@tubamis
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 2 - Yanlış Tahmin Başımı cama yaslamış bir vaziyette, özel lüks aracım olan halk otobüsü ile okula doğru yol almaya devam ederken, telefonum şiddetli bir şekilde titreyince totoma etkileşim veren telefonumu kotumun arka cebinden çıkardım. Başımı yasladığım yerden uzaklaştırırken telefonun tuş kilidini açtım. Gözlerim kısıldığında, bilmediğim numaradan gelen mesaja karşın yüzüm ekşimişti. Mesaj içeriğini görmek üzere mesaj bildirimine tıklarken gördüğüm manzara yutkunmama sebep oldu. O sırada yanlışlıkla dilimi ısırdım. “Aah!” dedim öfkeyle. “Sırasıydı zaten!” Dilimin acısını boş vererek gelen mesajı okumaya başladım. “Seni görmediğim her an seni düşünüp aşkından ağlamaktan bıktım artık… Söylesene bir tanem, bana haksızlık etmiyor musun? Gerçek o ki kavuşacağız… Az kaldı… Belki yine ağlayacağım ama bu sefer senin kollarının arasında ağlayacağım ve bu… mutluluktan olacak. Olacak… Değil mi?” Kimdi bu? Gerçekten… kimdi bu? Kim benim fotoğraflarımı çizecek kadar bana âşık olabilirdi? Ya da benimle alay mı ediyordu? Peki, yazdığı bu şey… Umarım şu soyu tükenmek bilmeyen ve insanlarla eğlenmeyi seven aptallardan falandı. Lütfen öyle olsundu! Her ne kadar bu olaya moralim bozulsa da umursamamaya çalışarak telefonu kilitledim ve başımı tekrardan cama yasladım. Ancak pek mümkün olmayacak gibiydi. Deli gibi mesajı kimin gönderdiğini merak ediyordum. Acaba… arkadaşlarımdan birisi olabilir miydi? Otobüsün gürültü çıkaran motor sesini kulağıma aniden dolan müzik sesi keserken, ne zaman otobüse bile bindiğini anlamadığım ve kulağıma kulaklığının tekini takan Mehmet’e boş bir şekilde baktım. “Bu kadar zengin olup otobüse binmen ne kadar etik?” Mehmet benim en yakın arkadaşlarımdandı. Oldukça özel bir dostluk ilişkimiz vardı. Lisede tanışmıştık fakat sanki her anımda yanımda gibiydi. Yeri farklıydı. Öyle de kalacaktı. Düşüncelerim Mehmet’in, “Hayatı öğreniyorum ben,” demesiyle bir toz bulutu gibi dağılırken gözlerimi kıstım. Hafifçe sırıttı ve “Dikkatini müziğe vermelisin,” diyerek ikazda bulundu. Bunun üzerine daha önce dinlemediğim şarkının sözlerine kulak astım. Şarkı oldukça hoşuma giderken harelerimi Mehmet’e çevirdim. Beklemediğim bir şekilde göz göze gelince ifadesizce yüzüne baktım ve “Şarkıyı beğenip beğenmediğimi öğrenmek için mi yüzüme bakıyorsun?” diye sordum. Dediğimin üzerine afalladı, bir süre sessiz kaldı ve en son kendini toparlayarak konuşmayı başardı. “Beğendin mi?” Onaylarcasına başımı salladım. “Beğendim.” Gülümsedi. “Sevindim.” “Neden?” Biraz yersiz bir soru sormuş olabilirdim ancak ben gereksiz bir şeyi dile getirmezdim. Eğer bir şeyi dile getiriyorsam... haklı sebeplerim mutlaka olurdu. Mehmet bana anlamsız gözlerle bakarken sorarcasına kaşımı kaldırdım. “Ne?” Omuz silkerek, “Öylesine,” dedi ve harelerini yüzümden çekerek elleriyle oynamaya başladı. Genel olarak verecek bir cevap bulamadığında elleriyle oynardı. Onun bu hallerini es geçerek sol kolumdaki saate baktım. Ev ile okulun arası yaklaşık kırk dakika sürüyordu. Şu an ise okula varmamıza yirmi dakika gibi bir süre kalmıştı. Bu yüzden gözlerimi kapatarak uyku moduna geçiş yaptım. *** Ne kadarlık bir süre geçtiğini bilmeden omzumda bir el hissettiğimde, yüzümü buruşturarak gözlerimi araladım ve başımda dikilen Mehmet’e baktım. “Gemi batıyor prenses. Kaç kurtar kendini.” “Ne?” dedim anlamsızca. “Kalk istersen. Yetiştik,” dediğinde homurdanarak yerimden kalktım ve Mehmet’in arkasından ineceğimiz kapıya doğru yöneldim. Durması için düğmeye bastım ve otobüs durunca da otobüsten indim. Daha doğrusu indik. Okul merdivenlerini tırmanmaya koyulduğumda Mehmet hiçbir şey demeden sağ tarafa doğru yöneldi. Bense aldırış etmeyerek okula girdim ve sınıfıma çıktım. Bugün her zamankinden daha erken geldiğim için henüz sınıfta hiç kimse yoktu. Çantamı masama koydum ve sırama oturarak geçen gün izlemek için indirdiğim korku filmini açtım. Kulaklığımı taktıktan sonra rahat bir pozisyon alıp filmi izlemeye başladım. Korku filmlerine bayılıyordum. Özellikle cinler ile ilgili olanlarına. Pek korktuğum söylenemezdi ama bazı sahneler elbette ki irkilmeme sebep oluyordu. Filme tamamen odaklandığım sırada kucağıma bir şey düşünce yerimde sıçradım ve filmi durdurarak kucağıma düşen şeye baktım. Bu benim en sevdiğim çikolataydı! Karam... Kimin attığına bakmak için başımı sol tarafıma doğru çevirince Melis’i gördüm. Melis benim en yakın arkadaşımdı. “Biraz çikolata ye de beynine kan gitsin, Buse.” Bozuk bir surat ifadesiyle, “Yemeyince gitmiyor mu?” dedim, histerik bir kahkaha attı. “Gidiyor canım, şaka yaptım.” Melis’e kıkırdarken kucağımdaki çikolatayı elime aldım ve paketini açarak küçük bir ısırık aldım. Yutkunduktan sonra aklıma gelen şeyle, “Melis!” diye bağırdım. Melis korkuyla bana baktı. “Ne oldu kızım? Ne ciyaklıyorsun yine?” Vakit kaybetmeden Melis’e bilmediğim numaradan gelen mesajı gösterdim. “Sıçtık! Kim olabilir ki bu?” Umutsuzca omuz silktim. “İnan hiç bilmiyorum.” “Numarayı sorguladın mı?” Hayır anlamında başımı salladım. “Hemen bakayım.” Telefonu açıp bilinmeyen numarayı kopyaladım ve gerekli uygulamalara girip sorguladım. Ama nafileydi. Hiçbir veri yoktu. Dudaklarımı büzdüm. “Bir sonuç yok.” Ağır ağır başını salladı. “Halledeceğiz.” Dersin başlamasına son beş dakika kaldığında sınıf çoktan dolmuştu. Mehmet sınıfa geldiğinde Melis yerinden kalkarak, “Ben gidiyorum,” dedi ve öpücük atarak yanımdan ayrıldı. Maalesef ki Melis'le farklı sınıflardaydık. Ben 12-C, Melis ise 12-E’deydi. Çok geçmeden zil çaldı ve hoca geldikten sonra derse geçtik. Yarım saati çoktan bitirmemize rağmen hiçbir verim alamamıştım. Canım sıra arkadaşım Mert, uyuyordu. Benim ise aklım o mesajdaydı. Mesajı kimin attığındaydı. *** “Sana yıllar önce tekrardan geleceğimi söyledim,” dedi ciddi bir sesle. “Geldim. Bu sözümü asla unutmamanı söyledim. Unuttun. Ama o ki Buse… Sen benim yıllarca özlemini çektiğim tek kadınsın. Senin buraya gelmeni ben istedim çünkü artık sana verdiğim sözü tutmamın zamanı gelmişti. Ve kendini buna hazırla, artık her anında ben varım.” Bilinmeyen bir numara. Bilinmeyen bir kişilik. Bilinmezliklerin bulduğu bahtsız kişi Buse Uluer. Yani ben. Düşünmekten kafayı yediğim saatlerde oldukça güçlü bir ses, “Buse!” diye bağırınca yerimden sıçrayarak, “Efendim, anne?” diye annemin ikazına karşılık verdim. Birkaç kez daha sanki adımı seslendiğini duymuştum ancak idrak edememiştim. “Anne?” Bir süre sessiz kalarak annemden cevap bekledim. Vermeyeceğini anladığımda pes ederek sıcacık yorganımın altından kalktım ve sinirli bakışımı takınarak mutfağa geçtim. “Anne! Neden geri cevap vermiyorsun?” Elindeki tabağa yeni pişirdiği poğaçalardan koyan annem göz ucuyla bana baktı. Poğaçaların enfes kokusu iştahımı kabartırken tepsiye uzandım ve pofuduk poğaçalardan bir tanesini elime aldım. Ben poğaçamı ısırırken annem, “Duymadım, kızım,” diye karşılık verdi. Ardından tüm tabak dolduğunda ise tabağı bana uzattı. “Bunu Aysel Teyzene götürebilir misin?” Üşengeçliğimden dolayı hiç de cazip gelmeyen bu fikir anneme oldukça hoşnutsuz bir surat sunarken belki şansım vardır düşüncesine kapıldım ve ağzım dolu bir vaziyette, “Borol gotorso?” diye sordum. Kaşları çatıldı. Bu, ‘ağzın doluyken konuşma’ uyarısıydı. Bunun üzerine yutkundum ve şirin bir şekilde gülümsedim. Annem ise olumsuz anlamda başını salladı. “Beril bana lazım, alışverişe çıkacağız birazdan.” Mırın kırın etmelerimin boşuna olacağını anladığım vakit kaderime boyun eğdim ve poğaçamın geri kalanını da mideme indirdikten sonra tabakla birlikte mutfaktan ayrıldım. Evin anahtarını da ceketimin cebine atarak yan tarafımızdaki tek katlı evde oturan Aysel Teyzeye gittim. Aysel Teyze bizim yaklaşık üç yıldır komşumuzdu. Pek kimi kimsesi yoktu. Altmışlı yaşlarının sonunda, oldukça tatlı bir kadındı. O, bizleri bir kızı gibi benimsemişti ve biz de onu bir anne edasıyla kucaklıyorduk. Oturduğum mahallenin en güzel yanı ise apartman dairelerinin olmamasıydı. Fazla yüksek yapıları sevmezdim. Korkum vardı. Buradaki evler ya iki katlı ya da tek katlı olurdu. Ormanlık bir alanın içerisindeydik, etrafımız baharda yeşillendiği vakit içim huzurla kıpır kıpır olurdu. Bunun yanı sıra bir de köpeğimiz vardı. Canım oğluşum; Gofret. Dışarının soğuğu hafiften ürpermeme sebep olurken kapıyı iki kez tıklattım ve akabinde bir adım geriye çekildim. Ancak kapıda herhangi bir hareketlilik olmamıştı. ‘Evde değil mi acaba?’ düşüncemi bastırarak tekrardan kapıya vurmak üzere elimi kaldırdığım an kapı açıldı. Oldukça sevecen bir şekilde, “Aysoşum, bak sana ne getirdim!” diye cıvıldamama fırsat bile kalmadan sözcüklerim dudaklarımın arasına mühürlendi, harelerime yansıyan beden gözbebeklerimi büyüttü. “Aysel Teyze!” Her zaman güler yüzle kapıyı açan Aysel Teyze şu an karşımda ayakta duramayacak kadar bitkin ve her an bayılacakmış gibi duruyordu. Aceleyle elimdeki tabağı pencere pervazına koydum ve Aysel Teyzeyi içeriye taşıyarak koltuğa oturmasına yardımcı oldum. Tir tir titriyordu. Dehşetle, “Ne oldu sana böyle?” diye sordum. Cevap veremedi, acı çekercesine küçülen irisleri ile bana baktı. Dudaklarını araladığında konuşmakta zorlanacağını anladığım için başımı iki yana salladım ve “Kendini zorlama,” dedim. “Ben şimdi bir yolunu bulacağım.” Ayağa kalkarken annemi aramanın mantıklı olduğunu düşünerek ceplerimi yokladım fakat telefonumu yanıma almayı unutmuştum. Panikle etrafa bakındım ve o an gözüme çarpan telefona doğru hızla ilerledim. Masanın üzerindeki, Aysel Teyzenin, telefonunu elime aldım. Annemin numarasını çabucak tuşlarken telefonu kulağıma götürdüm ve annemin açmasını bekledim lâkin annem telefonu açmıyordu. Birkaç kez daha denemiştim fakat sonuç değişmemişti. Elim ayağım birbirine dolaşmaya, Aysel Teyze de kötüleşmeye devam ediyordu. Bunun üzerine aklıma aslında ilk gelmesi gereken şeyi yaptım ve ambulansı aradım. Ambulans gelene kadar da olabildiğince Aysel Teyzeyi sakin tutmaya çalıştım. Ambulans çabucak geldikten sonra vakit kaybetmeden hastaneye gittik ve Aysel Teyze acilde gözetim altına alınırken çaresizce doktordan gelecek haberi beklemeye başladım. Yaklaşık on dakika sonra telefon çaldığında ekranda annemin adını görünce çağrıyı anında yanıtladım. “Anne neden aradığımda telefonu açmadın?” Hastanede olduğumu bildiğim için sesimi yükseltmemeye özen göstermiştim ancak öfkemi gizleyememiştim. Annem ses tonumu garipsemiş olacaktı ki, “Buse?” dedi sorarcasına. Ardından nefeslendi. “Kızım telefonu şu an elime aldım... görür görmez de hemen aradım.” Annemin dediklerini anlayışla karşılarken olanları anneme anlattım ve telefonu cebime atarak dirseğimi koltuğun koluna yasladım. İşaret parmağım ve yüzük parmağım kaş hizamla temasa geçerken annemin beni Aysel Teyzeye göndermesine içten içe şükrettim. Geçen yirmi dakikanın ardından doktor muayeneden çıktığında koşarcasına yanına gittim. Ben daha konuşmadan, “Diyabet,” dedi. “Değerleri oldukça yükselmiş. Endişelenecek bir durum söz konusu değil ancak bir gün gözetim altında tutacağız. Geçmiş olsun.” Hafifçe tebessüm ederek, “Teşekkürler,” dedim ve kalktığım koltuğa geri oturdum. Kaşlarım pervasızca gözlerimin üzerine düştü. Bugüne kadar bir hastalığının olduğunu bize söylememesi... garip gelmişti. Acaba annem biliyor muydu diye düşündüğüm esnada annem görüş açıma girdi, hızlı adımlarla yanıma gelerek, “Buse!” dedi telaşla. Annemin korkar ve endişeli yüz ifadesine karşın samimi bir şekilde gülümsedim ve “Birazdan normal odaya alırlar,” dedim onu rahatlatırcasına. Bakışları anında normale dönerken, “Oh, çok şükür,” diyerek mırıldandı. “Nesi varmış annem?” “Diyabet,” diyerek söze girdiğimde annemin de kaşları çatıldı. “Diyabet mi? Bundan bize hiç bahsetmedi.” Omuz silktim. "Bilmiyorum anne... bir gün gözetim altında tutulacakmış ama ciddi bir durum yokmuş. Değerleri yükselmiş.” Herhangi bir tepki vermedi. Biraz sessiz kaldıktan sonra harelerini bana çevirdi. “Buse, sen eve git kızım. Beril yalnız kalmasın.” Ne kadar isteksiz olsam da annemi onaylamak zorunda kalmıştım. Ardından annem bana nakit para uzattı. “Otobüs bileti alırsın.” Parayı alıp ceketimin cebine sıkıştırdıktan sonra hastaneden ayrıldım ve otobüs durağına doğru yol aldım. İzmir’de akşamüstleri hava daha da soğuk olurdu. Sabahları ise Kasım ayında olmamıza rağmen oldukça sıcak olabiliyordu. Farklı bir iklim tipi yaşanıyordu İzmir’de. Buna rağmen İzmir’i seviyordum. Diğer şehirler beni boğacak gibi olurken burası nefes almamı sağlıyordu. Düşünmen gereken şey İzmir’e olan aşkın değil, bilet almak. İç sesime uyum sağlamayı başararak gişeye doğru ilerledim ancak harelerim yerde yatan beyaz güle takılmıştı. Nedendi bilmiyorum ama beyaz gülleri diğer renklere göre daha fazla seviyordum. Yere doğru eğilerek gülü mutlulukla elime alırken bir anda ne olduğunu anlamadığım büyük bir gürültü koptu ve kafam sert zemine tuğla gibi çakıldı. Dudaklarımdan küçük bir inilti dökülürken acıyla yüzümü buruşturdum. Üzerimdeki ağırlığı taşıyabileceğimden de emin değildim. Sanki üzerime bir insan değil de otuz tonluk dev kaya kütlesi düşmüştü. Neler olduğunu idrak etmeye çalışmayı bırakıp üzerimdeki bedenin sahibine baktım. “Eziliyorum!” diye bağırdığım vakit yüzüme bile bakmadan ağırlığını üzerimden çekti ve alelacele ayağa kalktı. Peşi sıra ben de ayaklandım, sinirli ve delici bakışlarımı yüzüme bakma teşrifinde bile bulunmayan kumral şahsa diktim. “Sen delirdin mi! Hayvan mısın sen? Koşarken önüne bakmayı öğretmediler mi sana?!” Birisini kovalıyor veya birisinden kaçıyor gibiydi. Harelerini nihayetinde etrafı kolaçan etmekten alıp bana çevirirken, “Kulak zarımı patlattın,” dedi asabi bir tavırla. Akabinde gözleri şaşkınlıkla büyüdü. “Siktir!” Aynı şaşkınlık beni de bulduğunda, “Boran?” dedim sorarcasına. Dudaklarına çirkin bir gülümseme yerleşirken, “Busecik,” dedi çirkin sesiyle. “Seni görmek ne kadar da güzel bir tesadüf.” Boran’ın dediklerini ve varlığını zerre umursamayarak gitmek adına sağa doğru kaydım fakat o da benimle birlikte sağa kaydı. Sola kaydım bu sefer de sola geldi. Başımı kaldırarak Boran’a baktım. “Geçen ki aldığın acı sana yetmedi sanırım,” dedim sinirle. O ise kahkaha attı. “Masaj gibiydi güzelim.” Yine ansızın karşıma çıkmıştı ve saçma bir kavgadan sonra özel uzvuna tekme atmıştım. Acıyla yerde kıvranması aklıma geldiğinde hafifçe sırıttım. “Yüz ifaden hiç de öyle demiyordu ama... ne iş?” Sessizce soludu. “Sabrımı, sınama.” Ah evet! Takıntılı sapığım Boran... “Git başımdan,” diyerek yürümeye devam etmeye çalıştığımda gözlerini ters yöne doğru dikkatle dikti. Orada bir şey mi var diye kafamı o yöne çevirdiğim an ayaklarımın yerden kesilmesi bir oldu. Boran’ın kafasıyla göz göze gelirken güçlü bir çığlık attım. “Bırak beni seni orangutan kuyruğu,” diye cırlarken Boran beni dinlemeyerek yürümeye başladı. Hastaneden iyice uzaklaşmış olacaktım ki etrafta kimsecikler yoktu. Güpegündüz kaçırılıyordum. Kafamı eğerek dişlerimi gösterdim ve Boran’ın kafasını fena bir şekilde ısırdım. Kolumla da sırtını sıkarken daha fazla dayanamadı ve beni yere bırakmak zorunda kaldı. “Sen nasıl dişlek birisin kızım böyle!” diyerek dişlerinin arasından tıslarken, “Ah, kafam...” diye de ekledi. Kolumdaki çantayı kaldırımın bir köşesine fırlatırken totosuna güçlü bir tekme savurdum. Küfürler mırıldanırken bir anda doğruldu ve kollarımı sıkıca tutarak, “Vursana bir kez daha,” dedi ima edercesine. Ardından kollarımı biraz daha sıktı. “Duyamıyorum seni?” İçimde patlamalar yaşayan endişe ve korkunun beraberinde ne yapacağımı düşünürken, nereden geldiğini anlamadığım ama Boran’ın yanağına aldığı sert darbeyle olduğum yerde irkildim. Boran yana doğru yalpalanırken kollarımı serbest bıraktı. Görüş açıma yüzünde kar maskesi olan şahıs girdiğinde beni bileğimden hafifçe tutarak arkasına aldı. O sırada Boran da kim olduğunu bilmediğim şahsa yumruk attı. Fakat o, bundan etkilenmemişti. Derin bir nefes alıp verdi ve Boran’a bir yumruk daha attı. Bir yumruk daha ve bir kez daha... Boran yere düşerken o, bana baktı. Aslında Boran’ın dayak yemesi zerre umurumda değildi çünkü hepsini hak ediyordu lâkin başına bizim yüzümüzden bir zarar gelmesini istemezdim, bu yüzden maskeli şahıs, Boran’a tekme atacağı esnada onu tuttum ve “Bırak,” dedim sakince. “Ne hali varsa görsün.” Dediğimin üzerine ayağı havada kaldı. Bana bakarak ayağını yere indirecek gibi oldu ancak bunun aksine sert bir tekme savurdu. Dehşetle ona bakarken hiçbir şey demeden kaldırıma fırlattığım çantamı yerden alarak sessizce oradan uzaklaştım. Daha doğrusu uzaklaşamadım. Elimden sıkıca tuttu ve beni, gittiğim yönün tersine doğru çekiştirdi. Bu sırada yerde yatan Boran’a baktı. “Yat kalk bu kıza dua et yoksa çok daha kötü şeyler olabilirdi!” Sinirle soludu ve “Bir daha bu kızın yanına yaklaşmaya cüret bile etme. Sakın!” diye kükreyerek beni bir arabaya doğru çekiştirdi. Elimi ondan çabucak kurtardım ve “Ne yapıyorsun sen?!” diye bağırdım. “Elin kanıyor.” Kaşlarım çatıldığında, “Ne?” diye sordum. Mimik barındırmayan yüz ifadesiyle bakışlarını sol elime çevirdi. Bunun beraberinde eş zamanlı olarak ben de elime baktım. Beyaz gül hâlâ elimdeydi ve dikenleri elimi kanatmıştı. Kanım korkunç bir şekilde beyaz gülle bütünleşmişti ve gerçekten rahatsız edici bir görüntüsü vardı. “Bir şey olmaz,” dediğimde tek kaşı havalandı. “Sinir hücrelerin yok sanırım.” Elimin beraberinde başımın sızısı da renk verdiğinde elimi ağrıyan yere yerleştirdim. Hafif bir şişlik vardı. Sakinliğimi korumak adına derin bir nefes alıp verdim. “Soruma cevap vermedin,” dediğimde hafifçe sırıttı. Elini montunun cebine atarak küçük bir su şişesi çıkardı ve kanayan elimi ellerinin arasına alarak suyu elime döktü. Suyla temasa geçtiği an canım yanarken konuşmama fırsat bile vermeden peçete çıkardı ve elimi silmeye başladı. Birkaç saniye sessizliğin ardından, “Başına daha fazla bela almadan arabaya biner misin?” diye sordu. “Seni eve bırakayım. Zaten bu siktiğimin ıssız sokağında ne işin var anlamıyorum.” Sinirliydi. Lakin... kimdi bu? Düşüncelerimden sıyrılıp ona, onun yaklaşımı ile yaklaştım. “Senin ne işin var peki bu siktiğinin ıssız sokağında?” “Beni sorgulamak sana düşmez.” Başımı olumsuzca iki yana sallayarak arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Fakat bu çok sürmeden yanıma gelip tekrardan elimi tuttu ve hafifçe çekiştirdi. Elimi ondan kurtardım ve “Kimsin?” diye sordum. Sessiz kalmakla yetinirken ayakuçlarımda yükselerek elimi maskesine attım. Boyu benden oldukça uzundu. Tam o sırada elimi tuttu, “Sakın!” dedi. Gözlerine baktım. Karanlık iyice çöktüğü için ne renk olduğunu seçemiyordum. Ama sanki göz yapısı ve sesi Mehmet’e benziyordu. Ya insanların seslerini ayırt etme refleksim berbattı ya da Mehmet’le maskelinin sesleri birbirine çok benziyordu. Düşüncelerimi sesli bir şekilde dışa vurduğumda, “Mehmet?” dedim sorarcasına. O an bileğimde olan eli gevşedi ve aniden elimi serbest bırakınca elim aşağıya düştü. Anlamadığım bir şekilde gülerek, “Mehmet,” diye tekrarladı. Ve arabasına binerek hızla gözden kayboldu. Bölüm Sonu. Evett, nasılsınız bakalım? Bölüm nasıldıııı? Az çok demeyelim oysuz geçmeyelim 🥺💖 İlk bölümler bir tık karışık, karakterler fazla gelebilir. Ancak ileri ki bölümlerde her şey rayına oturacaktır. Diğer bölüm içinse keyifli okumalaarr 💅🏻 Cici bakın kendinize 🖤 |
0% |