Yeni Üyelik
22.
Bölüm

Bölüm 22 - Şüphe

@tubamis

Tehlikeli Fısıltı

Bölüm 22 - Şüphe

Özlemek neydi?

Ya da içindeki anlamsız özlem hissi neydi?

Ya da hiçbir şeyin olan birisini özlemek neyin nesiydi? Onu günlerce düşünmek, sürekli görme umuduyla güne başlamak, sesini bile duymayı arzulamak nelerin habercisiydi? İçinde büyük bir boşluk sezmek ancak neden olduğunu bilmemek… tüm bunlar neydi?

“Buse?” diyen sese odaklanırken dalgınlığımı bir kenara bırakıp bana boş gözlerle bakan Melis’e baktım. Ağzımda duran pipetin varlığını tekrar hissederken bardaktaki meyve suyunu içime çektim. Değişik bir tadı vardı bunun. Sevmiştim.

Bakışlarımı Melis’ten geri çekip pervasız bir şekilde karşıma bakmaya başlarken, “Düşünüyorum,” dedim ciddi bir ifadeyle. Ciddi ve bir o kadar da kafası karışık bir ifadeyle. “Günlerdir neden Mehmet’ten uzak durmam gerektiğini düşünüyorum.”

Kendimden bağımsız, kaşlarım gözlerimin üzerine bir perde gibi indi. Bir süre sessiz kaldım. Aklımdan çok şey geçiyordu ancak ne bunu dile getirebiliyordum ne de kavramları birleştirebiliyordum.

Arkama doğru yaslandıktan sonra kollarımı göğsümde birleştirirken kendimi cinayet ekibinde çalışan komiser gibi hissetmiştim. Sanki ortada bir cinayet vardı ve cinayetin çevresindeki herkes şüpheliydi. Delilleri bulup katili bulmak o kadar da kolay değildi.

Önce Direnç’in dediklerini getirdim aklıma, sonrasında ise Erim’in. İkisinden de farklı farklı izlenimler yakalamaya çalıştım. Harelerimi tekrardan Melis’e çevirdim. Mavi harelerinden anlaşılacağı o ki az önceden beri pür dikkat beni dinlemişti.

“Aklımı toparlayamıyorum Melis. İkisinin de durduk yere, sebebini bana açıklamadan, yıllardır tanıdığım arkadaşımdan uzak dur demelerini anlayamıyorum. Onların gördüğü, benim göremediğim şey ne tam olarak?”

Melis’in tek kaşı havaya kalkarken hareleri yüzümde gezindi. Dolgun dudakları hareketlenirken, “Mehmet’i neden bu kadar tanıdığından eminsin Buse?” diye sordu. “Evet, haklısın. Ne Direnç ne de Erim hayatımıza gireli çok bir zaman olmadı. Hatta Direnç’i neredeyse hiç ama hiç tanımıyoruz. Ama Mehmet’i neden tanıyor gibi davranıyoruz? Okul dışındaki hayatı… kişiliği… herkes yanıltıcı şeyler yapabilir Buse. Ben…”

Merakla Melis’in dediklerini dinlerken bir anda duraksayınca kaşlarımı çattım. “Sen?”

Nefeslendi. “Ben açıkçası ikisinin de durduk yere Mehmet’ten uzak dur dediğini düşünmüyorum. Sence de artık Mehmet’in üzerine düşmemizin vakti gelmedi mi?”

Kaşlarım hâlâ çatıktı. “Daha mı yakınlaşmam gerekiyor?”

“Başka çaremiz mi var? Eğer Erim’in dediği gibi sana arkadaş gözüyle bakmıyorsa, kendisini ele verecektir.”

“Haklısın,” dedim usulca. Meyve suyu bardağını elime alıp tekrardan arkama yaslanırken harelerimi yeniden Melis’e çevirdim. “Kafana takılan başka düşünceler var gibi hissediyorum.”

“Var,” dedi cevabını hiç geciktirmeden. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra hırkasının kapüşonunu kafasına geçirdi. “Gizli numarayı Mehmet’ten daha çok merak ediyorum. Ve bir teklifim var, Buse.”

“Söyle.”

“Ortaokuldan arkadaşım var. Adı Eren. Böylesi gizli numara işlerinden falan oldukça anlıyor. Ben çözebileceğini düşünüyorum.”

“Bunu neden daha önce söylemedin Melis?”

“Ay çocuğun varlığını unutmuşum yeni hatırladım,” dediğinde kıkırdadım. “Geçmiş biraz kalabalık olunca hafıza ne yapsın…”

“Sus,” dedim Melis’in haklılığının verdiği payla. Ardından ekledim. “Ne zaman yapacağız?”

“Ben birazdan arayacağım Eren’i. Ama senin telefonunu bana vermen gerekiyor. Birlikte gitmeyelim, malum izleniyorsun. Yedek telefonun vardı sanki evde?”

Onaylarcasına gözlerimi kırpıştırdım. “Eski hattım da takılı onda. Haber vermek için onu ararsın.”

“Tamamdır.”

Oturduğumuz masadan kalktıktan sonra hesabı ödedik ve kafeden çıkarak otobüs durağına doğru ilerledik. Birkaç gündür yağmur yağıyordu. Yağmurla birleşen toprağın kokusunu soluduğumda aklıma istemsizce Erim geldi. Bir insanın kokusu nasıl olurdu da bu kokuya benzerdi?

“Buse,” dediğinde düşüncelerimden sıyrılıp Melis’e baktım.

“Hmm?”

“Ben bir markete gidip geliyorum. Annemin aldıracakları vardı. Gelirsen gel.”

Hayır dercesine başımı salladım. “Hava güzel. Burada beklerim.”

Melis öpücük atarak yanımdan uzaklaşırken durağa oturup ellerimi iki yana koydum. Etraf oldukça sessizdi. Yalnızca yağmurun atıştırma sesi doluyordu kulağıma ve bu beni gerçekten mutlu ediyordu. Başımı gökyüzüne doğru kaldırarak gözlerimi kapattım, hafifçe gülümsedim.

“Vuse!”

Duyduğum sesle birlikte gelen şaşkınlık ifadem anında yüzüme yerleşirken gözlerimi açtım ve sesin sahibine baktım. “Atlas!” Atlas anında kucağıma atlarken belinden kavradım ve yanaklarına öpücük kondurduktan sonra Atlas’ı kucağımdan indirdim. “Ne yapıyorsun sen burada tek başına?”

“Atlas!”

Atlas’la eş zamanlı bağıran sese bakarken Erim bir hızla yanımıza doğru geldi ve Atlas’ı kendisine doğru çekti. “Atlas! Nereye gittin bir anda? Aklım çıktı! Ya başına bir şey gelseydi?”

Atlas yaşadığı mahcubiyetle başını önüne eğerken Erim’e baktım. “Neden bağırıyorsun çocuğa? Görmüyor musun benim yanımda, güvende.”

Kahverenginin en koyu tonlamasına hâkim olan harelerini bana çevirdiğinde kalp atışlarım harlanmaya başlamıştı. Yutkunma kavramının anlamını unuttuğum bu dakikalarda anımsadığım tek şey Erim’in bana karşı olan bakışlarıydı.

“Gördüğü halde güvenmemeyi bana birisi öğretti.”

Dudaklarımı birbirine zoraki bastırırken içimden bir şeylerin kırılma seslerini duyuyor gibiydim. Erim, Atlas’ın elini kavrarken, “Bir daha yanımdan uzaklaşma Atlas,” dedi daha sakin bir ses tonuyla.

“Özür dilerim, abi. Sadece Vuse’yi gördüğüm için sarılmak istedim.”

Atlas kırık olan kalbimi bir nebze de olsa yumuşatırken gülümsedim. Saçlarını karıştırmak için elimi Atlas’a doğru attığım an Erim, Atlas’ı arkasına aldı. “Dokunma.” Ardından hiçbir şey demeden Atlas’la birlikte yanımdan uzaklaştı.

Çıktığımız kafenin çaprazındaki veterinere girdikten bir süre sonra elinde kedi taşıma çantası ile çıktı. “Duman…” dedim mırıldanırcasına. Refleksmiş gibi ileriye doğru bir adım attığımda gerçeği anımsamam çok uzun sürmemişti.

En çok gitmek istediğim yeri kendi ellerimle uzaklaştırmıştım kendimden.

Erim, Duman’ı arabaya koyduktan sonra Atlas’ı da yanına oturttu. Arka kapıyı kapatıp şoför koltuğuna geçeceği sırada göz göze geldik. Sanki daha önce hiç göz göze gelmemişiz gibi gerilmiştim. Oldukça boş gözlerle baktı Erim bana. Eskiden baktığı gibi bakmasını diledim ancak olmadı. Bakışlarını anında benden alarak arabaya bindi, hızla gözden kayboldu.

Neden yanmıştı canım bir kez daha?

“Heykel mi olmaya karar verdin?”

Melis’e oldukça boş bir şekilde bakarken, “Erim’i gördüm,” dedim. “Duman’ı veterinere getirmiş.”

“Konuştunuz mu?”

Olumsuz anlamda başımı salladım, “Karşılaşmamamız gerekiyordu,” dedim yaşadığım kırgınlıkla. “Hiç alışık değildim o bakışlara.” Otobüsün geldiğini fark ettiğimde, “Koş, Melis,” dedim ve anlık boşluktan faydalanarak konuyu kapatma girişiminde bulundum. Otobüse bindikten sonra boş koltuklardan birisine yerleştik.

“Mehmet’i ne yapacağız?” diye sorduğumda Melis harelerini bana çevirdi. “Sen bugün ara onu. Evine falan git. Belki bir şeyler bulursun.”

“Eski numaramdan ararsam sorgulamaz mı? Ona bu durumu söylemek istemiyorum açıkçası.”

“Doğru. Şimdi ara o halde.”

Cebimden telefonumu çıkardım ve kilidi açtıktan sonra rehbere girdim. Mehmet’in ismini bulduktan sonra arama tuşuna basarak telefonu kulağıma doğru götürdüm. Melis de dibime sokulmuştu. Üçüncü çalıştan sonra cevap verdi. “Efendim?”

“Ne yapıyorsun?”

“Sıkılmaca. Evdeyim öyle. Sen ne yapıyorsun?”

“Ben de Melis’leydim. Müsaitsen görüşelim mi bugün?”

“Olur. Nerede?”

“Evine yakınım aslında şu anda. Gelebilirim istersen?”

“Bekliyorum.”

“Görüşürüz.”

Mehmet’in cevabını beklemeden telefonu kapattığımda, “Dünden razı,” dedi Melis. “Baksana hiç sorgulamadı.”

Eve yaklaştığımızda uzanarak düğmeye bastım. “Umarım kötü şeyler olmaz.”

“Dikkatli ol. Bir şey olursa hemen ara beni. Ya da çaldır. Ben ararım.” Otobüs durmak üzereyken kıkırdayarak Melis’in yanağını öptüm ve telefonumu Melis’e verdim.

“Ödemeli atarım.”

Otobüs durduktan sonra indim ve hızlı adımlarla eve gittim. Hafta içi olduğu için annemler evde değildi. Kuzenlerim de gideli üç gün olmuştu. Odama geçer geçmez eski telefonumu yerinden çıkardım ve şarja taktım, ardından Beril’in yanına geçtim. “Beril.”

Televizyon izliyordu.

“He.”

“Telefonumu Melis’e verdim,” diyerek söze başladım ve olanları Beril’e anlattım. “Annemlere telefonumun bozulduğunu, arayacak olurlarsa eski numaramı aramalarını söyle. Şimdi evden çıkacağım.”

“İşe yarayacağından emin misiniz?”

Omuz silktim. “Denemeden bilemeyiz.”

“Tamam, söylerim.”

Odama geri geçerek yüzde yirmi beş dolan telefonu şarjdan çıkardım ve alelacele evden çıktım. Üzerimi değiştirme ihtiyacı duymamıştım. Taksiye bindikten sonra adresi verdim ve Mehmet’in evine doğru yol aldık. Sokağa yetiştiğimizde şoför taksiyi yavaşça kenara çekti. Ücreti ödedikten sonra taksiden indim ve ağır adımlarımla eve doğru adımladım.

Nihayetinde kapıya varırken üzerimdeki gerginliği atmaya çalışarak kapıyı tıklattım ve bir adım geriye çekildim. Kapı açıldıktan sonra samimi olduğunu düşündüğüm sahte gülümsememi dudaklarıma yerleştirdim. “Ben geldim!”

Mehmet gülümserken, “Hoş geldin!” diyerek şakıdı ve içeriye geçmem için yan tarafa doğru çekildi. Kapıdan adımımı atarken ayağım kapı pervazına takılınca düşecek gibi oldum ancak Mehmet’in kolumdan tutması buna engel oldu. “Dikkat et.”

“Aynen ya.”

İçeriye geçtikten sonra montumu çıkardım ve koltuğa attım. Mehmet tek başına yaşamasına göre oldukça temizdi. Evinin büyüklüğünü de hesap edersek gerçekten temizdi. Koltuğa otururken, “Temizlikçi tutuyor musun bu ev için?” diye sordum.

Güldü. “Kendi başıma temizliyorum.”

Bıkkınlıkla gözlerimi devirdim. “Başak burcu ne de olsa.”

“Oyun oynuyoruz bugün.” Kaşlarım merakla havalandı. “Ne oyunu?”

“İsim, şehir.”

Gürültülü bir şekilde güldüm. “Çocukken oynardık bu oyunu.”

Umursamazca omuz silkti. “Biz de çocukluğumuza döneriz. Kötü mü olur?”

“Olmaz sanırım.”

“Defterle kalem kapıp geliyorum.”

Anlayışla başımı salladıktan sonra Mehmet odadan çıktı. Fırsattan istifade ayaklandım ve etrafa bakınmaya başladım. Ne aradığıma dair herhangi bir fikrim yoktu ancak belki gözüme bir şey çarpardı.

Duvarın köşe tarafında kalan tabloya bakarken hızlı adımlarla tablonun önüne gittim. Yüksek ihtimalle yağlı boya ile yapılan bu tablodaki çocuğun siması sebepsiz bir şekilde oldukça tanıdık gelmişti. Ama sanki belli olmasın diye de yüzünde renk cümbüşü vardı. Bu yüzden tam seçemiyordum. Kot pantolonumun cebindeki telefonu çıkarıp tablonun fotoğrafını çekeceğim sırada, “Güzel değil mi?” diye soran Mehmet’in sesini duyunca irkildim ve suçluluk duygusuyla tablodan uzaklaştım.

“Evet, daha önce dikkatimi çekmemişti.”

“Uzun süredir orada.”

“Kimi çizmişler?”

“Bilmiyorum ki. Hoşuma gittiği için almıştım.”

Anladığımı belli eden mırıltılar çıkarırken geri yerime geçtim ve arkama yaslandım. Mehmet elindeki defterler ve kalemlerden birisini bana verdikten sonra kendisi de karşı koltuğa oturdu. Ben isim, şehir, hayvan sıralamasını defterin boş bir kâğıdına yazarken Mehmet telefonundan dinlendirici bir müzik açtı.

Tek kaşım havalandığında, “Ay ışığı sonatı?” dedim sorarcasına.

“Hı-hım.”

“Çok uyumlu gerçekten oynadığımız oyunla.” Dediklerime kıkırdarken, “Sus,” diye karşılık verdi. “Harf sayıyorum. Dur de.”

“Tamam. Başla.”

“A,” harfini sesli bir şekilde söyledikten sonra geri kalan harflere içinden devam etti.

“Dur!”

“Ö.”

Büyük bir şaşkınlıkla gözlerim açıldı. “Ö’ye hangi ara yetiştin Memoş?”

“Hız benim göbek adım.”

Mehmet’e tepki vermeyip Ö ile aklıma gelenleri hızlıca yazdıktan sonra Mehmet’e çevirdim harelerimi. “On, dokuz, sekiz, yed…”

“Bitti. Senden başlayalım Buse Hanım, isim?”

“Ömer.”

“Özcan.”

Ömer isminin yanına on yazdıktan sonra hayvana geçtim. “Örümcek.”

“Ördek.”

“Ökse otu.”

Mehmet’in şaşkın bakışları beni bulduğunda ‘ne’ dercesine başımı salladım. “Ökse otu ne kızım? Bitki düşüneceğim diye aklım çıktı. Bulamadım da zaten.”

Keyifle sırıtarak yirmi yazdım. “Yaz sıfırı çabuk.”

“Önlük.”

“Örtü.”

“Özcan Deniz.”

“Özge Gürel.”

Puanımı topladıktan sonra skor kısmına yazdım ve kontrol amaçlı Mehmet’e baktım. O da puanını yazdıktan sonra, “Başlıyorum,” dedim. “A.”

“Dur!”

“G.”

G ile ilgili aklıma gelen her şeyi yazdıktan sonra Mehmet’e baktım. O çoktan bitirmiş duruyordu. “Neden geri sayım yapmadın?”

“Kıyamadım sana.”

Limon yemiş gibi suratımı ekşittim. “Oyun bu.”

Umursamazca omuz silkti. “Olabilir. Neyse, başlıyorum. Gökhan.”

Harelerimi kâğıdıma çevirip yazdığım isme baktım. “Gencer.”

“Giresun.” Sinirli bakışlarımı bir ok gibi Mehmet’e fırlatırken bozuk bir surat ifadesiyle beş yazdım. “Neden Gaziantep yazmadın ki sanki.”

“Sen niye yazmadın?”

“Ben Karadeniz seviyorum.”

Mehmet dediğime kıkırdarken olumsuz anlamda başını salladı ve diğer yazdıklarını da söyledi. Ardından puanlarımızı skor tablosuna yazdık. Sayma sırası onda olduğu için, “A,” dedi bana bakarak ve sessizce dudakları hareketlendi. “Dur!” dedim çok geçmeden.

“C.”

Yazmaya başladıktan sonra bu sefer ikimiz de eş zamanlı bitirdik. Harelerimi Mehmet’e çevirip, “Caner,” dedim.

Mehmet’in kaşları hafiften çatılırken, “Cenk,” diye karşılık verdi. Ardından düşünür bir tavırla saçını karıştırdı. “Buse, neden sadece erkek isimleri yazıyorsun?”

Mehmet’in anlamsız sorusu karşısında diğer yazdıklarıma göz gezdirdim. “Fark etmemişim. Ayrıca ne önemi var bunun?”

“Sadece merak ettim.”

Oyuna geri devam ederek skorumu yazdıktan sonra ayaklandım ve “Su alacağım,” diyerek Mehmet’in cevabını beklemeden mutfağa geçtim. Buraya ilk gelişim olmadığı için bardakların yerini biliyordum. Üst rafın kapağını açarak en ön safhadan bir su bardağı aldım ve masanın üzerindeki sürahiyi alarak bardağa su doldurdum. Suyu içeceğim vakit nasıl olduğunu anlamadığım bir anda bardak elimden kaydı ve gürültülü bir şekilde yere düştü.

Yere düşmesiyle kırılan bardağa karşın sakarlığımın yansıttığı yüz ifademle bakarken çabucak yere çömeldim. Kırık parçaları toparlarken Mehmet yanıma geldi. “Buse! Ne yapıyorsun sen? Bırak, ben toplarım.”

Mehmet’in endişeli suratına boş boş bakarken Türk dizilerindeki başroller gibi, “Hayır, ben toplarım,” demek yerine ayağa kalktım. “Topla madem.”

Mehmet kırıkları topladıktan sonra çöpe attı. Köşede duran süpürge gözüme çarparken onu aldım ve her ihtimale karşı yeri süpürdüm. Mehmet elini yıkarken kürekteki pisliği çöpe dökme amacıyla çöpün ayağına basarak kapağını açtım. Tam küreği boşaltacağım sırada harelerime pembe renkli şekerler ilişti. Ama sanki… bunlar şeker değildi. Daha önce aynılarını gördüğüme emindim ancak nerede görmüştüm bilmiyordum.

“Çöple duygusal anlar yaşayacağın hiç aklıma gelmezdi, Buse.” Mehmet’in sesini duyduğumda irkilerek kendime geldim ve yalandan sırıtarak küreği çöpe boşalttım.

“Dalmışım.”

Geri salona geçtikten sonra eski yerlerimize oturduk ve ikimiz de boş bir şekilde birbirimize baktık. “Ee,” dedim sessizliği bozarak. “Anlat.”

Bir süre düşündü. Ardından aklına bir şey gelmiş olacak ki gözleri parıldadı. “Geçen gün kafa dağıtmak için bara gittim.”

Kaşlarım sorgularcasına havalandığında, “Anlatmadığın şeyler mi var?” dedim Mehmet’in sözünü keserek. Yüz ifademe karşın sırıttı.

“Hayır, şapşal. Günlük rutinden sıkıldım yani, o anlamda.”

“Ha,” dedim sondaki a’yı olabildiğince uzatarak. “Tamam, devam et.”

“Ben biramı yudumlarken kızın birisi yanıma gelip selam verdi. Uzun zaman sonra bir kızın yanıma gelmesine çok şaşırdım. Bunu göz ardı edip selamına karşılık verdim ancak daha fazla konuşma gibi bir niyetim yoktu. Sürekli konuştu durdu, tepki vermedim. Sonrasında ise sıkılarak bardan çıktım. Çok geçmeden peşimden geldi, kolumdan tutarak beni durdurdu.”

Konuşmasını kesip birden gülmeye başladığında anlamsızca yüzümü buruşturdum. “Niye gülüyorsun?”

“Sarhoş olduğu oldukça belliydi. Tüm gücüyle beni yere doğru çekti ve ikimizin de asfalta oturmamızı sağladı. Ben neler olduğunu anlamaya çalışırken o, bana baktı ve daha sonra elimi hafifçe yukarıya kaldırdı. Nazik hareketlerle elini elimin üzerinde gezdirdi, yanağımı okşadı. Bir anda oturduğu yerden doğruldu ve hafifçe yaklaşarak yanağıma bir buse kondurdu. Geri yerine oturduğunda gülümsüyordu ama gözlerinde yaşlar birikmişti. Bu hareketlerine hiçbir anlam yükleyememiştim. Sarhoştu ama beni tanıyormuş gibi davranmıştı.”

Hikâyeyi heyecanla dinlerken sonunu gerçekten çok merak ediyordum. “Tanıyor muymuş yoksa!?”

“Benim tanımadığım beni tanıyamaz. Sonra işte dudaklarını aniden büzdü ve gözyaşlarını akıttı. “Seni çok özledim...” dedi masumca. “Beni neden kendinden mahrum ediyorsun, sevgilim? Neden canımı yakıyorsun? Ne olur bana geri dön, Kerim... Ne olur beni sensiz bırakma... Bak, bak ben sensiz yapamıyorum...” diye bir şeyler saçmalayarak daha fazla ağlamaya başladı. Sesi çıkmasın diye de eliyle ağzını kapatmıştı.”

“Kerim mi?” deyip kahkaha attığımda,

“Gülme,” dedi kendisi de gülerken. “Beni eski sevgilisi sanmış!”

“Sen ne yaptın peki?” dedim kesik nefesimle.

“Ne yapayım kızdan uzaklaştım. Sonra kızın telefonu çaldı, açacak halde olmadığı için ben açtım. Ablasıymış sanırım. Durumu anlattım, o da kardeşini almaya geldi. Bu da böyle bir anımdır.”

“Kırk yılın başı kız düşürdün o da seni eski sevgilisi mi sandı şimdi?”

“Aynen öyle oldu.”

Gürültülü kahkahalarıma devam ederken yerimden kalktım ve Mehmet’in yanına giderek omzuna vurdum. “Üzülme ahbap, bunlar geçici şeyler.”

Mehmet gülümseyip omzuna vurduğum elimi kavradığında, “Sen olduğun sürece birisine ihtiyaç duymam ki,” dedi.

Mehmet’e cevap vermemi çalan telefonum engellediğinde Mehmet’ten uzaklaştım ve arayan kişiye baktım. “Annem,” dedikten sonra aramayı yanıtlayarak odadan çıktım. İki dakika sonra ise çıktığım odaya geri girdim. “Eve gitmem lazım.”

Mehmet dudak sarkıttığında, “Telafi ederiz,” dedi bozuntuya vermeyerek.

“Ederiz. Ama öncesinde lavaboya gitmem gerekiyor.”

Salondan çıkacağım vakit, “Buse,” diye seslenen Mehmet’e baktım. “Üst kattaki lavaboyu kullan. Buradakinin musluğu bozuk. Tamir ettirmem gerekiyor ama unutuyorum.”

Başımı onaylarcasına sallayarak odadan çıktım ve merdivenlere yöneldim. Evin üst katını hiç bilmiyordum açıkçası bu yüzden lavaboyu bulmak için tek tek kapılara bakacaktım.

Mehmet neden direkt söylemiyorsun ki lavabonun yerini?

Lavaboyu bulmam çok uzun sürmezken kendimi çabucak lavaboya attım ve işlerimi hallettikten sonra çıktım. Merdivenlere geri yöneleceğim esnada lavabonun çaprazındaki kapısı açık odaya sorgularcasına baktım. İçerisi dehşet karanlıktı. Merakıma yenik düşük odaya doğru ilerledim, karanlık odanın ışığının bile nerede olduğunu bilmeden odaya girdim. Ayaklarım kâğıt olduğunu düşündüğüm şeylerle temasa geçerken ışığı yakmak için duvardaki anahtarı yokladım ancak bulamıyordum.

Bastığım her yer kâğıt parçalarıyla doluydu.

“Buse! Bulamadın mı yoksa?”

Mehmet’in sesini duyar duymaz korkarak odadan çıktım ve “Geliyorum!” diyerek merdivenlerden aşağı indim. Montumu üzerime geçirdikten sonra çantam ve telefonumu da alarak dış kapıya geçtim. Kapıyı açtıktan sonra Mehmet’e baktım.

“Görüşürüz, canım.

Mehmet kollarını bana sararken, “En kısa sürede,” dedi ve saçlarımı karıştırdı. Gülümseyerek Mehmet’ten ayrıldım ve evin bahçesinden çıktım. Sokağın çıkışına doğru ilerlerken bir iki adım atmıştım ki karşımda hiç görmek istemediğim birisini gördüm.

Boran.

Allah’ım… İzmir çok mu küçüktü yoksa Boran bizzat benim peşimde miydi?

Boran’ı asla fark etmemiş gibi yoluma devam edeceğim sırada vakit kaybetmeden kolumdan tuttu. “Bir selam bile vermeden nereye hanımefendi?” Kolumu Boran’dan kurtarırken yine cevap vermedim ve hızlı adımlarla yoluma devam ettim.

Çok geçmeden peşimden geldi ve yeniden kolumdan tuttu. “Sana diyorum!”

“Bırak!”

“Ona hiç ama hiç niyetim yok.”

“Polise gideceğim, Boran.”

Umursamazca sırıttı. “İfademi aldıktan sonra serbest kalacağım için, her ildeki polise de gitsen durum değişmeyecek.”

Tüm nefretim bir anda en uç noktama gelirken sinirle Boran’ın yüzüne tükürdüm. “Sen ne kadar iğrenç birisin!”

Boran yüzündeki tükürüğü otuz iki diş sırıtarak silerken, “Cesur kız,” dedi imalı bir tonda. Kolumu Boran’dan çekmeye çalışırken daha fazla sıktı, az önceki sırıtan suratından bir iz bırakmayarak korkutucu bir şekilde bakmaya başladı. “Önünde sonunda benim olacaksın, Buse. Ne bu inat?”

“Rüyanda mı?”

“Gerçeğe dönüşmeyecek şeyler rüyama asla girmez. Ve evet, seni her gün rüyamda görüyorum. Kollarımın arasında…”

Boran’ın beni tutan kolunun üzerine bir el yerleştiğinde başımı çevirip elin sahibine baktım. Mehmet beni anında arkasına alırken, “Seni sürekli görmek canımı sıkmaya başladı,” dedi Boran’a karşı.

Güldü. “Hislerimiz karşılıklı.”

Ardından Boran, Mehmet’i umursamayıp elini bana doğru attığında Mehmet buna engel oldu ve sıkıca Boran’ın kolunu tuttu. “O elini kırarım. Sakın bir daha Buse’ye dokunmuyorsun. Yemin ederim kırarım!”

Boran’ın surat ifadesi gerilirken kolunu Mehmet’ten kurtardı ve hiçbir şey demeyerek hızlıca yanımızdan uzaklaştı. Mehmet anında bana dönerken elleriyle omuzlarımdan tuttu. “İyi misin? Sana bir şey yaptı mı?”

Hayır anlamında başımı salladım. “İyiyim.”

“Seni eve ben bırakayım.”

Tekrardan başımı salladım. “Biraz yürüyüp oradan da taksiye binerim. Gerek yok.”

“Buse, lütfen.”

“Mehmet,” dedim itiraz istemeyen ses tonumla. Kabul etmek zorunda kaldığında gülümseyerek Mehmet’ten uzaklaştım. Derdim çilem bitmiyordu yemin ederim! Bu ne biçim bir hayattı böyle?

***

Saat ikiye geliyordu ve ben uyuyamıyordum.

Boş kaldığım her an zihnimi Erim kaplıyordu ve sabahki karşılaşmamız her hatırladığımda beni yaralıyordu. Biliyordum, bana tepkiliydi ancak Atlas’ı benden alması… gerçekten çok kırmıştı.

Kaç kez yön değiştirdiğimi bile bilmediğim yatağımdan daha fazla dayanamayarak kalktım ve üzerime mont geçirip telefonumu aldıktan sonra sessiz adımlarla evden çıktım. Anahtarı unutmamak için sürekli montumun cebinde taşıyordum.

Arka bahçeye doğru ilerledikten sonra Gofret’in kulübesine yaklaştım ve yere çömelerek uyumakta olan oğluşumun başını okşadım. Ancak uyuduğu için daha fazla rahatsız etmedim ve çömeldiğim yerden kalktıktan sonra bahçenin dışarısına çıktım.

Hava oldukça soğuktu ancak kafamı evde toparlayamıyordum. Belki de soğuğun canımı yakması diğer acılarımı bastırırdı ve sürekli Erim’in benden uzak kalmasını düşünmezdim. Adımlarım şuursuzca Erim’le buluştuğumuz noktaya adımlarken bir umut orada olmasını diliyordum şu an.

Alt sokağa vardığımda etrafıma bakındım, bir çift kahverengi göz aradım.

Ama o ki bulamadım.

Kaldırımın bir ucuna otururken dizlerimi kendime doğru çekip başımı dizlerimin üzerine yasladım. Bazı günler o kadar dolup taşıyordum ki, başımı alıp gitmek istiyorum bu şehirden. Tüm sorumluluklarımdan kaçarak, hiçbir plan dahi yapmadan kendimi bilmediğim bir şehre atmak istiyordum. Kapüşonumu kafama geçirip, ellerimi ceketimin ceplerine saklayarak saatlerce yürümek istiyordum. Dışarıdaki sesleri duymayarak, kafamdaki düşünceleri tamamen yok sayarak kaybolmak istiyordum. Kimse beni görsün, kimse yürüdüğüm adımlarımı bile işitmesin istiyordum. Ama yapamıyordum, yapmazdım, yapamazdım. Ardımdaki insanları bırakıp, sorumluluklarımdan bir çocukmuş gibi kaçamazdım.

Kendi kendime histerik bir şekilde gülümsediğimde Erim geldi yeniden aklıma. Bana kaçıyorsun diyordu sürekli. Haklıydı da. Kaçıyordum. Kaçmıştım. Çünkü biliyordum başıma gelecekleri. Korkuyordum. Fakat kaçmam ne işe yaramıştı? En ufacık kavgamız bile canımı yakmaya başlamıştı. Yıllardır korkup kaçtığım gerçeği Erim tekrardan gün yüzüne çıkarmıştı ve ben bununla nasıl baş edeceğimi bilmiyordum.

Erim’e ne zaman bu kadar bağlandığımı da bilmiyordum.

Gözyaşlarım birikmeye başladığında burnumu hafifçe çekerek gözyaşlarımın akmasına izin vermeden parmaklarımla sildim. Havanın soğuk olduğu yetmiyor gibi soğuk kaldırımda da oturduğum için hasta olacağıma dair hiç şüphem yoktu.

Başımı dizlerimden kaldırıp harelerimi asfalta çevirdiğimde gördüğüm şey karşısında kaşlarımı çattım. Kolumu uzatarak yerde gördüğüm bilekliği elime alırken, “Bu bilekliği daha önce gördüm sanki…” diye mırıldanırken bilekliğin içinde yazan ismi okudum.

“Erim?”

Loading...
0%