@tubamis
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 30 - İhtiras Zaman ilerlemezdi bazen. Bir an yaşanır, sen o anda takılı kalırdın. Ne geriye gidebilirdin ne de ileriye. Yüreğin cayır cayır yanarken gözyaşların dökülürdü sadece. Seni mutlu eden kişiyle üzen kişi de aynı olduğunda kendini iyileştiremezdin. Bir batağa düşmüşsün gibi çırpındıkça daha da dibe batardın. Elinden tutup seni kurtaracak kişiyi, onu beklerdin. Peki ya beklediğin kişi seni kurtarmak istese, bile bile o bataklığa kendi elleriyle atar mıydı? Son duyduğum cümle bir bıçak gibi saplanmıştı göğsüme. Sürekli yankılanıyor, asla susmuyordu. Mantıklı düşünme yetim devre dışında kalmıştı, biliyordum. Soğuk kaldırım taşına oturmuş bir vaziyette sadece duyduklarımın ne demek olduğunu sorguluyordum. Buse’yi de mi üzmek için kendine âşık ettin? Buse’yi de mi üzmek için kendine âşık ettin? Buse’yi de mi üzmek için kendine âşık ettin? Kimdi benim sevgilim dediğim insan? Kimdi benliğimi onun uğruna kaybetmeye çoktan hazır olduğum insan? Erim neden beni üzmek için kendisine âşık etmek istemiş olabilirdi? Ne gibi bir çıkarı vardı benimle? Ve bunu başka kime yapmıştı? Başka kimin canını yakmıştı? Melih kimdi peki? Melih'le, Erim’in arasındaki olay neydi, Melih neden böyle bir şey söylemişti? Melih’in dediklerine inanmalı mıydım? Beynim patlama noktasına geldiğinde elimdeki taşı sinirle rasgele bir yere fırlattım. Taşın boş sokakta çıkardığı tıkırtı sesinin beraberinde iç çektim ve kaldırımdan kalkarak etrafıma bakındım. Hava kararmak üzereydi ve ben hasta olacağımdan emindim. Ama kalp hasta olduğu zaman diğer hastalıkların bir önemi kalmıyordu gözümde. Ağır adımlarım sokağın sol tarafına doğru ilerlerken omuzumdaki çantaya daha çok asıldım. Hava aydınlıktı ancak benim içim kasvetliydi. Nefes almak bile zor geliyordu şu an. Ana caddeye geldiğimde yoğun trafiğe burnumu kırıştırarak baktım. Herkes birbirine ısrarla korna çalarken tam dibimdeki arabanın camı açıldı, açık mavi gözleriyle Direnç bana baktı. Sorgular bakışlarının beraberinde dudakları aralandığında, “Ruhun bedenini terk etmediyse eğer bu solgunluğun hiç normal değil,” dedi soğuk sesiyle. Oldukça tepkisiz bir şekilde Direnç’in yüzüne bakmaya devam ederken, “Yeşil yandı,” dedim dediği şeye cevap vermeyi es geçerek. Direnç’in bakışları önüne döndü, alaycı bir gülümseme yer edindi dudaklarında. “Sence ilerlemek gibi bir şansım var mı?” Tekrardan trafiğe baktım, kilitlenmişti adeta. Haklıydı. İlerlemeleri biraz zor gibi duruyordu. Pervasızca omuz silktim. “Ben yürüyorum, siz düşünün.” Yürümeye devam edeceğim sırada, “Buse,” dedi durmamı sağlayarak. Bakışlarımı yeniden Direnç’e çevirdim. “Akşam bize geliyorsunuz haberin var değil mi?” Kaşlarım çatıldığında, “Ne?” diyebildim sadece. “Neden size geliyoruz?” “Annemler davet etmiş.” Anladığımı belli eden mırıltılar çıkardım Direnç beni fazla duymasa bile. “Size afiyet olsun.” Tek kaşı havaya kalktı. “Sen?” “Gelmeyeceğim ben.” Dudaklarını öne doğru kıvırırken kafasını sallamakla yetindi. Akabinde hiçbir şey demeden uzaklaştım Direnç’ten, kilit olan trafikten. Arabaların arasından sıyrılarak karşı kaldırıma geçtim ve yürümeye devam ettim. Karşıma Erim’in beni getirdiği resim atölyesi çıktığında aklıma Erim'le atölyede yaşadığımız olaylar gelmişti anında. Yüreğim tekrardan burkulurken adımlarım bir iki adım geriledi. Yutkunurken atölyeden çıkan insanlara baktım. Sebepsizce atölyeye gitme isteğim artarken geride olan adımlarımı ilerlettim ve atölyeye girdim. Tahminimce kırklı yaşlarının ortasında olan bir adamla karşılaşırken, “Buyur kızım,” dedi tatlı bir dille. Bir nebze de olsa bozuk ruh halimi gizlemeye çalıştım ve gülümseyerek, “Kolay gelsin,” dedim. “Resim çizmek için gelmiştim.” “Kaydın var mı?” Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. “Hayır, yok.” “Yapalım o halde.” “Kayıt yaptırmadan olmuyor mu peki? Çünkü buraya sık uğrayabilecek vaktim yok. Boşuna kayıt kontenjanını doldurmak istemiyorum.” “Maalesef kızım, kayıt yaptırmadan alamıyoruz. Kurum gereği. Sen de haklısın, belli bir gelme süresi var ve o süre dolduğunda kayıtlar otomatik siliniyor.” Buruk bir şekilde gülümserken, “Sorun değil,” dedim. Zaten tek amacım zihnimdeki düşünceleri dağıtmaktı. Boş kaldıkça Erim’i düşüneceğimi biliyordum. Eve de gitmek istemiyordum, annem bir şey olduğunu anlardı. Açıklayamazdım da. Aslında açıklardım ama açıklamak istemiyordum. Yaşlı adama arkamı dönüp atölyeden çıkacağım esnada, “Kızım,” diye seslendi aynı adam. Bakışlarımı çevirdiğimde gülümsedi. “Bir kereliğine alayım seni.” “Yok gerçekten sorun değil. Kayıt sistemi olduğunu bilmiyordum ben.” “Hadi hadi, çık sen yukarıya. Üzülürüm sonra bu güzel kızı incittim diye.” Adamın samimiyetine karşın gülümserken mutlu olmuştum. Böylesi iyi insanların hâlâ var olması güzel bir şeydi. Başımı hareket ettirerek merdivenlere doğru yöneldim ve yukarıya çıktım. Benim dışımda iki kişi daha vardı. Boş olan tuvallerden birisine geçerken tam çaprazımda oturan kızın bakışları bana değdi. “Seni ilk defa görüyorum. Yeni misin?” Çantamı bir kenara koyup harelerimi tekrardan kıza çevirdim. “Geçiciyim.” Anlamsız bakışları yüzümde gezindiğinde açıklama gereğinde bularak, “Sadece birkaç saatliğine buradayım,” diyerek ilave ettim. “Tuhaf. Kayıtsız kimseyi almıyorlar.” “Her şeyi bu kadar sorgulamak zorunda mısın Feyza?” Bunu, adının Feyza olduğunu öğrendiğim kızın biraz ilerisinde oturan çocuk söylemişti. Feyza çocuğa boş bir bakış atarken, “Merak duygusu beni esir almasaydı her şeyi sorgulamazdım Akın,” dedi tuvalindeki kâğıda odaklanırken. Akın başını olumsuz anlamda iki yana sallarken bana baktı, “Deli bu,” dedi ses çıkarmadan dudaklarını hareket ettirerek. Akın’ın dediğine kıkırdadığımda Feyza bize baktı. “İki dakika da kızı da kendine mi benzettin? Pes doğrusu.” Akın, Feyza’ya cevap verme tenezzülünde bulunmazken Feyza eşyalarını alelacele toparladı ve Akın’a sinirli bir bakış atarak merdivenlerden indi. Elime kurşun kalemi alıp kâğıda dokundurup çizgiler atarken, “Senden hoşlanıyor,” dedim Akın’a bakmadan. “Sen nereden biliyorsun bunu?” Şaşırmış ses tonuna karşın gülümserken, “Kız dili ve edebiyatı,” dedim. “Bilmiyordum, hissederek anladım.” Ben çizimime devam ederken Akın sessiz kaldı bir süre. Konuşacağını boğazını temizleyerek hafifçe öksürdüğünde anladığımda başımı kaldırıp Akın’a baktım. “Nasıl anladın?” “Bakışlarından. Peki ya sen nereden biliyorsun senden hoşlandığını?” “Arkadaşlarıyla konuşurken duymuştum. Ama hiç fark etmemiştim o güne kadar. Ne bileyim… Arkadaşız sanıyordum.” Harelerimi Akın’dan alıp resmime odaklarken, “Hâlâ arkadaş mısınız gözünde?” diye sordu. “Evet.” Sessiz kalmakla yetindim. Üzücü bir durumdu ancak birisini sevemediğimiz zaman suçlu olamazdık. Gönül işleri herkesin istediği gibi olan bir şey olsaydı kimse doğru ve yanlışı ayırt edemezdi. Berbat çizim yeteneğimle ne çizdiğimi bile bilmiyordum. Kalemi kâğıttan uzaklaştırıp ortaya ne çıkardığıma bakarken yüzümü buruşturdum. Bir insanın çizim yeteneği ne kadar kötüyse o kadar kötüydüm. “Düzeltilemeyecek bir şey değil.” Dibimde duyduğum sesle yüreğim ağzıma gelirken sinirli bir şekilde başımda dikilen Akın’a baktım. “Sen ne zaman yanıma geldin?” “Fazla dalgınsın anonim kız. Ama sana şunu söyleyebilirim ki çizim yeteneğin kötü değil. Üzerinde çalıştığın zaman çok güzel şeyler ortaya çıkarabilirsin. Yolun başındayken senden daha da kötüydüm.” Tuvaline doğru adımladı, çizdiği resmi eline alarak bana gösterdi. “Şimdi?” Dudaklarımdan kısık bir, “Vay,” kelimesi dökülürken gülümsedi. “Demem o ki yüzünü ekşitme öyle. Başaramayacağın şey değil.” “Teşekkür ederim tavsiyelerin için.” Akın da eşyalarını toparladıktan sonra merdivenlere doğru ilerledi, inmeden önce başını çevirip bana baktı. “İyi bak kendine, anonim kız. Ha bir de hayat bazı şeyleri kafana takman için oldukça kısa. Ne düşünüyorsan siktir edip eğlenmene bak.” Dudaklarım aralandığında Akın çoktan gözden kaybolmuştu. O kadar mı belli ediyordum? Oturduğum yerden kalkıp sağ köşedeki lavaboya hızlı adımlarla giderken aynanın karşısına geçtim. Belli falan etmiyordum, ben direkt benliğimi terk etmiş gibiydim. Ellerimi mermere yaslayıp gözlerimi kapattım ve sakince nefeslendim. “Saçmalıyorsun, Buse,” dedim mırıldanarak. “Kendine gel.” Telefonumun titrediğini hissettiğimde gözlerimi açtım ve cebimdeki telefonu elime aldım. Annemin aradığını gördüğümde aramayı cevapladım. Birkaç dakika sonra telefonu kapattım ve oflayarak aynaya yeniden baktım. Aynanın tam ortasında ben, diğer iki yanımda da iç seslerimin yansıması vardı sanki. İkisi de birbirine tezat cümleler kuruyordu. Neyi düşünüp duruyorsun Buse? Olay anında sessiz kalan birisinin neyini düşünüyorsun? Açıklama yapmasını beklemedin Buse. Sence dinlemen gerekmiyor mu? Dinleyecek bir şeyi yok. Her şey ortada. Yargısız infaz yapıyorsun Buse. Ya her şey göründüğü gibi değilse? Ya yanılıyorsan? Yanılmıyorsun. Kimse ikinci şansı hak etmez, hele sessiz kalan biri asla. Erim’in açıklamasını dinlemek zorundasın. Dinleyecek bir şey yok. Her şey ortada. “Susun!” diye bağırdım. Sesim aynada yankılandıkça içimdeki zıt sesler bir anda sustu. Kafamın içindeki çatışmanın ardından sadece kendi nefesimi duyuyordum. Bu boşluk, bana beklenmedik bir dinginlik vermişti. Hiç düşünmeden musluğu açtım ve soğuk suyu yüzüme çarptım. Aynada kendime bakarken derin bir nefes aldım, dudaklarımın köşesine zoraki de olsa bir gülümseme yerleşti. “Ya şimdi ya da hiç,” diye fısıldadım kendi kendime. Başka bir şansı beklemenin anlamı yoktu. *** Kolyemi taktıktan sonra dalgalandırdığım saçlarımı elimle düzelttim ve çantama eşyalarımı koydum. Parfümümü sıktıktan sonra boy aynasından son kez nasıl durduğuma baktım. Beyaz uzun kollu kazakla kahverengi deri pantolon giymiştim. Kapı aralandığında, kapı aralığında beliren anneme göz ucuyla baktım. “Hazır mısın annem?” Başımla onay verdiğimde, “Hadi çıkalım,” diyerek beni arkasında bıraktı. Çantamı omuzuma takıp kabanımı koluma aldıktan sonra odadan çıktım. Kapının girişinde babamı görünce gülümseyerek yanına gittim ve ayakuçlarımda yükselerek babamın yanağına sulu bir öpücük bıraktım. Yanağı ruj izi olmuştu. Kollarını bana sararken, “Benim kızım ne kadar da güzel böyle,” dedi sıcacık bir ses tonuyla. Gözlerim mutlulukla dolarken sarılmasına karşılık verdim. Beni koruyan kollayan babamın yanında olmak, onun göğsüne sığınmak, her şeyden öte beni ben yapan bir parça gibiydi. Annem yanımıza geldiğinde babamdan ayrıldım ve kaşlarımı çattım. “Beril nerede?” “Hilal’e gitti. Ders çalışacaklarmış. Daha doğrusu kaçtı.” Şaşırmamıştım. Anlarcasına mırıldandıktan sonra evden çıktık ve arabaya geçtik. Yarım saatlik bir yolculuğun ardından arabadan inerken oldukça şaşalı olan villaya baktım. Villa da değildi, büyük bir malikâneydi. Ama şaşırmam gereken bir şey yoktu. Adamın tek bir şirketi yoktu. Bu kadar mal varlığına böyle bir yerde yaşamaları gerekiyordu zaten. Bakışlarımı önüme çevirip annemlerin arkasından ilerledim ve evin kapısına geldik. Biz geldiğimizde evdeki çalışanlar çoktan bizi karşılamak için kapıda belirmişlerdi. “Hoş geldiniz efendim,” dedi aralarında zayıf ve uzun olanı. “Hoş bulduk,” dedi babam aynı samimiyetle. İçeri girdiğimizde Direnç’in anne ve babası yanımıza geldi, gülümseyerek hoş geldin faslı gerçekleşti. Yemek yiyeceğimiz odaya geçeceğimiz sırada Direnç’i merdivenlerde gördüm. Üzerinde beyaz bir gömlekle altında kot siyah bir pantolon vardı. Gömleğinin kollarını yukarıya doğru sıyırırken beni fark ettiğinde yüzüne alaycı bir gülümseme yerleşti. “Sürpriz misafir,” dedi imayla. Sahte bir şekilde gülümseyerek, “Hoş buldum,” dedim ve Direnç’i geride bırakarak annemlerin yanına geçtim. Çok geçmeden arkamdan geldi. Ben annemin yanındaki sandalyeye yerleşirken Direnç de babasının yanına geçti. Yani çaprazımda oturuyordu şu an. Narin Abla bakışlarını bana çevirirken, “Buse,” dedi samimi bir yaklaşımla. “Nasılsın görüşmeyeli?” “İyiyim, siz nasılsınız?” “İyiyim ben de.” Gülümsemekle yetinip hafifçe arkama yaslandığımda üzerimde gezinen bir çift bakış hissediyordum. Annemin sesini duyduğunda başımı anneme çevirdim. “Direnç, hayat nasıl gidiyor?” “Çok çalışıyor,” dedi babam araya girerek. Direnç gülerek babama bakarken, “Duydunuz efendim,” diye cevap verdi. Annem boynunu eğip kaş göz yaparak babama kızmış gibi yaptı, ardından sohbet açıldı aralarında. Kendimi dünyadan soyutlamamak adına gelmiştim buraya ancak fazlasıyla sıkılıyordum ve geldiğim için pişman olmaya başlamıştım. Biraz daha kalırsam sıkıntıdan baygınlık geçirecektim galiba. Kendimi dünyadan soyutlamamak için gelmiştim buraya, ama şimdi pişman olmaya başlamıştım. Etrafta dönen sohbetlere dahil olmaya çalışıyordum, ama bir süre sonra sıkıntının içimde ağırlaştığını hissettim. Burası, belki de düşündüğümden çok daha fazlasıyla boğucuydu. Biraz daha kalırsam sıkıntıdan bayılacak gibiydim. Derin bir nefes alıp kendimi toparlamaya çalışırken, Direnç’in gözlerinin yeniden üzerimde olduğunu fark ettim. Yüzünde o hafif alaycı ifadeyle beni gözlemliyordu. “Buse, seni biraz gezdirmemi ister misin? Sıkılmış gibisin.” Herkes bir an duraksadı, annem şaşkın bir ifadeyle bana baktı ama Direnç araya laf karışmasını engellemek istercesine devam etti. “Biraz değişiklik ikimize de iyi gelir.” Direnç’e ters bir bakış atarken, “Sıkıldığımı da nereden çıkardın?” diye sordum. “Gayet iyiyim.” Direnç, söylediklerimin çok da önemli olmadığını belirten bir yüz ifadesi takındığında kaşlarım havalandı. “İyi olduğuna dair inancım tam ama seni burada can çekişirken izlemekten daha eğlenceli bir planım var.” Bir an daha itiraz etmeyi düşündüm ama herkesin dikkatinin üzerimde olduğunu fark etmiştim, ilk andan beri. Annem ve babamın onaylayan bakışlarını havada yakalarken ayağa kalktım. “Hepinize afiyet olsun,” dedim gülümseyerek. Ardından odadan ve daha sonra da evden çıktık. “Geldiğime pişman ettirdin gerçekten…” diye mırıldandım ancak beni hiç duymamış gibi adımlarını hızlandırdı ve dışarıdan bakıldığı zaman oldukça etkileyici görünen motorunun önünde durdu. “Arabaya bineceğimizi zannediyordum.” Eline aldığı kaskı yanıma gelip kafama geçirirken, “Biraz farklılık katmalısın hayatına,” dedi tok bir ses tonuyla. Ardından kendi kaskını da taktı ve motoruna bindi. Hâlâ boş bakışlarım Direnç ve motorunun arasında gidip gelirken, “Binmeyi düşünüyor musun?” diye sordu. Dalgınlığımdan çıkıp Direnç’in arkasına yerleştim. Motorunu çalıştırırken, “Sıkı tutun,” ikazında bulundu. Tutunacak bir yer aramama fırsat kalmadan motoru bir hızla sürmeye başladı, ani korkuyla kollarım Direnç’in beline sarıldı. İçimde volkanik dağ gibi patlayan endişe, birbirine kenetlediğim ellerimi daha da fazla sıkmama sebebiyet verirken, “Yavaşlasana!” diye bağırdım. Sesimi algılamış olacaktı ki hızını biraz daha azalttı. Bir nebze de olsa rahatlamıştım ama beni nereye götüreceğini bilmiyordum. Yol boyunca etrafı incelemeye çalışıyor, onun omuzlarının ardında kalan manzarayı süzüyordum. Bir süre sonra daha fazla dayanamayıp, “Beni eve götür,” dedim Direnç’in sırtına doğru sitemkâr bir bakış fırlatarak. “Hiç sanmıyorum.” Kararı benim değil de kendisinin verdiğini vurguluyordu. “Biraz kafanı dağıtmana ihtiyacın var o yüzden itiraz etmeyi bırak.” Derin bir nefes alarak gözlerimi devirdim. “Kafamı dağıtacak mısın yoksa daha da karıştıracak mısın bilmiyorum,” diye mırıldandım yarı ciddi bir şekilde. Kıkırdadı, “İkisi de” diye karşılık verdi. Bu tavrıyla ne düşündüğünü çözmek zordu ama bir yandan da beni meraklandırıyordu. İçimdeki huzursuzluğu bastırarak onun peşinden gitmeye karar verdim. Ama… Direnç içimi nasıl bu kadar rahat okuyabilmişti? Bu gece daha fazla düşünmeyi kendime yasaklamam gerekiyordu. Diyalogsuz geçen birkaç dakikanın ardından motoru durduğunda hızlıca motordan indim ve kafama oldukça ağırlık yapan kaskı çıkararak saçlarımı düzelttim. Etrafıma bakınırken kafamı dağıtabileceğim herhangi bir unsur görememiştim. Direnç de kaskını çıkardığında mavi harelerine baktım. “Burası neresi?” “Kafanı dağıtabileceğin bir yer.” Başka bir şey söylemeyip sol taraftaki ev olduğunu düşündüğüm yere doğru adımlarken peşinden gittim. Eve ilerledikçe çalan şarkının sesi yükselirken kaşlarım pervasızca çatıldı. Gün içerisinde kaşlarım o kadar çatılıyordu ki gün sonunda ağrıdığını hissediyordum. Ancak genellikle isteyerek yaptığım bir şey değildi. Siyah büyük kapıyı eliyle iterek açtığında biraz kenara çekildi ve eliyle geçmem için işaret yaptı. Centilmenliğine karşın dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı. Direnç’i geçip önümdeki iki katlı eve bakarken ilerlemeye devam ettim. Ses içeriden geliyordu, kapı açıktı. Açık olan kapıdan içeriye girdiğimde inanılmaz bir atmosfer vardı. Elliden fazla insan, hepsi deli gibi eğleniyordu. Bazıları köşelerine çekilmiş birbirlerini yiyor, bazıları içiyordu. Çoğu ise dans ediyordu. Herkes kendi halindeydi. Arkama bakıp gözlerim Direnç’i ararken yanıma geçti. “Gerçekten burada eğleneceğimi mi düşündün?” “Bu kadar ön yargılı olman iyi bir şey değil.” İki kişi yanımıza gelip, “Oo, kardeşim,” derken Direnç’le erkek tokalaşması yaptılar. Direnç, esmer olanın elindeki içeceği alıp kafasına dikerken diğer esmer olanın bakışları bana değdi. Birisi sakalsız, birisi kirli sakallıydı. Birbirlerine benzeyen tek şey saçlarının siyah olmasıydı diyebilirdim. Kim olduğumu anlamaya çalışırcasına bakıyordu. “İş ortağımızın kızı,” dedi Direnç elindeki boş bardağı geri sakallı olana verirken. “Buse.” “Aslan,” dedi sakalsız olan elini uzattığında. Nezaketen elini tuttum ancak oldukça kısa sürdü. Ardından sakallı olanla da göz göze geldim. Aslan’a göre oldukça soğuk duruyordu. Gözlerini kısarak bakmaya devam ettiğinde bakışlarımı ondan çektim ve partideki kişilerin arasına doğru ilerledim. Böylesi ortamlara alışık olduğum söylenemezdi. Bu yüzden kendimi burada yabancı gibi hissediyordum. Ki zaten yabancıydım. Eğlenen onca kişinin arasında ben delici bakışlarımla insanlara bakıyorken oldukça yabancıydım. Ben ortada dikilmeye devam ederken birisi omzuma çarptığında, “Çok pardon,” diyerek uzaklaştı. Suçlu olan galiba bendim. Olduğum yerde durmayı bırakıp sağa doğru gittiğimde karşı köşede Direnç ve diğer arkadaşlarını görmüştüm. Bir şeye gülüşmekle meşguldüler. Direnç’in bakışları bana değdiğinde elindeki içecekten bir yudum daha aldı. Direnç’i böyle görmek çok tuhafıma gitmişti. Bugüne kadar oldukça ciddi bir insan olarak kazınmıştı zihnime. Sanki sadece işiyle ilgilenen bir insandı. Başka bir hayatı yok gibiydi. Ancak şu an anlamıştım ki okul ve evden başka hayatı olmayan kişi bendim. Omuzumda bir kol hissettiğimde harelerimi kolun sahibine çevirdim. “Burada böylece durmaya ne kadar devam edeceksin?” Sarışın kızın bıkkınlık dolu sesine karşın nefeslenirken kolunu omzumdan attım ve “Bilmiyorum,” diye cevap verdim yüzünü incelerken. “İç,” dedi elindeki bardağı elime tutuştururken. “Korkma, sadece meyve suyu. İnsanlara rızası dışında alkol veya başka zararlı bir şey içirecek kadar aşağılık bir kadın olamadım henüz.” Tereddütlü bakışlarım elimdeki kırmızı renkli sıvıya dönerken bardağı dudaklarıma götürüp küçük bir yudum aldım. Herhangi farklı bir tat yoktu. Karışık meyve suyuydu. Daha büyük bir yudum aldığımda boğazımdaki kuruluk gitmişti nihayetinde. “Adını bahşeder misin acaba?” “Buse.” “Ben de Sena.” “Memnun oldum,” dedim tebessümle. Sena yanımdan ayrıldı, bir adım öne çıkıp kollarını havaya kaldırarak, “Şu partiyi biraz daha neşelendirebilir miyiz?” diye bağırdı. Sesiyle birlikte ortamda bir kıpırdanma oldu, insanlar heyecanla Sena’ya katılmaya başladı. ‘Despacito’ çalmaya başladığında Sena coşkuyla, “Wow!” diye bağırarak önünden geçen garsondan bir içecek kaptı. Tek yudumda içeceği bitirip bir an bile tereddüt etmeden tekrar yanıma döndü. “Bu şarkı milatta kalmadı mı ya…” diye homurdandığımda Sena dansına beni de ortak etti ve ellerimi bırakmayarak benimle beraber dans etmeye başladı. Şarkının hemen hemen herkesin bildiği kısmı geldiğinde hep bir ağızdan, “Des-pa-ci-to!” diye bağırdılar ve şampanyalar patlatıldı. Partinin atmosferi daha da arttığında Sena’dan ellerimi kurtardım ve köşeye çekildim. Gözlerim garsonu ararken açık olan kapıdan giren kişileri görünce beynimden vurulmuşa dönmüştüm adeta. Elimi yumruk yaparken tırnaklarım avuç içime batıyordu. Sinirli bakışlarım Dila’dan çekilirken, hemen dibinde biten Erim’e döndü. Damarlarımın gerildiğini hissedebiliyordum. Erim… Benim yanımda, gönlümü alması gerekirken neden bana yalan söyleyen bu kızın yanındaydı? Öfkeden gözümün döndüğü anlarda önümden geçen garsonu durdurdum ve rastgele bir içecek alıp kafama diktim. Dila ve Erim içeriye girdiklerinde elimin tersiyle ağzımı sildim. Kafamdan geçen her bir düşünceyle öfkem daha da büyürken, önümden geçen bir garsonu durdurup rastgele bir içeceği kaptım ve bir dikişte kafama diktim. Dudaklarımı içkinin buruk tadıyla ıslatırken, gözlerim Dila ve Erim’i izliyordu. İkisi de içeri girip kalabalığa karıştığında elimin tersiyle ağzımı sildim ve içimde kabaran hırsla Despacito’nun bitip Temperature’ın başlamasını bir işaret olarak aldım. Kararlı adımlarla Sena’nın yanından geçip partideki diğer kızların dans ettiği büyük masaya çıktım ve oradaki kızların önüne geçip, kendimi müziğe kaptırarak dans etmeye başladım. Etrafımdaki çığlıklar, tezahüratlar arasında Sena önce şaşkınlıkla bana baktı, daha sonra ise gülümseyerek yanıma geldi ve o da benimle birlikte dans etmeye başladı. Biz hareket ettikçe kalabalık daha da coşuyordu. O an önümde beliren çocuğun elindeki içeceği alıp kafama diktim. Alkolün sıcaklığı içimde yükselirken bardağı rastgele bir köşeye fırlattım. Tam o anda, bir çift kahverengi gözle göz göze geldim. Bu sert bakışların sahibi Erim’den başkası değildi. Erim. Erim’in çatık kaşlarına bakıp gülümsememi genişletirken olduğum yerde bedenim kıvrılmaya devam etti. Sena’yla birbirimize dönerek dansımızı devam ettirirken Sena bir anda kolumdan tuttu ve beni kendisine çekti. Dudaklarını kulağıma yaklaştırdığında, “Aşk üçgeni mi var bana mı öyle geliyor?” diye sordu. “Anlamadım?” dedim Sena’nın dolgun yanaklarına bakmaya devam ederken. Akabinde bana arkamı gösterdi. “İkisi de gözlerini ayırmadan seni izliyor.” Görüş açıma önce Erim, sonra hemen arkasında duran Direnç girdi. Bakışlarım ikisinin arasında gidip gelirken, “Sanmıyorum,” diye cevap verdim Sena’ya. Geri önüme döndüğümde masadan aşağıya zıpladım. Büyük bir efor sarf etmiştim gerçekten. Sena dans etmeye devam ederken dış kapıya doğru adımladım. Erim’i ve Erim’in delici bakışlarını gerimde bırakıp kapıya yaklaştım. Adımlarımı yavaşlattığımda, “Biraz daha bakmaya devam edersen gözlerin yerinden çıkacak,” dedim Direnç’e karşı yüzümü dönmeden. Sonrasında evin sıcak atmosferinden çıkıp kendimi soğuğa attım. Bahçenin soluna doğru ilerleyip kalçamı duvara yaslarken, ellerimi göğüs hizamda birleştirdim ve nefeslenerek gökyüzündeki yıldızları izlemeye başladım. “Delirdin mi sen!” Başımı indirdiğimde dibimde sinirli bir sima bulmuştum. Erim. Onu hiç bu kadar sinirli görmemiştim. Veyahut görmüştüm ama bu siniri daha da fazlaydı. Saçları sanki kavgaya girmiş gibi darmadağınıktı ve gözleri beni ateşe vermek, toprağın altına gömmek istercesine bakıyordu. Erim’in bakışlarının etkisinden çıkarken aklıma gelen ilk şeyi söyledim. “Evet, delirdim.” Gözleri daha da büyüdü, beni omuzlarımdan tuttu ve yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Ne yaptığın hakkında bir fikrin var mı?” diye yüzümden iki santim öteden bana bağırdı. Ses tonundan, bana olan yaklaşımından ötürü korkmuştum ancak bunu belli ettirmemeye çalışarak ve kollarından kurtulmak için kendimi sertçe salladım. “Bana bağırma!” dedim aynı ses tonuyla. Erim bana sırtını döndü ve yumruklarını sıkarak nefeslendi. Aynı öfkeyle tekrardan yüzüme baktı ve “Sana açıklama yapmam için beni dinlemen gerekiyor, Buse!” diye bağırdı yeniden. “Olay anında sessiz kalıp şu an mı açıklama yapmaya geldin?” dedim Erim’i tüm gücümle ittirip kendimden uzaklaştırırken. “Ne o… ne yalan söyleyeceğim diye mi düşündün?” “Açıklama yapmamı beklemeden gittin Buse! Peşinden geldim, kovdun beni. Sakinleşmeni, sakinleşmemi bekledim. Seni üzmek istemiyorum, üzmelerini istemiyorum. Bir orospu çocuğunun dediği şeylere inanmanı istemiyorum, Buse! Ama senin pek de umurunda değil galiba. Herkesin önünde dans etmenin başka bir açıklaması olamaz diye düşünüyorum.” Öfkeme hâkim olmaya çalışırken Erim beni çıldırtmak için elinden gelenin daha da fazlasını yapıyordu. Yaptığı ima ileriydi, çok ileriydi. Sinirle solumaya çalışırken, “Bana yalan söyleyen birisiyle bu partiye gelerek laf söylemek için fazla hükümsüzsün,” dedim sertçe. “Amacın ne senin? İkidir bana inanmadan yargılayarak bana bağırıp duruyorsun ve burada dans etmem gözüne mi batıyor Erim Koral?” “Anlamıyorsun…” “Anlamayan ben değilim sensin Erim! Senin ne işin var bu partide? Hem de yanında o kızla? Hadi! Hadi açıklasana!” “Erim?” Bakışlarım sesin sahibine ulaşırken gülümsedim. Erim’in gözleri genişledi ve ihtiyatla bana baktı. Uzun kirpiklerinin arasına gizlenmiş korkuya ithafen, “Sakın bir daha beni yargılama,” dedim sakince. Erim’i gerimde bırakıp Dila’nın yanında durdum ve gözlerinin içine baktım. Yüzündeki arsız ve tiksinç gülümseme yavaş yavaş silindi. “Amacın ne bilmiyorum ama yemin ederim yaptıklarının iki katını yaşatacağım sana.” Omuzuna sertçe çarpıp içeri geri girerken gözlerimle etrafı taradım. Direnç’i bulduğumda yanına gittim. “Beni eve götürsen iyi olacak.” Direnç’le beraber evden çıktığımızda motorunu park ettiği yere doğru adımladım. Dışarıdan bir ağlama sesi geldiğinde sese kulak kesildim ve kim olduğunu anlamak amacıyla sesin geldiği yöne doğru gittim. Kimin ağladığına bakamadan yanımızdan hızla bir araba geçtiğinde aracın Erim’in olduğunu anlamıştım. Etraftaki toz bulutu dağılırken ağlayan kişiye baktım. Hiç şüphesiz Dila’ydı bu. Dudaklarıma alaycı bir gülüş yayılırken arkamı döndüm ve Direnç’in yanına gittim. Kaskımı takmama yardım ettikten sonra, “Eve gitmek istediğinden emin misin?” diye sordu. “Başka alternatifim varsa eğer eve gitmek istemiyorum.” Direnç başını gelişigüzel hareket ettirdikten sonra kaskını taktı ve motoruna yerleşti. Geldiğimizdeki pozisyonu tekrardan alarak yola koyulduk. Yine nereye gittiğimizi bilmiyordum ancak bu sefer sormayacaktım. Sorunca ne değişiyordu ki? Çok geçmeden bir yerde durduğumuzda başımdaki kaskı çıkardım çabucak. “Burayı biliyorum,” dediğimde sesimde şaşkınlık tınısı vardı. Direnç belli belirsiz gülümserken kaskını çıkardı ve dağılan saçlarını kafasını sallayarak düzeltmeye çalıştı. Burası boş binaya gittiğimiz gün Direnç’in bizi saklamak için getirdiği kulübeydi. Ne macera yaşamıştık ama o gün! Kulübeye girdikten sonra dışarıdan daha soğuk bir atmosfer karşılamıştı bizi. Üzerimdeki kabana daha da çok sığınırken Direnç şöminenin yanına geçti ve cebinden çakmak çıkararak odunları yaktı. “Birazdan ısınır,” dedi açıklama gereğinde bulunup bana bakarken. Koltukların birisine otururken Direnç yanımdan ayrıldı ve yaklaşık on dakika sonra elinde iki kupayla geri geldi. Birisini bana uzatırken burnuma yoğun kahve kokusu dolmuştu. Uzattığı kahveyi alıp dudaklarıma götürürken Direnç de karşımdaki koltuğa oturdu. Kahveyi yudumladığımda içimin ısındığını hissetmiştim. Biraz daha gevşediğimde arkama yaslandım ve harelerimi Direnç’e diktim. “Sahi, biz o gün neyden kaçmıştık?” “Mehmet’le madde alışverişi yapıyorduk,” diye söze başladı hiç düşünmeden. Gözlerini yüzümden indirdi ve arkasına yaslanarak kahvesini yudumladı. Yutkunduğunda hareketlenen âdemelması Direnç’e farklı bir hava katıyordu. “Mehmet’e daha yakın olmam için arasına sızmam şarttı. Bu yüzden maske takıyordum. Ancak bunun bir kumpas olduğunu düşünememişti veyahut düşünmemişti, bilmiyorum. Adamı sandığı herkes bana çalışıyordu. Bir ikisi dışında. O gün de malı oraya koyacağımızı söyleyip gelmelerini sağlayacaktık. Planımız işleri daha da hızlandırmaktı ancak hesaba katmadık tabii sizin geleceğinizi. Sonrasında ise Mehmet’in kendi adamları geldi, sizi görünce hemen ateş etmeye başladılar. Ben de yapmam gerekeni yaptım.” Duyduklarım karşısında ne diyeceğimi bilemezken mahcubiyet esir almıştı bedenimi. “Hakkında çok yanlış düşünmüşüz galiba.” Dudaklarına geniş bir gülümseme peyda olurken, “Ben olsam ben de sizin gibi düşünürdüm,” dedi. “Dışarıya yansıttığım kimliğim oldukça farklı. Ama bundan rahatsız değilim, ben böyle olmasını istiyorum zaten.” Anladığımı belli eden mırıltılar çıkardığımda kahvemin sonuna gelmiştim. Elimdeki kupayı koltuğun kenarına koydum ve yerimden kalkarak şöminenin karşısına oturdum. Dizlerimi kendime doğru çekip başımı dizlerime koyarak yanan ateşi izlemeye başladım. İkimizde sustuğumuz için tek duyduğum ses yanan odunların çıkardığı çıtırtı sesleriydi. “Anlayamıyorum,” dedim odadaki sessizliği bozup kendi içimdeki sessizliğe sığınırken. Tekte bir nefes alarak dudaklarımı konuşmak adına tekrardan hareketlendirdim. “Beni dinlemiyor, beni yargılıyor, bana inanmıyor ve bunlar yetmediği gibi beni suçluyor. Kendi hatalarını düzeltmeden bana kükrüyor. Kalbime bu kadar acı vereceğini bilseydim eğer izin vermezdim kendini teslim etmesine.” Yanımda bir soluk duyduğumda Direnç’in yanıma oturduğunu anlamıştım ancak başımı kaldırıp Direnç’e bakma girişiminde bulunmadım. “Konuşularak halledilemeyecek bir sorun yoktur. Ne kadar sinirli de olsan dinlemek gerekir bazen. Kendini izah etmen gerekir. Yalan da söyleyebilir doğru da… bunun bir önemi yok. Önemli olan fırsatın varken konuşabilmek, elimizdekinin kıymetini bilmek. Susmak daha çok can yakar. Konuşmamak, konuşamamak daha çok can yakar. Dile getirmeyi pek sevmem ama toprak aldığı zaman sevdiğin kişiyi, tüm pişmanlıkların esir alır seni. İçten içe biterken anlamazsın bile çöktüğünü.” Yüreğimin burkulduğu dakikalarda başımı kaldırıp Direnç’e baktım. Yüzünde büyük bir hüzün vardı. Kaşlarım sorarcasına havalandığında, “Sen ne yaşadın?” diye sordum. Dudakları iki yana kıvrıldı. Attığım adımı geriye çekerken, “Anlatmayabilirsin,” diyerek izah ettim kendimi. “Sadece ona geç kaldım,” dedi buruk bir şekilde. “Ve şu an yapabileceğim tek şey mezarına gitmek.” Kalbim yavaşlamıştı. Bir anlığında Erim’i kaybettiğimi hayal ettim. Bedenimi ve ruhumu kaplayan acı, kelimelere sığmaz bir hale bürünmüştü. Sanki kalbimin tam ortasında kocaman, kapkara bir boşluk açılmış, tüm ışığı ve neşeyi içine çekip yok etmişti. Erim’i bir daha görememek… Sesini, gülüşünü, söylediği sevgi dolu her sözcüğü duyamamak… Ne kötü şeydi insanın sevdiği kişiyi kaybetmesi. Aklıma daha kötü senaryolar gelirken, “Geç kalmamak gerek,” diye mırıldandım. Mavi harelerini bana çevirdiğinde gözleriyle beni onayladı. “Geç kalmamak gerek.” Dizlerimi çözüp kollarımı Direnç’e sararken, “Teşekkür ederim,” dedim minnetle. “Çok teşekkür ederim.” Direnç’in tepki vermesine fırsat bile vermeden Direnç’ten ayrıldım ayağa kalktım. “Beni bir yere daha götürebilir misin?” *** Kolumdaki saate baktığımda bire geldiğini görmüştüm. Annemlere bugün Melis’te kalacağımı söylemiştim. Yalan söylemek ne kadar hoşuma gitmese de şu anlık başka çarem yoktu. Yok gibiydi. Kapının açılma sesiyle düşüncelerimden sıyrılırken uykulu gözleriyle bana bakan Erim’e baktım. Benim bu saatte burada ne aradığımı sorgulamasına izin vermeden boynuna atladım ve kokusunu içime çektim. Sanki benim nefesim Erim’di ve ben onu soludukça yaşadığımı hissediyordum. Erim’in boynuna, yüzüne çeşitli öpücükler kondururken Erim hâlâ yaşadığı şoku atlatabilmiş değildi. Bacaklarımı koala gibi Erim’in bacaklarına sararken belimden sıkıca tuttu ve ayağıyla kapıyı ittirdi. Üzerinde bir şey olmadığını yeni fark etmiştim. Kalp atışlarım harlanırken, “Buse,” diye fısıldadı bakışlarını dudaklarımdan ayırıp gözlerime diktiğinde. “Gecenin bir yarısı kapıma geliyorsun, öpüyorsun ve… kucağıma atlıyorsun. İnan bana çok tehlikeli sularda yüzüyorsun şu an.” Fısıldadığı sözleri bittiğinde, şu an ki konumumdan dolayı etkilendiği bariz belliydi. Dudaklarıma geniş bir gülümseme yayılırken başımı Erim’in boynuna koydum. Erim nefeslenirken -nefeslenmeye çalışırken- merdivenlere doğru adımladı ve sakin adımlarla yukarıya çıktık. Erim’in odasına girdiğimizde kucağından indirmeden beni duvara yasladı, cüretkâr bakışları yüzümde gezindi. Gözlerini, harelerime diktiğinde dudaklarını hafifçe ıslattı. “Tek istediğim hayatım pahasına seni korumak Buse. Korkabileceğin şeylerden, üzülebileceğin şeylerden uzak tutmak. Ve yemin ederim ki seni koruyacağım, Buse. Her şeyden, herkesten…” “Erim... Ben sana bile bile yanlış bir şey yapmam,” dedim titrek bir sesle. “Dila beni kandırdı. Melih’in çok sevdiğin yakın bir arkadaşın olduğunu ve sana sürpriz yapacağını söyledi. Annesi hastalandığı için kendisinin havalimanından alamayacağını söyledi. Yemin ederim…” Başımı tuttu ve ciddi bir şekilde bana baktı. “Yemin etme,” dedi öfkesini bana yönelterek. Yanaklarımdaki ve ağzımdaki nemi hissettiğim için gözyaşlarımın yüzüme aktığını biliyordum. “Ben sana inanıyorum, Buse. Sadece o an fazla sinirliydim, biliyorum. Seni kırmaktan bu kadar korkarken kıran kişi ben olduğum için özür dilerim. Melih’le eskiden yakındık, bu doğru. O zamanlar Melih’in sevdiği bir kız vardı ancak kız Melih’e değil de bana âşık olmuştu.” Damarlarımda kıskançlığın dolaştığını hissetmiştim ancak belli etmemeye çalıştım. Sonuçta geçmiş bir olaydı, kıskanmaya ne hakkım vardı ki?” “Ve ben onun sevgisine karşılık vermediğim için birkaç ay ağlamıştı benim için. Bu olaydan sonra Melih’le aramız bozuldu. Bana, sevdiğim kızı çaldın diyerek suçlamalarda bulundu ve kavga ettik. Sonrasında ise siktir olup gitti İzmir’den. Dila’ya ise bana bir açıklama yapması gerektiğini söyledim. Bana konum attı, sorgulamadan direkt gittim. Partide seni gördüm, delirdim adeta. Sen yanımdan gittiğinde Dila yaptıklarını anlattı. Öfkemi kustuğumda ise ağlamaya başladı. Umursamadım, çekip gittim.” Erim’e sıkıca sarılırken, yüzümde samimi bir gülümsemeyle, “Seni seviyorum,” dedim dudaklarının kenarına ufak öpücükler kondururken. Öpüşlerimden etkilendiği her halinden belliydi. Uyuşturucu gibi çıkan sesiyle, “Sen benimsin, Buse,” dedi. Ciddiyeti beni şaşkına çevirmişti. “Seni canımdan çok seviyorum. Sen benim hayatım da anlam bulduğum tek şeysin ve bir gün, sana şimdiki olduğundan çok daha büyük bir mutluluk yaşatacağıma söz veriyorum.” “Ne dediğinin farkında değilsin,” dedim yapay bir sinirle. “Zaten çok mutlu ediyorsun.” “Ne dediğimi gayet iyi biliyorum,” diye yanıtladı dudaklarımı öperken. Bana Erim’le tanışmadan önce bu denli âşık olacağımı söyleselerdi kahkaha atardım ama gerçekti bu. “Hmm,” dedim yüzümü geriye çektiğimde. “Ne demiştin? Tekrardan söyler misin?” “Hmm,” dedim, yüzümü hafifçe geri çekerek. “Ne demiştin? Tekrarlar mısın?” Erim, yüzünde o alıştığım yaramaz gülümsemeyle başını yana eğdi ve hiçbir şey söylemeden yeniden beni öpmeye başladı. Dudakları yanağımı, boynumu öperken, “Seni ne kadar çok sevdiğimi söylemiştim,” diye fısıldadı, duraksamadan öpücüklerine devam etti. Belimde olan elleri daha da sıkılaşırken, dudaklarını kulağıma yakın bir yere kondurdu. “Sana benim için ne kadar değerli olduğunu söylemiştim…” Gözlerimin içine baktı. “Ve bu her an daha da artıyor, sevgilim…” Kalbim göğsümde hızla çarpmaya başlamıştı. Her kelimesi, her bakışı beni derin bir girdabın içine çekiyordu. Parmak uçlarıyla sırtımda nazik bir yol çizdi. “Sen benim en büyük şansımsın.” “Sen benim en büyük şansımsın,” diye tekrar ettim. Bir an için sessiz kaldık. Dudakları tekrardan dudaklarıma yaklaşırken içimdeki heyecan dalgası yeniden kabardı. Ben nazik bir yaklaşım beklerken Erim bir anda dudaklarımızı birbirine mühürledi. Beni sıkıca tuttu ve derin, yoğun bir öpücük kondurdu dudaklarıma. Öpüşüne karşılık verdiğimde gözlerim kapanmıştı çoktan. O kadar iştahlı öpüyordu ki, kendisine aç bırakıyordu beni. Nefes nefese kaldığımızda, “Bir daha beni dinlemeden beni yargılama,” dedim az önceki iyi hallerimizi geride bırakıp yüzüme yansıyan öfkeyle. “Bir daha bana bağırma,” diyerek devam ettim. Kahverengi gözlerindeki arsız gölgeyi seçebiliyordum. “Kızgınken çok güzel olduğunu söylediler mi sana?” Midemde kelebeklerin uçuştuğunu hissettim ama umursamadım. “Ve sana bu sözün zaten yaygın olduğunu söylemediler mi?” Karşı atak yaptım, saçımı kulağımın arkasına sıkıştırıp dudaklarını boynuma yaklaştırmasına izin verdim. Boynumu öptü ve gülümsemesini tüm bedenimle hissettim. “Seninle tartışmayı da seviyorum ama bu çok daha iyi,” dedi dilini kulağımın hassas yüzeyine sürterek. Bu duygunun tadını çıkarmak için sessiz kaldım. Bu ilişkiden kötü bir şekilde çıkmaktan korkuyordum ama Erim’e sahip olmak bu düşüncelerimi yıkıyordu. Beni öpmesi, bana sarılması ve bana dokunması beni deli ediyordu. Âşıktım… kimin aklına gelirdi ki? “Seni öpmek istiyorum,” dedi sanki hiç öpmüyormuş gibi. Sanki az önce beni nefessiz bırakmamış gibi. Kalbimi gereğinden fazla çarptırmamış gibi… Kaşlarım havalanırken, “Seni tutmuyorum,” dedim keyifli bir tavırla. Erim benim aksime oldukça ciddiydi, dikkatle beni izliyordu. “Anlamıyorsun, Buse,” dedi gözlerini gözlerime kilitleyerek. “Her yerini öpmek istiyorum… sana dokunmak istiyorum, tenini hissetmek istiyorum, tamamen benim olmanı istiyorum… kelimenin her anlamıyla.” Sözleri içimde derin bir yankı uyandırdı, her harfi kalbimde ağır ağır yer etti. Sanki hiçbir kelime daha fazlasını anlatamazmış gibi, hissettiklerini öylesine saf, öylesine yoğun bir şekilde söylüyordu ki içimdeki tüm savunmalar bir bir çözülüyordu. Binlerce farklı his hissediyordum ama o adımı atmaya hazır mıydım bilmiyordum… “Daha önce hiç kimse için böyle hissetmemiştim… ve bu beni korkutuyor, çünkü delireceğimi düşünüyorum,” diye fısıldadım. Beni biraz daha yukarıya kaldırırken dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdı. “Sen de beni delirtiyorsun biliyorsun değil mi?” diye sordu fısıltısının en tahrik edebilecek tonuyla. Ardından dudağıma küçük bir öpücük kondurdu. “Senin yüzünden aklımı kaybetmekten korkuyorum. O dans ettiğinde sana bakan herkesin gözlerini oymak istemiştim… sen neler düşündürüyorsun bana böyle?” Konuşmak üzere dudaklarımı araladığımda buna engel oldu ve dolgun dudaklarını dudaklarımın üzerine kapattı. Erim’in şehvetle öptüğü dudaklarım onu her yerde hissetmemi sağlıyordu. Kolları oldukça güçlüydü ve sanki kırılmak üzere olan bir vazoymuşum gibi beni dikkatlice, nazikçe tutuyordu. Nefes alabilmem için geriye çekilirken yatağına doğru gittik. Yüzünde beliren gülümseme nefesimi kesti ama kısa süre sonra yerini yoğun bir arzuya bıraktı. Sırtımı yatağına yasladığımda boynumu öpmeye başladı. Bakışlarını gözlerime sabitlediğinde, “Aklımı kaybetmeme sebep olan tek etkensin,” dedi itiraf edercesine. “Şu an kollarımdasın, benimlesin, benimsin…” sustu ve alnımdan öptü. “O kadar güzelsin ki hayran kalıyorum. İnanılmaz derecede güzelsin, Buse. Nefesimi kesiyorsun.” Ellerim çıplak teninde buluşurken, kazağımın altından sırtımı okşuyordu. Kazağımı çabucak çıkardı ve eğilip göbeğimi ve karnımın alt kısmını öpmeye başladı. Ürpermiştim. Elleri sırtımı okşadı. Parmaklarını, daha sonra da dudaklarını vücudumun her yerinde hissettim. “Erim…” dedim fısıltıyla. “Seni çok seviyorum.” Dudaklarımız yeniden bir araya geldi. Ve Erim beni öptü. Kelimenin her anlamıyla, tamamen. *** Melis Taşkın’dan; Yaklaşık bir saattir yürüyordum lâkin nereye gittiğimi bilmiyordum. Ben buraya nasıl gelmiştim? Etrafımda ne bir otobüs durağı ne de herhangi bir araç vardı. Sadece annemin benden istediği kumaşları almak için dediği dükkânı aramaya çıkmıştım ancak sanki İzmir’e ilk kez gelmişim gibi kaybolmuştum. İşin kötü yanı telefonumda çekmiyordu. Vodafone… sana sövmek istemiyorum. Bacaklarım gittikçe güçsüzleşirken tamamen kararan havanın ardından sokak lambaları teker teker yanmaya başladı. Karşıma yol ayrımı çıktığında içimdeki ses sağa dön derken ben onu dinlemeyerek sola döndüm ve omuzumu gererek adımladım. Sokağın sonunda karşıma otel gibi büyük bir yer çıktığında gülümseyerek oraya doğru ilerledim. Belki buradan yardım alabilirdim. Otelin giriş kapısından içeriye geçeceğim sırada kapıdaki güvenlik eliyle beni durdurdu. “Kimlik?” Ne diyeceğimi bilemezken bende aynı şekilde, “Kimlik?” diye sordum. Sokağa çıkarken kimlik almak aklıma gelmiş miydi sence? Polis istese faka basacağımı da biliyordum… Ben de ki bu salaklık neyin habercisiydi? “Kimliğini göstermeden içeri giremeyeceğini bilmiyor musun?” Evet. “Otele girdikten sonra kimlik verilmiyor mu yalnız bay güvenlik?” dedim sertçe. Akşamın bir vakti neden taktığını bile anlamadığım güneş gözlüğünü çıkarırken gözlerini kısarak bana baktı. “Uzaklaş.” Dediğine itiraz etmeme fırsat kalmadan sanki bunu anlamış gibi kollarımdan tuttu ve beni otelin önünden uzaklaştırarak geri görev yerine döndü. Delirecektim. Gerçekten delirecektim. Sokak ışıklarından oldukça uzaklaşırken, yarım saattir aralıklarla gürleyen gök bir kez daha gürledi ve yavaş yavaş yağmur yağmaya başladı. Karanlığı ara sıra çakan şimşek aydınlatırken gök daha da şiddetli bir şekilde gürlemeye devam ediyordu. Yağmur gittikçe artarken hasta olmamak adına dua ettim. “Seni her yerde görmeyi beklerdim ancak bu sokakta göreceğimi hiç ummazdım.” Bakışlarım çirkin sesin sahibi Göktuğ’u bulurken, “Niye gereksiz her anda karşıma sen çıkıyorsun?” diye sordum. “Beni takip etmeye başladığını düşüneceğim.” Göktuğ sevimsiz bir şekilde gülerken, “Kader bizi bir araya getiriyor bence,” diye cevap verdi. Gözlerimi devirirken üstünün bir tarafı kuru bir tarafı ıslak olan Göktuğ ciddiyetle bana baktı. “Sadece bir iki farklı ara sokağa girerek buraya gelmişsin. Caddeden uzak değilsin. Muhtemelen geri bulamadın.” “Yolu biliyorum, Göktuğ.” Yapma dercesine başını sağ omzuna eğdi, gülümsedi. “Yer yön bilgilerinin berbat olduğunu biliyorum, Melis. Bence beni kandırmakla uğraşma. Sana dair hiçbir şeyi unutmadım.” Yağan yağmurdan dolayı kıyafetlerim üzerime yapışırken, “İnşallah hafıza kaybı falan geçirirsin de unutursun beni,” dedim öfkeyle. “Hem senin ne işin var burada?” “Ben buralarda oturuyorum, Melis. Unutmuşsun sanırım. Asıl senin ne işin var burada? Bu yağmurda dışarıda ne yapıyorsun?” Sorusuna karşın biraz düşündükten sonra, “Sana açıklama yapmayacağım herhalde,” dedim. “Bu komik olur çünkü.” “Akşamları buralar tehlikeli olur. Çabucak eve dön. İstersen ben bırakayım seni.” “Bana yapacağım işi söylersen ben onu yapmam,” dedim ve hızla yanından geçerek geldiğim yola doğru ilerlemeye başladım. Eğer gerçekten dediği gibiyse çıkış yolunu bulabilirdim. Göktuğ’u olabildiğince arkamda bırakıp farklı bir sokağa hızlıca giriş yaptım. Kendi kendime sırıtırken yüzümün ifadesiz bir şekil alması iki saniyemi bile almamıştı. Ayağımda hissettiğim yumuşak ama sert his korku seviyemi en uç noktalara taşırken yavaşça başımı eğerek neye bastığıma baktım. Gülümsedim. Daha geniş gülümsedim. Rüya görüyordum değil mi? Gözlerimi açıp kapatıp derin bir nefes aldım ve tekrardan bastığım şeyi doğrulamak için yere baktım. Ve o an çığlık atarak geriye doğru koştum. Koşmamla birlikte bir şeye çarpmam ve tekrardan çığlık atmam bir oldu. Kendi iğrenç çığlığıma yüzümü buruştururken bu sefer de ayaklarımı yerde hissetmiyordum. Yoksa… Az önceki ezdiğim yılan beni midesine mi indirmişti? Düşündüğüm şeyin beraberinde psikolojik olarak nefes darlığı yaşarken, “Geçti,” diye bir ses işittim. Bu Göktuğ muydu? Çünkü daha yeni buradaydı. Kapalı olduğunu fark ettiğim gözlerimi aralarken karşımda duran Emir’e şaşkınca baktım. Daha sonra başımı çevirip yerdeki yılana baktım. Hareket etmiyordu. Başımı tekrardan Emir’e çevirirken, “Onu öldürdüm mü?” diye sordum. Emir başını sallayarak beni onayladı. “Tam başını ezmişsin. Artık bir katilsin.” Dudaklarımı büzerken, “Yılanın suçu,” dedim. “Ne işi var yolun ortasında?” “Ne biliyorsun belki yılan da aynısını senin için dedi? Ne işi var bunun yolun ortasında?” Emir’in dediğine burun kıvırırken, neden hâlâ yeri hissetmediğimi sorguladım. Daha sonra yüksekte, Emir’in kucağında olduğumu anladım. Anında, “Bırak beni,” diye bağırınca ellerini gevşetti ve beni usulca yere bıraktı. Aslında yerim rahattı ama benim bir gururum vardı. Emir benim aksime oldukça keyifli bir şekilde sırıtırken hafifçe eğildi ve başını yüzüme doğru yaklaştırdı. Ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışırken bir anda başını iki yana salladı ve saçlarındaki tüm ıslaklığı yüzüme sıçrattı. “Ya Emir! Sen ne yapıyorsun?” diye cırlarken, “Hiç,” dedi yine keyifle. Elimle yüzümdeki ıslaklığı silerken, “Ne işin var senin burada?” diye sordum. “Hadi ben kayboldum, seninle nasıl karşılaştım?” Ben, Emir’in geri çekileceğini düşünürken o, beni yanılttı ve daha çok yaklaştı. Gözlerime bakmaya devam ederken, “Hislerimle buldum seni,” dedi alayla. Dediği şeyin beraberinde yüzüne iki saniye aval aval baktıktan sonra, “Ne?” dedim ve ellerimle Emir’i iterek kendimden uzaklaştırdım. Çünkü Emir dibimdeyken mantıklı düşünemiyordum. Emir soruma aldırış etmezken hatta aksine sırıtırken elini bana doğru uzattı. “Eve gidelim.” Uzattığı elini tutmayı bile düşünmezken diğer eliyle elimi, eline koydu ve beni aşağı tarafta duran arabaya doğru götürdü. Arabaya beni bindirip kendisi de sürücü koltuğuna geçerken, “Ben belki seninle gelmeyi kabul etmeyecektim?” dedim sorarcasına. Emir’in boş bakışları beni bulurken üzerime doğru eğildi ve emniyet kemerimi taktı. Daha sonra kendisininkini de taktı ve tekrardan bana baktı. “Sana seçenek sunmadım.” “Sen…” dedim sinirli bir şekilde. “Çok küstahsın.” Dediğimi duymamış gibi, “Umarım hasta olmazsın,” diyerek karşılık verdi, gözlerini yoldan ayırmadan dikkatli bir şekilde arabayı sürdü. Emir’e olan sinirim geçen gün bana yaptığı iğrençlikten dolayıydı. Hâlâ unutmamıştım. Sahi… Ne değişmişti birden? Neden bana iyi davranıyordu ve beni nereden bulmuştu? Sinirle soludum. “Ukalâsın da.” Sustu. “Sinir bozucusun bir de.” Sustu. “Ha bir de çirkinsin.” “Senin yanında herkes çirkin.” Yaptığı iltifatı yaklaşık on saniye sonra anlarken tebessüm ettim. Bana güzel mi demişti o? Şu an ıslandığım için berbat göründüğümü düşünüyordum oysaki. Telefonumu cebimden çıkarıp kameraya gireceğim sırada telefonumun şarjı bitti ve kapandı. Telefonumun kapanmasına küfrederken başımın üzerindeki aynayı açtım ancak sadece gözlerimi görebiliyordum. Sıkıntıyla homurdanırken, “Telefonun yanında mı?” diye sordum, bunu beklemiyor olacaktı ki kaşları çatıldı. “Evet, neden?” “Kameradan kendime bakacağım.” “Pekâlâ,” diyerek telefonunu göremediğim bir yere uzanıp eline aldıktan sonra bana doğru uzattı. Uzattığı telefonu aldıktan sonra ekranı kaydırdım ama şifre vardı. “Şifre?” “1505.” Dediği rakamları anında tuşlarken ekran açıldı. Şifreyi doğru söylemesine şaşırırken, “Neden bana şifreni verdin?” diye sordum hayretle. “E istedin?” Kaşlarım çatılırken gözlerimi telefondan ayırıp Emir’e çevirdim. “Şifreyi kendinde girebilirdin.” Emir’in bakışları bana değerken ‘sen ciddi misin?’ dercesine baktı. “Melis, herkes birisi kendisine şifre verdiğinde sevinir, sense neden şifreni söyledin diye söyleniyorsun.” Omuz silktim. “Yine de yanlış. Herkesin bir özeli var sonuçta.” Bakışlarını geri yola çevirirken, “Şifreyi biliyorum diye telefonu kurcalaman mı gerekiyor?” Sahte bir şekilde kıkırdarken, “Ama onu mu demek istedim ben…” dedim kendimi savunmaya alarak. “Hani ben şimdi kameraya bakmak için telefonunu elime aldım ya, belki kendimi çok beğenirsem fotoğrafımı çekeceğim değil mi? Olağan şeyler bunlar. Daha sonra çektiğim fotoğrafa bakmak için galeriye gireceğim, e sonuçta senin telefonun illa ki fotoğrafların vardır. Belki uygun olmayan fotoğraflar göreceğim ama bak isteyerek değil, istemeyerek çünkü ben kendi fotoğrafıma bakmak için giriyorum sonuçta. Hani bu da özele giriyor ben bunu diyorum. Ya da ansızın birisi mesaj atacak onu göreceğim bu…” “Melis! Sus! Lütfen sus.” Lafım yarıda kesilirken sinirle bana bakan Emir’e baktım. “Ne bağırıyorsun sanki, sustum.” “Sağ ol.” Gözlerimi devirirken telefonu tekrardan açtım ve kameraya girdim. Ön flaşı açarken ilk gözlerimi alsa da çabucak geçti ve beraberinde kameraya yansıyan görüntüme baktım. Yağmurun beni ıslatması güzelliğimden bir şey eksiltmemişti. Hâlâ çok güzeldim. “Beni kaybedenler utansın,” dedim ağzımda geveleyerek. Emir’in duymayacağını düşünmüştüm ancak dudakları iki yana doğru kıvrılmıştı. Bunu göz ardı ederek bakışlarımı önüme çevirdim ve birkaç tane fotoğrafımı çektim. Emir’in görmediğinden emin olarak el hareketi de çekmiştim. Yaklaşık yarım saatin ardından yine bilmediğim bir yere geldiğimizde kaşlarım gözlerimin üzerine düştü. Emir arabayı durdurup emniyet kemerini çıkardığında ona ayak uydurdum ve emniyet kemerimi çözdükten sonra araçtan indim. Emir’i takip ederken biraz ilerimizde olan müstakil eve baktım. Üşüdüğüm için üzerimdeki hırkanın fermuarını çekerken Emir’in adımları durdu, bana döndü. Kendi üzerindeki montu çıkarırken, “Bu havada ceketle gezmemelisin,” dedi sert bir ses tonuyla. “Zaten ıslandın, hasta olacaksın.” Emir çıkardığı montunu üzerime geçirirken hem kokusundan hem de beni düşünmesinden etkilenmiştim. Tepkimi sessiz kalarak verirken eve gittik. İçerisi oldukça sıcaktı ama yine de üzerimi değiştirmem gerekiyordu. Ciddi anlamda ıslanmıştım ve kendimi aşırı derecede huzursuz hissediyordum. Emir beni banyonun önünde bırakıp yanımdan ayrılırken yaklaşık iki dakika sonra tekrardan yanıma geldi. Elindeki kıyafetleri bana uzatırken, “Duş al,” dedi. “Sağ taraf ikinci rafta temiz havlu ve en alt çekmecede saç kurutma makinesi var. Saçlarını kurut.” İnce davranışına karşın gülümserken kapıyı açarak banyoya girdim. Kapıyı kapatacağım sırada eliyle buna engel oldu, tehditkâr bakışları yüzümün her bir noktasında gezindi. “Ve anneni arayıp Buselerde kalacağını falan söyle… çünkü bugün tamamen benimlesin.” Kalbim göğsümü döverken kapıyı Emir’in suratına kapattım ve elimi kalbimin üzerine koydum. “Sakin ol kalbim, sakin ol.” Kapıyı kilitledikten sonra elimdekileri dolabın üzerine koydum ve üzerimdekileri çıkarıp kirli sepetine attım. Vakit kaybetmeden çabucak duşumu alarak duşakabinden çıktım. Artık ben de Emir olmuştum çünkü hem onun gibi kokuyor hem de onun kıyafetlerini giymiştim. Kıyafetler çok büyük gelmemişti ancak verdiği şortun ipini olabildiğince sıkmıştım çünkü zayıftım ve beli çok bol gelmişti. Dediği gibi saçlarımı da kuruttuktan sonra banyodan çıktım ve Emir’in yanına gittim. Bakışları beni bulduğunda etkilenmiş gibi görünüyordu. Ne diyeceğimi bilemezken yalandan öksürdüm. Ben bu kadar suskun bir insan değildim, hepsi Emir’in etkisinde kaldığım içindi. “Küçük Emir olmuşsun,” dedi, dibime sokuldu ve ellerini saçlarıma attı. Ne yaptığını anlamaya çalışırken elleri tüm saçlarımı gezdi. “Tamam,” dedi sanki ondan açıklama beklediğimi biliyor gibi. “Kurutmuşsun tamamen.” “Kurumasa ne olacaktı?” “Ben kuruturdum,” dedi hiç düşünmeden. Ardından, “Aç mısın?” diye sordu. Başımı hayır anlamda iki yana salladım. Gözleriyle beni onayladığında elimden tuttu ve koltukların birisine oturduk. Emir kolunu omzumdan atarken göz ucuyla Emir’e baktım. “Sen bensiz yapamıyor musun?” “Belli ettiğime sevindim,” dedi adeta içine hapsetmek istediği kahve hareleriyle gözlerimin içine bakarken. “Erim’le konuştuk,” diye devam etti konuyu değiştirerek. “Dila’nın Buse’ye yaptıklarını anlattı.” “Oro…” “Şşşh,” dediğinde parmağıyla dudağımı baskılayarak susmamı sağladı. “Küfür etme.” Başımı onaylarcasına sallamaktan başka çarem kalmamıştı. “Ve Göktuğ piçine gelirsek… Bilerek atlamış boynuna. Dila planlamış yine her şeyi. Aramızı bozmak için.” Gözlerim fal taşı gibi açıldığında Emir’den ayrılıp, “Ne!” diye bağırdım. “Ne demek Dila planlamış? Ne sikime bizim hayatımızda bu kız Emir? Ne istiyor bizden, önce bizim aramızı bozdu sonra Buse’yle, Erim’in!” Emir sakinleştirmek adına başımı göğsüne yaslarken, saçlarımı okşamaya başladı. Arada da küçük öpücükler kondurdu. “Özür dilerim, sevgilim,” dedi samimiyetle. “Sana inanmadığım için.” Başımı Emir’in göğsünden kaldırıp yüzüne bakarken, “Seviyorsun değil mi beni?” diye sordum. Ansızın dudaklarıma kapandı, iştahlı bir şekilde öpmeye başladı beni. Öpüşüne karşılık verirken olduğum yerde hareketlendim ve Emir’in kucağına çıktım. Elleri belimi kavrarken, dudaklarını geriye çekti ancak hâlâ dibimdeydi. “Düşündüğünden çok daha fazla seviyorum,” diye yanıtladı sorumu. Dudakları boynuma değdiğinde yaşadığım hisle kalbim hızla çarpmaya başladı. Tekrardan yüzüme baktığında, “Bir daha benim gibi kokma, Melis,” dedi fısıltıyla, dudaklarını tekrardan dudaklarıma bastırdı. “Senin kokunu almak istiyorum, kendi kokun bana karışsın istiyorum, sakın bir daha benim gibi kokma.” Her bir kelimesi bile beni yükseltirken, “Kokmam,” dedim mırıltıyla. “En davetkâr ve en karşı konulamaz günahımsın, Melis,” dedi, dudakları yeniden dudaklarımda nüksetti. Ve o an anlamıştım ki tüm dünya bize karşı bile olsa bozamayacaktı aramızdaki şehveti. |
0% |