@tubamis
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 12 - Güvercin Hayat, bazı insanlara karşı oldukça acımasızdı. Peki bu adil miydi? Değildi. Ve yazılışı basit, anlamı hayatı yerle yeksan edecek kadar güçlü olan bir kelime vardı; ölüm. Ölen bir varlık… gerçekten de tamamen ölüyor muydu? Tüm her şeyini alıp, bu iğrenç dünyadan gidiyor muydu yoksa dediğim şey yalnızca bedeni için mi geçerliydi? Ruhu, eşyaları, anıları… Onlar nerelerde muhafaza ediyordu kendilerini? Hangi kuytulara saklanıp kaçınıyorlardı her kötülükten, olumsuzluklardan… Aslında seven kişinin kalbindeydi tüm sır. Zihnindeydi. Zihninden silemediğini kalbinden de silemiyordu ve zihni yönlendirmeyi bıraktığı an yavaş yavaş tükeniyordu. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur gibi akıyordu gözyaşlarım. Ancak o ki dışarıdan birisi bunu göremiyordu, göremezdi. Neydi bu hissiyat? Soğukkanlılık mı yoksa duygusuzluk mu? Siren sesleri… Nasıl geldiğimi bile anlamadığım bu hastane… Zorlu geçen bir ameliyat sonrası ardımda bıraktığım beş gün ve hâlâ bilinci açık olmayan, belki de tüm bunlara benim sebep olduğum kişi; Mehmet. Bakışlarımı, yaşamını birtakım kablolu cihazlara bağlayan Mehmet’e çevirdim. Ne zaman uyanacaktı? Beş gündür buradaydım, gidemiyordum. Ama henüz bir gelişme olmaması canımı yakıyordu. Sürekli olayın yaşandığı güne gidiyordum. O günden kaçamıyordum. Hepsi… hepsi benim suçumdu. Benim aptallığımdı. Belim kopacak gibiydi. Oturduğum sandalyeden kalktım ve cama yaklaştım. Yıldızlar tek tük belirgindi. Saat, on iki kırk altıyı gösteriyordu. Tekrardan Mehmet’e baktım, yanına yaklaştım. “Uyanacaksın değil mi?” dedim fısıltıyla, içten akan ama dışa vurmayan gözyaşlarımla. Elini tuttum. “İyi ol. İyi… olmalısın.” Film veya dizi sahnelerindeki gibi elimi sıkmasını, tepki vermesini bekledim. Olmadı. Çaresizce elini bıraktım ve hızla odadan çıkarak bahçeye indim. Hava soğuktu. Fakat bazen soğuk, iyi gelirdi bedene. Hangi acının daha kuvvetli olduğunu gösterirdi insana. Ve sanırım cevabı biliyordum. Oldukça sessiz olan hastane bahçesinin beyaz ışıkları altında yürüdüm, banklardan birisine oturdum. Nefeslendim. Titredim. Soğuktan değil, içimdeki acıdan dolayı titredim. Sebep olduğum enkazdan ötürü titredim. Düşüncelerimi ceketimin cebinde olan telefonumun bildirim sesi def ederken kaşlarım bilinçsizce çatıldı. Elimi cebime atıp telefonumu çıkardım ve ekranda görünen mesaja baktım. Gelen; Erim: Uyanık mısın? Cevap vermek istemedim. Zira değil Erim’le konuşmak, kimseyle konuşmak istemiyordum. Bir süre öylece ekrana baktım. Cevap vermekle vermemek arasında mekik dokudum, vermedim. Telefonu geri cebime atarken omuzlarıma örtülen şeyle irkildim, başımı hızlıca sağıma çevirdim. “Erim?” dedim şaşkın gözlerle. “Sen nereden çıktın?” Üzerime örttüğü battaniyeyi bedenime daha da sıkı sararken, “Donacaksın,” dedi sorumu yanıtsız bırakarak. Ardından yanıma oturdu, bedenini görüş açısında tamamen ben olacağım bir konuma çevirdi. Kaşlarını kapatan saçlarını elleriyle hafifçe yana doğru çektiğinde, “Aklımın sen de kalmasındansa yanında olmayı tercih ettim,” dedi, kalp atışlarım harlandı. “Ve seni kaçırmaya geldim.” O günden sonra Erim’i, ilk görüşümdü. Kaşlarım havalandı. “Kaçırmak?” “Buse,” dedi tok sesiyle. “Kaç gündür buradasın, bir şey yiyip içmiyorsun.” Havalanan kaşlarım geri çatıldı. “Sen bunları nereden biliyorsun?” Hafifçe kıkırdadı. “Yardımsever bir güvercin söyledi.” “Güvercinin adı Melis olmalı.” Onaylarcasına başını salladı. Bakışlarımı ondan çekerek önüme döndüm, tüm dediklerini kulak ardı ederek, “Onun…” dedim sanki hep bu anı beklemiş, içimi dökecek birisine hasret kalmışım gibi. “Ailesi yok. Kimsesi yok. Sadece… bir amcası vardı. Öz değildi ancak Mehmet’i öz evladı gibi benimseyen birisiydi. O bakmıştı bunca zaman Mehmet’e. Ama şu an… o da yok.” Gözlerim nemlendiğinde parmaklarımla bunları yok ettim ve konuşmaya devam ettim. “Geçen yıl vefat etmişti. Biricik evladının başına gelenlerin tek suçlusu olan şahsı, beni öğrendiğinde… yüzüme bakabilir miydi tekrardan?” “Buse,” dediğinde ona bakmadım. “Kendini suçlama. Sorumlusu sen değilsin.” Olumsuz anlamda başımı salladım. “Benim,” dedim hiddetle. “Benim yüzümden oldu, benim saçmalıklarım yüzünden oldu! Onu oraya çağırmasaydım bunlar olmayacaktı… Ona zarar gelmeyecekti, hayatını kablolara bağlamayacaktı!” Bakışlarımı Erim’e çevirdim, daha fazla tutamadığım gözyaşlarım kendini dışa vurdu. “Ben sevgiyi gram hak etmeyen birisiyim.” Genç adam usulca kızın yanına yaklaştı, kollarını karşısındaki bir bebeğe benzeyen bedene sarmaladı. Kız ağladı, o sakinleştirmek istedi. Kız hıçkırdı, genç adamın yüreğine ucu sivri hançerler saplandı. Göğsüne sinen bu bedenin ağlamasını ilk kez görüyordu ve o an son olmasını diledi. Sanki kendisi daha fazla acı çekiyordu. Onu gördüğü ilk günden beri soluduğu kokusunu içesine içine çekti. Dayanılmaz bir kokuydu, karşı koyamayacağını çok iyi biliyordu. Her ne kadar içeride yatan kişiden zerre haz duymasa da kucağındaki bedeni önemsiyordu. Acı çekmesinden nefret ediyordu. Yardımı dokunamadıkça kendisini paralayacaktı, biliyordu. Her an her dakika yanında olmak istiyordu. Herkese karşın olan tavrını ona uygulayamıyordu. Tuhaf bir şekilde çekiliyordu ona. Hareleri yüzünde gezindi. Bu yüzü görmeyi seviyordu. Sanki yaralıydı ve yarasını iyileştirecek olan tek unsur, bu yüzdü. Yumuşak dokunuşlarla yanağında asılı kalan gözyaşlarını sildi. Nefes alışverişleri düzene bindiğinde uyuduğunu anladı. Daha fazla üşümemesi adına göğsünde uyuya kalan kızı kucakladı, arabasına götürdü. Arka koltuğa yatırdı, kapıyı kapatıp kilitledikten sonra hastaneye gitti. Kızın eşyalarını aldıktan sonra bakışları hazzetmediği şahsa döndü. “Bir an önce iyileşmezsen seni öldürürüm,” dedi ve oradan ayrıldı. Arabasına binerek kendi evine doğru yol aldı. Uyandığında, bu yaptığına kızacağını çok iyi biliyordu ancak onu iyi etmeyi görevi bilmişti. Orada o şekilde bitkin olmasına razı değildi. Keçi inadı da vardı biraz ama baş etmeyi öğrenecekti. Öğrenmeliydi. Eve yetiştikten sonra kızı tekrardan kucakladı, odasına çıkardı. Yatağına yatmasını sağladıktan sonra yorganı üzerine örttü. Gitmek adına ayaklandı ancak gidemedi. Usulca yanına sindi, yüzünün her bir detayını inceledi. Ne kadar da… güzeldi. Parmaklarını yanağında gezdirdi. Bir süre öylece kaldı. Bu anı hiç bozmak istemiyordu ancak yapamazdı. Ardından kalktı yanından, “İyi uykular, güzelim,” diyerek fısıldadı ve odadan çıktı. *** Yaklaşık bir dakika önce uyanmış, nerede olduğumu bile bilmediğim bu odayı inceliyordum. Karşımda tavan veyahut avize yerine kahverengi ince sütunlu bir tasarım vardı ve yatak başlığının ardı ile birleşikti. Yatağın her iki tarafında da siyah komodin bulunuyordu. Sol komodinin üzerinde siyah iki adet lamba, sağda ise çiçek vazosu dekore edilmişti. Duvarda krem tonları hakimken, perde açık kahverengiydi. Yatak örtüsü ve fazla büyük olmayan halı ise yine siyahtı. Yatağın hemen arkasında bir bölme vardı ve içerisi giysilerle doluydu. Bölmenin hemen çaprazında ise yuvarlak, oldukça büyük, kenarları aydınlatmalı bir ayna, aynanın bir parçası olan masa ve oturmak üzere konulmuş bir puf vardı. Sol kısımda ise oldukça büyük, yeşil yapraklı bir bitki. Tavanı da içeriye aydınlığını yansıtan cam süslüyordu. Oda, devasa büyüklükte ve muhteşem bir güzellikteydi. Odayı incelemeyi bırakıp bulunduğum durumu kavramak adına kaşlarımı çattım. Kaçırılmış mıydım? Zihnim beni geceye yönlendirdi, tüm taşlar yerine oturdu. Erim. Hızlıca odadan çıktığımda geniş bir koridor beni karşıladı. Gözlerim merdivenlere iliştiğinde koşar adımlarla merdivenleri indim, Erim’i bulmak adına etrafıma bakındım. Mutfaktan gelen tıkırtıları işittiğimde öfke saçan gözlerimle mutfağa ilerledim. Kapıdan girdiğim vakit, “Sen!” diye bağırdım ancak Atlas’ın boynuma atlamasıyla sesim içten içe kısıldı. “Vuse’m!” dedi heyecanlı heyecanlı. Ben daha tepki bile veremezken Atlas içinin parladığı gözleriyle yanaklarımı öptü. Anlık bir afallamayla Atlas’ı düşürecek gibi olsam da son anda sıkıca kavradım ve şaşkınlığımı bir kenara atıp gülümseyerek Atlas’a baktım. “Bebeğim, nasıl özlemişim seni.” “Bak,” dedi küçük eliyle biraz ileride olan yemek masasını gösterirken. “Abimle sana kahvaltı hazırladık.” Harelerim, tezgâha kalçasını yaslayarak bizi izleyen Erim’e döndü. Tişört giydiği için kol kasları oldukça belirgindi ve sol kolunda dövmeleri vardı. İlk kez görüyordum. Siyah tişörtünün altında ise yine siyah bir eşofman vardı. “Günaydın,” dedi benim aksime oldukça rahat bir tavırla. Bu yaptığının hesabını soracaktım. Kötü bakışlarımı gizlemeye çalışarak, “Günaydın,” diye karşılık verdim yapay bir samimiyetle. Akabinde Atlas kucağımdan indi, elimden tutarak beni masaya çekiştirdi. Ancak o ki bu paspal halimle sofraya oturamazdım. Bakışlarımı Atlas’a çevirdim. “Atlas, ben birkaç işimi halledip geleceğim, tamam mı?” Atlas beni başıyla onaylarken gülümsedim ve saçlarını karıştırdım. Ardından mutfaktan çıktım. Erim’e sinirliydim ve onunla muhatap olmak istemiyordum. Atlas olmasaydı bir dakika bile durmayacağımı da gayet iyi biliyordum. Mutfaktan lavaboya gitmek için çıkmıştım ancak nerede olduğuna dair herhangi bir fikrim yoktu. Sanki ev değil, şatoydu. İndiğim merdivenleri geri tırmandım ve çıktığım odaya girdim. Aynalığın yan tarafındaki kapıya ilişti gözüm. Az önce bu kapıyı neden fark etmemiştim? Banyo olduğunu düşünerek kapıya doğru adımladım ve kulpunu kavradım. Aşağıya doğru baskılayacağım sırada, “Orası banyo değil,” diyen Erim’e baktım. Kapı pervazına yaslanmış bir vaziyette bana bakıyordu. “Çok affedersin, kendi evim olsa karıştırmazdım.” Hafifçe sırıttı ve “Benimle gel,” diyerek kapıdan ayrıldı. Gözüm tekrardan açamadığım kapıya ilişirken vakit kaybetmeden Erim’in peşinden gittim. Odanın hemen yan tarafını gösterdi ve kapıyı açarak eliyle içeriye girmemi işaret etti. Sinirli bakışlarım Erim’e bir mızrak gibi saplanırken banyoya girdim ve kapıyı kapattım. Banyo, odaya oranla açık tonlardaydı. Aynanın karşısına geçtim. Berbat görünüyordum. Kaç gündür doğru düzgün yemek yiyemiyordum. Okula da gitmiyordum. Yalnızca eve duş almaya gidip geri hastaneye gidiyordum. Sebebi olduğum enkaz sonuçlanana kadar bu böyle devam edecekti. Aynanın karşısından ayrılıp işlerimi hallettim ve banyodan çıkarak mutfağa geçtim. Yemek masasına doğru ilerlerken öksüren Atlasa karşı gözlerim kısıldı. Erim durumu anlamış olacak ki, “Soğuk kaptı,” dedi. “Hali yok pek.” Atlas’ın yanındaki sandalyeye yerleştim ve elimle alnını kontrol ettim. “Hafif ateşi var.” Bunun üzerine Atlas başını iki yana salladı. “Ben iyiyim, Vuse. Hem doktor amca da öyle söyledi!” Duygusal bir şekilde dudaklarımı büzdüm. Kıyamam sana…” Akabinde gülümsedim ve “Gel buraya,” diyerek Atlas’ı kucağıma aldım. Saçlarından öptüğümde kıkırdadı. “Bu aç kurdu doyurmamız lazım.” Atlas’tan çok Erim’in hazırladığını düşündüğüm kahvaltı tabağına göz gezdirdim ve çatalı alarak salatalığa batırdım. Ardından Atlas’ın dudaklarına doğru yaklaştırdım. “Al bakalım.” Lokmasını çiğnedikten sonra başını hafifçe kaldırdı, saçları çenemi gıdıkladı. “Vuse,” dedi meraklı ses tonuyla. “Abime de böyle yemek yedirecek misin?” Atlas’ın sorusu üzerine dudaklarından ufak çaplı bir kahkaha dökülen Erim'e kaşlarımı çatarak baktım. Bir süre öylece kalırken sessizliği bozan Erim oldu. “Kardeşimin sorusunu cevaplamayacak mısın Vuse?” Hafifçe gülümsedim ve Atlas’a döndüm. “Ben sadece senin gibi tatlı bebeklerle ilgileniyorum.” Atlas söylediklerime birkaç kez göz kırpıştırırken başını geri önüne çevirdi. “Bak abi,” dediğinde çay bardağını kavradım ve bir yudum aldım. “Vuse seni değil, beni seviyor.” “Ona ne şüphe.” Bu sefer Erim’e bakmadım. Yaklaşık on beş dakika içerisinde Atlas fazla yemek istemese de tabağını zorla bitirttim ve doktorun yazdığı ilaçları içirdikten sonra Atlas’ı kucağımdan indirdim. O da koşarak oynamaya gitti. Atlas mutfaktan çıkar çıkmaz oturduğum sandalyeden kalktım ve Erim'in karşısına geçip saçlarına asıldım. “Lan!” diye bağırdığında neye uğradığına şaşırmış olduğu bariz belliydi. “Beni ne hakla evine getirirsin!” dedim tıslarcasına. Saçlarını ellerimin gazabından kurtarmayı başarırken bileklerimi kavradı, sinirli gözleriyle bana baktı. “Bu ne yırtıcılık kızım?” Toprak gözlerine büyük bir öfkeyle baktım. “Şu an varlığının burada olduğunu hissetmem bile seni öldürmem için bir sebep.” Tuttuğu bileklerimi çekiştirerek yanındaki sandalyeyi ayağıyla hafifçe geriye ittirdi ve oturmamı sağladı. “Günlerdir hiçbir şey yemiyorsun, kendine dikkat etmiyorsun. Kötü olduğunu görmek istemiyorum, Buse.” Huysuz bir çocuk gibi omuz silktim. “Bir önemi yok.” “Var.” Toprak gözlerini gözlerime sabitledi. “En azından benim için.” Afalladım. Neden onun için önemliydim? “Yemek yemen gerekiyor,” derken önündeki tabağı gösterdi. “Çay dışında herhangi bir şeye dokunmadın farkındasın değil mi?” “Erim… gerçekten canım istemiyor.” Kollarını göğsünde birleştirerek arkasına yaslandı, yüzü muzip bir şekle bürünürken, “Öyle mi?” diye sordu. “Tehdit etmeyi sevmem ama evden çıkmana izin vermem.” “Yapamazsın,” dedim aksi bir şekilde. Bunu üzerine dudakları kıvrıldı, ima edercesine sırıttı. “Emin misin yapamayacağıma?” Resim atölyesi… Sinirle soludum. “Sen adi bir insansın!” Omuz silkti, tekrardan tabağı gösterdi. “Bitecek.” Dediğine karşın suratımı ekşittim. “Çocuk muyum ben?” Kollarını çözüp masaya biraz daha yaklaştı ve temiz çatallardan birisini kavrayarak kahvaltı tabağındaki salama batırdı. Ardından hafifçe bana doğru yakınlaştı ve “Bazen sorgulamıyor değilim,” diyerek salamı ağzıma tepiştirdi. Lokmamı çiğnerken sinirli bir yüz ifadesiyle çatalı hızla elinden aldım ve tabağı önüme çektim. Madem tek çıkış yolum yemek yemekti, yiyecektim. Zoraki de olsa kahvaltı yapmaya çalışırken az önceden beri varlığını aradığım kişinin sorgulamasını dışa vurdum. “Annen,” dedim mırıltıyla. “Nerede?” “İş toplantısında.” Anlayışla başımı salladım. “Peki ya baban?” Sorumun üzerine yutkundu. “Vefat etti.” Büyük bir hata yapmışım gibi dehşete kapıldım, “Özür dilerim,” dedim alelacele. İki yana başını salladı, “Yemeğini ye,” ikazında bulundu. Dediğini uyguladım ve gereğinden daha da hızlı bir şekilde tabağı silip süpürdükten sonra yutkundum, Erim’e döndüm. “Bitirdim.” Dudaklarına hüzünlü olduğunu hissettiğim bir gülümseme peyda oldu. “Benden bu kadar hazzetmediğini bilmiyordum.” “Öğrenmiş oldun,” dedim ve masadan kalktım. Tam mutfağı terk edecektim ki aklıma gelen şeyle duraksadım. “Telefonum… çantam, nerede?” “Salona bıraktım.” Onaylarcasına başımı salladım ve salona geçtim. Atlas beni görünce oturduğu yerden kalktı ve koşarak yanıma geldi. “Vuse, bak sana ne göstereceğim!” Gülümseyen gözlerimle Atlas’ın peşinden ilerledim. “Ne göstereceksin bakalım?” Kalktığı yere geri otururken ben de yanına yerleştim. Masanın üzerindeki resim kâğıdını eline aldı ve bana doğru uzattı. “Seni çizdim,” dedi parıldayan gözleriyle. Resmi elime aldım ve çizimini inceledim. “Atlas…” dedim ağlarcasına. “Bu çok güzel…” Atlas’ın yanaklarından öperken kıkırdadı. “Bu resmi bana verir misin?” Aşağı yukarı başını salladı. Erim salona girdiğinde resimle birlikte ayağa kalktım ve gözlerimle salonu taradım. Nihayetinde çantamı görürken yanına gitmek üzere adımladım ancak belimden tutan kol buna engel oldu. Sorgularcasına Erim’e bakarken elimdeki kâğıdı aldı ve Atlas’ın yaptığı çizime baktı. Gözleri kısıldı, dudaklarına çarpık bir gülümseme yerleşti. “Abisi gibi yetenekli, aslanım benim!” Egosuna karşın göz devirirken kâğıdı elinden kaptım ve belimdeki kolundan sıyrılarak çantama uzandım. Resmi koyduktan sonra telefonumu çıkardım ve herhangi önemli bir mesaj var mı diye baktım. Ne bileyim… Belki Mehmet uyanmıştır diye… Ve evet, mesaj vardı. Ancak yine gizemli numaradandı. Kaşlarım çatılırken telefonun kilidini açtım ve gelen mesajı okudum. “Olman gereken yerde değilsin, hata yapıyorsun.” Unutmuştum. Kim olduğunu bile bilmediğim bu şahsı, unutmuştum. Kale almak istemiyordum ancak bu mesajlar… normal değildi. İçime düşen kasvetin etkisiyle sendeleyecek gibi olduğumda Erim’in koluna asıldım. Endişeli gözleri beni bulduğunda, “İyi misin?” diye sordu. Evet anlamında başımı salladım. Kolumu Erim’den çekerken kendime gelmek adına derince bir nefes aldım. “Ben artık gideyim.” Memnun olmuş bir yüz ifadesinden oldukça uzaktı. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Olayı daha fazla büyütmemek adına genişçe gülümsedim ve Atlas’ın yanına gittim. Dudakları sarktı, hafifçe öksürdü. “Vuse, bugün burada kalsana.” Olumsuz anlamda başımı salladım. “Ama tekrar geleceğim, olur mu?” Küsercesine kollarını göğsünde birleştirdi. “Bebişim…” dedim kollarımı Atlas'a dolarken. “Küstün mü bana?” Cevap vermek yerine kollarımdan kaçtı, koşarak salondan çıktı. Şaşkın gözlerle boşta kalan kollarıma baktım. Benim bu iki kardeşten çektiğim neydi tam olarak? Erim karşımda kahkaha atarken, “Gülme,” dedim tıslayarak. “Atlas’ın gönlünü almak benimkinden daha zor, öyle tatlı sözlerinle gönlünü alamazsın… kolay gelsin.” Bakışlarımı geri kapıya çevirdim. Peşinden gideceğim sırada Erim yanıma yaklaştı. “Ama sana tüyo vereyim, çorba yapabilirsin.” Anlamsızca kaşlarım çatıldı. “Çorba?” Dudaklarını ıslattı, gözleriyle dediğini destekledi. “Çorba içmeyi çok seviyor.” *** Erim’in toparlamasını bitirdiği mutfağa geçtim. Ellerimi yıkayıp kuruladıktan sonra açık olan saçlarımı bileğimdeki tokayla topuz yaptım ve patates çorbası yapmak için gerekli malzemeleri Erim’in söylediği yerlerden çıkararak tezgâha koydum. Patateslerin kabuğunu soyup yıkarken, “Çorba demiştim, patates kızartması ne iş?” diyerek yanıma gelen Erim’e bakışlarımı çevirdim, sorgularcasına kaşlarımı çattım. “Sen ciddi misin?” Kendinden emin bir şekilde, “Evet,” dediğinde burnumu kırıştırdım. “Patatesle yalnızca patates kızartması mı yapılıyor?” “Bildiğim kadarıyla,” deyip alay ettiğinde gözlerimi devirdim. “Çorba yapacağım.” Bir anda kemikli çenesi gerilirken yüzü hayrete düştü. “Çorba mı?” diye saçma bir soru sordu. “Patates çorbası diye bir çorba mı var?” Erim’e cevap vermek yerine bakışlarımı önüme çevirdim. Erim ise tezgâhın köşesine sinerek beni izlemeye koyuldu. Bir süre öylece sessiz kalırken bakışlarını yere çevirdi ve sanki aklına bir şey gelmiş gibi gülümsedi. Neye gülümsemişti bilmiyordum ancak onu gülümseten bu şey, yarattığı manzaraya şahit olmak isterdi. Gülümsemesini izlemeyi kesip tekrardan işime dönerken, “Kahvaltı hazırladığın için yemek yapabildiğini sanmıştım,” dedim. “Zaten,” dediğinde hakkındaki düşüncelerimi haklı çıkarmıştı. “Yalnızca… ilk kez patates çorbası diye bir şey duydum. Bana bu yemeği yapmayı öğretir misin?” Bir süre düşündüm. “Karşılıksız öğretmem.” Tek kaşı havalandı. “Ne isteyeceksin?” Omuz silktim. “Zamanı geldiğinde söylerim.” Ardından çorbanın nasıl yapıldığını hem anlatarak hem de çorbayı yaparak vakit öldürürken Erim bir dakika bile yanımdan ayrılmamış, yaptığım her hareketi pür dikkat izlemişti. Çorbanın kaynamasına yakın yüzüme vuran sıcaklık sebebiyle biraz yana kaydım. Ancak yana kaymamla hangi ara arkama geçtiğini bile anlamadığım Erim’e tosladım. Boynuma ılık nefesi çarparken içim ürperdi, kalp atışlarım hızlandı. Karıştırdığım çorba yüzüme sıçradı, dudaklarımdan acı dolu bir, “Ah!” döküldü. Küçük bir çocuk gibi sızlanırken manasızca Erim’e baktım. “Neden oradasın sen?” Erim benim bu halime sırıtırken ocağın altını kıstı, vücudumu kendine doğru çevirerek kemikli elini yüzüme yerleştirdi. Burnuma yoğun bir şekilde kokusu dolarken başparmağıyla çorba sıçrayan yeri sildi, “Güzel bir kadına yardım ediyorum,” dedi ve gözlerime bakarak geriye çekildi. Yaptığına tepki vermemekle yetinirken bakışlarımı toprak gözlerinden çektim ve çorbayı bir iki kez daha karıştırdıktan sonra altını tamamen kapattım. Tüm yemeği hazırladıktan sonra Erim’e döndüm. “Kâse.” Dediğimi yaptı ve üstteki raflardan birisine uzanarak kâse çıkardı. Sıcak çorbayı kâseye doldurduktan sonra Erim çevik bir hareketle kâseyi eline aldı ve “Tadına bakmam lazım,” diyerek çekmeceden kaşık çıkardı. “Elin yanacak!” diye uyardığımda biraz geç kalmış olacaktım ki kâseyi düşürecek gibi oldu ancak buna engel olarak kâseyi masaya koydum. Erim bozuk surat ifadesiyle parmaklarını yalarken gözlerimi büyüttüm. “Gel buraya,” derken musluktan soğuk suyu açtım ve Erim’in elini suya tuttum. Bakışlarını bana çevirdi, yarım ağız gülümsedi. Yapacağı imadan kaçmak adına yanından ayrıldım. Çok geçmeden musluğu kapatarak masaya oturdu. Kaşığı kavradı, çorbaya daldırdı. İçtikten sonra meraklı gözlerle tepkisine baktım. “Nasıl olmuş?” Birkaç saniyelik sessizliğin ardından, “Ben Atlas gibi çorba sevmem ama… güzel olmuş,” dedi. Daha sonra nefeslendi ve ekledi. “Sen yaptığın için.” Yüzümde kocaman bir gülümseme yer alırken, “Afiyet olsun,” dedim ve kirli bulaşıkları sudan geçirerek makineye yerleştirdim. Ardından Erim’e herhangi bir şey söylemeden mutfaktan çıktım ve Atlas’ın odasına gittim. Yerini öğrenmiştim. Kapısını iki kez tıklattım, cevap vermeyince içeri girdim. Ama o ki Atlas uyuyordu. Sessiz adımlarımla yatağına doğru yaklaştım, hafifçe üzerine doğru eğilerek yanağını öptüm. Fazla oyalanmayarak odadan çıktım ve geri mutfağa geçtim. “Ben gidiyorum, Atlas uyumuş. Uyandığında sen içirirsin.” Kaşlarını kaldırarak, “Sen çorba içmiyor musun?” diye sorduğunda başımı salladım. “Atlas için yaptım.” Erim dediklerime aldırış etmeden ayağa kalktı, masanın karşısında duran sandalyeyi çekerek beni oturttu ve hemen bir kaşıkla, bir çorba kâsesi alarak yaptığım çorbadan doldurup önüme koydu. Ben şaşırmış bir şekilde Erim’in yüzüne bakarken Erim, “Çorbanı iç öyle gidersin,” dedi ve karşıma geçip oturdu. Yüzünde öylesine şefkatli bir bakış vardı ki o an Erim’in yüzünü ellerimin arasına alıp sevesim gelmişti. Erim’in, “Hadi başla artık, çorban soğuyacak,” ikazı ile düşüncelerimden sıyrılıp kaşığı elime aldım. Çorbadan bir yudum aldığımda gerçekten lezzetli olduğunu fark etmiştim. Ben çorbayı içerken Erim’in bakışlarını üzerimde hissedince göz ucuyla ona baktım. “Hiç mi çorba içen birisi görmedin de böyle bakıyorsun?” Omuzlarını silkti. “Bir sebebe ihtiyacım yok. Seni izlemeyi seviyorum.” Dediğinin üzerine yutkunamadığım çorba öksürmeme sebep olurken Erim, su uzattı. Suyu bir dikişte bitirdim ve sebepsizce iştahım kaçarken elimdeki kaşığı masaya koyarak, “Doydum ben,” dedim. Akabinde masadan kalktım, kaşığı ve kâseyi sudan geçirirken, “Bu arada çorba gerçekten çok güzel olmuş, ellerime sağlık,” dedim gururla. “Pek marifetliymişim.” “Marifetli olduğun tek konunun yemek olduğunu düşünmüyorum.” İmasına karşın gözlerim dehşetle büyürken, “Edepsiz,” dedim çıkışırcasına. Bunun üzerine yanıma yaklaştı, kalçamın tezgâha yaslanmasını sağlarken iki elini tezgâha yerleştirerek üzerimde kalkan oluşturdu. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı, “Çok güzelsin,” dedi itiraf edercesine. Ansızın ettiği iltifata karşı tatlı tatlı tüylerim ürperdi, ne olduğunu bilmediğim hissiyat kalbime ulaştı. “Erim…” dediğimde konuşmama izin vermedi, parmağını dudağıma bastırdı. “Keşke saatlerce oturup seni izlesem… yemin ederim bir saniyesinden bile sıkılmam.” Kalbim şu an fırlasa, şaşırmazdım. Ne olur uzak dur benden… sana çekilmek istemiyorum. *** Yine hastane odasındaydım. Altı gündür alıştığım kokuyu soluyordum, solunmaması gereken bir kokuydu. Zihnimde bunu yapan kişiyi öldürme çanları çalıyordu. Adını, yüzünü, hakkında hiçbir şey bilmediğim o şahsı, öldürmem gerekiyordu. Ardında bıraktığı enkaza karşılık hediyesi bu olmalıydı. Pencere pervazından ayrıldım, kollarımı sıvazlarken başımı hafifçe sağ omzuma doğru eğdim ve buruk bir tebessümle Mehmet’e baktım. Dualarımdan asla çıkmayan kişiye baktım. Çok şey demek istiyordum ancak kelimeler dökülemiyordu dudaklarımdan. Küçük bir hareketlilik sezdim, gönlümde tohumlar filizlendi. Hızla Mehmet'in yanına gittim, “Mehmet,” dedim içimde patlamaya yakın olan heyecanımla. Gözlerini kırpıştırıyor, açmaya çalışıyordu. Ani bir hareketle elini tuttum, birkaç saniyenin ardından elimi hafifçe sıktı. Bakışlarım eline kaydı. Büyük bir mutlulukla koşarak koridora çıktım, hemşire çağırdım. Hemşire odaya gelip gerekli incelemelerini yaptıktan sonra Mehmet’le baş başa kaldım. Bitkindi. Konuşamayacak kadar halsiz duruyordu. Alnına düşen saçlarını geriye doğru ittirirken yatağın hemen yanındaki sandalyeye oturdum. “İyi misin?” dedim içimdeki heyecanı yenebilmeyi başardığımda. “İyiyim,” diyerek karşılık verdi soluk nefesiyle. Ardından zoraki yutkunmaya çalıştı. Yerimden kalktım ve bardağa su doldurarak bir iki yudum içirdim. Dudakları kurumuştu. “Teşekkür ederim,” dedi zoraki. Hayır anlamında başımı salladım. “Kendini zorlama. Daha yeni uyandın.” Bir süre sessiz kaldı. Teni de en az sesi kadar soluktu. Bu halini görmek istemezdi. Dış görünüşüne her zaman önem verirdi. Odaya hâkim olan sükutu bozarak, “Sen hep burada mıydın?” diye sordu. Gözlerimle onay verdim. Dudaklarına belli belirsiz bir tebessüm peyda oldu. “İyi ki varsın,” dedi fısıldarcasına. “Sen de… sen de iyi ki varsın.” Ardından tekrardan sustuk. Bir süre sonra uykuya daldı. Nahifçe yanağını okşadım, yanından ayrılarak odadan çıktım. Hastane bahçesine indiğimde Melis’i arayarak müjdeli haberi verdim. Gerçekten de iç huzur kadar önemli bir şey yoktu şu hayatta. Aramayı sonlandırdıktan sonra geri hastaneye gideceğim vakit koluma uygulanan güç tarafından çekildim, karşımda maskeliyi gördüm. Onu görür görmez öfkemin beraberinde kabaran damarlarımın etkisiyle kolumu elinden hızla kurtardım. “Sen ne hakla buraya gelirsin?!” Öfke kusuyordum. Sesim, gereğinden de fazla çıkmıştı. Hastanedekilerin bakışları bize döndüğünde maskeli bunu fark ederek kolumdan tekrardan kavradı ve hastaneden olabildiğince uzaklaştırdı. “Konuşmamız lazım,” dedi dişlerinin arasından. “Ne konuşacağız? Arkadaşımı nasıl vurduğunu mu veya… onu vurmak için nasıl bir plan kurduğunu mu? Neyi konuşacağız?!” “Onu ben vurmadım!” diye karşılık verdiğinde adeta kükremişti. “Ben neden piyonum olacak kişiyi vurayım aptal mısın sen? Seni kandırıyorlar Buse! Olmayacak kişilere inanıyorsun, gözlerini boyuyorlar haberin bile yok!” Öfkem, öfkesinin karşısında gölgede kalmıştı. Kollarımı sıkıca kavradı, beni kendisine doğru çekti. Yüzünü yüzüme doğru yaklaştırırken, “Sana ondan uzak durmanı hatırlatmaktan çok yoruldum,” dedi biraz daha sakin bir tonla. Büyük bir güçle ittim onu. “Uzak durmam gereken kişi sensin!” diye bağırdım. “Çık git hayatımdan, görmek istemiyorum seni!” Ufak çaplı bir kahkaha firar etti dolgun dudaklarından. Akabinde tekrardan yanıma yaklaştı, “Değil hayatından çıkmak…” birkaç saniye sessiz kalırken hiç beklemediğim bir anda maskesini çıkardı. Şu an yüzü, tüm çıplaklığıyla gözlerimin önündeydi. Şaşkınlık nidalarım çığlıklar atıyordu ancak bedenim, neye ne tepki vereceğini bilmiyordu. Nefeslendi, konuşmasına devam etti. “Hayatının odak noktası olacağım.” Konuşmama izin vermeden sırıtışı genişledi, “Adım…” dedi dudaklarından soğuk havaya karşı üfürdüğü nefesiyle. “Direnç Erguvan. Aklında tutsan iyi olur… zira adımı sana tekrardan hatırlatmayacağım.” Bölüm Sonu. Düşünceleriniz? En beğendiğiniz sahne? Az çok demeyelim yorum ve oy atmadan geçmeyelim lütfen... 💚 Diğer bölümlerde görüşmek üzere 💓
|
0% |