@tubamis
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 13 - Neyin Nesi? Babam başımı göğsüne büyük bir şefkatle yaslarken, kollarımla belini sıkıca kavradım. Saçlarımı okşamaya başladı, ister istemez su serpildi yüreğime. Ufacık bir hareketi bile, gülümsetmeye yetiyordu günlerce asık olan suratımı. Babamın kolları belki de bu dünyadaki en güvenli yerlerden bir tanesiydi. Babam genel olarak ruh halimi çabucak anlayabiliyordu. Bu yüzden de şu an ona içimdeki kasveti anlatmamı bekliyordu. Sessizliği demek oluyordu ki; ‘Sen anlatmak isteyene kadar konuşmayacağım ve seni bekleyeceğim.’ Annem evde değildi. Babam, annem olmadığı için temizlik yapıyor, Beril uyuyor, bense olabildiğince sıkılıyordum. Herhangi bir arkadaşım yoktu ve bu, benim üzülmeme sebep oluyordu. Bugüne kadar oynayabileceğim bir arkadaşım olmuştu aslında ancak taşındıkları için onu kaybetmiştim. Henüz, dört yaşındaydım. Babam parkeleri paspaslamak için kovaya su doldurduktan sonra kovayı oturma odasına koyarak mutfağa gitmişti. Susadığını düşünmüştüm. Yavaşça kovanın yanına gittim ve eğilerek dalgalı suda bana tıpatıp benzeyen kız çocuğuna baktım. Aslında şaşırmıştım. Ancak sevincim, şaşkınlığımdan daha üstündü. Yüzüme peyda olan büyük bir gülümseme ile ellerimi birbirine vurdum. “Sen aynı bana benziyorsun!” dedim heyecanla. O da benim gibi aynı hareketleri tekrarladı. Neden benim yaptıklarımı yapıyordu anlamamıştım. Somurtarak elimi bana benzeyen kız çocuğuna doğru uzattım. Elim biraz üşümüştü ve bana benzeyen kız çocuğu olabildiğince hareketlenmişti. Sanırım elimi kovanın içine koyunca benden korkup kaçmıştı. Ne yani benim bir arkadaşım yok muydu şimdi? Hıh. Sinirlendiğim için yüzümü astım ve kovayı ayağımla iterek yere devirdim. Su yere dökülüp parkeyi ıslatırken, babam içeriye geldi. Yaptığımın yanlış olduğunu çabucak anladığım için yüzümü küçük ellerimle kapattım ve koşarak odadan çıktım. Kendi odama giderek dolabıma saklandım. Çok geçmeden babam yanıma geldi. Ben ise ağlıyordum. Babam dolabı açtı ve ellerimi yüzümden çekti. Gözyaşlarımı sildi, koltukaltlarımdan tutarak beni kucağına aldı. Kafamı babamın omzuna gömdüm. “Özür dilerim, babacığım. Özür dilerim!” Şefkatle saçlarımı okşadı, öptü, “Şimdi seninle bir anlaşma yapalım mı güzelliğim?” diye sordu. Meraklı gözlerimi babama çevirdim. “Bundan sonra herhangi bir olay olduğunda, eğer ben sadece susuyorsam bil ki bu, senin bana tüm her şeyi anlatana kadar sesimi çıkarmadan seni dinleyeceğim anlamına gelecek. Bu hep böyle olacak tamam mı? Seni her zaman dinleyeceğim.” Kafamı babamın omzundan kaldırdım ve dudaklarımı büzerek baktım. “Sadece… orada bana benzeyen bir kız çocuğu görmüştüm. Onu görünce bir arkadaşım oldu diyerek sevinip, ellerimi birbirine vurmuştum ancak o da aynı şeyi yaptı. Daha sonra ona elimi uzattığımda ise sanırım benden korktu ve kaçtı. Ben de sinirlenip onu devirdim. Çok özür dilerim babacığım, lütfen kızma bana!” Babam, yanağında çıkan çukuru belirginleştirerek kocaman gülümsedi ve alnımdan öptü. “Ben senin arkadaşınım, yavru kuşum.” Gülümsedim, “Sahi mi?” Kıkırdadı, “Sahi ya… Sadece biraz daha beklemelisin, söz veriyorum en sevdiğin oyunları oynayacağız.” Sevinçle babamın yanaklarını öptüm ve ona sıkıca sarıldım. “Seni çok seviyorum.” “Ben de güzel kızım, ben de.” Babama tüm yaşadıklarımı, tüm hislerimi, en gerçekçi haliyle anlattım. Gerçeği yansıtmasaydım eğer… yalan söylemiş olmaz mıydım? Ve en nihayetinde yalan söylemek de yanlış bir kavram değil miydi? Bazı insanlar kendi egosu tatmin olsun diye yalan söylerdi. Kendi çıkarı için, insanları aptal yerine koyardı. Ama bazen… bazıları ise yalan söylemek zorunda kalırdı. Bu ikisi oldukça farklı kavramlardı. İnsanları kandırmak için söylenen yalan ve mecbur olduğu için söylenen yalan bana göre bağımsızdı. Evet, yalan söylemek her açıdan iyi bir şey değildi ancak zorunluluk acı verirdi. Babam şakağıma bir öpücük kondururken, “Suçlusu sen olsaydın eğer… sence ebeveynlerin olarak biz seni cezalandırmaz mıydık?” diye sordu hissettiğim duyguları yok etme çabasıyla. O esnada annem yanımıza geldi, “Baban doğru söylüyor, kızım,” dedi konuştuklarımızı duymuş olacak ki. “Yaşanacak bir olayın önüne ne kadar geçersek geçelim, sen kazandığını düşünüp bıraktığın an, o şey gerçekleşir.” “Haklısınız,” dedim badimin kolunu elime doğru çekiştirirken. Annem usulca yanıma sokuldu ve babamla eş zamanlı birbirine baktılar. Ve geçen üç saniyenin ardından aynı anda yanaklarıma sulu bir öpücük bıraktılar. Küçük bir çocuk gibi şımarırken, “Sizi çok seviyorum!” diye şakıdım. *** “Yastığını düzelteyim mi? Bak, doğruyu söyle yerin rahat değil mi? Eğer üşüyorsan üzerine bir tane daha örtü örtebilirim, herhangi bir yerin ağrıyor mu? Kendini iyi hissediyor…” “Buse! Güzelim, gerçekten iyiyim. Düşünme beni bu kadar.” Yediğim sert çıkış karşısında istemsizce dudak sarkıttım, kısılan gözlerimle Mehmet’in olabildiğince soğuk benzine baktım. Ailemle dertleşme seansım bittikten sonra duşa girip üzerimi değiştirmiştim ve Mehmet’in yanına, evine, gelmiştim. İki gün önce taburcu edilmişti ancak tek başına olduğu için kendine bakabilecek gücünü henüz kazanamamıştı. Bu yüzden ona yardım etmem gerektiğini düşünüyordum. Bugün okula gitmeyişimin kaçıncı günüydü bilmiyordum fakat gitmeye hevesim de yoktu. Devamsızlık hakkın ucu ucuna geldiğinde ağlayarak okula gelirsin artık. Düşüncelerimden sıyrılıp Mehmet’in yatağının ucuna oturdum. Yemeğini yedirip ilaçlarını içirdiğim için konuşmamızın vaktinin geldiği düşüncesindeydim. Çözülmesi gereken olaylar vardı ve ben sır perdesini gerçekten merak ediyordum. Bunun yanı sıra Mehmet’in, maskeliyi -pardon Direnç’i- neden şikâyet etmediği de meraklandığım şeyler arasındaydı. Daha fazla vakit kaybetmeyerek, “Mehmet,” dedim. “Maskeli seni neden vurdu? Aranızdaki gerginliğin sebebi… ne?” “Ben de bu konu ne zaman açılacak diyordum.” Hafifçe gülümsedi. “Direnç Erguvan…” dedi dişlerinin arasından. Sesi oldukça tiksinti doluydu. “Kendisini insanlara asıl karakterinden oldukça uzak bir karakterle tanıtan piçin teki.” Gözlerine öfke saplanmıştı. Birkaç saniye sessizliğin ardından, “Sana, bana güvenmemeni ve uzak durmanı söyledi mi?” diye sordu. Kaşlarım çatılırken başımla onay verdim. “Söyledi. Defalarca.” Histerik bir kahkaha attı. “Orospu çocuğu!” diye çıkıştığında küfür etmesine karşın hayretle dudaklarım aralandı. Normalde… Mehmet benim yanımda asla küfür kullanan birisi değildi. Ancak tepki vermedim ve konuşmasına devam etmesini bekledim. “Direnç, kaçak bir silah çetesinin baş elemanı. Kirli işlerle uğraşıyor anlayacağın.” “Seninle ne alakası var?” Harelerini baktığı avizeden alıp bana çevirdi. “Elimde deliller var. Polise gitmemden korkuyor. Geçen de okula anlaşma yapmak için para vermeye gelmişti.” Yarım ağız gülümsedi. “Senin güvenini kazanmaya çalışıp, beni yok etmeye çalışıyor.” Duyduğum her bir cümle daha da fazla şaşırmama sebep oluyordu ve nasıl bir tepki vereceğime dair herhangi bir fikrim yoktu. “Neden ben?” “Etrafıma bir bak, Buse. Senden başka yakın olduğum birisi var mı? Senin dışında yanımda görebileceği bir kadın var mı?” Yoktu. “Sana fazla değer veriyorum ve o da bunu biliyor.” “Peki neden şikâyetçi olmadın?” Omuz silkti. “Piyonlarımı yok etmeyi sevmem.” Dediği cümle üzerine huzursuzca kıpırdandım. Bunu fark etmiş olacak ki suratındaki alaycı ifadesini silip yattığı yerden doğruldu, sağ elimi avcunun arasına alarak okşamaya başladı. “Yanlış anlama,” dedi beni rahatlatmak istercesine. “Eğer onu şikâyet edersem çeteyi çökertmem zorlaşır. Sadece doğru anı bekliyorum. Buna göz göre göre izin veremem, vermeyeceğim de.” Akabinde başını hafifçe yukarı doğru kaldırdı, eliyle yüzümü kavradı. Baş parmağı yanaklarımda dolaşırken, “Ondan uzak dur, Buse,” dedi. “Sana zarar verirse eğer, yemin ederim onu gebertirim!” Mehmet’in hiç görmediğim bu yüzünü idrak etmeye çalışırken kapı çaldı, irkilerek yüzümü ellerinin arasından kurtararak ayaklandım. “Ben bakarım,” diyerek odadan çıktım ve koşarak kapıyı açtım. Fakat kimse yoktu. Birilerini bulabilmek adına bir iki adım öne çıkıp gözlerimle etrafı taradım ancak etrafta da kimsecikler yoktu. Eve girip kapıyı kapatacağım sırada ayağımla ezdiğim kâğıt hışırtısı karşısında odağımı yerdeki zarfa verdim. Eğilerek mat siyah olan zarfı elime aldım ve arkalı önlü incelediğim zarfın arka kısmına, beyaz kalemle yazılmış isme dikkat kesildim. Mehmet Şanlı’ya. Zarfı ne kadar açmak istesem de bunu yapmadım ve Mehmet’in yanına giderek zarfı ona uzattım. Sorgularcasına zarfa baktı. “Ne bu?” “Kapıda buldum. Kapıya vuran kişi bırakmış olmalı.” Tek kaşı havalandı, “Onu görmedin mi?” diye sordu. Olumsuz anlamda başımı iki yana salladım. “Kimse yoktu.” Mehmet odağını geri zarfa verdi, zarfı yırtarcasına açtıktan sonra içindeki beyaz kâğıdı gün yüzüne çıkardı. Damarları belirginleşmeye başladı, elini kızarırcasına yumruk yaptı. Neler olduğunu anlamaya çalışırken bir anda yerinden fırladı ve omuzlarımdan sıkıca tutarak alev fışkıran gözleriyle bana baktı. “Hemen git buradan!” Korku ve dehşetle, “Neden?” diye sorabildim sadece. Bakışlarım elindeki büzüştürdüğü kâğıda kayarken kollarının arasından kurtuldum ve elindeki kâğıdı alarak yazan şeyi okudum. “Zaafının ölümünü izlemek ne kadar da heyecan verici olur değil mi? O kadının, güzel kahve gözleri sana yalvarırcasına bakarken, tüm olanları zevkle izleyeceğim, Mehmet Şanlı.” Yazanlar karşısında kanım donmuştu. Açık açık bunu yazan kişi beni öldürmekle tehdit ediyordu. Hiçbir suçum yokken… neden böylesi olayların içindeydim? “Bu…” dedim zarfı göstererek. “Bunu Direnç mi yolladı?” Mehmet’in daha da sinirlenen bedeniyle karşı karşıya kaldığımda ürkekçe bir iki adım geriledim. Göğsü hızla inip kalkıyordu. “O sikik herifin adını bir daha ağzına alayım deme sakın!” dedi kükreyerek. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Korkulu gözlerim Mehmet’e bakarken çabucak korkumu bir kenara attım, “Bana ne hakla bağırırsın!” diye karşılık verdim. “Sana bir şey olacak diye ödüm kopuyor! Vurulduğun günden beri kendimi suçluyorum, yanından ayrılmıyorum ve aldığım karşılık bu mu? Tüm her şey yetmiyor gibi senin boktan olayların yüzünden tehdit edilen kişi de benim! Sen hangi hakla bana bu şekilde davranırsın!?” Mehmet anlık bir afallamaya uğrarken hızlı hareketlerle bedenimi kollarının arasına aldı ve başımı göğsüne yasladı. Saçlarıma uzunca bir öpücük bırakırken, “Özür dilerim,” dedi ağlamaklı ses tonuyla. “Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim.” Art arda, tek nefeste sıralamıştı cümlelerini. “İsteyerek olmadı, sana zarar vereceği düşüncesi yaraladı beni, Buse. Öfkemi kontrol edemedim. Özür dilerim…” Sinir hücrelerim bir nebze de olsa yatışırken Mehmet’i kendimden uzaklaştırdım. Ağlıyordu. “Mehmet,” dedim fısıldarcasına. Ancak diyeceğim şeyin devamını getiremedim. Onun yerine, “Dinlenmene bak,” dedim ve hızla odadan çıktım. Ayakkabılarımı giydikten sonra çantamı da alarak evi terk ettim. Mehmet’in davranışları beni gerçekten ürkütmüştü. Temiz hava biraz rahatlamamı sağlarken oldukça zengin muhitlerinin olduğu sokaktan çıktım. Mehmet’in mal varlığı ailesinden kalmaydı. Mehmet yaklaşık on yaşındayken bir trafik kazasında vefat eden ailesinden. Kolumdaki saate baktığımda ikiye geldiğini gördüm. Eve gitmek yerine uzun süredir uğramadığım okula gittim ve teneffüs olmasını bekledim. Okul formam üzerimde olmadığı için hocaların derse almayacağını biliyordum. Zil çaldıktan sonra Melis’i aradım ve yanıma gelmesini söyledikten sonra telefonu kapadım. Sadece on ikinci sınıfların telefon kullanması serbestti. Görüş açıma Melis yerine Mert girerken yanıma sokuldu. “Bir yerden çıkaracağım seni ama… nereden?” Mert’in imayla karışık alayına karşın kolunu cimcikledim. “Başımdaki olayları bilmiyormuş gibi konuşuyorsun ya… bayılıyorum sana.” Umursamazca omuzlarını silkti. “Taburcu olmadı mı kızım? Sana mı düştü bakıcılık yapmak?” Bir nevi haklıydı. Sözlerine aldırış etmedim. “Çok mu özledin beni?” Kafasını bana çevirdi, duygusal bir şekilde gözlerime baktı. Özlediğine inanmıştım ki, “Hayır,” diyerek tüm düşüncelerimi yerle bir etti. “Defol,” dediğimde kıkırdayarak yanağımdan bir makas aldı ve ayaklanarak benden uzaklaştı. Göz devirircesine başımı iki yana sallarken, ayağımla yerde ritim tuttum. Melis nihayet bana doğru yaklaşırken koşarak boynuna atladım. “Çok özledim kızım!” dedi sarılışıma karşılık verirken. Banka geri oturduğumuzda, “Ben de çok özledim,” diye karşılık verdim. “Konulardan da geri kaldım, notları atarsın?” Melis geçiştirircesine onay verdikten sonra, “Gittin mi Mehmet’in yanına?” diye sordu. “Yanından geliyorum.” Mavileri merakla parladı, “Ee, ne konuştunuz? Öğrenebildin mi olayın neden olduğunu?” diye sordu. Bir süreliğine tuttuğum nefesimi usulca geri dışarı verdikten sonra dudaklarımı ıslattım ve her şeyi detaylıca anlattım. Melis de en az benim kadar şaşırmıştı Mehmet’in tavırlarına. “Gizli psikopat çıkmasın?” dedi sol kaşını kaşırken. “Şüphelenmedim değil.” Bilmiyorum dercesine dudak sarkıttım. Konunun üzerinde durmak beni gerdiği için de hemen değişme girişiminde bulundum. “Emir’le nasıl gidiyor?” “Okula gelseydi buna cevap verebilirdim.” Kıkırdadım. Melis ise bıkkınlıkla soludu. “Matematik notları açıklandı bu arada.” “Kaç aldın?” “Ben doksan beş, Emir seksen beş. On puanı bana adamış canım sevgilim…” Melis’in son dediğine eş zamanlı gülüşürken zil çaldı, Melis okula gitmek üzere ayaklandı. “Ne zaman geleceksin okula?” Yanağına sulu bir öpücük kondururken, “Çok uzun sürmez,” dedim ve Melis yanımdan ayrılırken ben de okul çıkışına doğru adımladım. Yönümü okulun biraz ilerisinde olan sokağa, çörek almak için çevirirken ellerimi montumun ceplerine koydum. Hava bugün kasvetliydi ancak yağış yoktu. Kuru bir soğuk hakimdi etrafa. Fazla geniş olmayan sokağın parke taşları gözler önüne serilirken duyduğum bağrışma sesleri karşısında duraksadım. Etrafıma bakındım ancak tartışan kimseyi göremiyordum. Umursamazca davranıp tekrar yoluma devam ederken bir ses daha yükseldi ve bu ses bana oldukça tanıdık gelmişti. Sokağın çaprazındaki kimselerin olmadığı dik yokuşa doğru yaklaştım, kafamı hafifçe sağa doğru çıkararak seslerin sahip olduğu bedenleri görmeyi denedim. Ve başarılı da olmuştum. Tanıdık gelen ses, Erim’e aitti ancak karşısındaki, Erim’den iki üç santim kısa, esmer çocuğu ilk kez görüyordum. “Aklında ne tilkiler dönüyor Erim?” Esmer çocuğun sesi sorgulamadan çok imalı çıkmıştı. Erim’in çenesi seğirirken sinirli olduğunu anlamam çok geç sürmemişti. Kafasını hafifçe bu tarafa çevirecek gibi olduğunda hemen geriye çekildim. Erim cevap vermeden karşısındaki çocuk konuşmasına devam etti. “Paranla her şeyi satın alamazsın.” Erim’in dudaklarından alaycı bir kahkaha döküldü, boş ve dar sokakta kahkahası yankılandı. Kafamı tekrardan öne çıkarırken Erim’in çocuğun üzerine doğru eğildiğini gördüm. “Seni bile alırım,” dedi dişlerinin arasından. Tekrardan güldü. “Ki zaten öyle olmadı mı?” Çocuğun bakışları değişti, bozulduğu belli olan bir tavra büründü. Erim çocuktan uzaklaşıp gitmek üzere kıpırdanırken, “Her ne kadar farklı görünürsen görün, asla gerçek kalıbından çıkamayacaksın Erim Koral!” diye bağırmasıyla adımları taş parkeye bir çivi gibi saplandı. Ellerini yumruk yapıp atağa geçeceği sırada inimden çıktım ve Erim’in önüne geçtim. “Dur, dur, dur! Ne yapıyorsun?” Esmer çocuk nereden çıktığımı anlamaya çalışırken bakışlarımı ondan çekip Erim’e verdim. Sakinleşmeye çalışarak derince bir nefes aldı ve yumruk yaptığı ellerini gevşetti. Sinirden dönmüş gözleri daha normal bir hal aldı. Esmer çocuğun bakışlarını hâlâ üzerimde hissederken yönümü ona dönmek adına kıpırdandım ancak bu hareketim Erim’in beni bir anda göğsüne bastırmasıyla havada kaldı. “Ben o gözlerini oymadan, defol git buradan,” diye çıkıştı. Sesi her zamanki gibi tok ve gür çıkmıştı. Ek olarak da sinirli. Beni göğsüne öyle sıkı bir şekilde bastırıyordu ki hareket bile edemiyordum. Odunsu kokusu burnuma dolarken, bedenimin ısı seviyesi artmıştı. Erim’le olan her yakınlığımızda içim kıpır kıpır oluyordu. Bunların olmasını istemiyordum ancak olduğunda ise deli gibi göğsümü dövüyordu kalbim. Neyin nesiydi bu? Esmer çocuğun gittiğini adım seslerinden anlarken, “Orom,” dedim boğuk bir sesle. Daha cümlemi devam ettiremeden Erim beni sıkma işlemini bıraktı ve nefes almama izin verdi. Bir iki adım gerilerken gözlerine baktım. Az önceki sinirinden herhangi bir iz aradım ancak kırıntısı dahi yoktu. Kaşlarım çatılırken, “Sen nereden çıktın diye kızmadın,” dedim sorarcasına. Genelde okuduğum kitaplarda kız olup olmadık yerlerde çıkardı ve bad boy oğlumuz sert bir tepki gösterirdi. Erim’in dudaklarına oldukça samimi bir gülümseme peyda olurken, “Keşke daha önce çıksaydın,” dedi. “Seni gördüğüm dakika sayısı daha fazla olurdu.” Yüreğim, küçük bir kıvılcımken büyük bir alev topuna dönüştü. “Beni sürekli görmek mi istiyorsun?” diye sordum, dar sokağın çıkışına doğru adımlayıp çörek alacağım sokağa geri geçtim. Erim ise peşimden gelirken, “Fena fikir sayılmaz,” diye karşılık verdi. Hafifçe kıkırdadım. “O zaman istemeye devam et.” “Ya bir gün isteğim gerçekleşirse?” Adımlarımı durdurdum, başımı Erim’e çevirerek gözlerimi kıstım. “Fazla Polyanna olma, üzülürüm.” Tepkisini gülerek verdi. Çörekleri alacağım pastaneye girdiğimde de yine peşimdeydi. “Kolay gelsin,” diye gülümseyerek Bulut Amcaya selam verirken Bulut Amca da gülümsedi ve “Hoş geldin kızım,” dedi. Buranın uğrak müşterisi olduğum için Bulut Amcayla sıkı bir dostluğumuz vardı. Henüz ellili yaşlarındaydı. Oldukça cana yakın ve sevecen bir insandı. Eşiyle birlikte bu küçük pastanede geçimlerini sağlıyorlardı. “Bulut Amca üç tane peynirli çörek alabilir miyim?” “Hay hay, efendim.” Bulut Amca eldivenini taktıktan sonra kese kâğıdına çörekleri koyarken Erim’e döndüm. “Sen de ister misin? Bence istemelisin çünkü Bulut amcamın çöreklerini başka hiçbir yerde bulamazsın.” Bir süre düşündü, “Birlikte mi yiyeceğiz?” diye saçma bir soru sordu. Limon yemiş gibi suratımı ekşittim. “Öyle bir düşüncem yoktu.” Dudak ve yanağını hafifçe sağ gözüne doğru kaldırırken, olumsuz bir cık sesi çıkardı. “Yemem o zaman. Mahrum kalacağım bu lezzetten.” Bulut Amca bana çörekleri koyduğu keseyi uzatırken hareleri Erim’e döndü. “Neden onsuz yemek istemiyorsun evladım?” Erim bir süre Bulut Amcayla bakıştı, çok geçmeden Bulut Amcaya doğru yaklaşarak kulağına bir şey fısıldadı. Bulut Amcanın gülümsemesi genişlerken, “Aferin delikanlı,” dedi hafif kıkırdar bir tonla. Ben neler olduğunu anlamlandırmaya çalışırken, “Kızım,” diyen Bulut Amcaya baktım. “Değerini bil bu çocuğun. Seni seviyor bak, anlarım ben.” Gözlerim dehşetle büyürken, “Hayır, hayır!” dedim alelacele. “Şu an sınıf arkadaşım.” “Görüyor musun Bulut Amca, şu an diyor. İleride sevgilim diyecek. Naz yapıyor naz.” Söylediğim cümledeki kelimenin yanlışlığını henüz yeni idrak ederken konuştukça batacağımı bildiğim için yapay bir sırıtmayla yetindim. Olay anından kaçmak adına çantama odağımı vererek cüzdanımı aramaya koyuldum. Ama sanki çanta değil, içi uçsuz bucaksız bir mahzendi. Nihayetinde cüzdanımı bulup kafamı kaldırdığımda Bulut Amcayla göz göze geldik. Kapıda duran Erim’i gösterdi. “Ödedi.” Bıkkınlıkla soludum ve Bulut Amcaya, “Hayırlı işler,” dedikten sonra Erim’in yanına gittim. Ne ara aldığını bile anlamadığım çöreği midesine indiren Erim’e baktım, “Afiyet olsun,” dedim imayla. Bakışları bana kayarken, “Sana da” dedi ve ısırdığı çöreğin son lokmasını ağzıma tepiştirdi. “Çok konuşmaman içindi,” dedi konuşacağımı tahmin edebildiği için. “Fazla kaplumbağa olman sebebiyle adamı bekletmeye gönlüm razı gelmedi.” Lokmamı yutmayı başardıktan sonra, “Çok iyisin,” dedim. Akabinde yürümeye başladım. Yanımdaydı. “Ne fısıldadın?” diye sordum merakıma yenik düşerek. “Duymanı isteseydim sesli söylerdim.” Bozulduğumu belli etmeyecektim! Marketin birinden içecek aldıktan sonra kimselerin olmadığı parka oturduk ve çörekleri yemeye koyulduk. Erim patatesli almıştı. Peynirliler gibi onlar da çok güzeldi. “Dediğin kadar varmış,” dediğinde pipetimi dudaklarıma dokundurarak vişneli meyve suyumu içime çektim. Yutkunduktan sonra, “Zevkime güvenim sonsuz,” diyerek karşılık verdim. “Okula mı gitmiştin?” “Evet, gittim,” dedim başımla onay verirken. “Melis’i görmek için gittim. İşim bittikten sonra teneffüse uğradım yani.” Kaşları çatıldı. “İş?” “Mehmet’in yanındaydım,” dedim kısaca. Mehmet’in adını duyduğu an çene hatları belirginleşti. “Atlas kal dediğinde kalmıyorsun ama Mehmet aşkının dibinden ayrılmıyorsun.” Yaptığı saçma imaya karşın gözlerimi büyütürken, “Ne alakası var?” diye sordum. “Mehmet hasta.” “Atlas da hasta.” “Mehmet’in kimsesi yok.” “Atlas daha çocuk.” “Haklısın,” dedim geçiştirircesine. “Atlas’ın gönlünü alacağım.” O esnada hiç beklemediğim bir şekilde görüş açıma Direnç girdi, içimi büyük bir kasvet kapladı. Bana yüzünü gösterdikten sonra onu ilk görüşümdü. Kumral, bebeksi bir yüze sahipti. Yakışıklıydı. Etrafımda çirkin erkek olmaması beni korkutuyordu. “Buse, konuşabilir miyiz?” diyen Direnç’in bakışları benden çok Erim’in üzerindeyken, Erim de ondan farksızdı. İkisi de birbirlerini öldürecek gibi bakıyorlardı. Ortamda gerilim yaşanmaması adına Erim’e, “Hemen dönerim,” dedim ve Direnç’i kolundan tutarak az ilerideki ağacın dibine çekiştirdim. “Ne konuşacağız?” dedim tıslarcasına. “Bugün Mehmet’in yanında mıydın?” “Ne önemi var?” Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra, “Oradaydın,” dedi alaycı bir şekilde gülerken. “Sana zarar vermedi değil mi?” Gözleri, vücudumu taradı. “Bana zarar verecek kişinin o olmadığını sana kaç kez daha söylemem gerekiyor?” “Boşa uğraşıyorsun,” dedi oldukça ciddi bir ifadeyle. “Beni bunu sormak için mi çağırdın?” deyip gitmeye yeltendiğimde kolumdan tuttu. Erim’in bakışları bir ok gibi suratıma saplandı. Kolumu hızla Direnç’in elinden kurtarırken, “Sana benim hakkımda ne söyledi?” diye sordu. “Bunu sormaya geldim.” Kaşlarım çoktan çatıldığında, “Beni nereden buldun?” dedim. “Takip mi ediyorsun?” “Tahmin ediyorum,” diye karşılık verdi hiç düşünmeden. Ben sessiz kalacağım sırada sorusunu yineledi. “Olanları,” dedim. “Kirli işlerle uğraştığını falan.” Gözlerime öfke sinirleri yüklenirken, “İğrençsin,” diye de ekledim. Direnç tam konuşmak için dudaklarını hareket ettirdiğinde duyduğum sızlanma sesiyle Erim’e döndüm. Yerde kıvranırcasına yatarken koşarak yanına gittim. “Erim!” diye bağırdığımda sesim oldukça endişeli çıkmıştı. Yüzü acıyla buruşuk bir haldeyken, “Bileğimi burktum,” dedi. “Hangisi?” diye sorduğumda sağ ayağını gösterdi. Ellerimle hafifçe üzerinde gezindim. Dokunduğum bir nokta karşısında acıyla inledi, içim sızladı. “Çabuk hastaneye gidelim.” Ancak Erim’in cüssesini taşıyabileceğimden emin değildim. Direnç’e bakmak için kafamı çevirdiğimde orada olmadığını gördüm. Direnç yerine ağaçla olan bakışmam olabildiğince kısa sürerken Erim kolumdan tutarak beni kendisine çekti. Saçlarım bir perde misali omzuna düşerken kulağım, dudaklarının dibindeydi. “Ölecek bile olsam, Buse… beni iyileştirmek için başka bir erkeğin yardımını isteme.” Nefesi kulağımı gıdıkladı, ardından devam etti. “Seni kendim dışında kimseyle görmeye tahammülüm yok.” Aldığım itiraf darbe yemişim gibi suratıma çarparken dudaklarım aralandı. Cevap verecek gibi oldum ancak veremedim. Kalp atışlarım yeniden hızlanmıştı. İyi ama nedendi bu hisler? Ben daha kendimi toparlayamadan Erim konuşmasına devam etti. “Ve bu gerçeği bugün değil, seni ilk gördüğüm andan beri biliyorum.” Başımı Erim’den uzaklaştırırken gözlerine baktım. Kekelemekten son anda kurtulurken, “Bileğin,” dedim. “Ağrıyor.” Tepki vermedi. Sadece yüzümü incelemekle yetindi. Bakışları dudaklarıma kaydı, bir süre orada takılı kaldı. Ardından tekrardan gözlerime çıktı. O an anlamıştım bileğini burkmadığını. O an anlamıştım kandırıldığımı. İçime düşen sebepsiz burukluğun etkisiyle keyfim kaçtı, dudaklarım birbirine kenetlendi. Neden saçma bir yalanı yaralamıştı ki beni? “Ufak bir yalanımın bile seni yaraladığını görüyorken… daha ne kadar kaçacaksın benden?” Hislerime tercüman olan cümleleri beynimde şok etkisi yaratırken gözlerimi kırpıştırdım. “Yok öyle bir şey,” diyerek çıkıştığımda ayaklanmaya çalıştım fakat buna engel oldu. “Çekiliyorsun, Buse…” dedi fısıldarcasına. Dudaklarını ıslattıktan sonra, son sözünü söyledi. “İkimizi de cayır cayır yakacak bu ateşe, çekiliyorsun.” *** Melis Taşkın’dan; Korku, vücudumu tamamen esir almış bir vaziyetteyken zihnimle büyük bir savaş içerisindeydim. Duyduğum sözleri anlamlandırmaya çalışmakla meşguldüm. Karşımda otuz iki diş sırıtan adama bakmaya devam ederken mavi hareleri vücudumda gezdi. “Bu…” diye mırıldandı arsız bir şekilde incelemeye devam ederken. “Ne zarifliktir böyle…” Bakışları oldukça imalıydı. Refleks olacak ki üzerime bakındım. Diz boyumun bir karış yukarısında siyah, dar bir elbise ve üzerinde kot ceketim vardı. Kot ceketimin üzerinde ise montum. Bir de ek olarak saçlarıma taktığım kırmızı berem. Dekoltem yoktu. “Zihniyetini sikeyim,” diyerek kısık bir küfür savurdum ancak duymadı. Saat on bir sularıydı ve arkadaşımın doğum günü partisinden sonra eve dönüyordum. Daha doğrusu bu sapık herif beş dakika öncesinde yolumu kesene kadar. “Seni buldum,” diyerek odağımı ona vermeme sağlamıştı. Otuzlu yaşlarındaydı ve sarhoş olduğu belliydi. Düşüncelerimi tekrardan konuşması bozdu, “Ah…” derken derin bir iç çekti ve dudaklarını hafifçe ıslattı. “Gerçekten de hayatımın kadını olacak seni buldum.” Suratına yaklaşık bir dakika boyunca hiçbir şey demeden bakarken alaycı bir şekilde gülümsedim ve “Ah,” dedim onu taklit edercesine. “Ben de buldum sanırım.” Gülümsemesi genişledi. Harelerini elindeki içeceğine çevirdikten sonra teneke kutunun içindeki sıvının tamamını kafasına dikti ve bardağı gelişigüzel fırlattı. Kutu yerde ufak bir tıkırtı çıkarırken tekrardan bana baktı. Tek kaşını kaldırarak, “Ya,” dedi son harfi uzatarak. Sesi oldukça keyifliydi. Ardından başını salladı, “Neyi buldun?” Hafifçe tebessüm ederek fısıldar bir tonda, “Burada söyleyemem,” dediğimde yüz ifadesi değişmeye başlamıştı. Mavi hareleri adeta parlıyordu. “Gidelim o zaman buradan,” dedi büyük bir arzuyla. “Sen nereye gitmek istersen.” Tekrardan fısıldayarak, “Beni takip et,” dedim. Doğru tahmin etmiştim. Fısıldar ses tonuna tahrik oluyordu. Sırtımı ona dönerek adımladım, biraz daha işlek olan bir kısma yöneldim. Yanıma yaklaştığında burnuma ağır bir parfüm kokusu doldu. Yüzümü ekşitmemeye çalışarak, “Burada kimse yok,” dedim. “Rahatız, oldukça.” Oysaki burada daha çok kişi vardı. Sadece görebileceğimiz bir açıda değildik. “Güzel,” dedi mırıltıyla. “İstediğim gibi.” Nefes aldı, alkol kokan nefesini dudaklarıma doğru üfledi. “Neyi buldun?” dedi sorusunu tekrarlayarak. Elini saçlarıma atacağı sırada bunu yapmasını engelledim ve kolundan tutarak, “Seni buldum!” dedim hiç de sakin olmayan bir ses tonuyla. “Birazdan bana dokunmaya çalışan ellerini kıracağım, seni!” Karşımda iğrenç bir şekilde kahkaha atmaya başlarken, “Çok hırçınsın,” dedi alayla. “Ve ben hırçını oynayıp yanımda kedi olan kadınlara âşığım.” “Öyle mi,” dediğimde dudaklarımı büzdüm. “Başkaları da mı var?” Ha? Melis? Bakışları belirgin olan göğüslerime kayarken, “Artık olmasa da olur,” dedi. “Sen… Hepsini alt edebilirsin bence. Beni ettin zaten. Benim küçük vahşi kedim…” Vahşi kedin ecelin olsun şerefsiz! Sinir seviyem en uç noktaya geldiğinde, “Ben şimdi senin beyin hücrelerini patlatmaz mıyım!” -tabii varsa- diye mırıldandım ve tekmemi sertçe hiç münasip olmayan bir yere savurdum. Yaşadığı acıyla anında yere düşerken olduğu yerde kıvrandı. “Seni şeref yoksunu piç kurusu!” diye kükredim. “Sen kendini ne bok sanıyorsun lan?” Ardından aynı yere bir kez daha tekme attım. “Değil bana, başka bir kadına dahi bu şekilde yaklaşmaya haddin yok senin, adi herif!” Yüzündeki acı izleri gülümsememe sebep olurken, “Dur,” diye fısıldadı. “Vurma daha fazla.” Yanına doğru eğilirken tiksinircesine benimkilerle aynı renkte olan mavi gözlerine baktım. “Acıyorum sana,” dedim tükürürcesine. Elim hafifçe yüzünde gezindikten sonra tırnağımla sağ gözünü çizdim. Dudaklarından tiz bir çığlık dökülürken, “Gözlerinin rengi de güzelmiş, kana bulaşan gökyüzü gibi,” dedim ve diğer gözüne de çizik attım. Ardından doğruldum ve gitmek üzere harekete geçtim ancak ayak bileğimden tutup beni kendine doğru çekmesiyle yere kapaklandım. Başımı anında az önce yerde kıvranarak yatan adama -adam demek adamlığa büyük bir ayıp olurdu- çevirirken ayağa kalkma girişiminde bulunduğunu gördüm. Hâlâ ayak bileğimi kurtaramazken, “Seni sürtük!” dedi. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ucuz oyunlarını kendine sakla! Eninde sonunda benim altımda olacaksın!” Kulaklarım, duyduğum bu iğrenç sözler karşısında duyma işlevini yitirmek istedi. Ayağa tamamen kalktıktan sonra kolumdan tutarak beni de beraberinde kaldırdı ve çevik bir hareketle ellerimi arkama alarak sıkıca tuttu. Dudaklarını kulağıma değdirirken, “Az önceki hırçınlığını şimdi de gösterebilecek misin vahşi kedicik?” diye sordu. Başımı öne doğru eğerken yine iğrenç bir şekilde kahkaha attı. Bulunduğumuz kısmın ön tarafına gitmek yerine arka tarafına doğru ilerlerken, “Sesini çıkarma, tamam mı?” diye sordu. Sorudan çok emir veriyordu. Hiçbir tepki vermedim. Arka tarafa vardığımızda bir eliyle hâlâ bileklerimi tutarken, diğer elini cebine attı ve telefonunu çıkardı. Bir numarayı tuşladıktan sonra telefonu kulağına götürdü, üçüncü çalıştan sonra, “Arabayı her zaman ki yere getir,” dedi direkt. “Evet, yeni… Tamam uzatma, kapat.” Her zaman aynı yerde… herkese aynısını mı yapıyordu? Telefonu kapattıktan sonra geri cebine atarken, “Gel bakalım,” dedi ve tekrardan yürümeye başladı. Nereye gittiğimizi bilmiyordum ama bildiğim yerden uzaklaşmaya başlamıştık. Belli bir noktada durmaya başladıktan sonra, “Birazdan sadece sen, ben ve ihtirasımız baş başa olacak, bebeğim,” dedi dişlerinin arasından. Ortama araba sesi karıştığında, “Nihayet,” diye mırıldandı. Odağını bize doğru yaklaşan arabaya verirken anlık dalgınlığından yararlanıp bileğimi kirli ellerinin arasından kurtardım ve arkamı dönerek hızla koşmaya başladım. Arkamdan küfürler savururken hızımı daha da artırdım. Adımlarım orman gibi yere doğru ilerlerken, “Aklın varsa şu an olduğun yerde durursun!” diye bağırdı arkamdan. Evet, aklım vardı. Ve sana boyun eğmeyecek kadar zekiydim. Ben hızla koşmaya devam ederken arkamdan bir inilti sesi duydum. Ayağımdaki topukluları çıkardıktan sonra yere düşen şerefsize baktım. Ancak çabucak kalktı ve sinirli bakışlarını bana dikti. Elimdeki topukluları gelişi güzel fırlatırken koşmaya devam ettim. Ayağıma ormanlık alanda akla gelebilecek her şey batıyordu ancak bu, duyduğum iğrenç sözlerden daha kötü bir olay değildi. İzimi kaybettirmek adına yapacağım hamleyi yapamadan birisi kolumdan tutarak beni kendine doğru çekti ve parmağını dudağıma bastırdı, “Şimdi burada bekle ve sakın buradan ayrılma,” diyerek yanımıza oldukça yaklaşan şahısın önüne geçti. Kalbim, yerinden çıkacak gibi atmaya devam ederken ses çıkarmamak adına elimle ağzımı kapadım. Beni kendisine çeken kişiye baktım. Bu, Emir’den başkası değildi. Yüzünde tiksinti vardı. “Sen daha yaşıyor musun pezevenk?” diye sorduğunda, beni kovalayan şahıs, “Kutlama yap,” dedi. Bunun üzerine Emir sırıttı, “Yapacağım, yapacağım… Ama sen geberince yapacağım,” dedi ve yumruğunu sertçe suratına indirdi. Dengesi sarsılan şahıs daha kendine gelemeden bir yumruk daha yedi ve bu sefer yere düştü. “Çek cezanı pezevenk!” O ise bayıldı. Ya öldüyse? Ölsün. Tamam. Emir yanıma doğru yaklaştığında, “Korkma,” dedi sakinleştirici bir ses tonuyla. Nefes almak adına elimi ağzımdan çekerken soluklandım ve sakinleşmeye çalıştım. Bakışlarım yerde yatan şahsa kayarken, “Bakma,” dedi. “Artık bir şey yapamaz.” Harelerimi Emir’e doğru çevirirken kahverengi gözleriyle gözlerime baktı. “Burayı ini belledi orospu çocuğu!” dedi sinirle. “Kaç kere kendi ellerimle merkeze götürüp şikâyette bulundum ama her seferinde çıkmayı başarıyor.” “Aldığı darbe yetmedi, bir de peşime düştü,” dediğimde Emir’in suratını şaşkınlık kapladı. Tek kaşı havalanırken, “Vurdun mu?” diye sordu. “Vurdum,” dedim ifadesizce. “Özel bölgesine.” Acıyı kendi bedeninde hissetmiş gibi yüzünü buruşturdu. “Oh,” dedi gözleri kısılırken, “Benden daha çok acıtmışsın canını.” “Hak etmişti,” derken harelerimi ondan ayırdım ve ayağa kalktım. “Gitsem iyi olacak.” “Yanında geleyim,” dedi beraberimde ayağa kalkarken, “Ormandan çıkana kadar.” Ses çıkarmadım. Geldiğim yöne doğru ilerlerken ayağımın acısını yeni hissettiğimde acıyla yüzüm kasıldı. Belli etmemek için taviz vermedim. Ancak yürümem fazla uzun sürmedi. “Acı çekiyorsun,” dedi Emir beni kucakladığında. “İyiyim ben,” dedim ancak umursamadı, yürümeye devam etti. Yerde baygın bir şekilde yatan şahsa bakarken, “Ölmedi değil mi?” diye sordum. Tükürürcesine, “Keşke ölse,” dedi. Yola tekrardan devam ettikten bir süre sonra geldiğimiz yere yetiştik. Emir beni kucağından indirdi, çok geçmeden hareleri vücudumu inceleyip ayaklarıma yetişti. Gözleri bir alev parçası kadar tehlikeli gözükürken, kollarımdan tuttu ve kendisi dizlerini bükerken bacağına oturmamı sağladı. Sağ ayağımı eline alırken ağzı aralandı. “Kanıyor,” dedi mırıltıyla. Başımı iki yana doğru salladım. “Emir gerçekten iyiyim, temizlerim olur biter.” Daha sonra tekrardan ayağa kalktım ancak Emir buna engel olarak geri oturmamı sağladı. Hissettiğim sızıyla dudaklarımdan iradem dışında bir ‘ah’ döküldü. Lanet olası fazla acı veriyordu. Emir ayağımı ellerinin arasına alırken, “Emir,” dedim sessizce. “Sen neden oradaydın? Nereden buldun beni?” Bakışlarını bana çevirmedi. Yutkundu, âdemelması hareket etti ancak sessiz kaldı. Neden verecek bir cevabı yoktu? “Elini omzuma koy,” dedi itiraz istemeyen bir ses tonuyla. Bakışlarımı Emir’in suratına çevirirken anlamsızca kaşlarım havalandı. “Neden?” Kaşıyla ayağımı işaret etti, “Sence?” diye sordu. “Acıyacağını ikimiz de biliyoruz.” Sessiz kalmayı tercih ederken elimi koymanın mı yoksa koymamanın mı daha mantıklı olduğunu düşündüm. Şu an aşırı çelişkide kalmıştım. Sanırsın kritik bir karar alıyorsun Melis. Değildi. Ama ne bileyim işte… Emir’e dokunmak bana… “Aah!” Ansızın yaşadığım acının beraberinde elimi neye siper ettiğimi bile bilmezken sıkıca gözlerimi kapattım. “Sıkma gözlerini, nefes al.” Emir’in uyuşturucu gibi sesi karşısında gözlerimi aralarken bana bakmadığını fark ettim. “Emir,” dedim sinirli bir şekilde. “Neden pat diye çekiyorsun? Öteki dünyaya gittim sandım!” “Ama gitmedin,” dedi beni bozarak. Fakat hâlâ yüzüme bakmıyordu. Neden bakmıyordu? “Hazırsan diğer cam parçasını da çıkaracağım.” Anlayışla gözlerimi kırpıştırdım ve gözlerimi kapattım. Emir cam parçasını çıkardığında sıktığım gözlerimin beraberinde yan tarafımda olan elimi Emir’in omzuna siper ederek tüm hıncımı ondan çıkarırcasına omzunu sıktım. Canım fazlasıyla yanıyordu. İçime işleyen sızı hafiften geçmeye başladığında gözlerimi aralarım ve Emir’e baktım. “Bitti mi?” “Bitti,” dedi yine ve yine yüzüme bile bakmayarak. Eline nereden çıkardığını asla anlamadığım küçük su şişesini alırken bakışlarım, Emir’in omzundaki elime kaydı. Daha sonra tekrardan Emir’e baktım. Pür dikkat bir şekilde elindeki şişenin kapağını açtı ve suyla kan bulaşan yerleri temizledi. Dokunduğu her nokta içimde anlamsız bir his barındırırken omzundaki elimi ani bir hızla sıkınca ağzı aralandı. Yüzünde ufak bir sızlanma yer edinirken bakışlarını bana çevirdi. Sanki yıllardır görüşmemişiz gibi gözlerine bakarken yutkundum. Gözlerindeki korkuyu görmek zor değildi ancak neyden korktuğunu anlamak belki de imkânsızdı. “Çok mu acıdı?” diye sorduğunda anlık dalgınlığımı bir kenara bıraktım ve “Hayır,” dedim. “Ağrımadı bu kez.” Emir’in tek kaşı havalanırken omzunu işaret etti. “Ağrımadığı için mi sıktın?” On şey söylüyor, dokuzu yalan, biri şüpheli. “Evet,” dedim pervasızca. “Yumuşaktı omzun, sıkasım geldi.” Emir bir anda kıkırdamaya başlarken nedenini bilmediğim bir şekilde gülümsedim. Emir nihayetinde kıkırdamasını bitirirken, “Melis,” dedi. “Çok güzel yalan söylüyorsun.” Az önce yaşanan şamatanın aksine sinirli bir yüz ifadesine bürünürken oldukça ciddi olduğumu hissediyordum. “Anlamadım?” dedim sert bir ses tonuyla. “Yalan söylediğimi nereden çıkardın?” Şu an sinirli olduğuma rol yapmasam ben bile inanırdım ancak Emir de mimik dahi oynamamıştı. Bir süre gözlerime baktı ve dudakları hareketlendi. “Vazgeçtim. Çok kötü yalan söylüyorsun.” “Ama…” Devamını getirememiştim. İnanmamıştı bana. Emir başını ‘ömrümü yedin Melis’ dercesine iki yana salladıktan sonra beni tekrardan kucakladı ve birkaç dakikalık mesafede olan arabasına doğru götürdü. Kaşlarım havalanırken Emir hiçbir şey demeden arka kapıyı açtı ve beni arka koltuğa yerleştirdi. Kapıyı kapattıktan sonra diğer tarafa geçip sağ kapıyı açtı ve ayaklarımı uzatmamı sağladı. “Yere basma,” dedi açıklarcasına. “Daha fazla acımasın.” Bu düşünceli tavrına karşı hafifçe tebessüm ederken kapıyı kapattı ve direksiyonun başına geçerek emniyet kemerini bağladı. Arabayı çalıştırdıktan sonra yola koyuldu. Bir süre sessizlikten sonra, “Melis,” dediğinde bakışlarımı Emir’e çevirdim. “Efendim?” “Ev adresini bir süre daha söylemezsen benimle kalmak istediğini düşüneceğim.” İdrak ettiğim konunun beraberinde adresi söyledim ve yeniden sessizliğe gömüldü ortam. Konuşmadı. Konuşmadım. Sessizliğimiz çok şey anlatıyordu. Ama kim kimi anlıyordu? Eve yetiştikten sonra Emir’den önce davranarak kapıyı açtım ve “Kendim halledebilirim,” diyerek arabadan indim. O da peşimden indi. Eve doğru adımlamadan önce, “Teşekkür ederim,” dedim minnetle. Tepkisiz kaldı. Cevap vermeyeceğini anladığımda sendeleyerek eve doğru yol aldım. Ancak çok geçmeden, “Melis,” dedi ve yanıma yaklaşarak kollarıyla bir anda bedenimi sarmaladı. Ansızın yaşadığım olayın beraberinde şaşkınlık tüm bedenimde hakimiyet kurmuştu. Sarılışı samimiyetsizlikten uzaktı ancak güvenmiyordum. “Ben…” dedim düşüncelerimi dışıma yansıtmayı başardığımda. “Sevdiğin kız değilim, sarılma.” Bölüm Sonu. Düşünceleriniz? En beğendiğiniz sahne? Az çok demeyelim yorum ve oy atmadan geçmeyelim lütfen... 💚 Diğer bölümlerde görüşmek üzere 🥺<3
|
0% |