektiriyordu ve araya çanta koydurmuyordu. Hocam… bal olsaymışsınız! Ali Hoca sınav kâğıtlarını tüm sınıfa dağıttıktan sonra herkes kâğıdına gömüldü. On soru vardı ve hepsi klasikti. Millet sorularla cebelleşirken, Emir’in sınavı bitirmesi yaklaşık yedi dakika sürmüştü. Emir’in yanındaki çocuk ise kâğıdını bir ev çatısı gibi koruyordu. Üzerine kapandığı için etrafa karşın bilincinin kapalı olduğunu düşündüm. Düşüncelerimi ondan sıyırıp Emir’e yönelttim. Yedi dakika da sınav bitirmek de neydi! Bu nasıl bir zekâydı? Tüm fikirlerimden kurtulup asıl yapmam gereken işe odaklandım; hocayı gözlemlemek. Hoca elindeki çay dolu bardağıyla birlikte adımlayıp camdan dışarı bakarken, Melis'e ayağımla vurdum. O da Emir’i dürttü. Emir kimseye fark ettirmeden Melis’le kâğıdını değiştirdi ve yaptığı işlemlerin aynısını, daha da kısa bir sürede Melis’in sınav kâğıdına geçirdi. Ara ara hocaya bakarak ben de Emir’in işlemlerini kendi sınav kâğıdıma geçirdim. Umarım… Emir bizi tongaya düşürmezdi. Melis’le Emir kâğıtlarını tekrardan değiştirirken Emir, kâğıdını alarak ayaklandı. Öğretmenler masasına doğru ilerledi, “Benim sınavım bitti, hocam,” dedi odağı üzerine çekerek. Hoca bakışlarını Emir’e çevirdi ve “Masaya bırak,” dedi. Emir sınav kâğıdını masaya bıraktıktan sonra kapıya yöneldi. Çıkmadan önce omzunun üzerinden Melis’e baktı. Melis de ona bakarken göz kırptı ve gözden kayboldu. Melis, Emir’in tavrına yüzünü buruşturmakla yetinirken, kâğıttaki işlemleri silmeye başladı. Korkulu gözlerle Melis’e baktım. “Ne yapıyorsun?” dedim fısıltıyla. Aynı fısıltıda cevap verdi. “Hoca yazı tipini anlamasın diye aynı işlemleri kendi el yazımla yazacağım.” Bu sırada Emir’in yanında oturan çocuk sinirle bize baktı. İkazı üzerine sustuk ve Melis işlemini bitirmek üzereyken ondan önce davranarak hareketlendim. Eşyalarımı cebime attıktan sonra kâğıdı masaya bıraktım ve sınıftan çıkıp, Melis’i bekledim. Çok geçmeden geldi. Sınavın henüz bitmesine beş dakika vardı. Diğer sınıflarda hâlâ sınavda olduğu için bahçeye çıktık. Hava açıktı. Güneş parlıyordu ve üşütücü bir soğuk yoktu. Boş bir banka yerleşirken ayaklarımı uzatarak çapraz bir şekilde ayaklarımı birleştirdim. “Dün…” dedim başımı hafifçe sola eğip, Melis’e bakarken. “Emir’le aynı sınıfta olduğunu öğrendikten sonra nasıl geçti zaman?” Mavi hareleri keskinleşti, dişlerinin arasından tısladı. “Emir’i öldürmemek için kendimi zor tuttum!” Ah… biliyordum böyle olacağını! Zil çalıp, öğrenciler bahçeye akın ederken Melis geri sakinleşmişti. “Onun dışında da bir şey olmadı,” dedi usulca. “Uyudu.” Cevap vermek üzere dudaklarımı aralamıştım ki kalabalığın arasındaki tanıdık sima, Mert, yanımıza geldi. “Sınav nasıldı?” dedi hayattan bıkmış bir vaziyette. Omuz silktim sanki soruları kendim yapmışım gibi. “İdare eder, senin?” “İlk sorularla bakıştığımızda boru gibi girecek dedim, o an sıçtın oğlum diyerek ağıt yaktım ancak son anda pelerinli süper kahramanım imdadıma yetişti.” Melis’in gözleri kısıldığında, “O kim?” diye sordu. Mert aramıza sokulurken, “Erim,” dedi. “Erim’im.” Adını duyduğunda onu yine görmediğimi anımsadım. “Nerede o?” “Sınıftaydı,” dedi Mert, Melis’in sorusunu cevaplayarak. Bunun üzerine Melis yalandan öksürür gibi yaptı. Bakışları benim üzerimde değildi ancak diyeceği şeyi bana ithaf edeceğini tahmin edebiliyordum. “Buse, kantine gidelim mi?” “Cüzdanım yanımda değil.” Bakışlarımız eş zamanlı Mert’e döndü. “Benim de…” dedi Melis mırıldanarak. Mert olayın özünü kavradığında ikimize de baktı, bir hışımla ayağa kalktı. “Benim biraz işim var aşklarım!” dedi ve hızla yanımızdan uzaklaştı. “Piç,” diye bağırdım arkasından. Dediğimi duydu, “Fakirim ben kızım,” dedi yüzümüze bakmadan. Olumsuz anlamda başımı salladım. Ve o an istekli, kışkırtıcı ve karşı konulamaz irislerle göz göze geldim. “Çok acıktın ve sınıfa çıkmaya üşeniyorsun?” “Yaa,” dedi Melis, yüzünü minnettar bir bakış esir alırken. “Nasıl da tanıyorsun beni…” İsteksiz de olsam Melis’in çenesinden kurtulamayacağımı bildiğim için banktan kalktım ve okula girerek Melis’in sınıfına gittim. Bildiğim sırasına doğru ilerleyerek çantasından cüzdanını aldım ve Melis’in sınıfından çıkarak kendi sınıfıma gittim. Ancak o ki Hülya ve Erim’i baş başa görmeyi tahmin etmiyordum. Erim’in bakışları anında beni bulduğunda gözlerimi kaçırdım. Hülya ise Erim’in içine düşecek gibi bir şeyler anlatıyordu. Varlığımı hissettiğinde ela gözlerini üzerime dikti. “Gözcülük mü yapmaya başladın?” “İnan bana gözcülük yapacağım kişi sen değilsin,” dedim sırama doğru ilerlerken. Hülya’nın çirkef bakışlarını umursamayarak çantama uzandım. Ön gözün fermuarını açarken Hülya, 1Ne zaman beni yemeğe çıkarıyorsun?1 diye sordu Erim’e ithafen. Erim’in bakışlarını üzerimde hissediyordum. Elimdeki cüzdanı masaya bırakıp kendi cüzdanımı kavrarken Erim, “Neden seni yemeğe çıkarmam gerekiyor?” diye yanıtladı. Bakışlarım Hülya’ya değdi. Bozulmuştu. Ardından doğruldum ve fermuarı kapatarak cüzdanları kapüşonlumun cebine koydum. Önümde hafif bir ağırlık olurken bunu göz ardı ettim, sıramdan ayrılarak kapıya doğru ilerledim. Ancak, Hülya’nın sesi adımlarımı ağırlaştırmama sebep oldu. “Sanırım bu böceğe buluşmamızı duyurmak istemiyor gibisin… çünkü az önce konuştuklarımızı duysaydı eğer, kıskançlıktan kendini yerdi.” Göğüs kafesim huzursuzlanırken buna bir anlam yükleyemedim. Hülya’nın iğrenç ithamlarına karşın, cevap vermedim. Zira sözcüklerim harcandığı kişi uğruna bana küsebilirdi. Onu umursamayarak yoluma devam ettiğimde yüzündeki ifadeyi tahmin etmek zor değildi. Hülya’yı tanıyordum. Kendisine cevap verilmediği zaman yanardağ gibi öfke püskürürdü. Hülya’nın, Erim’e, “Gitme,” dediğini işittiğimde çoktan kapıya yetişmiştim. Hâlâ üzerimde hissettiğim bakışları geride bırakarak hızla sınıftan çıktım. Ona bakmak istememiştim. Bakışlarının üzerimde olmasını da istememiştim. Sebepsiz bir hızla merdivenleri ikişer üçer indim ve bahçeye çıktım. Melis’i bıraktığım yere doğru ilerleyeceğim sırada bir kuvvet tarafından çekildim ve sırtım duvarla birleşti. Burnuma yağmurdan sonra çıkan toprak kokusunu andıran bir koku dolarken, başım iki kolun arasında kaldı. Koyu toprak gözleriyle bana bakan Erim’e baktım. “Bırak beni.” “Buse,” dedi tok bir sesle. Yine gereksiz, çok yakındık. İçimde patlamaya çalışan kalbimi def etmeye çalıştım. “Seni kışkırtmak için yaptı.” Açıklama beklemiyordum. “Yani?” dedim sorarcasına. “Beni ilgilendiren kısım ne?” Bu soruyu beklemiyormuş gibi duraksadı. Dudaklarını açıp kapadı, bakışlarını gözlerime daha çok odakladı. “Ama seni huzursuz edebilecek her şey beni ilgilendirir.” Hoş bir hissiyat, bedenimi sarmaladı. Gözlerimi Erim’den ayırmadan öylece durdum. Kaçmak istedim, bu bakışların beni ezmesine izin vermek istemedim ancak yapmadım. Nedendi bilmiyorum ama yapamadım. Bu anı bozamadım ve o an aklıma ilk gelen şeyi sordum. “Neden?” “Ne neden?” Ses tonu benim şüpheciliğimle eşti. “Neden seni ilgilendiriyorum?” Dudaklarına çarpık bir gülümseme peyda oldu. “Buse,” dedi vurgular bir tonla. Gözlerim, yutkununca hareketlenen âdemelmasıyla buluştu. Bunu oldukça kısa sürdürdüm ve bakışlarımı çektim. “Anlamıyorsun değil mi?” diye sordu. “Gerçekten anlamıyor musun?” Kaşlarım çatıldı. Neyi anlamıyor muyum?" Bir süre öylece gözlerime baktı. Ardından bakışları, dudaklarıma indi. Fazla uzatmadı, tekrardan gözlerime baktı ve “Boş ver,” diyerek uzaklaştı. Burnuma dolan kokusu etkisini azaltırken, “Neyi…” diye mırıldandım. “Neyi anlamam gerekiyor?” *** Çekidüzen verdiğim evin işinin bitmesiyle, kapının çalması bir olmuştu. Salondan çıktım ve koşarak kapıyı açtım. Melis, elleri poşetlerle dolu bir vaziyette ayakta kalmaya çalışırken ben de zevkle can çekişmesine şahit oluyordum. “Hoş geldin, Melis,” dedim kıkırdayarak. Dediğime kulak asmayıp, gözlerini devirerek mutfağa doğru ilerlerken ben de kapıyı kapatıp mutfağa ilerledim. Aldıklarını poşetten çıkarıp dolaba yerleştirirken, “Yardıma ihtiyacın yok gibi görünüyor,” dedim alayla. Ölümcül bakışlarını üzerime fırlattı, “Konuşma,” dedi tıslayarak. Bunun üzerine şansımı fazla zorlamadım ve almış olduğu dondurulmuş pizzaları paketinden çıkararak fırın tepsisine yerleştirdim. Fırına atıp derecesini ayarlarken, “Sen içeri geç, lavaboya gidip geliyorum,” diyen Melis’i onaylayarak salona geçtim ve kendimi koltuğa attım. Kafamın içi bir ton soru bulutlarıyla uçuşuyordu. Sınav haftasını pata küte atlatmıştık. Erim’i son olaydan sonra sınav saatleri dışında görememiştim. Gördüğüm zamanlarda ise aramızdaki suskunluk asla bozulmamış, hiçbir şekilde konuşmamıştık. Aslında bu benim için iyi bir şeydi. Erim uzağımdayken tuhaf hisler belirmiyordu içimde. Omzuma dokunan el, soru bulutlarımın bir anlığına patlatmasına neden olurken başımı hafifçe yukarıya kaldırdım. Melis’in sırıtan yüzünü gördüğümde, oturması için ona yer açtım. Yanıma otururken, “Hangi derdin dermanısın? Söyle de o derde düşeyim, güzelim,” dedi yanağımdan makas alarak. Dudaklarımın arasından ufak çaplı bir kahkaha yükseldi. “Buse, geleneksel günah çıkarma gecemiz gelmiş ama sen burada somurtuyorsun!” dedi kızarcasına. ‘Geleneksel günah çıkarma gecesi’ bir tür pijama partisiydi. Bugün Cumartesi olduğu için rahatça sabahlayıp eğlenebilecektik. Son zamanlarda kafam düşüncelerle boğuşuyordu, bu gece yaralarımı saracaktı. Buna inanıyordum. “Haklısın,” dedim Melis’i onaylayarak. Anında ruh halimi değiştirdim, “Fırsat bulup anlatamadığım bir sürü gıybet birikti,” derken ellerim Melis’in saçlarındaydı. Saç okşamak hoşuma gidiyordu. Gıybeti duyan Melis’in parlayan gözleri beni biraz ürkütse de bunu ona yansıtmamayı tercih ettim. “Pizzalara bakıp geliyorum!” dedi ve hızla yanımdan kalktı. Ben de peşinden gittim. Yarım saat sonra piştiğinden emin olduğumuz pizzaları tabaklarımıza yerleştirip salona geçtik. Melis film seçmeye çalışıyordu. “Bence kesinlikle bunu açmalısın,” dedim ekrandaki filmi göstererek. “Talihsiz Şans,” diye filmin ismini mırıldandı Melis. Tabağını alıp yanıma yayıldı ve filmi oynattı. Film, yıllardır birbirlerinden habersiz aynı mekânda bulunan, aynı kaldırımda yan yana yürüyen iki gencin bir olayla tanışıp ilişkiye başlamalarını, fakat kadının kullanıldığını fark etmesiyle intikam uğruna yaptıklarını konu ediniyordu. “Olçok poşt!” diyerek pizza dolu ağzıyla yükselen Melis’e bakarken kıkırdadım. Filmde, adam kadına evlilik teklifi etmiş ve gecenin sonunda kadını evine bırakıp başka bir kadına gitmişti. “Kadın şimdi ‘yarın yeni hayatımın ilk günü’ falan diyordur,” diyerek tepki verdim. Melis tabağını sehpaya bırakıp, dizlerime kafasını koyduktan sonra cenin pozisyonu aldı. “Beni sevgilisi sandığı için karşılık vermiş, Buse,” dedi küçük bir kız çocuğu gibi. “Sevdiği kadını düşünerek öpmüş beni…” Dertleşme seansı başlamıştı. “Bunu sana söylemiş olduğuna inanamıyorum ya…” dedim saçlarını yeniden okşarken. “Pislik herif!” diyerek devam ettim. Pislik deyince aklıma Erim gelmişti. “Bazen bana iyi mi yoksa kötü mü geliyor… anlamıyorum,” dedim Erim’i kastederek. “Davranışları beni belirsizliğe sürüklüyor ya da arafta bırakıyor.” Belli belirsiz bir nefes aldı Melis. “Bence ne olduğunun farkındasın, sadece kendini kandırıyorsun çünkü korkuyorsun.” Doğruydu. Ne kadar kabul etmek istemesem de bu… doğruydu. Gerçek düşüncelerimden kaçıyordum. Çünkü bana dokunmayan yılan bin yaşasındı. Erim bana dokunuyordu ve bu yüzden onu öldürmem mi gerekiyordu? Evet! “Nefret ediyorum ondan,” diye tısladım. Evet, kesinlikle nefretti bu his, aksi değil. “Show habere çıkarız yakında, ‘sadece şerefsizleri ve sapıkları hayatına alıyorlar’ diye.” Melis’in sözlerine kıkırdarken gerçekten filmlik bir hayatımız olduğunu düşündüm. Film, adam ve kadının birbirini öldürmesiyle biterken, birkaç dakika mental depresyona girmiştik. Daha sonrasında Melis almış olduğu alkol ve abur cuburları getirirken ben de müzik açmıştım. Hande Yener - Alt Dudak Saçma sapan hareketlerle dans edip, müziğe eşlik ediyorduk. “Bu dünyada… çılgın ararsan… biri sensin, biri ben!” Melis de benimle birlikte devamını getirdi. “Ama artık delilik yok…” derken hareketlerimizle sözün aksini yapıyorduk. Delilik kanımızda varsa nasıl atalım yahu? Kansız mı kalalım! “Beni sen tut,” derken kendimi yere atıverdim. Melis bunu beklemiyor olmalıydı ki öylece bakakaldı. Bu kızın refleksleri berbattı. “Burada beni tutman gerekiyordu Melis!” dedim bağırarak. Kıçımın üstüne düşmüştüm ve canım yanıyordu. “Bana bu söylenmedi,” dedi Melis gülmeye başlarken. Alkolün mü etkisindendi bilmiyordum ama başım çok fena dönüyordu. Duyduğumuz kapı sesiyle ikimizde olduğumuz yerde sıçrarken, Melis'le bakışlarımız birleşti. İkimizin de beklediği herhangi biri yoktu. Çünkü annem ve Beril babaannemdeydi. Kim çalıyorsa öyle sert vuruyordu ki kapı kırılacaktı. Kalkmaya yeltendiğim an canımın yanmasıyla geri oturdum. Melis kapıyı açtı, duyduğum ses Binnur Teyzenin sesiydi. “Evladım saat kaç sizin haberiniz var mı? Polise şikâyet etmeden önce kapatın ayol şu müziği!” Birkaç dakika sonra Melis yanıma geldi. “Ee, ne oldu şimdi?” diye sordum Melis’e bakarak. Omuz silkti. “Anlamadım ki ben de… cevap bile vermemi beklemeden konuşup gitti. Gözleri de kapalıydı, çok korkunç komşuların var, Buse!” Söylediklerine kıkırdadım. Akabinde saatime baktım. 02:46. Komşuma hak vermiştim. Moruktu falan ama bazen bana yemek getiriyor, garip nasihatler edip gidiyordu. En son ettiği nasihat gelmişti aklıma…” Buse, kızım şahmeran gibi ol, yüzün insan olsun ama yılanlığın da olsun,” demişti. Garip bir kadındı ama seviyordum. Kendi kendime sırıtırken, “Uyuyalım mı artık?” dedim. Melis’ten yanıt gelmeyince gözlerimle onu aradım ama göremedim. “Melis!” diye bağırarak salonun dışına çıktım ve odama geçtim. Melis’in yatağıma sızdığını fark ettiğimde anlamsızca kaşımı kaşıdım. Hangi ara buraya gelmişti? Yatağa ilerleyerek Melis’i yorganın içine soktum ve geri odadan çıktım. Bedenim bana daha fazla katlanamayıp iflas bayrağını çekmeden önce su içmek için mutfağa geçtim. Susamıştım. Bardağa suyu doldururken Gofret’in havlamasına karşın kaşlarım çatıldı. Yabancı birisini görmediği sürece geceleri havlaması çok zordu. Gözlerim dehşetle açılırken etrafıma bakındım. Elime ilk gelen şeyi, tavayı, kavradım ve kavradığım gibi de balkona çıktım. Pervazdan bahçeye atlarken dizimin üstüne düşmüştüm. Bir anlığına neden kapıdan çıkmadım ki diye düşündüm ancak çok kısa sürdü. Oldukça cesur adımlarımla Gofret’in kulübesine yanaştım. Etrafta kimsecikler yoktu ve Gofret oldukça uslu bir şekilde duruyordu. Anlam verememiştim. Alkol, kanımda fokurdarken elimdeki tavayı kenara bıraktım ve Gofret'’in başını dizlerimi koyarak sevmeye başladım. “Oğluşum,” dedim ağlar bir tavırla. “Sanırım kafayı yedim, gaipten sesler duyuyorum…” “Ne sesi?” Omuz silktim. “Havladığını duydum sanki…” O an gözlerim fal taşı gibi açıldı. Gofret’e baktım. “Gofret! Sen konuşamazsın, değil mi?” Gofret hırlayıp kulübesine girerken yine aynı ses, “O konuşamaz ama ben konuşabilirim,” dedi. Hızla ayağa kalktım ve arkamı döndüm. Beynime gitmeyen kan hücrelerinin beraberinde daha fazla dayanamadım ve bilincimi kaybettim. Bölüm Sonu. Bölüm nasıldıııı? Oy ve yorum atmayı unutmayıııınn 💚 Diğer bölümde görüşmek üzere, cici kalın <3 |
0% |