@tubamis
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 16 - Kitap Bugün yeni hayatımda ilk günümdü. Belki biraz yanlış kararlar almış olabilirdim fakat ne yazık ki bazı şeyler olmayınca olmuyordu ve karşı tarafa açıklamasını da yapamıyordunuz... Ben, büyük bir hata yapmıştım ve onu telafi edeceğim derken tüm benliğimden vazgeçmiştim. Bundan tam yedi ay önceydi. Şirketime yeni bir çalışan katılmıştı. Bilmiyorum ama… sanki… sanki herkesten çok farklıydı. Ondan etkilenmiştim ve etkilenmem karşılıksız değildi. Her şeyin farkındaydım. En çok da bu yaptığımın yanlış olduğunun oldukça farkındaydım. Hatta gün gelmiş, sırf onu görmemek için şirkete bile uğramamıştım. Vaktimi evde kızımla oynayarak geçirmiştim. Evet. Ben evliydim. Bir oğlum, bir kızım ve dünyalar güzeli bir eşim vardı. Tabii o kadınla tanıştıktan sonra eşimden olabildiğince uzaklaşmıştım. Ki küçük kızımın masum gözlerine baktığımda, olan hiçbir şeyi anlatmaya cesaretim olmamıştı. Bir süre daha evde kaldıktan sonra daha fazla onun yokluğuna dayanamamıştım ve şirkete geri dönmüştüm. Beni görür görmez gözleri parlamıştı ve koşarak boynuma atlamıştı. Beni ne kadar çok özlediğini dile getirirken, ben de onu çok özlediğimi anlamıştım ve doya doya kokusunu içime çekmiştim. Tüm her şey o gün olmuştu. Ben, o kadınla birlikte olmuştum. Ama mutluydum. Bana eşimin veremediği mutluluğu veriyordu. Son zamanlarda eve hiç uğramıyor, tüm vaktimi ya şirkette ya da onunla geçiriyordum. Evdeki ailem, özellikle benim minik kızım bu duruma çok üzülüyordu ama yapamıyordum. Kendime engel olup asıl aileme dönemiyordum. Zaman hızla akıyordu. Bir gün çok kötü bir şekilde kavga etmiştik ve o günden sonra hiç görüşmemiştik. Kızımın doğum günü partisini kutlayacağımız gün beni aramıştı ve kapının önünde olduğunu bildirmişti. Beklemeden direkt olarak evden çıkarak yanına gitmiştim. Akşamdı. Sokak lambaları yüzünü aydınlatırken yanına gittim. Bana masumca baktıktan sonra hamile olduğunu söyleyince mutluluktan ne diyeceğimi bilememiştim. Ona hızlıca sarıldığımda küçük kızım yanımıza gelip ‘baba bu kim?’ diye sorunca onun kollarından ayrılıp kızıma iş arkadaşım olduğunu söylemiştim. O günden sonra eve geceleri herkes yattıktan sonra gidiyor, sabah ise herkes uyurken ayrılıyordum. Hamilelik sürecinde ileride eşim olacak insanın yanında durmam gerekiyordu. Yaklaşık beş ay sonra tam 16 Ocak’ta tüm her şeyimi geride bırakarak o evi terk etmiştim. Evi terk eder etmez hamile olan kadınla nikâhlanmıştım ve her şey çok güzeldi. Ta ki nikâhtan sonra eve giderken yaptığımız kazaya kadar. Evet. Bebeğim, bebeğimiz ölmüştü. Kapının çalması üzerine dudaklarımdan kısık bir küfür savruldu, kitap ayracını kaldığım sayfaya koyarak terliklerimi giydim. Bölümü en heyecanlı yerinde kesen bu kişiye sövmemek için kendimi zor tutuyordum. Homurdanarak yerimden kalktım ve kapıya doğru adımladım. Gelmesini beklediğim birisi yoktu. Teyzemler dün gitmişti ve annemle Beril de dışarı çıkmıştı. Gözetleme deliğine bakma gereksinimi duymadan kapıyı açtım ve karşımda Mert’i görünce şaşkınlıkla Mert’e baktım. “Mert?” “Orada öyle dikileceğine beni eve al,” dedi, yanımdan geçerek eve girdi. Ayakkabılarını hangi ara çıkarmıştı herhangi bir fikrim yoktu. Başımı iki yana sallayarak kapıyı kapattım ve Mert’in yanına geçtim. “Hoş geldin.” “Hoş buldum,” dedi sırıtarak. “Çay var mı Buse?” “Isıtayım,” diyerek mutfağa gittim ve halihazırda ocağın üzerinde olan çaydanlığın altını yaktım. Tekrardan Mert’in yanına geçeceğim sırada o daha önce davranarak yanıma geldi ve sandalyenin birisini kendisine doğru çekerek sandalyeye kuruldu. “Ne işin var burada hortlak?” diye sorduğumda yüzünü ekşiterek baktı. “Bu surata hortlak demen için gözlerinin beş derecesinde bozuk olması gerekiyor. Emin misin?” Kafa salladım. “Maalesef eminim.” Mert gözlerini devirmekle yetinirken karşısındaki sandalyeye oturdum. Yüzünde anlamadığım bir gerginlik vardı. Tam konuşmaya başlayacaktım ki benden önce davrandı. “Buse.” “Mert?” Dudaklarını ıslattı, kafasını kaşıdı. “Buse, ben âşık oldum lan!” “Ne!” Yüksek sesle verdiğim tepkiden dolayı Mert eliyle ağzımı kapatırken gözlerim şaşkınlıktan yerlerinden fırlamak için tetikte bekliyordu. Mert? Aşk? Âşık olmak? Mert? Kime? Kim? Aşk ne? Mert ne? Mert kim? Âşık kim? Ay ne saçmalıyorum ben! Kaşlarımla elini işaret ettiğimde usulca elini çekti ve tekrardan arkasına yaslandı. Nefessiz kaldığım için bir süre nefeslendim ve bu sefer daha sakin bir şekilde tavır takındım. “Kime?” “Çılgın Sertaç’a.” İkinci bir şoku bünyem kaldıramamıştı. Yaklaşık beş dakika boyunca boş bir şekilde Mert’in suratına baktım. Ne yani Mert... Mert eşcinsel miydi? Aman Allah’ım! Bu kulaklar daha neler duyacaktı! “Sertaç kim?” dedim konuşmayı başarabildiğimde. Sorduğum soruya gürültülü bir kahkaha attı. “Şaka yapıyorum aptal. Dila’ya.” “Ne! Dila? Benim arkadaşım olan?” Yukarı aşağı başını hareket ettirdi. “Dün sevgili olduk.” “İyi ama siz… ne zaman…” Sözlerim yarıda kaldığında aklıma Dila ile Mert’in saçma yakınlıkları gelmişti. Demek bu yüzdendi… “Bunu neden şimdi söylüyorsun?” Suyun kaynama sinyallerini işittiğimde ayaklanarak ocağı kapattım. Ben bardakları çıkarırken Mert, “Bir şeyler netleşmeden söylemek istemedim,” dedi. Ah… Mert’in ilkiydi… Hâlâ şaşkınlığımı atabilmiş değildim. Çayı bardaklara doldurduktan sonra fırından annemin dün gece pişirdiği peynirli böreklerden çıkardım ve mikrodalgada iki dakika ısıttıktan sonra tabağa alarak masaya koydum. Çayları da masaya yerleştirdikten sonra kalktığım yere geri oturdum. “Sen bayağı sevgili yaptın yani şu an?” Çayını höpürdeterek yudumladıktan sonra bana baktı. “Çok güzel be Buse… bunca zaman hayatımda yokken benim yaşama kaynağım neydi diye sorgulamaya başladım artık.” Gözleri yalan söylemiyordu. Belki hislerinden emin değildir diye düşünmüştüm ancak şu halini kim görse inanırdı âşık olduğuna. Sen bir tek Erim’i anlayamıyorsun! Susar mısın? “Nasıl yakınlaştınız peki?” “Tanıştığımız ilk günden beri devamlı konuşuyorduk.” Böreğinden bir ısırık aldı. “Sonrasında oldu işte bir şeyler. Hızlı mı gelişti yoksa asırlar mı sürmüş gibi oldu hiç anlamadım.” “Senden hiç beklemediğim tavırlar bunlar.” “Niye lan?” diye sorduğunda kaşları çatılmıştı. “Neyim var benim?” Kıkırdadım. “İlk kez birisini seviyorsun. İzin ver de şaşırayım.” Aklına gelen şeyle bir anda konudan alakasız sırıtmaya başladığında elindeki böreğin tamamını ağzına attı ve çayını tekrardan yudumladıktan sonra bakışlarını büyük bir iştahla yediği börekten çekip bana çevirdi. “Seninkiyle nasıl gidiyor?” Kaşlarım çatıldı. “Benimki?” “Erim. Hatta dur lan! Onu da çağıralım.” Mert hafifçe doğrulup cebinden telefonunu çıkardığında gözlerim ikinci kez yerinden fırlayacak gibi açıldı. Ani bir hareketle telefonuna uzanıp, “Böyle bir şey yaparsan seni gebertirim!” diyerek tısladım ve telefonu elinden aldım. Kaşları gözlerinin üzerine düşerken, “Ben geberirsem sen de geberirsin,” diye karşılık verdi. Tek kaşım havalandı. “Sebep?” “Babamın, oğlunun katilini yaşatacağını hiç düşünmüyorum. O da seni öldürür. İkimiz de cennete gideriz artık.” Göz devirdim. “Sen yaptığın bu pislikle cennete girebileceğini falan düşünüyor musun? Pis kâfir.” Teslim oluyormuşçasına ellerini havaya kaldırdı. Akabinde bana doğru yaklaştı, “Benden duymuş olma ama bence seni seviyor…” diye fısıldadı. Bunu bana söylemeyen bir sen kalmıştın zaten Mert. “Aynen,” diyerek Mert’i geçiştirdim ve ağzıma börek tıkıştırdım. Konumuz Erim falan değildi. *** Yine sıkıcı bir okul günündeydik. Ders Coğrafyaydı ve başlayalı on beş dakika falan olmuştu. Mehmet bugün okula gelmemişti. İyi olup olmadığına dair mesaj atmıştım fakat henüz cevap alamamıştım. Sıkıntıyla ofladım ve başımı sırama koydum. Herkes pürdikkat dersi dinliyordu. Bir kişi hariç. Erim. Kolunu sırasına uzatmış, başını da kolunun üzerine koymuş bir vaziyette uyuyordu. Veyahut sadece gözleri kapalıydı. Veya kapalı bile değildi. Çünkü şu an sadece ense tarafını görebiliyordum. Neden yüzünü Öykü’ye dönersin ki? Bakışlarımı Erim’den çektiğim vakit sınıfın kapısı çaldı, içeriye bir kız girdi. “Hocam rahatsızlık verdiğim için özür dilerim, bir duyuru yapmam gerekiyor da.” Hoca anlayışla gözlerini kırpıştırdı. “Yapabilirsin.” Adını bile bilmediğim kız biraz daha ortaya geldi ve boğazını temizleyerek konuşmaya başladı. “Arkadaşlar biliyorsunuz ki her yıl olduğu gibi bu yıl da okul başkanlığı için seçim yapılacak. Başkanlığa aday olmak isteyen kişiler bana adlarını yazdırabilir mi?” Sınıfta uğultular başlarken çok geçmeden ilk el havaya kalktı. “Beni yaz. Mertcan Tozlu.” Tuhaf bakışlarım Mert’i buldu. Mert ve okul başkanlığı? Dudaklarımı birbirine bastırıp gülmemi engellemeye çalışırken kız, Mert’in adını listeye yazdı. Akabinde tekrardan sınıfa baktı. “Başka yok mu?” Kimse el kaldırmadı. “Peki öyleyse. İyi dersler hocam.” Kız sınıftan çıkacağı an arka taraftan, “Bir dakika,” sesi duyuldu. “Beni de yaz. Erim Koral.” Gözlerim gereğinden fazla büyürken başımı hafifçe Erim’in sırasına çevirdim. Göz göze geldiğimizde göz kırptı. “E kazanan belli oldu.” Bakışlarım sözün sahibini bulduğunda tek kaşım havalandı. “Ne alaka Hülya?” diyen Kürşat’a baktım. Haklıydı. Bunun üzerine Hülya sırıttı. “Kazanan belli olduğunda anlarsınız.” Kizinin billi ildiğindi inlirsiniz. Gerilmemeye çalışarak geri önüme döndüm ve dersi dinlemeye koyuldum. Zaman ağır ağır ilerlerken nihayetinde teneffüs zili çalmıştı. Kalemlerimi defterimin arasına koyduktan sonra defterimi kapattım ve sınıftan çıktım. Melislerin olduğu kata adımlayacağım sırada Erim’in sesi durmama sebep oldu. “Buse.” Ellerimi kapüşonlumun cebine koyarken, “Efendim,” dedim. Siyah kotunun hafifçe toz olan kısmını silkelerken, “Sen neden aday olmadın?” diye sordu. Omuz silktim. “İnsanlarla uğraşmayı sevmiyorum.” Kısılan gözleri beni bulduğunda, “Sürekli insanlarla uğraşmıyorsun zaten,” dedi. “Bir iki vaat verip köşene çekileceksin.” “Ha sen öyle yapacaksın yani? Kandıracaksın milleti.” Güldü. “Ben verdiğim sözleri tutarım. Ama senin de aday olmanı isterdim.” Harelerim merdivenlerden inen Melis’e kaydığında gülümsedim. Yanına gitmeden önce Erim’e baktım. “Neden?” Aramızdaki boy farkını kapatarak kulağıma doğru eğildi. “Seninle rekabet etme düşüncesi beni heyecanlandırıyor.” Erim’e ters bir bakış atmakla yetinirken cevap vermeden Melis’in yanına doğru adımladım. “Aday oldun mu?” Olumsuz anlamda başını salladı. “Uğraşamam hiç. Bir iki kişi aday oldu bizim sınıftan da. Sizden?” Aşağı merdivene doğru yönelirken, “Mert,” dedim. “Ha bir de Erim.” Şaşkın bir şekilde, “Ne?” dediğinde okul bahçesine çıkmıştık. “Erim ne alaka?” “Bilmiyorum.” Her zamanki oturduğumuz bankın dolu olduğunu gördüğümüzde okulun arka bahçesine doğru ilerledik. “Hülya, Erim kazanacak diyor.” “Millete kendisini acındırıp Erim’e oy verdirebilir.” Gürültülü bir şekilde kahkaha attım. “Yapar mı yapar.” Kaldırım taşına oturduğumuzda pantolonuma anında etki eden soğuk yüzümün buruşmasına sebep olmuştu. “Çocuğumuz olmayacak,” dedim soğuğa ithafen. Melis saçının bir tutamını kulağının arkasına sıkıştırırken, “Zaten bizi kimse almaz, Buse,” diye karşılık verdi. Birkaç saniye sessizliğin ardından, “Lan!” diye bağırdı. “Şu Emir değil mi?” Eliyle işaret ettiği yere baktığımda Emir’i gördüm. Okulun dış tarafındaydı ve birisini bekliyor gibiydi. “Derse geldiği yok, sınıfta kalırsa şaşırmam.” “Birisini bekliyor galiba,” dememe ramak kalmıştı ki bir kız Emir’in yanına doğru yaklaştı ve aradaki mesafeyi kapattıktan sonra kollarını boynuna sardı. Melis’in inceler bakışları kızın üzerindeydi. Emir, kızın yanağından öptükten sonra elini tuttu ve yürümeye başladılar. “Sevgilisi yani.” “Buse… sanki ben bu kızı bir yerden tanıyorum. Ama çıkaramadım. Yüzünü tam görmemiz gerekiyor.” “İyi ama nasıl olacak o?” Melis çoktan ayaklandığında elimi tutarak beni de beraberinde kaldırdı ve etrafı kolaçan etti. “Kimse yok. Üç dediğimde koş.” Saniyeler içerisinde planımızı uygulayarak kimseye görünmeden duvardan atladık ve okuldan kaçtık. Okuldan ilk kaçışımız değildi. Bu yüzden profesyonelliğe doğru adımlıyorduk. Büyük bir dedektif edasıyla Emirlerin peşine düştüğümüzde gülüşme seslerini duyabiliyorduk ancak ne konuştuklarına dair herhangi bir fikrim yoktu. “Emir’in gülme yeteneği mi vardı?” diye soran Melis’e göz ucuyla baktım. “Güldüren önemli.” Melis’ten ters bir bakış yediğimde susma kararı aldım. Nereye gidiyoruz diye düşünürken Emir bir anda duraksayınca ne yapacağımızı bilmeden yan tarafımızdaki arabanın arkasına sindik. Kendimi Arka Sokaklar’da gibi hissediyordum. Ancak beklediğimiz gibi Emir arkasını falan dönmemişti. Kızın elini kendi montunun cebine koyduğunda Melis tiksinircesine baktı. “Çok romantik bir çift, gözlerim kanıyor.” Melis’in dediğine gülerken tekrardan yürümeye başladık. Birkaç dakikanın ardından oldukça lüks bir kafeye girdiler. Biz de peşlerinden girdik. Oturdukları masanın bizi görmeyecekleri ama bizim onları görebileceğimiz bir pozisyonunda olan masaya kurulduk. Emir’in sırtı bize dönüktü. Kızın yüzünü daha net seçebiliyorduk. Gözlerimle etrafı inceledim. Kafede tuhaf bir koku vardı. Zenginlik kokusu. Usulca Melis’e sokuldum. “Kim olduğunu bulabildin mi?” “Hayır,” dedi mırıltıyla. “Tanıdığıma eminim ama… çıkaramıyorum. Ve eğer kim olduğunu bulamazsam ölürüm, Buse.” Son lafının üzerine kolunu cimcikledim. “Abart.” Biz kıza çaktırmadan bakmayı sürdürürken garson yanımıza geldi, elindeki menüyü önümüze koydu. Gülümseyerek teşekkür ettim ve menüye göz gezdirdim. “Çüş!” Melis bakışlarını kızdan çekip bana çevirdi. “N'oldu?” Kaşlarımla menüyü gösterdim, fısıldayarak, “Suyun fiyatı kırk lira, Melis. Biz okuldan kaçtık ne yapacağız şimdi?” Melis önümdeki menüyü kendine doğru çevirip fiyatlara bakarken, “Siktir,” dedi. Ardından elleriyle ceplerini karıştırdı. Pantolonunun arka cebinde bir şey bulduğunda elmas madeni bulmuş gibi sevindi ve cebindekini çıkararak bana doğru uzattı. “Beş liramız var. Ne dersin?” Bozuk bir ifadeyle baktım. Buradan kovulmadan önce bizim kendi namımızla çıkmamız gerekiyordu. “Seni gördüğüm her an kalbim göğsümü dövüyor, Kayra.” Bu sesi işittiğimizde Melis’le eş zamanlı Emire baktık. Çünkü şu anlık çevre masalarda kimse oturmuyordu. “Kayra…” diye mırıldandı Melis. “Kayra… Kayra… Kayra… kimdi bu? Kimdi…” “Siparişlerinize karar verdiniz mi efendim?” Harelerim az önce gelen garsona döndü. “Şey… Ben henüz karar veremedim. Arkadaşım vermiş olmalı.” Topu Melis’e attığımda sinirlenmesini bastırarak gülümsedi. “Bu suyun bergamot aromalısı var mı?” Garson şaşırsa da işi gereği bunu sorgulamadı, “Hayır, efendim,” diyerek cevap verdi. Melis’in yüzü anında şekil değiştirirken kınarcasına, “Aa,” dedi. “Bergamot aroması olmayan suya su diyemem. Kalk, Buse, gidiyoruz.” Başımı sallayarak Melis’i destekledim ve ayaklanarak, “Bergamot aromasız su mu olurmuş canım,” dedikten sonra hızlı adımlarla kafeden çıktık. “Çocuk bize salak gözüyle baktı,” dediğimde güldü. “Aklıma başka bahane gelmemişti, ne yapabilirim?” Okula geri döndüğümüzde ders çoktan başlamıştı. E bizi bekleyecek değillerdi sonuç olarak. Az önce dolu olduğu için oturamadığımız banka kurulurken Melis hâlâ kızı çözmeye çalışıyordu. “Yeşil gözlü, esmer ve boyu uzun. Saçları omuz hizasında, dudakları ince. Adı Kayra. Kayra… Kim bu kız kafayı yemek üzereyim!” “Tanıdığına emin misin?” diye sorduğumda Melis telefonundan stalk yapmaya başlamıştı bile. “Eminim,” dedi mırıltıyla. “Ama kim olduğunu çıkaramıyorum.” Bir süre sessiz kaldık. Melis araştırmasını bitirdiğinde dudaklarını büzdü. “Facebook’a bile baktım.” “Oha!” “N’oldu kızı mı buldun yoksa?” Boş gözlerle Melis’e baktım. “Ben kızı tanımıyorum Melis.” “Ha.” “Sana şey demeyi unuttum. Mert’le, Dila… sevgili olmuş.” “Ne!” Şaşırma sırası artık Melis’teydi. Dün Mert’in bize gelmesinden itibaren her şeyi detaylıca anlattım. “Kız mı kalmamıştı,” dediğinde başımı hafifçe sağ omzuma eğdim. “İyi kız asl-” Başıma okkalı bir darbe aldığımda lafım yarıda kesildi. “Acıdı,” dedim başımı ovuştururken. Güldü. “Acısın diye sert vurdum. Belki akıllanırsın.” *** Kara bulutların kasvetli bir ortam oluşturduğu gri sokakta, gözlerim arzularcasına Yaren’i arıyordu. Çok geçmeden amacıma ulaşmıştım. Yaren’in bulunduğu noktaya doğru ilerledim ve aramızdaki mesafeyi kapatarak, “Yaren,” diye seslendim. Sesimi idrak ettiğinde bedenini bana doğru çevirdi. “Batın?” Onun bu şaşkın suratına karşın tebessüm ederken yanına geçtim ve çenemle yolu göstererek yürümesine devam etmesini işaret ettim. Yaptığım hareketi sorgulamadan yürümeye başladı. “Yolculuk nereye?” diye sorduğumda bakışlarını bana çevirmeden, “Nöbete,” dedi. “Sen?” “Sana,” dedim hiç düşünmeden. Verdiğim cevap doğrultusunda bana baktı, kaşlarını çatarak, “Ne?” diye sordu. Ciddiyetimi korudum. “Doğru duydun, sana geliyordum.” Merakı, sesini esir aldı. “Sebep?” Tam cevap vereceğim sırada bakışlarımı üzerinde gezdirdim. Yine mont giymemişti, bot yerine spor ayakkabı tercih etmişti. Kaşlarım çatılırken, “Bu havada hırka ve spor ayakkabıyla dışarıya çıkman ne kadar etik?” diye sordum. “Gerçekten donarak ölmek mi istiyorsun?” Yüreğimde ne olduğunu bilmediğim bir hissiyat belirirken gözlerimi kitaptan ayırarak etrafıma bakındım. Akabinde son cümleleri tekrardan okudum. Bu cümleler... bana tanıdık gelmişti. Ne deniyordu buna? Dejavu? “Bu kadar soğuk bir havada mont giymemen ne kadar etik? Donarak ölmek mi istiyorsun?” Umursamazca omuzlarını silkti. “Isınmama gerekli olan şey mont değil.” Erim. Her yerden çıktığı yetmiyor gibi artık okuduğum kitaplarda da baş göstermeye başlamıştı. Attığım her adımda Erim’e dair bir ize rastlamam neyin nesiydi? Yoksa büyü falan mı yapıyordu? Mantıklıydı. Dikkatimi geri toplayıp kaldığım yerden okumaya devam ettim. Umursamazca omuzlarını silkti, “Olabilir,” demekle yetindi ve adımlarını hızlandırarak benden uzaklaştı. Sırıtarak peşinden gitmeye devam ederken yaklaşık bir dakika sonra fren yapan araçlar gibi durdu, elini alnına götürerek başına düşen ıslaklığı sildi. Yerde nokta nokta iz bırakan yağmur tanecikleri gittikçe hızını artırırken isyan edercesine, “Olamaz,” diye mırıldandı. “Yağmur başlıyor.” Merakıma yenik düşerken, “Sevmiyor musun?” diye sordum. Bakışlarını bana çevirdi, nefret edercesine baktı. “Hiçbir şekilde.” Gözleriyle etrafı süzmeye başladığında üzerimdeki montu çıkardım ve Yaren’i kendime doğru çekerek montu şemsiye görevi görürcesine üstümüze kapattım. Açık kalan dudakları ne diyeceğini bilemezken usulca geri kapandı, ela gözlerini kahverengilerime dikti. Yağmur gittikçe şiddetini artırdı, gök, gürültülü bir şekilde gürledi. Yaren’in büyüleyici güzelliği karşısında gözlerimi bile kırpmadan yüzüne baktım. Anlamsız bakışları üzerimde gezinirken, “Batın,” dedi sessizce. “Neden bana böyle bakıyorsun?” Tek kaşım havalanırken, “Nasıl bakıyorum?” diye sordum. Bunun üzerine nefeslendi, “Sanki beni yıllardır tanıyormuş gibi,” dedi. “Sanki ben senin tanıdığın birisiyim fakat ben seni tanımıyorum.” Duyduğum sözler kalbimin hızla atmasına sebep olurken afalladım, bir süre sessiz kaldım. Kulağıma sadece Yarenin nefesi ve yavaşlayan yağmurun çıkardığı ses dolarken, “Evet, tanıyorum…” diyerek dudaklarımı araladım. “Sen, öldü sandığım kişisin Yaren. O yangında öldüğünü sandığım, bu yüzden de onun uğruna kendi benliğimi öldürdüğüm kişi sensin. Sen Yaren Kayıkçı değil-” Bir anda yükselen, “Vay,” sesinin benden çıkmadığı aşikârdı. Kitabım kayan bir yıldız gibi ellerimin arasından kayıp giderken bunu yapan kişiye, Erim’e, baktım. Sanki ilk insanmış da yeni bir buluş inceliyormuş gibi kitabımı incelerken, “Ben bu kitabı okudum,” dedi. “Spoi vermemi ister misin?” Gözlerim dehşetle açılırken, “Sakın böyle bir şey yapma,” diye tısladım. “Zaten en heyecanlı yerde kitabı elimden aldın. Ver şunu.” Alayla sırıttı. “Okumadım, şaka yaptım. İlk kez gördüğümü bile söyleyebilirim.” Gözlerimi devirdim. “Zaten okusaydın birazcık Batın’dan odun olmama taktikleri falan öğrenirdin.” Kaşları anında çatıldı. “Batık kim?” Gözlerimle elindeki kitabı işaret ettim. “Kitabın başrol kahramanı.” Harelerini kitaba çevirdi, sayfalarını karıştırdı. Bir sayfada takılı kaldığında yüzünü ekşitti. “Bu batığa âşık falan değilsin değil mi?” “Batın,” diyerek düzelttiğimde ters bir bakış attı. “Ayrıca âşığım, ne var bunda?” “Benim bu batıktan ne eksiğim var?” Ciddi bir şekilde sormuştu bunu. Oturduğum sıradan kalkarken, “Hmm,” dedim. “Düşünmem lazım.” Ardından sınıfta volta atmaya başladım. Gören de gerçekten düşündüğümü falan sanırdı. Bir süre sonra duraksadım. “O kadar çok var ki, saymaya üşendim.” “Ya,” dedi imayla. Sonrasında üzerime doğru yürümeye başladı. “Ben onun kadar romantik değil miyim yani?” diye sordu. Geriye doğru adımlarken, “Değilsin,” diye cevap verdim. “Ben onun kadar değer vermiyor muyum yani?” Bir adım daha geriledim. “Evet.” Biraz daha yaklaştı. “Ben onun kadar yakışıklı değil miyim?” O an zihnimde canlanan Batın görüntüsünü gözlerimin önüne getirdim. “Değilsin,” dedim kararlı bir sesle. Geriye bir adım daha attığımda duvara tosladım. Kalbim hızla çarpmaya başlarken aradaki mesafeyi kapattı, kollarını duvara yaslayarak önümde kalkan oluşturdu. “Benim sözlerim etki etmiyor mu kalbine batığınki gibi?” Ortam sükût altındaydı ve kalp atış seslerimi ben bile duyabiliyordum. Bu lanet ders zili neden çalmıyordu? Veya neden sınıfa kimse gelmiyordu? Sanırım bugün okula gereğinden fazla erken gelmiştim. Bakışlarımı Erim’den kaçırdığım an, “Cevabını duyamadım?” dedi benim aksime oldukça rahat bir tavırla. “Kitap karakterinden mi kıskanıyorsun kendini?” diye saçma bir soru sorduğumda sesli bir şekilde sırıttı. “Kendimi değil, seni. Daha doğrusu kıskanmak da değil. Sadece sorguluyorum… Bir kurguya bile his besleyebilirken, bana karşı nasıl hissiz olmayı başarıyorsun?” Gözlerini gözlerime sabitlediğinde kalbim yerinden çıkacak gibiydi. O böyle yakınımdayken mantıklı cevaplar veremezdim ki ben. “Üstün yeteneklerim doğrultusunda.” “Öyle mi?” dedi ikna olma isteğiyle. Onaylarcasına başımı salladım. “Öyle.” Tepki vermedi. “Öyle olsun,” dedi ve üzerimdeki kalkanını bozarak yanımdan uzaklaştı. Daha sonra ise sınıftan çıktı. İlk kez zorlamamıştı. Tuhaftı. Gittiğinin verdiği rahatlıkla derin bir nefes aldım ve sırama geri geçtim. Saate baktığımda henüz sekizi on geçiyordu. Ders ise sekiz buçukta başlıyordu. Gerçekten de erken gelmiştim. Köşe tarafa kurulurken Mehmet içeri girdi. “Günaydın,” dedim gülümseyerek. “Günaydın,” diyerek karşılık verdiğinde yanıma oturmuştu ancak keyfi yok gibiydi. “İyi misin?” diye sordum. “Mesaj atmıştım dün. Cevap vermedin.” “Telefona bakmadım, özür dilerim,” dedi mahcup bir ifadeyle. “İyiyim, sorun yok. Başım ağrıyor biraz.” Anlarcasına gözlerimi kırpıştırdım. “İlaçlarını düzenli olarak alıyor musun?” Ağır ağır başını salladı. “Emrettiğin gibi.” Eş zamanlı gülüştük. Sınıfa Mert girdiğinde önce Mert’e, daha sonra ise giydiği kıyafete baktım. Mehmet’in yol açmasını bekleyip sıradan çıktıktan sonra, “Mert?” dedim sorarcasına. “Evleniyor musun? Neden takım elbise giydin?” Yakasını düzeltti, makam sahibi birisi gibi, “Bugün vaatlerimi sunacağım,” dedi. “Bu yüzden giyimime biraz özendim.” Dediklerine gülmeye başladığımda gözlerini devirerek Mehmet’e baktı. “Mehmoş, nasıl olmuşum kardeşim?” “Jilet gibisin.” “Duy bunları duy,” dedi ima yaparcasına. Çantasını sırasına fırlattıktan sonra sınıftan çıktı. İlk dersten başlayarak tüm sınıfları gezerek konuşma yapacaklardı. Her yıl aynı şey olurdu. Her yıl herkes aynı vaatleri verirdi ve kimse verdiği vaatleri tutmazdı. Keza bizler de kimin ne vaat sunduğunu önemsemiyorduk. Belki biraz dokuzuncu sınıflar kanabiliyordu ancak onlar da okula yeni geldikleri için kimse bir şey diyemiyordu. Okulun yarısından çoğu da oy vermek için oy veriyordu. Dördüncü saate girmiştik. Dersin bitmesine son on dakika kala kapı çaldı, içeriye Mert, Erim ve diğerlerini tanımadığım iki kişi girdi. Birisi kızdı ve bu kız Erim’e oldukça yakın bir mesafede duruyordu. İstemsizce kaşlarımı çattığımda kızın bakışlarının Erim’de olduğunu fark ettim. Normal bir şekilde değil, yiyecek gibi bakıyordu. Fazla umursamamaya çalışarak odak noktamı değiştirdim. Nazife Hoca, Mert’in takım elbisesine sorgularcasına bakarken, “Mert,” dedi. “Başkanlığa oldukça hazır görünüyorsun.” Mert sırıttı. “Elbette, hocam. Ruhumda var benim başkan olmak.” Nazife Hoca gülmekle yetindiğinde sınıftan, “Kesin vardır,” sesi duyuldu. Ancak kimin dediğini anlayamamıştık. Kimse de umursamamıştı. “Evet çocuklar, sizi dinliyoruz.” Mert boğazını temizleyerek söze başladı. “Evet, arkadaşlar, arkadaşlarım, kadim sınıf dostlarım. Bildiğiniz üzere ben Mertcan Tozlu. Soyadım gibi toz estiririm her ortamda. Bana neden oy vereceksiniz diye düşünüyorsunuz, biliyorum. İlk önce hedefimdir ki okula havuz yaptıracağım.” Mert son sözünü söyler söylemez sınıfta büyük bir alkış koptu. Ellerini ‘berhudar olun’ dercesine siper ederken konuşmasına devam etti. “Okula ayrı bir futbol sahası yaptıracak, sosyal aktiviteleri çoğaltacağım. Herkes okula gelmek için can atacak. İyi bir eğitim için, Mert’i seçin.” Mert konuşmasını bitirdiğinde sınıfta yeniden bir alkış koptu. Sınıftakilere destek vermeleri için şantaj yapmadıysa adım da Buse değildi. Dediği hiçbir şeyi yapmayacaktı. Bunu ben değil tüm sınıf biliyordu. Söz hakkı kim olduğunu bilmediğim çocuğa geçtiğinde konuşmasını yapmak üzere dudaklarını hareket ettirdi. “Hepinize merhaba arkadaşlar ben 12- E sınıfından Gencay Altuğ. Beni tanıyanlarınız illa ki olur çünkü geçen yıllarda da aday olmuşluğum ve kazanmışlığım vardı. Ben size yapılmayacak vaatler sunmayacağım. Ama benden istediğiniz tüm isteklerinizi yerine getirmeye çalışacağım. Oylarınızı bana verirseniz çok memnun olurum, teşekkürler.” Gencay’ın söylediklerine küçük bir alkış koptuğunda sıra diğer kişiye geçti. Yani o kıza. “Merhabalar arkadaşlar. Nasılsınız? İyi olduğunuzu ve iyi olmanızı umuyorum. Benim adım Birgül. Bu yıl ki başkanlık seçimine adaylığımı koyarak okula daha da güzel çalışmalar katmayı hedefledim. Bu süreçte elbette sizin istekleriniz de benim için bir emir sayılacaktır. Okulu incelediğimiz zaman spor salonundaki materyallerin az olduğunu görüyorum. Bunları fazlalaştırmayı benim vazifem bilin. Bunun dışında geziler, daha verimli kulüpler ve birçok faaliyet için oylarınızı bana atmayı unutmayın. Şimdiden teşekkür ederim.” Birgül için de alkışlar yükseldikten sonra Birgül bir iki adım geri giderek yerine geçti ancak yerine geçerken Erim’e çarptı. Daha sonrasında özür dileyerek gülümsedi. Erim konuşmasını yapmak üzere bir iki adım öne çıktı. Hafiften boğazını temizleyerek söze başladı. “Ben Erim Koral. Okula bu yıl geldiğim için neyi eksik neyi fazla bilmiyorum. Planlı yaşamayı sevmem. Her şeyi anlık yaşarım. Yani okul için aniden gezi düzenleme fikri aklıma geldiği an bunu yaparım. Bana oy vermeniz için herhangi bir sebebe ihtiyacınız yok. Her şey size kalmış. Teşekkürler.” Erim’in muazzam balkon konuşmasının ardından alkışlar son kez yükseldi. Nazife Hoca, “Başarılar,” dediğinde hepsi gülümseyerek teşekkür etti. Sonrasında ise zil çaldı, hoca sınıftan çıktı. Öğle arası olduğu için sınıf çoktan boşalmıştı bile. Birgül, Erim’e bakarak, “Görüşmek üzere,” dedi. Erim gülümseyip kafasını sallamakla yetindi. Sınıftan çıkmak üzereydim ki Erim’in belimden kavramasıyla bunu engellemesi bir oldu. Akabinde kapıyı kapattıktan sonra yanıma geldi. “Birgül’ü sevmedin sanırım,” dedi ansızın. Böyle bir şey demesini beklemiyordum. “Ne alakası var?” dediğimde histerik bir şekilde kıkırdadı. “Onu öldürecekmiş gibi bakıyordun.” Somurtarak, “Sen beni mi izliyorsun?” diye sordum. “İzliyorum.” “Niye?” “Hoşuma gidiyor seni izlemek.” Gözlerim kendimden iradesizce devrildi. “Birgül’ü izlemek de hoşuna gidiyor mu?” Sık bir nefes verdi. “İnan bana kızın sadece adını biliyorum.” “Peki,” dedim sessizce. Neden bu saçmalıklara girdiğimi bilmiyordum. Çocuk gibi davranmamalıydım. “Buse!” Kapıdan bodoslama içeriye giren Melis’e baktığımda birkaç saniye gözleri Erim ve benim aramda mekik dokudu, sonra hiçbir şey demeden kolumdan tuttuğu gibi beni peşinden sürükledi. “Buldum!” dedi nefes nefese kalmış bir biçimde. “Kayra’nın kim olduğunu buldum. Hatta adı Kayra bile değil.” “Oha! Kim?” “Derya Çetiner. Bir kaçakçının kızı.” Gözlerim kısıldığında sol kaşımı kaşıdım. “Anlamadım?” “Babası yurt dışından uyuşturucu getirip satıyor. Derya da babasına yardım ediyor. Ve Derya tüm ilişkilerinde karşı tarafa uyuşturucuyu enjekte ediyor.” Bir anlığına duraksadım. “Emir…” “Emir, tehlikede.” *** “Beril çık artık şu banyodan!” “Yeni girdim Buse!” Sıkıntıyla oflayarak ayağımla yerde ritim tutarken yaklaşık beş dakika sonra banyodan çıkan Beril’e öldürücü bakışlar attım. “Beni mi bekliyordun?” diye bağırdığımda, “Çekil şuradan,” diyerek yanımdan ayrıldı. Beril’i göz ardı ettikten sonra banyoya girdim ve işlerimi hallettikten sonra odama geçtim. Okuldan geldikten yaklaşık bir saat sonra annem işten gelmişti ve babamın iş yemeğine katılacağımız gerekçesiyle hazırlanmamız gerektiğini söylemişti. Ne kadar gitmek istemesem de annemin buna izin vermeyeceğini biliyordum. Dolabımın kapaklarını açtıktan sonra tüm raflarda göz gezdirdim. Ardından kafamı hafifçe arkama çevirerek Beril’e baktım. “Sen ne giyeceksin?” “Kot pantolon.” Yüzümü ekşittim. “Annemin böylesi yemeklerde kot pantolon giymene kızdığını biliyorsun.” Umursamazca omuz silkti. “Ben rahatlıktan yanayım. Zaten zorla götürülüyorum.” Annem kapıda belirdiğinde kızarcasına Beril’e baktı. “Kot pantolon giyemezsin hanımefendi. Oldukça önemli bir yemek. Eğer yatırımcılarla anlaşabilirsek babanız genel müdürlükten şirketin yöneticisi olmak adına büyük bir adım atmış olacak.” “Hiç mi şansım yok?” Beril’in Küçük Emrah bakışlarını gördüğümde histerik bir kahkaha attım. Beril kolunun altındaki yastığı bana fırlattığında kafamı eğerek yastık darbesinden kurtuldum. “Hadi annem,” diye uyarı aldığında oflayarak yerinden kalktı ve kendi kıyafetlerinin olduğu kısmı açtı. Bakışlarımı Beril’den alıp geri işime döndüm ve on dakika boyunca kıyafetlerimi karıştırdıktan sonra belimi saran, dizlerimin iki karış üzerinde uzun kollu siyah, balıkçı yaka elbisemi askıdan çıkardım. Bence makul bir seçenekti. Elbisemi giydikten sonra elbiseme gidecek şıklıkta bir makyaj yaptım ve çantama eşyalarımı koyduktan sonra annemin yanına gittim. “Ben hazırım.” Annem bana duygusal gözlerle bakarken kollarını açarak dibime sokuldu ve kollarını bana sararak saçlarımdan öptü. “Ne kadar da güzel olmuşsun, güzelliğim.” Annemin sevgi gösterisine karşın ağlayasım geldiğinde, “Anne,” dedim sitem edercesine. “Ağlatacaksın şimdi beni.” Annem geriye doğru çekilirken Beril odaya girdi. O da benim gibi siyah bir elbise giymişti. Şakasına burun kıvırdım. “Kopyacı.” Beril gözlerini devirdiğinde annem bana uyguladığı sevgi gösterisini Beril’e de uyguladı. “Benim küçük prensesim, çok güzel olmuşsun.” Beril annemin yanaklarını öptükten sonra annem, “Hadi çıkalım,” uyarısı yaptı. “Geç kalacağız.” Montumu üzerime geçirdikten sonra evden çıktım. Babam şirkette olduğu için direkt oradan gelecekti. Arabaya yerleştikten sonra annem direksiyona geçti ve geçen yirmi beş dakikanın ardından yemeği yiyeceğimiz restorana geldik. Dışı oldukça ihtişamlı görünüyordu. Arabadan indikten sonra annem valeye anahtarı verdi ve güvenlikten geçtikten sonra restorana giriş yaptık. Gözüm babamı ararken babam yanımıza geldi ve “Hoş geldin, hayatım,” diyerek anneme sarıldı. Akabinde bize baktı. “Ne kadar güzel olmuş benim prenseslerim.” “Kimin kızıyız?” diye karşılık verdiğimde babam gururla gülümsedi ve bizi oturacağımız masaya yöneltti. Biz masaya gittiğimizde tek eksiğin biz olduğunu anlamıştım. Masada kırklı yaşlarında bir adam, otuzlu yaşlarının ortasında bir kadın ve benden taş çatlasa iki üç yaş büyük bir kız vardı. Babam onlara dönerek, “Tanıştırayım,” dedi. Karım Buket, kızlarım Buse ve Beril.” Üçü de gülümseyerek, “Memnun olduk,” diye karşılık verdi. Ardından adam söze girdi, “Ben Savaş, eşim Narin ve kızım Derin.” Biz de aynı samimiyetle karşılık verdikten sonra yerlerimize oturduk. Montumu çıkarıp yan tarafıma koyduğumda Derin denen kızla göz göze geldim. Önüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken, “Yemek hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu fısıldayarak. Bilmiyorum dercesine dudak büzdüm. “Pek anlamam iş olaylarından.” Bana katılırcasına içlendi. “Ben de hiç anlamam. Ama babam sağ olsun, zorla getiriyor beni böyle yerlere.” Herhangi bir şey demek yerine gülümsemekle yetindim ve göz ucuyla Beril’e baktım. Masanın üzerinde duran çatalı incelemekle meşguldü. Annemler ise sohbet ediyordu. Sohbetleri ilgimi çekmediği için kulak da asmamıştım. “Buse’ydi değil mi?” diyen Derin’e yeniden baktığımda, “Evet,” diye karşılık verdim. “Kaç yaşındasın, Buse?” “On sekiz, sen?” “Yirmi.” “Anlamadığım bir güzelliğin var.” İltifatı neden bilmiyorum ama bana soğuk gelmişti. Onu tanımıyordum. Bu yüzden hakkında kötü hislere kapılmak da istemiyordum. Bana güzel demişti fakat kendisi daha güzeldi. Kumral, uzun, hafif dalgalı saçları vardı ve kakülü alnını kapatıyordu. Oldukça beyaz bir tene sahipti. Gözleri ise maviydi. “Teşekkür ederim, o senin güzelliğin,” diye karşılık verdiğimde az önceki soğukluğunu tuzla buz edecek şekilde gülümsedi, bakışlarını benden çekip etrafta gezdirdi, “Benimki de burada,” dedi kısık bir sesle. Anlamadığım için baktığı yöne doğru başımı çevirdim. Çalışanlardan bir tanesiydi. “Sevgilin mi?” Harelerini bana çevirdiğinde, “Keşke,” dedi mırıltıyla. “Varlığımdan haberi bile yok.” “Neden?” “Uzun hikâye,” dedi geçiştirircesine. Ardından başka bir komi geldi ve siparişlerimizi aldı. Bir süre sonra yemekler geldi ve yemeğe başladık. Babam ve Savaş Abi iş konuşuyor, annemle, Narin Abla ise günlük hayatlarından bahsediyorlardı. Derin ise ara ara sevdiği çocuğu kesmekle meşguldü. Beril ve ben sıkıntıdan ölmek üzereyken, “İzninizle ben bir lavaboya gideyim,” dedim ve masadan kalkarak lavabonun yerini bulmaya çalıştım. Bulmayı beceremediğimde görevlilerden birisine sordum. Üst katta olduğunu öğrenince merdivenlere doğru yöneldim. Restoran başlı başına bir yapıttı. Lavaboda işimi hallettikten sonra gözüm terasa takıldı. Biraz hava almanın sıkıntı çıkaracağını düşünmeyerekten terasa çıktım ve temiz havayı içime çektim. Bedenim anında soğuğu kapmıştı. Biraz daha ilerleyerek uç kısma doğru gittim. Manzara denize bakıyordu. Yapay da olsa ışıklandırmalar eşsiz bir güzellik sunuyordu gözler önüne. Biraz daha orada kaldıktan sonra iyice üşüdüğümü hissettiğim için içeriye geçmek üzere hareketlendim ancak duyduğum sesin beraberinde olduğum yerde kaldım. “Üşümek için biraz geç kalmadın mı?” Üzerinde deri bir mont vardı. Altında ise yine deri montuyla aynı renkte siyah bir kot. Saçlarını yukarıya doğru şekillendirmişti ve parfümünün kokusu benimkini bastırıyordu. “Direnç?” dedim sorgularcasına. “Sen neden buradasın?” Silik bir gülüş sergiledi. “Bundan sonra daha sık görüşeceğiz.” Kaşlarım gözlerimin üzerine düşerken, “Anlamadım?” dedim. Derince bir iç çekti, “Üşüdün, içeriye geç,” diyerek beni orada bıraktı. Tuhaf tavırlarını daha sonra sorgulayacaktım. Vakit kaybetmeden aşağıya indim ve oturduğumuz masaya gittim. “Buse, gel kızım,” diyen babama sorarcasına baktığımda, “Anlaşmayı yaptık,” dedi büyük bir heyecanla. “Artık ortak çalışacağız.” Sevincim büyük oranda yüzüme yansırken, “Tebrik ederim, babacığım,” diyerek gülümsedim. Akabinde Savaş Abi’nin sesini duydum. “En büyük yardımcımız olan oğlum da geldi.” Bakışlarımı herkesin baktığı o yöne çevirdiğim an boğazıma bir yumru oturdu, yüzümdeki gülümseme yavaş yavaş silindi. Direnç Erguvan? Bölüm Sonu. Düşünceleriniz? En beğendiğiniz sahne? Az çok demeyelim yorum ve oy atmadan geçmeyelim lütfen... 💚 Diğer bölümlerde görüşmek üzere 🥺<3 |
0% |