@tubamis
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 14 - İlk ve Son Sabaha karşı yağan yağmurun oluşturduğu çamurlara basmamaya çalışarak okula doğru adımlıyordum. Önceki günlere nazaran kendimi daha iyi hissediyordum ve eğer bir süre daha gitmesem ciddi anlamda devamsızlık kotamı dolduracaktım. Okulun kapısına yetiştiğimde gözlerimle etrafı taradım. Sanki yeni okula geliyorsun da bir de etrafa bakınıyorsun kim var kim yok diye. Sinir bozucu iç sesimi kulak ardı etmeyi başarmıştım ancak, “Günaydın, Buse,” diyen sese aynı işlemi uygulayamamıştım. Başımı hafifçe sesin geldiği yöne doğru çevirdim, Erim yanıma yaklaştı. Üzerinde siyah bir deri mont vardı. “Günaydın,” dedim karşılık vererek. Ardından ayağına baktım. “Maşallah turp gibisin.” Dudağının kenarında küçük bir buse oluşturarak gülümsedi. “Bir doktor var da… iyileşmek için görmek bile yeterli oluyor.” Erim’e aldırış etmeden yürümeye devam ettim ve okul merdivenlerini tırmandıktan sonra sınıfa geçtim. Erim de peşimdeydi. Sınıf oldukça doluydu. Saate baktığımda dersin başlamasına beş dakika kaldığını gördüm. Sırama doğru ilerlerken Hülya ayağını önüme doğru uzattı, kollarını göğsünde birleştirerek bana baktı. Erim’in hafifçe çatılan kaşları Hülya’yı buldu. “Okulu bıraktığını düşünmüştüm…” dedi tiksinti dolu sesiyle. “Seni görmek hiç hoşuma gitmedi.” Bakışlarımı Hülya'ya çevirdim, ima edercesine sırıttım. Konu beni görmen mi yoksa varlığımdan ötürü Erim’e yanaştığın halde seni görmemesi mi?” Yüzü anında düşerken tüm mimikleri silindi, sanki yardım bekler gibi Erim’e baktı. Erim, Hülya’ya tepki vermemeyi tercih ettiğinde Hülya daha da bozguna uğramıştı. Uzattığı ayağını iteleyerek sırama yerleştim ve montumu çıkararak askıya astım. Zil çaldığında Mehmet ve Mert sınıfa girdi. Mehmet’in bu kadar çabuk okula gelmesini beklemiyordum. Beni gördüğünde belli belirsiz bir tebessüm etti ve yerine geçti. Akabinde Mert yanıma oturdu ve kolunu omzuma atarak beni kendisine doğru çekiştirip saçlarımı karıştırdı. “Seni görmeyi özlemişim lan!” Mert’in kollarının arasından sıyrılmayı başarırken yanaklarını sıktım. “Ben de özledim seni.” Mert’le olan sohbetimizi hocanın sınıfa girmesi bozduğunda, “Iyy,” dedim mırıldanırcasına. “Ders bu adama mıydı?” Hem dersi hem de hocasını sevmediğim, her defasında tiksineceğim bu şey Matematikten başka bir şey değildi. Adamın uyuz olmadığı yetmiyor gibi bir de sınıf hocamızdı. Yaşı emekliliğini çoktan geçiyordu ancak doksan yaşına gelene kadar ders anlatmaya yemin etmiş gibi bir tavrı vardı. Hepimiz ayağa kalktıktan sonra Zülfikar Hoca, “Günaydın gençler, oturabilirsiniz,” dedi ve masasına yöneldi. Biz de oturduk. Hoca sınıf başkanını yanına çağırarak yoklamayı aldıktan sonra ayağa kalktı ve akıllı tahtayı açmaya koyuldu. O sırada gereğinden fazla gürültü olduğu için sinirle bize döndü ve “Sessiz olun!” diye bağırdı. Bunun üzerine birkaç saniyelik sessizlik sınıfa hakim oldu ancak uğultular yeniden başladı. Hocanın birkaç defa daha ettiği ikazlar etki etmeyince, “Yerlerinizi değiştireceğim,” dedi bir anda. Bunun üzerine herkes homurdanmaya başladı. Kimse yerlerinin değiştirilmesini istemiyordu. Haklı olarak. Ancak Zülfikar Hocayı kararından vazgeçirmek zor gibi duruyordu. Hoca belli bir süre sınıfa göz gezdirdikten sonra herkesin yerini tek tek değiştirme işlemine koyuldu. “Buse, Mehmet’in yanına geç. Önündeki evladım sende Öykü’nün yanına geç.” Ağlamaklı gözlerle Mert’e baktım. O da benim kadar hüzünlüydü. “Açeydim gollarımı gitme diyeydim…” Mert’in tavrına kıkırdarken eşyalarımı topladım ve zihnimde çalan “işte gidiyorum… bir şey demeden…” şarkısı eşliğinde duvar kenarında oturan Mehmet’in yanına geçtim. Hoca Mert’in yanına Hülya’nın biricik kankası Yağmur’u oturtmuştu. Mert’in yardım isteyen gözleri beni bulduğunda Yağmur çoktan Mert’e sırnaşmaya başlamıştı bile. “Hocam!” dedi Mert ayağa kalkarak. “Ben bu şahısla aynı sırada oturmak istemiyorum.” Hocanın hareleri Mert’e değdi, çok geçmeden, “Hayır,” dedi ve odağını tekrardan sınıfa verdi. Mert büyük bir bıkkınlıkla köşe tarafa doğru geçti ve Yağmur’u görmemezlikten gelerek başını sıraya yasladı. Öykü, orta sıranın en sonundaydı. Bu yüzden de Erim oraya oturmuştu. Artık aramız bir tık daha uzaktı. Kaşları çatık bir biçimde, tüm sınıftan bağını koparmış, bize bakıyordu. O an aklıma gelen şeyle kafamı aniden Mehmet’e çevirdim ve “Neden okula geldin?” diye sordum. Umursamazca omuz silkti. “İyileştim sayılır. Evde aşırı sıkılıyordum.” “Emin misin?” diye sormama gerek kalmadan bir anda yüzünü acıyla buruşturdu. Eliyle hafifçe göğsünü tutarken tedirginliğimin yüzüme yansıdığını hissedebiliyordum. Ne yaptığımı bile idrak edemeden elimi Mehmet’in elini koyduğu yere koydum. “Acıyor mu?” Olumsuz anlamda başını salladı. “Arada oluyor öyle, sorun yok.” Cevabına ikna olmadığımı anladığında elini yüzüme yerleştirerek yanağımı okşadı. “İyiyim, Buse… Asıl sen nasılsın?” “İyiyim,” dedim Mehmet elini çekerken. Ardından başımı istemsizce tekrardan Erim’e çevirdim. “Seni tanıma fırsatımın olacağını pek düşünmemiştim,” dedi Öykü. Akabinde gülümsedi ve elini uzatarak, "Ben Öykü," diyerek konuşmasını sürdürdü. Erim de Öykü’nün elini tuttu. “Erim.” Öykü, Erim’e iyice sokuldu ve kulağına sessizce bir şey fısıldadı. Her ne dediyse Erim buna gülmeye başladı. Bu tablo karşısında sebepsizce suratım düşerken Erim’le göz göze geldim. Yüzündeki gülümsemenin silinmesine dair herhangi bir iz görmek istedim ama olmadı. Bakışlarımı Erim’den hızla çekip önüme döndüm ve çoktan sınıf düzenini değiştirmeyi bitirmiş olan hocaya baktım. Akıllı tahtadan dersin pdf dosyasını açtıktan sonra dersini anlatmaya başladı. Dersle alakam yoktu. Defterden boş bir sayfa açarak bir şeyler karalamaya başladım. Mehmet dersi dinliyordu. Buna rağmen bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Ancak… sanki bakan tek kişi Mehmet değildi. “Bu dersi hiçbir zaman sevmeyeceksin değil mi?” diye sordu Mehmet fısıldayarak. Göz ucuyla solumda kalan Mehmet’e baktım. “Benim matematiği sevmem erkeklerin doğum yapması gibi bir şey.” Sessizce kıkırdadı, ardından geri odağını derse verdi. Ben de karalama yapmaya devam ettim ancak bir anda önüme düşen kâğıt parçasıyla olduğum yerde irkildim. Uçak yapılmış kâğıdı sorgulayarak elime aldıktan sonra iç kısımda yazı yazdığını fark ettim, yazılı kısmı açarak yazan cümleyi okudum. Haddini bilmek az sonra ölecekmiş gibi yaşamaktır (Erim Alemdar). Gülmemek adına dudaklarımı birbirine zoraki bastırarak kâğıdın temiz yüzeyini çevirdim ve kalemliğimden kalem çıkararak yazmaya başladım. Ne? Kâğıdı tekrardan uçak yaparak çaktırmadan Erim’e yolladım. Çok geçmeden yolladığım uçak bana geri geldi. Biraz daha herifin her sızlanmasında ölüyormuş gibi davranırsan, onu gerçekten öldüreceğim. Başladı mı mesai? Ne yapmamı önerirsin Bay Erim Alemdar? Bu sefer kâğıdı fırlatmak yerine Erim’e bakarak eline doğru uzattım. O da hafifçe öne doğru eğilerek kolunu uzattı. Ellerimiz birbirine değdiğinde anlık ısı seviyem yükselmişti. Elektrik çarpmış gibi anında uzaklaştım ve Erim’den gelecek notu beklemeye koyuldum. Kendimi beşinci sınıf çocuğu gibi hissetmiştim. Çok geçmeden beklediğim not geldi, açıp yazdığı şeyi okudum. Araya çanta falan koy. Şu an zoruma giden tek şey buna sesli bir şekilde gülememekti. Mehmet olayı anladığında sorgularcasına bana baktı. Bir şey yok anlamında kafamı iki yana salladım ve aldığım en son notu katlayarak kotumun cebine tıkıştırdım. Tabii ki de araya çanta koymak gibi bir saçmalık yapmayacaktım. Keza Erim’in de ciddi olduğunu düşünmüyordum. Bakışlarımı Erim’e çevirdim. Bana bakıyordu. Hep bakıyordu. Herhangi bir eylemde bulunmadığımı gördüğünde kaşları çatıldı, parmağıyla çantamı gösterdi. Abartıyla gözlerimi devirdim ve önüme döndüm. Sanırım ciddiydi. *** Öğle arasındaydık ve Melis’le birlikte okulun bahçesine inmiştik. Bizim vazgeçilmez aktivite! Salamlı tostumdan bir ısırık aldıktan sonra meyve suyumu yudumladım. “Hoca yerlerimizi değiştirdi,” dedim büyük bir hüzünle. “Hadi!” Son harfi uzatarak söylemişti. “Kimle oturuyorsun?” “Mehmet.” “Ay bit yeniği gibi her boktan bu çocuk çıkıyor, Buse.” “Valla ben de aynısını düşündüm biliyor musun, Melis?” Bakışlarım sözün sahibine, Erim’e kaydı. Üzerinde okulun futbol takımına ait olan yeşil forma vardı. Anlamsızca suratımı buruşturdum. Akabinde Emir, Erim’in yanına geldi. Melis’le aynı anda birbirimize baktık. “Futbol takımına girdik,” dedi Erim açıklama istediğimizi anlamışçasına. “Ayrı ayrı girdik ama takımda tanıştık,” diyerek devam etti Emir. Melis’in son anlattığı olaydan sonra aralarında pek konuşma geçmemişti. “Kanka mısınız yani?” diye saçma bir soru sordu Melis. Bunun üzerine gülüştüler ve birbirlerinin sırtlarına vurdular. “Ölümüne.” Bu kadar kısa sürede samimi olmaları şaka mıydı? Düdük sesini duyduğumuzda Erimlerin arkasına baktım. Takımlar toplanmıştı. Sanırım ikinci dönem yapılacak maçlar için hazırlıklar başlamıştı. Ya da başlamamıştı. Zevkine oynuyorlardı. Bilememiştim. Erim harelerini bana çevirirken, “Şans dile,” dedi. Bunun üzerine Emir, “Bana da” diyerek lafa atıldı. Bakışları Melis’e kaydı. “Melis'in beddua etmesinden korktum.” Melis burnunu kırıştırıp ayaklandı ve elini yumruk yapıp sertçe Emir’in koluna geçirdi. “Şifa olsun,” dedi hafifçe sırıtırken. Emir yüzünü buruşturdu, “Vahşi,” diyerek tısladı. Melis omuz silkti. “Ben turunculuları tutuyorum.” Emir merakla, “Neden onlar?” diye sorduğunda Melis çenesiyle Tugay’ı gösterdi. “Onun için.” Tugay, takımın daha doğrusu okulun en yakışıklısıydı ve en iyi futbolcusuydu. Bu yüzden her maçta turunculuları tutardık. Ama artık Tugay’ın hem yakışıklılık hem de yetenek konusunda Erim ve Emir’le kapışacağı yadsınamaz bir gerçekti. Emir’in surat ifadesi bozulurken bakışlarımı Emir’den çekip harelerini üzerimde hissettiğim Erim’e çevirerek, “Tamam, dilerim,” deyip geçiştirdim. “İlk golü senin için atacağım,” dediğinde gülümsedim ve onlar yanımızdan ayrıldıktan sonra soğuyan tostumdan bir ısırık daha aldım. “Garip…” Göz ucuyla Melis’e baktım. “No gorop?” “Arkadaş olmaları.” Yutkunduktan sonra, “Ben de aynı şeyi düşündüm,” dedim. Ardından sessiz kaldık. Maç başladı. Maçı izleyen birkaç kişi gibi biz de izlemeye koyulduk. Emir ve Erim eğitim almışlar mıydı bir fikrim yoktu ancak gerçekten çok güzel oynuyorlardı. Kendimi bir an Galatasaray - Fenerbahçe derbisinde gibi hissetmiştim. Çok heyecanlı bir maçtı. Geçen birkaç dakikanın ardından bir anda sesler yükseldi ve Erimlerin takımı, “Gol!” nidaları döktü. İçimde anlamsız bir mutluluk hissederken ayağa kalktığımı Melis’in beni çekiştirmesiyle fark etmiştim. “Biz ne zamandan beri turunculuları tutmayı bıraktık Buse?” diye sorduğunda bir süre öylece Melis’in suratına baktım. “Ben turunculular gol attı sandım,” dedim kendime gelirken. Melis dediklerime inanmadığını belli eden bir gülüş sergilerken, “Tabii,” dedi alayla. Melis’e tam cevap vereceğim esnada bir güç tarafından tekrardan çekildim ve tanıdık olan o kokunun beraberinde ciğerlerim bayram kutlaması yaptı. “Bana şans getireceğini biliyordum,” diyen Erim’e baktığımda nefes nefeseydi. Konuşmak üzere dudaklarımı hareket ettirdiğimde beklemediğim bir anda yanağıma bir öpücük bıraktı. Akabinde hızla yanımdan ayrıldı, maça devam etti. Yüreğim alevlenmişti. Yaşadığım iki saniyelik olay bana bir ömür mutluluk bahşedebilecek kadar güçlüydü sanki. Afallamıştım. Dış dünyaya ne zaman döneceğimi düşünürken, “Bu çocuğun sana gerçekten âşık olduğuna inanmaya başladım,” diyen Melis’e baktım, kaşlarım çatıldı. “Saçmalama.” “Sus sen, Buse.” Kaldırıldığım yere geri otururken maçı izlemeye devam ettik. Maçın bitimine son beş dakika kala durum üç ikiydi. Erimlerin takımı öndeydi. Son beş dakikanın heyecanı içimde patlama yaşatırken, “Buse,” diyen Mehmet’e baktım. Ne zaman geldiğini fark etmemiştim ancak sorgulamayacaktım da. “Okul çıkışında bir şeyler içelim mi?” diye sorduğunda bir süre düşündüm. Ardından, “Olur,” diyerek kısa bir cevap verdim. Mehmet vermiş olduğum cevaba sevinirken ben, üzerimde delici bakışlar hissediyordum. Harelerim refleksle Erim’e döndü. Evet, oydu. Delici bakışların sahibi Erim’den başkası değildi. Yumruk yaptığı elini iyice sıkmaya başlarken bakışlarını bizden ayırdı ve ona atılan topu oldukça sert bir şekilde karşı takımın kalesine şutlayarak gol attı. Herkes seviniyordu ancak Erim’in yüzünde sinirden başka bir duygu hissedemiyordum. Maç bittiğinde Melis yanımdan hızla kalkarak Tugay’ın yanına koştu. “Üzülme, başka maçlara siz alırsınız,” dedi desteklercesine. Tugay hafifçe gülümsedi ve elindeki su şişesini kafasına dikip bir dikişte suyunu bitirdikten sonra, “Alırız, yavrum,” diyerek karşılık verdi, “İste yeter,” derken Melis’in yanağından makas aldı. Bir zamanlar Tugay ve Melis birlikte takılıyordu ancak bu süreç fazla uzun sürmemişti. Lakin aralarındaki samimiyet bozulmamıştı. Şu an bozulmuş olan şey Emir’in, Melisleri izleyen surat ifadesiydi. Yerimden kalkıp Melis’in yanına gideceğim vakit Emir kolumdan tutarak, “Buse,” dedi. “Bu arkadaş kim?” “Tugay işte,” dedim Melis gösterdiğinde görmemiş gibi. Emir’in asıl sormak istediği soru bu değildi, biliyordum ancak neden sorduğunu anlamamıştım. Emir sessizliğini korurken Melis’le birlikte okula girdik ve Erimler duş almaya gittikten sonra biz de sınıflarımıza dağıldık. Zilin çalmasına henüz yarım saat vardı ve sınıf boştu. Bugün Cuma’ydı ve cuma günleri öğle aramız bir buçuk saat sürüyordu. Bundan dolayı da daha geç çıkıyorduk. Cam kenarına doğru ilerlediğim vakit yerlerimizin değiştiği gerçeği aklıma gelince yönümü çevirdim ve duvar kenarına ilerledim. Duvar köşesine sindikten sonra telefonumdan araba yarışı oynamaya başladım. On dakika sonra sınıfa duş almış bir vaziyette Erim girdi. Saçları hafif ıslaktı. Beni gördüğünde yanıma geldi, sıraya yerleşti. “İyi maçtı,” dediğimde dediğimi sanki duymamış gibi, “Çıkışta nereye gideceksiniz?” diye sordu. Omuz silktim. "Bilmiyorum." Sakinlikten oldukça uzak bir nefes alıp verdi. “Buse, bak ben dayanmaya çalışıyorum ancak yapamıyorum. Sinirleniyorum.” Anlamsızca kaşlarımı indirdim. “Sebep?” “Sebep… Mehmet’le bu denli yakınlığın?” Bunu bir de soruyor musun dercesine kurmuştu cümlesini. Erim’e aldırış etmeyerek, “Aramızdaki ilişkiyi biliyorsun,” dedim umursamaz bir tavırla. Alaycı bir şekilde güldü. “Mehmet’in sana arkadaş gözüyle bakmadığını da biliyorum, evet.” “Mehmet’e neden bu kadar taktın?” “Güvenmiyorum,” dedi hiç düşünmeden. Sesi nefret doluydu. “Bir bokluk var bu herifte.” Gözlerimi devirdim ve “Aynen,” diyerek başımı sıraya koydum. Birkaç saniye sonra belimde bir el ve omzumda bir ağırlık hissettim. Burnuma Erim’in kokusu dolarken huzursuzca kıpırdanmaya çalıştım ancak başarılı olamadım. “Uykum var, Buse,” dediğinde kollarıyla beni daha fazla sarmaladı. Nefesi boynuma çarparken kalbim yine ağzımda atıyordu ve ben bana neler olduğunu anlayamıyordum. Ama zaten şu anda bunu anlayamayacak kadar kafam doluydu. Erim’in beraberinde ben de gözlerimi kapadım. Koşarak babamın kucağına atladım ve yanaklarını sıktım. “Şimdi dondurma zamanı!” diyerek sevinçle ellerimi birbirine vurdum. Babam gülümseyerek beni dondurmacıya doğru götürdü ve iki tane vanilyalı dondurma alarak bir tanesini bana uzattı. Ücretini ödedikten sonra ise beni parka götürdü. Babam beni kucağından indirmek isteyince huysuzlandım. “Aşağı inmek istemiyorum,” diyerek dudak büzdüm. Babamın gülmesini beklerken kaşlarını çattı ve beni yere indirdi. Elindeki dondurmayı bana verdi ve benden uzaklaştı. Nereye gittiğine bakarken ağlamaya başladım, elimdeki dondurmaları yere atarak babamın peşinden koştum. “Baba! Beni bırakma! Baba!” diye bağırırken bir anda her yer karanlık oldu. Yüzümde hissettiğim kıpırtılar üzerine hafifçe gözlerimi araladım. Ne ben küçük bir kız çocuğuydum ne de babam beni bırakıp gitmişti. Rüya gördüğümü tamamen idrak ettiğimde gözlerimi tamamen açtım. Ne zaman uyuduğumu da bilmiyordum. Erim’in dibimde biten varlığını hissetme yetimi kazandığımda yutkundum. Yüzü, yüzüme oldukça yakındı ve film izler beni izliyordu. Omurgamdan aşağıya doğru bir ürperti inerken, “Neden beni izliyorsun?” diye sordum. “Gözlerimi çekemeyeceğim kadar güzelsin de ondan.” Sözleri. Kanmak istemediğim ama kanmak için de delireceğim, sözleri. Yalan olmasını istediğim ama yalan olduğunu öğrendiğimde kırk yerimden bıçaklanacağım sözleri… Beni yaralıyordu. Çıkmaza sokuyor, tepkisiz bırakıyordu. İçimde duvar ören güvenimi kırmak istiyor, beni kendisine çekmek istiyordu. “Beni zor durumda bırakıyorsun,” dedim mırıltıyla. Gülümsedi. Sahtecilikten uzaktı. “Zor durumda kalmanı istemeyecek kadar hoşlanıyorum senden. Ve içindeki korkularını yenmek için söz veriyorum elimden geleni yapacağım.” Midemde tanktan atılan bombalar patlarcasına bir hissiyat belirdiğinde, “Ben lavaboya gideceğim,” dedim ve Erim’in bacaklarının üzerinden atlayarak sınıftan çıktım. Lavaboya gidip alelacele musluğu açtım ve soğuk suyu dört kez avuçlarıma doldurarak yüzüme çarptım. Sonrasında ise aynadaki yansımama baktım. Kaçmak çözüm mü? Değil. Neden kaçıyoruz? Bilmiyoruz. Neden kaçıyoruz?! Korkuyoruz. Neyden korkuyoruz? Tekrar incinmekten. Korkumuzun neye çaresi var? Hiçbir şeye. Herkes aynı mı? Değil. Ördüğümüz duvarları yıkmalı mıyız? Yıkmalıyız. Emin miyiz? Değiliz. Test etmeli miyiz? Etmeliyiz. İstediğimiz sonucu alırsak duvarlarımızı yıkmaya başlayacak mıyız? Evet! Evet! Bunun tek çaresi bu gibi görünüyordu. Karşı tarafın yalan söylemediğini anlamalı, buna göre açık kapı bırakmalıydık. Kesinlikle! *** Gözlerimle etrafı tarıyor, oldukça loş bir ortamı olan bu odayı kaşlarım çatık bir biçimde inceliyordum. İnceleme işlemimi içeriye giren kırklı yaşlarının ortasında olan gri saçlı kadın bozarken huzursuzca yerimde kıpırdandım. Mavi gözleriyle önce Melis’e daha sonra ise bana baktı. Tatlı birisi değildi. Aksine oldukça ürkütücü bir görünümü vardı. Ürkek bakışlarımı kadından çekip Melis’e yönelttim. İma edercesine kaşlarımı kaldırdığımda gayet rahat bir tavırla gülümsedi. Mehmet’le okul çıkışı olan buluşma iptal olduğu için Melis’in büyük ısrarları sonucu namı duyulmuş -nedense ben ilk kez duymuştum- bir falcıya gelmiştik ve kahvelerimizi içtikten sonra kadının fal baktığı odaya geçerek yaklaşık on dakika boyunca kadını beklemiştik. Odanın her tarafında tütsü vardı ve oldukça yoğun bir şekilde ciğerlerimize doluyordu. Kadın koltuğuna yerleşirken, “Hoş geldiniz,” dedi dış görünüşünden oldukça uzak olan bir samimiyetle. Ses tonu bir nebze de olsa rahatlamama sebep olmuştu. Kafamı eğmekle yetinirken, “En baştan uyarıyorum, sakın ses kaydı almayın,” diyerek konuşmasını sürdürdü. İtiraz istemediği apaçık belliydi. Bir süreliğine odaya sükût hakim oldu. Falcı kadın gözlerini kapatarak dudaklarını hareketlendirdi ancak ne dediğini duymamız imkansızdı. Gözlerini usulca açtı, bana odaklanarak kahve fincanını işaret etti. “Sana bakacağız falı. Yanlış mıyım?” İçime dolan tedirginliği bırakıp başımla onay verdim ve kahve fincanımı kadına doğru uzattım. Falcı, fincanı açmadan önce yine mırıldanarak bir şeyler söylemeye başladı ve fincanı sol eliyle kaldırdıktan sonra incelemeye başladı. Melis’in, beni falcıya getirme fikri tamamen Erim yüzündendi. Erim’in yalan söyleyip söylemediğini faldan anlayacaktık güya! Ben ne kadar fal gibi şeylere inanmıyorsam, Melis de körü körüne inanıyordu. Düşüncelerimden sıyrılmama kadının söze başlaması olmuştu. “Son zamanlarda kafanın dolu olduğunu görüyorum… yaşanmış bir olaydan ötürü kendini suçlamışsın.” Duyduklarım karşısında küçük çaplı bir şok yaşarken, “Hayır,” dedim içimden. “İnanma böyle şeylere. Sallıyor.” Bir süre sessiz kaldı, fincanı bir o yana bir bu yana çevirdi. Ardından devam etti. “Duygusal anlamda çalkantılı bir dönemece gireceksin. Bazı sert durumlarla karşı karşıya kalabilirsin. Bu sert duruma açıklık getirecek olursam… negatif enerjili bir erkek figüranı görüyorum. Adında… e ve m harfleri var. Seni kısıtlayabilir. Seni kendisine saklamak isteyebilir. Bu kişiye dikkat etmelisin.” Son dediğine karşın içimden baygınlık geçirmek üzereydim. Çevremdeki herkeste zaten e ve m harfleri bulunuyordu. “Bu şahsın küçük, erkek kardeşi olduğunu görüyorum.” Bu cümlenin üzerine başımdan kaynar dökülmüştü. Aklıma direkt olarak Erim gelmişti. Atlas… Yalandı! Bu da uydurmaca bir bilgiydi. İnanmayacaktım. Harelerimi Melis’e çevirdiğimde kadının her dediğine inandığını bariz belli olacak bir yüz ifadesine bürünmüştü. Başımı olumsuz anlamda sallayıp geri falcıya baktım. “Tarlaya ekinler eken bir adam görüyorum. Bu adamla bir kan bağın olduğunu düşünüyorum. Anahtara benzeyen bir obje gördüm. Üzerinde ise… imzaya benzeyen bir yazı var. Çözmek istediğin ancak işin içinden çıkamadığın bir olay yaşadın mı, Buse?” “Yaşadım,” dedim fazla düşünmeye gerek kalmadan. Doğruydu. Ve dediği şeylerin doğru olması beni ürkütmeye başlamıştı. Başını onaylarcasına salladı. “Birisi var. Bu kişiden köşe bucak kaçtığını görüyorum.” Aniden bir sinir yüklemesi yaşadığımda oturduğum yerden kalktım ve “Saçmalık!” diye bağırdım. “Geldiğimizden beri her şeyi uyduruyorsun bir de bunun için para alıyorsun!” “Laflarına dikkat et!” dedi aynı tonda bağırarak. “Hiçbir şeyi uydurmuyorum. Ve sakın bana bir daha sesini yükselteyim deme!” Son dediklerini üzerine basa basa demişti. Alaycı bir gülüş sergiledim. “Öyle mi? Ne yaparsın?” Ses tonum alçalmamıştı. Melis yanıma gelip kolumu cimciklerken, “Ne yapıyorsun, kızım?” diye çıkıştı. Umursamazca omuz silktim. “Yalan söylüyor işte.” Melis dehşetle açtığı gözlerini üzerime dikti. “Dediği her şey doğruydu, Buse!” Falcı kadın hemen önümüzdeki masaya uzanıp üzerindeki geniş kâseyi eline aldı ve kapağını açtı. İçinde hayatımda ilk defa gördüğüm değişik bitki yaprakları vardı. Yine kendi kendine bir şeyler mırıldandıktan sonra ayaklandı ve yanıma gelerek, “Sana büyü yaparım,” dedi. Melis’le eş zamanlı birbirimize baktık. Falcı kadın eline kâsedeki yapraklardan birkaç tane alarak yüksek sesle hangi dil olduğunu bilmediğim bir şeyler söylemeye başladığında korku tamamen vücudumu esir almıştı. “Buse, bu karı deli… kaç!” dediğinde Melis’i dinledim ve eşyalarımı alarak kapıya doğru koştum. Ancak kapıya koşmamla sağ tarafımdaki aynanın kırılma sesini duymam bir oldu. “Bana bak!” dedi falcı bana ithafen. “İki kişi var falında. Birisine çok dikkat etmek zorundasın. Hayatını mahvedecek! Ondan uzak dur!” “Ya sen hâlâ ne anlatıyorsun?” diye sert tepki verdiğimde kadının gözleri far görmüş tavşan gibi açıldı. Daha fazla durursak ciddi anlamda büyü yapabilirdi. Melis’in elinden tuttum ve hızla bu lanet yerden çıktık. Kendimizi sokağa zor attığımızda nefes alışverişlerimin düzene binmesini bekledim. “Kadın manyak çıktı!” dedim biraz daha iyi hissettiğimde. Melis hâlâ yaşadıklarımızı atlatamamış gibiydi. “Ama dedikleri doğruydu…” Lafının devamını getirmemesi için elimle ağzını kapadım. “Değildi. Uydurdu.” Bir süre yürüyüp falcının mekânından iyice uzaklaştıktan sonra karşımıza ansızın Erim’in çıkmasıyla olduğum yere çivi gibi saplandım. Fakat bunun sebebi Erim’i görmek değildi. Erim’i, yanındaki kızla görmekti. Kim olduğunu bilmiyordum. Küt, mavi saçları vardı. Kolunda ve boynunda dövmesi, burnunda ise hızması bulunuyordu. Kolu, Erim’in kolunun arasında, sorgular kehribar gözleri benim üzerimdeydi. “Bu kız neden kuyruğuna basılmış fare gibi bize bakıyor Erim?” dediğinde yayık konuşan ağzının ortasına çarpmamak için kendimi zor tutmuştum. Erim huzursuz bakışlarını kıza çevirirken onu istemediğini belli eder bir şekilde, “Sen ne zaman bana bu denli yaklaştın?” diyerek kızdan uzaklaştı. Kızın yüzü düştüğünde bunu çabucak gizleyerek, “Bu kızı görünce benden uzaklaştın. Şaka gibi,” dedi küçümser bir tavırla. Erim sinirle soludu. “Çisil, yemin ederim seninle uğraşmak istemiyorum. Ben harekete geçmeden uzaklaş.” Adının Çisil olduğunu öğrendiğimiz kız pek uzaklaşacak gibi durmuyordu. Boyu benden ve Melis’ten oldukça uzundu. Ancak biz bu kızı döverdik. Biz bu maçı alırdık! Çisil kaşlarını çattığında, “Uzak dur, Erim’den,” dedi. Çenemi dikleştirdim. “Neden?” Benimle beraber Erim de Çisil’e aynı soruyu sordu. “Sahiden, neden?” Çisil’in hareleri Erim’e döndü. “Erim, ben senin sevgilinim! Bu kız kim?” Erim sanki yıllardır bu sorunun sorulmasını bekliyormuş gibi gülümsedi ve beni kendisine doğru çekerek bugün ikinci olacak olan öpücüğünü yanağımda bir iz olarak bıraktı. Ardından kolunu omzuma attı, saçlarımı öptü. “Sen benim sevgilim falan değilsin, Çisil. Ve bu kıza gelecek olursak… sana onu kelimelerle anlatamam belki ama bunca yıldır hayatımda beklediğim, bana sevgilim diyebilecek ilk ve son kişi.” Bölüm Sonu. Düşünceleriniz? En beğendiğiniz sahne? Az çok demeyelim yorum ve oy atmadan geçmeyelim lütfen... 💚 Diğer bölümlerde görüşmek üzere 🥺<3 |
0% |