Yeni Üyelik
37.
Bölüm

Bölüm 37 - Biri Vardı (Sezon Finali)

@tubamis

Tehlikeli Fısıltı

Bölüm 37 - Biri Vardı

17 Ekim 2024

Zaman, bizim zannettiğimizden çok daha hızlı geçiyordu. Aklıma gelen anıların hepsini dün gibi yaşamış hissetsem de oldukça geride kalmışlardı. Artık önümüzde bambaşka bir hayat olacaktı. Yeni insanlar, yeni sorumluluklar hepsi teker teker hayatımıza dahil olacaktı.

Oldukça uzamış olan saçlarımı üzerime giydiğim deri montun içinden çıkardım ve omuzlarımdan aşağıya doğru sarkmasına izin verdim. Odadan çıktıktan sonra ayakkabılıktan siyah botlarımı aldım ve dış kapıyı açtım.

Yağmur, usulca ve ince ince yağıyordu.

E malum sonbahar mevsimindeydik artık. Havalar o kadar sıcak değildi.

Botlarımı giydikten sonra kapıyı kapattım ve evin bahçesinin çıkışına doğru adımladım. Kaldırımın kenarında çağırdığım taksiyi beklemeye başladım. İzmir’deki son günlerim miydi değil miydi bilmiyordum.

Üniversiteyi kazanmıştım.

Ancak İstanbul’u.

İstanbul’un geleceğini tahmin etmeyerek tercih listeme yazmıştım ancak sonuçlar beni şaşırtmıştı. İşin kötü yanı tek gidecek kişi olan bendim. Melis, Emir, Erim… İzmir’i kazanmışlardı. Bu yüzden haftalardır gidip gitmeyeceğimi düşüyordum. Okullar çoktan açılmıştı bile.

Taksi geldiğinde düşüncelerimden sıyrıldım ve arka kapıyı açarak kendimi içeriye attım. Cebime sıkıştırdığım adres kâğıdını adama verdikten sonra arkama yaslandım. Bu adrese beni Erim çağırmıştı. Nerede olduğunu bilmiyordum. Aslına bakılırsa tanıdık bir yer gibi geliyordu fakat çıkaramamıştım.

Yaklaşık kırk beş dakikanın ardından şoföre ücreti ödedim ve taksiden inerek etrafıma bakındım.

Burası…

Yıllar öncesinde Erim’le ilk kez karşılaştığım mezarlığın olduğu sokaktı.

Gözlerim Erim’i ararken karşıdan geldiğini fark ettim. O da benim gibi siyah deri mont giymişti. Lakin Erim baştan aşağı siyahtı, benim pantolonum açık renkli bir kottu. Aramızdaki mesafeyi kapatıp yanıma geldiğinde, “Hoş geldin,” dedi gülümseyerek ve yanağımdan öptü.

Aynı şekilde gülümsedim. “Hoş buldum… hoş buldum ama Erim… buraya neden geldik?”

“Seni birisiyle tanıştırmak istiyorum, vakti geldi.”

Kaşlarım çatıldığında Erim elimden tuttu ve mezarlığın kapısını açarak beni de peşinden sürükledi. Bir mezarın ucunda durduğumuzda, harelerim Doğan Koral yazılı mezar taşını okudu.

Doğan Koral…

“Baba, bak kimi getirdim sana,” derken yere çömeldi ve ıslak toprağın üzerine yapışmış otları temizledi. Elleri çoktan çamur olmuştu bile fakat bunu umursamadı, mermerin köşesine oturarak gözlerini mezar taşına dikti. “Sevgilimi getirdim,” diye ekledi.

Başını çevirmeden kolunu bana doğru uzattı ve elini tutmam için avucunu açtı. Beklemeden Erim’in elini tuttum ve yan tarafına geçtim. Bakışlarını bana çevirdi, yüzümü inceledi. Ancak babasıyla konuşuyordu. “Baba, onu tam beş yıl önce bugün gördüm biliyor musun? Senin yanından ayrıldıktan hemen sonra. O an anladım bu kızın ileride kaderim olacağını.”

“Erim…”

Susmam için parmağını dudaklarıma bastırdı. “17 Ekim 2019. Buse’yi ilk gördüğüm ve peşine düştüğüm tarih. Baba, güzelliğini görebiliyorsun değil mi? Her detayıyla, her hareketiyle. Ben o kadar şanslı bir adamım ki…”

Biraz sustu, bakışlarını üzerimden çekip ayağa kalktı. “Şanslıyım, baba. Şu an mezarının bir köşesinde oturan kızın babası, senin ölümüne sebep olduğu için şanslıyım. Senin verdiğin yokluğu, katilinin kızıyla kapattığım için şanslıyım. Bana tüm acılarımı bir kenarda bırakıp dillere destan bir aşk yaşattığı için… şanslıyım.”

Darbe.

Her bir kelimesi, yüreğime sert bir darbe gibi çarptı.

Birkaç dakika donakaldım. Kendime gelebildiğimde hızla ayağa kalktım ve Erim’in gözlerine baktım. “Babamın katilinin kızı derken… Erim… Ne anlatıyorsun sen?”

Gözleri, sevgiden uzak büyük bir öfkeyle bana döndü.

Dudaklarına alaycı bir gülümseme yerleşti ve az önceden beri sakin olan ses tonunu bir anda yükseltti. “Ne mi anlatıyorum? Bir yıl boyunca senin peşine baban olacak piç kurusundan intikamımı almak için düştüğümü anlatıyorum Buse! Seni hiç sevmediğimi, seni her gördüğümde babamın bu toprağın altında yattığını hatırlayıp senden daha çok nefret ettiğimi anlatıyorum! Bugünün gelmesini dileyip içimde yanan kor ateşin artık dineceğini anlatıyorum!”

“Erim şaka yapıyorsun değil mi? Ciddi değilsin söylediklerinde, şaka sadece.”

Aramızdaki mesafeyi kapatıp kollarımı sıkıca kavradı ve hızlıca bedenimi salladı. “Aç artık gözlerini Buse! Bu kadar aptal olma.”

Kollarımı serbest bırakıp mezarı gösterdi. “Senin baban yüzünden benim babam orada yatıyor şu an! Senin o şerefsiz baban olmasaydı benim babam ölmeyecekti! Atlas babasını tanımadan büyümeyecekti! Neden peki? Neden bunlar yaşandı biliyor musun?”

Gözyaşlarım akmaya başlarken Erim’in öfkeden dönmüş suratına baktım. “Neden?” diye sordum kekeleyerek.

Konuşamıyordum.

Kelimeler boğazımda düğüm, o düğüm ise bedenimde intihardı.

Harelerini bana çevirdi, derin bir nefes aldı. “17 Ekim 2018. Babam beni okuldan alacaktı. Okul çıkışında baba oğul vakit geçirmek için plan yapmıştık bir önceki gece. Zil çaldı, eşyalarımı toparlayarak alelacele okuldan çıktım. Babamı bekletmeyi sevmezdim. Okul bahçesine gittiğimde babamı gördüm yolun kenarında, gülümsedi bana. Ancak o an arkadaşım bana seslenince ona döndüm. Verilen ödevle ilgili soru sormuştu. Ben soruyu cevaplarken art arda üç tane silah sesi duyuldu.”

Dudaklarını birbirine bastırdı, gözüne biriken yaşları sildi ve konuşmasına devam etti.

“Büyük bir çığlık koptu. Arkamı döndüğümde büyük bir kalabalık vardı. Babamı göremediğimde içime bir kor düştü, koşarak kalabalığın içine girdim. Babamı yerde kanlar içerisinde yatarken gördüm. Ben o saniye babamla birlikte can verdim. Toparlayamadım. Toparlayamadık. Atlas daha anne karnındaydı. Güvenlik kameralarını izledik, babama ateş edilen arabayı bulduk. Ateş eden kişi hapse girmeyi başardı. Her şey güzel değil mi? Adalet yerini buldu.”

Bana baktı, “Bulmadı!” diye bağırdı. “Adalet yerini bulmadı. Baban olacak piç bir şekilde çıkmayı başardı hapisten! Elini kolunu sallaya sallaya dolaştı ortalıklarda. Babanın hapisten çıktığı gün kendime bir söz verdim. Babam, rahat bir şekilde uyuyacaktı. Günlerce araştırma yaptım, günlerce. Ve ne buldum biliyor musun? Babanın herkesten gizlediği bir gerçeği. Kızını.

Dediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Beynim durmuştu. Babam… babam katil olamazdı çünkü o hiç hapse girmemişti ki…

“Herkesten sır gibi sakladığı kızını buldum. Yani seni. İstanbul’un en zenginlerinin arasında yer alan Aktan Atasoy’un kızı Buse Atasoy. Bu sırrı bilen tek kişi babamdı. Zamanında babam ve baban iş birliği içerisindeydiler. Ancak bu zamanla değişti, Aktan Atasoy babama kazık attı. Ve babam da sessiz kalmadı, bu gerçeği herkese söyleyecekti. Baban için öğrenilmemen neden bu kadar önemliydi biliyor musun? Soylu bir ailenin yanlışlıkla olmuş çocuğuydun çünkü! Evlilik dışı, tek gecelik bir ilişkinin yanlışlıkla olan sonucuydun. Baban seni istemedi, babaannen seni istemedi, deden seni istemedi… seni yalnızca annen istedi! Zoraki de olsa seni doğurdu ama sen doğduktan kısa bir süre sonra öldü. Baban da seni evlatlık verdi. Ve senin yüzünden de benim babam öldü! Sen ve baban yüzünden biz nefessiz kaldık!”

Etrafımdaki her şey bulanıklaşmıştı.

Duyduğum kelimeler zihnimin derinliklerine ağır bir yük gibi çöktü. Hissizdim, hissizleşmiştim. Sanki tüm duygularımı bir anda kaybetmiştim. Göğsüm sıkıştı, nefes almak zor geldi.

Kelimeler kulağımda yankılandı. “Evlilik dışı, istenmeyen, yanlışlıkla olan…”

Gözlerimi yere sabitlemiştim ama baktığım yerde hiçbir şey görmüyordum. Bu sözlerin gerçek olabileceği ihtimali bile midemi bulandırıyordu.

Evlilik dışı, tek gecelik bir ilişkinin yanlışlıkla olan sonucuydun. Baban seni istemedi, babaannen seni istemedi, deden seni istemedi… seni yalnızca annen istedi!”

Başımı yavaşça kaldırdım, gözlerinin içine baktım.

Beni nasıl yaraladığının farkında değil miydi? Ceza mı veriyordu bana? Eğer amacı buysa başarılı olmuştu. Hiç yanmadığı kadar yanmıştı canım.

Dudakları hareketlendiğinde hüznümü anlayarak bana sarılacak, tüm bu yaşanılanların şaka olduğunu söyleyecek sandım.

Yapmadı.

Baş başaydık.

Yaralarıma merhem olmak yerine onları daha da derinleştiriyordu.

Bir zamanlar gözyaşlarımı silebilmek için her şeyi yapan adam, şimdi onların akmasına neden oluyordu. Ağlamamı yasaklayan kişi beni ağlatıyordu.

Bedenim irkildi.

O suskunlukta yalnızca kalbimin kırılma sesini duydum.

Yalan dediğimiz şey bu kadar ustaca söylenir miydi?

İnanmıyordum.

İnanamıyordum.

Ne başka bir ailem olmasına ne de Erim’in beni sevmediğine inanamıyordum. Düşüncelerime sığınarak, “Sen bana kıyamazsın,” dedim yaşadığım acıyı bastırmaya çalışarak. “Bu konuşan sen değilsin Erim. Sen kendi canını yakıp benim gülmem için her şeyi yapan bir adamsın. Bu sen değilsin.”

“Sana ilk defa gerçekleri söylüyorum, Buse.”

Bir insanın saniyeler içerisinde yıkılması bu kadar kolay mıydı?

Saniyeler içinde sadece bir insan değil… bir hayat, bir dünya yıkılabiliyormuş.

Bunu şu an öğrenmiştim.

Kelime kelime, cümle cümle… Söylediği her şey içimdeki temelleri sarsmıştı. Ayakta duruyordum ama boşlukta süzülüyordum. Bütün hayatım, inandığım her şey bir kart evi gibi üzerime devriliyordu.

İnsan saniyeler içinde nasıl bu kadar savunmasız kalabilirdi?

Nasıl bir söz, bir bakış, bir nefes kalbi yerle bir edebilirdi?

Güçlü olmak ne demekti unutmuş muydum? Kafamın içinde yankılanan sessizlik, dışarıdaki dünyanın gürültüsünden daha ağırdı.

Bir insanın saniyeler içinde yıkılması, işte böyle kolaymış.

Beni saran soğuk bir boşluk vardı. “Ne... ne diyorsun sen?” diye zorla, titreyen bir sesle sordum. Kelimeleri anlamaya çalışıyordum ama zihnim reddediyordu.

Karşımda duran adamın gözlerindeki öfke alev alev yanıyordu. Beni suçlarcasına bakıyordu, nefretle bakıyordu. Sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi, sanki ben hiç olmamışım gibi, beni hiç sarıp sarmalamamış gibi, elimi tutan, beni koruyan, beni gülümseten o adam hiç olmamış gibi…

“Duydun,” dedi sert bir tonlamayla. “Senin gerçeğin, babamın sonu oldu. Sen ve o lanet baban yüzünden ailem yıkıldı!”

Dizlerim titremeye başlamıştı. Bir adım geri çekildim ama kaçacak bir yer yoktu. Olan biten her şey kafamın içinde dönüyor, yüreğimde ağır bir yük oluşturuyordu. Babam… Benim babam… Aktan Atasoy. Kimdi Aktan Atasoy? Ya da… Ender Uluer kimdi? Canımdan çok sevdiğim babam, annem, kardeşim… Onlar kimdi?

“Aslında suçsuz olduğunu zannediyorsun değil mi?” diye devam etti sözlerine nefretini kusan bir tonla. “Gerçek şu ki, babanın sakladığı büyük bir sırdın. Senin varlığın onu utandırdı. Bu yüzden seni gözden uzak tutmaya çalıştı, seni sevmedi bile. Ve nefret ettiği sen yüzünden, ben babamı kaybettim.”

Bütün bu sözler bir bıçak gibi kalbime saplanıyordu. “Yalan söylüyorsun,” dedim ama sesim zayıf çıkmıştı. Gerçekleri kabullenmek istemiyordum. “Babam… Benim babam Ender Uluer. Yalan söylüyorsun Erim!” Sona doğru sesim yüksek çıkmıştı. “Beni kendinden uzaklaştırmak için böyle söylüyorsun, biliyorum!”

Alaycı bir kahkaha attı. “Gerçeği kabullenmek zor, değil mi? Ama bu gerçek. Sen bir hataydın, Buse. Baban seni asla istemedi.”

Gözlerim dolmuştu, nefesim kesiliyordu. “O adam babana ne yaptı bilmiyorum ama benim suçum ne?” diye bağırdım sonunda içimdeki tüm öfkeyi ve çaresizliği dışarı vurarak. “Benim ailem bile yalanmış! Sen nasıl beni suçlayabilirsin? Ben hiçbir şeyi bilmezken, her şeyi senden öğrenirken… neden… tüm bunlar için beni suçluyorsun?”

“Suçun ne biliyor musun? Varlığın. Babam senin yüzünden hayatını kaybetti. Babanın ihanetinden sonra her şey çöktü. Ve şimdi bu gerçeği bilmek zorundasın. Çünkü senin hayatın, babamın ölümünün sebebiydi.”

Gözyaşlarım artık kontrol edilemez haldeydi. Bu kadar acı veren gerçeklerle nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Kafamda binlerce soru yankılanıyordu. Gerçekten kimin çocuğuydum? ‘Evlatlık…’ diye tekrarladım kendi kendime.

Kalbimde büyük bir boşluk, içimde büyük bir sessizlik vardı.

Zihnimde beliren sahneler beni daha da sarsıyordu.

Gördüğüm rüyalar… Bir adam var ama babam değil. Yüzü belli belirsiz ama o bir o kadar da tanıdık... Rüyalarımda ‘babam’ dediğim birisi var o ama o kişi babam değil…

Bilinçaltım bana gerçeği ta o zamandan mı göstermişti? Gerçek babam aslında o muydu?

Beril’le hiç benzemeyen fiziksel özelliklerimiz, huylarımız… Babama duyduğum garip ve özel sevgi… Annem… Hepsi yalan mıydı? Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? Bir insan hiç mi hissetmezdi evlatlık olduğunu?

Nefes alamıyordum.

Yavaşça yere çömeldim, başım dönüyordu. Aklımdaki sorular, hatıralar ve rüyalar bir girdap gibi içimde dönmeye başladı.

Ben kimdim? Babam sandığım adam beni hiç istememiş miydi? Bir ailem olduğunu sandığım her şey yalan mıydı? Aniden ayağa kalktım ve elimle başımı tuttum. Gerçek babamın kim olduğunu bilmeden nasıl yaşamıştım bugüne kadar? Annem… kardeşim…

Bir süreliğine her şey bulanıklaştı.

Ama sonra Erim’in sesini zihnimin bir köşesinde yankılanırken duydum. “Erim…” diye fısıldadım. O da bana mı yalan söylemişti? Sevgisi sahiden de sahte miydi? O an içimdeki tüm o karmaşık duyguları bir kenara ittim ve Erim’in bana olan sevgisiyle yüzleşmek istedim.

Bana söylediği acımasız sözler devamlı yankılanıyordu zihnimde.

Gözlerimi Erim’e dikerek, “Erim, söylediklerine inanmıyorum,” dedim kararlı bir sesle. Sözlerim, tüm bu karışıklık arasında tek net şeydi. “Beni sevmediğini söylüyorsun ama ben bunun doğru olmadığını biliyorum. Beni kandırmaya çalışıyorsun.”

Sevgisinin sahte olduğuna inanamazdım ki.

Erim’di o.

Âşık olduğum adamdı.

Bana, âşık olan adamdı.

İçimdeki his Erim’in bana karşı duyduğu hislerin gerçek olduğunu söylüyordu. Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapattım.

“Beni seviyorsun. Bunu hissediyorum.”

“Seni baştan çıkarmak, sana yakınlaşmak benim için sadece bir oyundu Buse. Seninle ilgilenmemin tek sebebi planlarımın bir parçası olmandı. Her şey, senin bu aptal oyuna inanman içindi. Seni kendime âşık etmek çok da zor olmadı. Birkaç güzel söz, birkaç dokunuş… Hedefim belliydi. Sadece seni kontrol altına almak istedim.”

Nefesim kesiliyor, kalbim göğsümde ağır ağır çarpıyordu.

“Yalan söylüyorsun,” diye fısıldadım ama kelimelerim o kadar zayıf çıkmıştı ki kendi sesimi bile zor duymuştum. “Erim yalan söylüyorsun. Sen, benim için canını verecek kadar çok seviyorsun beni.”

“Aşk, insanın gerçeklikten kopmasına sebep olan en güçlü yanılsamadır, Buse. Âşık olduğunda aklın susturulur, sadece kalbin konuşur. Ve sen bana âşıksın. Bu yüzden sana ne kadar hakikati sunsam da inanmayı reddediyorsun.”

“Yalan olduğunu söyle!”

Bu mezarlığın içinde yaşayan kimse yoktu. Kimi bedenini teslim etmişti kimi ruhunu.

Yüzünde küçümseyici bir gülümseme belirdi. “Hep söyledim,” dedi soğuk bir ifadeyle. “Hiç mi fark etmedin? Sana bir an bile dürüst olmadım. Her gün nefret ettiğim adamın kızıyla birlikte olmak ne kadar iğrenç bir duyguydu biliyor musun?”

Kırılmak.

Hayır.

Paramparça olmak.

Sevdiğin kişi tarafından defalarca bıçaklanmak ama ölmemek.

Direnmeye çalışmak ama başaramamak.

Son cümleyi kaç kere söylemişti? Ya da ben kaç kere duymuştum?

İçimde bir zehir yükseldi.

Bir uçurumun kenarındaydım.

“Erim şaka yapıyorsun değil mi? Ciddi değilsin söylediklerinde, şaka sadece.”

Aramızdaki mesafeyi kapatıp kollarımı sıkıca kavradı ve hızlıca bedenimi salladı. “Aç artık gözlerini Buse! Bu kadar aptal olma.”

Karşımda duran beden Erim’di ama sözler ona ait değil gibiydi.

Kalbimin sahibi olan bu adam, bu kadar acımasız olamazdı.

“Neler söylediğinin farkında mısın sen?” diye bağırdım kendime hâkim olamadan. Ona doğru bir adım attım. “Her anında, her solukta aradığın, bir saniye bile aklından çıkarmadığın kişi benim. Ve şimdi bana bunları söylüyorsun! İnanmamı mı bekliyorsun? Bunu kabul etmemi mi istiyorsun? Tam bir saçmalık!” Yavaşça başımı iki yana salladım. “Bana bunu söyleyen kişi, beni her anında düşündüğünü iddia eden kişi mi? Ne korkunç bir yalan…”

“Sana gerçekleri haykırıyorum,” diye bağırdı o da bana doğru bir adım atıp. “Seninle sadece oynadım. Sana yakın olmak babana yakın olmak demekti çünkü! Her şey bir oyundu. Sana söylediklerim, yaşadıklarımız, hepsi senin beni sevmen içindi. Ben seni hiç sevmedim. Ben seni istesem de sevemezdim.”

“Beni… beni kullanmışsın,” diye güçlükle söyledim. Sanki her şey gerçek dışıydı. Gözlerimdeki yaşlar artık gözyaşı olmaktan çıkmıştı, kalbimdeki o acımasız hisle yüzleşmek zorundaydım.

Lakin bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.

Erim, sanki söylediklerim hiç umurunda değilmiş gibi devam etti. “Babanın en zayıf noktası sensin, Buse. Onun sahip olduğu her şeyin altını oymak için seni bir piyon gibi kullandım. Seni evlatlık verdi ama nerede yaşadığını, kime benzediğini, aileni… Her şeyi biliyor. Ne diyorsun? Pişmandır belki de. Aktan Atasoy yalnızca beni bilmiyor Buse. Ve bugün her şey açığa çıktığı gibi Aktan Atasoy’un sonu da gelecek.”

“Hiç mi acımadın bana? Hiç mi merhamet duymadın?”

“Merhamet? Buse, bu dünyada merhamet yok. Güç var, hırs var. Aşk yok, iyimserlik yok, yapılanı unutmak yok, affetmek yok!”

İçimdeki acı bir anda öfkeye dönüştü. “Sen sadece bir canavarsın,” dedim ona sert bir bakışla. “İnsanları kullanmak, hayatlarını mahvetmek… Bu nasıl bir kalp? Senin içinde insanlıktan eser yok. Madem en başından beri amacın buydu, neden karşıma çıkmak için üç yıl bekledin? Neden?”

Erim gülümseyerek başını salladı. “O kalp dediğin şey, bu dünyada sadece zayıflık. Zayıflar kaybeder, Buse. Ben kaybetmeyeceğim. Üç yıl boyunca ne yapacağımı planladım. Her şey kusursuz olmalıydı. Ve senin de büyümen gerekiyordu. Şu an bile aramızda üç yaş farkı varken, ilk karşılaştığımızda seni kendime âşık edemezdim. Aynı okulda olmamız, aynı sınıfta olmamız… gittiğin her yerde karşına çıkmam… bunlar tesadüf değildi Buse. Bunların hepsi planlıydı. Babaannemle komşu olmanız dışında, onu ben de öğrendiğimde şaşırmıştım ama kader… işimi kolaylaştırmak istedi demek ki.”

Gözlerim karardı, kendimi kaybetmeye başladım.

Gözyaşlarımın dökülmesini engelleyemedim.

Bir an duraksayıp gözlerine baktıktan sonra sertçe göğsüne vurdum. “Yapamazsın Erim… bu kadarını yapamazsın. Biz birbirimizi seviyorduk. Sen benim için çok şey yaptın… yalan söylüyorsun. Canımı yakmak istiyorsun bunu biliyorum ama beni seviyorsun Erim…”

Darbelerimden etkilenmemişti, tepki de vermemişti. “Buse,” dedi tok sesiyle. “Seni öz baban bile sevmedi. Benim sevdiğime neden bu kadar inanıyorsun? Hiç mi hissetmedin hislerimin yalan olduğunu?”

Ruhum virane.

Ayaklarımın altında cam kırıkları.

Yolun sonu uçurum, uçurumun sonu ölüm.

Ben daha cevap veremeden Erim elimden tuttu ve beni hızlı adımlarının beraberinde peşinden sürükledi. Erim’in soğuk eli adeta beni karanlığa sürüklüyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken gözlerim yaşlarla dolmuştu ama ne ağlayacak gücüm ne de direnebilecek cesaretim vardı.

Tüm gücümü ve inancımı yitirmiştim. İçimdeki öfke ve hayal kırıklığı derin bir boşluğa doğru hızla düşüyordu. Sadece bedenim Erim’in arkasından savrulup gidiyordu.

Onun adımlarına ayak uydurmak zorunda kaldım. Kalbimdeki derin yara her adımda biraz daha büyüyordu. Sanki her şey bir kâbusmuş gibi sarsılmaz bir acıyla yüzleşiyordum.

‘Ben bugün öldüm’ diye düşündüm. İçimdeki sevgi, umut ve güven yok olmuştu. Artık sadece bir enkazdım. Erim, bana dokunan elleriyle kalbimi paramparça etmiş, her şeyi elimden almıştı. Oysa ben ona inanmıştım, güvenmiştim.

Ama o güven bir yalan, o sevgi bir tuzaktı.

“Beni nereye götürüyorsun?” diye fısıldayabildim boğazımdaki düğümle zar zor konuşarak. Ama Erim hiçbir şey olmamış gibi devam etti. Sanki söylediklerim bir anlam ifade etmiyordu.

O an fark ettim ki bugün sadece kalbim değil bütün benliğim ölmüştü. Sevdiğim adam bana en büyük ihaneti yapmıştı. Kendimi bir hiç gibi hissediyordum. Koca bir yalanın ortasında kaybolmuş bir figüran gibi.

Ve katilim, canımdan çok sevdiğim adamdı.

Erim beni hızlı adımlarla arabaya doğru sürükledi. Nereye gittiğimizi bilmiyordum ama her adımda daha da çaresizleştiğimi hissediyordum. Arabaya yaklaştığımızda kapıyı açtı ve beni hiç tereddüt etmeden içine itti. Hâlâ ne yapmam gerektiğini bilemiyordum.

Hissettiğim öfke, çaresizlik ve korku iç içe geçmişti.

Erim, soğukkanlı bir şekilde direksiyonun başına geçti ve hiçbir şey söylemeden motoru çalıştırdı. Yol boyunca ikimiz de sessizdik. Gözlerim cama sabitlenmişti ama aklımda sadece söyledikleri yankılanıyordu. Babam… O adam. Hayatım boyunca sadece rüyalarıma giren… Şimdi onunla mı yüzleşecektim?

Ama neden?

Erim’in planının bir parçası olarak mı yoksa benden saklanan gerçekleri öğrenmek için mi?

Yol, bitmek bilmeyen bir kâbus gibi uzadıkça uzuyordu.

İçimdeki korku her kilometrede daha da büyüyordu. Ellerim titriyordu, kalbimse sanki göğsümden çıkacakmış gibi atıyordu.

Bir süre sonra araba büyük bir malikânenin önünde durdu. İçim ürperdi. Burası göz alıcı ama aynı zamanda da soğuk bir yerdi. Her şey fazla kusursuzdu, tıpkı bir tablo gibi. Erim, arabadan indi ve kapıyı açarak beni dışarı çıkmaya zorladı.

“İn Buse,” dedi soğuk bir sesle.

Bacaklarım titrerken Erim’in dediğini yapmadım. Öfkeyle kolumdan tuttu ve beni dışarı çıkardı. Arabanın kapısını hızla çarptıktan sonra malikânenin kapısına doğru sürüklemeye başladı. Kapının önünde durduğumuzda malikâneden yükselen hafif müzik ve insanların neşeli konuşmaları kulağıma çalındı.

İçeride büyük bir kutlama var gibiydi ve davetlilerin hiçbir şeyden haberi yoktu.

Erim kararlı bir tavırla, beni de kolumdan tutarak kapıyı sertçe açarak içeri girdi.

İçerisi önemli iş insanları ve üst sınıf kişiliklerle doluydu. Şıklık, lüks ve zenginlik her köşedeydi. İnsanlar ellerinde şampanya kadehleriyle neşeli sohbetler ediyordu. Ancak Erim hiçbirine aldırmadan doğrudan kalabalığa doğru ilerledi.

İçimdeki huzursuzluk her adımda daha da büyüyordu.

Erim bir anda kalabalığın ortasında durdu, “Aktan Atasoy!” dedi gür bir sesle. Tüm salon bir anda sessizliğe büründü. Herkes merakla dönüp Erim’e ve yanındaki bana bakıyordu.

Aktan Atasoy denilen adam şaşkınlıkla başını kaldırdı, bakışlarını Erim’e çevirdi.

Adımlarım istemsizce geriye gitti.

Uzun boylu ve geniş omuzluydu. Yüz hatları keskin ve sertti. Gözleri koyu kahverengiydi, derin ve soğuk bakan bir çift göz… Fakat bu gözler, bana fazlasıyla tanıdık geliyordu. Çocukluğumdan beri aynaya her baktığımda gördüğüm gözlerin ta kendisiydi.

İçim titredi.

Kısa kesilmiş saçları hafifçe kırlaşmış, yüzündeki belirgin kemik yapısı ve sivri çenesi ona sert ve mesafeli bir hava katıyordu. Dudakları ise ince bir çizgi halinde, ciddi ve soğuk bir ifade taşıyordu. Ancak dikkatimi çeken en önemli şey onunla aramızda olan bu şaşırtıcı benzerlikti.

Aktan Atasoy’un bakışları önce bana daha sonra ise elimden tutan Erim’e döndü.

“Beni tanıyor musun Aktan Atasoy? Yıllar önce toprağa gömdüğün Doğan Koral’ın oğlu olan beni… tanıyor musun?”

Aktan Atasoy sessizce Erim’in gözlerinin içine baktı. Birkaç saniye süren bu sessizlik, salondaki gerilimi iyice artırmıştı. O sırada çevredeki konuklar da bu beklenmedik sahneye şaşkınlıkla bakıyorlardı.

“Doğan Koral…” diye tekrar etti soğuk bir tonda. “Babandan bahsediyorsun.” Bu sefer yüzünde belli belirsiz bir alaycılık vardı. “Evet, tanırım. Zamanında bana rakip olmaya çalıştı ama sonuçlarını gördü.”

Erim, duyduğu alaycılığa karşı dişlerini sıkarken elimi daha da sıkı kavradı. Canımın yanmasıyla birlikte yüzüm kasılmıştı fakat elimi Erim’den kurtaramıyordum. Gözlerini bir an bile Aktan Atasoy’dan ayırmadan, beni sertçe önüne itti.

Bir anda tüm gözler üzerime çevrildi.

“Sana getirdim,” dedi bağırarak. “Yıllardır sakladığın, herkesten gizlediğin, varlığından bile utandığın kızını getirdim. İşte, Buse Atasoy! Kızın! Ona bakmaya bile cesaret edemediğin, kendi kanından olan çocuğun! Babam gerçekleri söyleyecek, tüm namın iki paralık olacak diye utandığın öz evladın!”

Dünya üzerime yeniden yıkılmıştı.

Aktan Atasoy’un gözleriyle buluştum. Şaşkınlık, öfke ve… ne olduğunu tam anlayamadığım bir duygu vardı gözlerinde. Ama beni tanımamış gibi bakmıyordu. Aksine her şeyimi biliyormuş gibi bakıyordu. Kalabalık ise nefesini tutmuş, bu inanılmaz sahneye tanıklık ediyordu. Herkes bir anda fısıldaşmaya, şaşkınlıkla birbirine bakmaya başladı.

“Atasoy,” diye devam etti Erim, sesi her geçen saniye daha da yükseliyordu. “Kendi kızını bu kadar mı reddettin? Kendi kanından, canından olan birini bu kadar mı yok saydın? Şimdi tüm bu insanlar senin gerçekte kim olduğunu öğrenecekler. Kızını gizlemek için ne kadar ileri gidebileceğini, onu nasıl hiçe saydığını… Sırf onun hiçliği için katil olduğunu…”

Bir an sessizlik oldu. Ardından kalabalıktan biri alçak bir sesle fısıldadı, “Aktan Atasoy’un bir kızı mı varmış?” Bu cümle hızla diğerlerine yayıldı. Dedikodular patladı. Herkes birbirine dönmüş, şaşkınlıkla bu yeni bilgiyi işliyordu.

Herkes büyük sırrı öğrenmişti.

“Bu senin sahte hayatının çöküşü Aktan Atasoy. Bu geceden sonra ne senin saygınlığın kalacak ne de imparatorluğun. Kızını yok sayarak elde ettiğin her şey, bu gece sona erecek. Benim babamı fazla acı çekmeden öldürdün belki ama sen her gün acı çekerek ölmeyi dileyeceksin. Varlığından bile nefret ettiğin kızını artık herkes bir tokat gibi yüzüne çarpacak!”

Herkesin bakışları Aktan Atasoy’un üzerindeydi. Yıllardır kurduğu saygınlık, prestij, her şey bir anda bir darbe almıştı. Öfkesini dışa vuramasa da gözlerinde tüm bu olanların ağırlığını taşıyan derin bir korku vardı.

“Ben babama verdiğim sözü tuttum Aktan Atasoy. O artık huzur içinde uyuyacak. Ve sen de her gün ölmek için yalvaracaksın. Elindeki her şeyi alacağım. Soyunu iki paralık edeceğim. Bak etrafına, bugün yeni bir ada satın aldın onu kutluyordun değil mi? Etrafındakilere bak! Herkes sana nefretle bakıyor. Katil olduğunu öğrendiler çünkü. Bir çöp gibi etrafa attığın kızının öğrenilmemesi için katil olduğunu biliyor herkes! Bu senin en iyi günün Aktan Atasoy, diğer günlere hazırlıklarını şimdiden yapmaya başla.”

Bir konuk öne çıkıp soğuk bir ifadeyle konuştu. “Demek her şey buymuş. Kızını saklamışsın. Hepimiz seni saygıyla anarken gerçekte ne olduğunu bilmiyormuşuz.” Ardından bir başka misafir, “Katil olduğunu bile bile mi yanındaydık? Bu gece her şey değişti Aktan,” diyerek, Aktan’a küçümseyen bir bakış attı.

İnsanlar birer birer tepki göstermeye başlamıştı. Bazıları sessizce başlarını iki yana sallayıp malikâneyi terk ederken, bazıları ona laf sokarak gidiyordu. “Koca Aktan Atasoy, bak sen. Kendi kızını saklayacak kadar acizmişsin,” dedi biri alayla. Bir başkası, “Seninle iş yapmanın bedelini ağır ödeyeceğimizi şimdi daha iyi anlıyoruz,” diyerek kapıya yöneldi.

Aktan Atasoy giderek yalnızlaşan bu kalabalığın ortasında ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Erim’in söyledikleri, her şeyini ellerinin arasından kaybetmesine neden olmuş gibiydi.

Onun bu mutlu günü bir yıkıma dönüşmüştü.

Gözleri donuk bir şekilde önüne bakıyordu. Ne diyeceğini ne yapacağını bilemiyordu.

Erim ise zaferle gülümsedi. Herkes salondan çıkarken o da hızla arkasını döndü ve çıkışa doğru yürümeye başladı. Erim hızla uzaklaşırken yerden kalkarak peşinden koştum ve yakaladığımda ellerim titreyerek Erim’e sarıldım.

Durdu ama sarılmama karşılık vermedi. Soğuk bakışlarını bana çevirdi, “Buse,” dedi sessizce ama acımasız bir tonla. “Ben hiçbir zaman senin hayatında kalmak için burada olmadım. Bu gece olan her şey planın bir parçasıydı. Seninle geçirdiğim tüm güzel anlar, her şey… bir yalandı. Seni babana karşı bir silah olarak kullandım. Artık işim bitti.”

“Erim, hayır… bunu yapamazsın. Bu söylediklerin gerçek değil… Beni gerçekten sevdiğini biliyorum. Sen sadece öfkelisin. O adam yüzünden böyle davranıyorsun ama bunu aşabiliriz.”

Ellerimden tutarak beni kendisinden uzaklaştırdı. “Ben başarılı bir oyuncu, sense aptal bir izleyiciydin sadece. Bu masal burada sona erdi.”

Bu sözler, kalbime ağır bir darbe gibi indi.

Çaresizlik nedir bilir misiniz?

Dizlerinizin üzerine çöküp saatlerce öyle oturduğunuzu hayal edin. Kalbinizin parçalara ayrıldığını, gözyaşlarınızın tükendiğini, benliğinizi kaybettiğinizi, ruhunuzun bedenini yavaşça terk ettiğini hayal edin. Yaşadıklarınızı sindiremeyin. Beyniniz algılamakta güçlük çeksin, delirmenize ramak kalsın.

Ölmeyi dileyin fakat acı çekmeye devam edin.

Bomboş hissedin.

Yalan dolu bir dünyanın tam ortasında, tek başına olduğunuzu düşünün. Büyükçe bir kalabalıkta yalnız olduğunuzu hatırlayın. Yaşadıklarınızı unutmaya çalışın ancak çabaladıkça daha da dibe batın.

Hissizleşin.

Gözlerinin içine baktım. “Sen bugün beni öldürdün, Erim. Gözlerinin önünde çırpındım, defalarca kurtarılmayı bekledim, ama sen bile isteye, göz göre göre, beni kendi ellerinle mahvettin.”

Derin bir nefes alıp acının ciğerlerime dolmasına izin verdim, ardından devam ettim.

“Bu beni son görüşün olacak. Yıllar geçse de bugünü unutmayacaksın. Unutmak istesen bile çırpınışların faydasız kalacak. Ne bugünü ne de seni sevdiğimi… Evet, seni seviyorum, Erim Koral. Sana öyle âşığım ki bu aşk varlığımı bile yakıp kül ediyor. Ama aynı zamanda senden öyle nefret ediyorum ki içimdeki sevgi bile bu nefreti dindiremiyor. Ve Erim Koral, seni asla affetmeyeceğim.”

Sözlerimi bitirdiğimde Erim’i ardımda bırakarak hızlıca bulunduğum bu yerden ayrıldım.

Gök gürledi, şimşek çaktı.

Usul usul yağan yağmur yerini şiddetli yağışa bıraktı.

Gözyaşlarım yağmur sularına karıştı, ben ağladıkça gök gürledi.

Gök gürledikçe bulutlar acısını haykırdı.

Yağmur hızlandıkça yüzümdeki sıcak yaşlar kayboluyor, soğuk damlalar onların yerini alıyordu. Islanan saçlarım yüzüme yapışmıştı, ellerim titriyordu ama hissetmiyordum. Üzerimdeki montun ağırlaştığını fark ettim ama bu bile önemsizdi artık.

Duygularım bedenim kadar ağırlaşıyor, her adımda daha da hissizleşiyordum.

Sokaklar ıssızdı. Yürüdüğüm bu taş döşeli dar yol sessiz ve soğuktu. Her adımımda ayakkabılarımın suya batıp çıkışının sesi boş sokakta yankılanıyor, sadece bu ses bana gerçek olduğumu hatırlatıyordu. İçimde bir şeyler kırılmıştı. Sadece kalbim değil, sanki ruhum da çatırdayarak dağılmıştı.

Erim’in adını bir kez daha aklımda tekrarladım. “Erim Koral.”

Sevgi ve nefret birbirine karışmış, ayırt edilemez hale gelmişti. Birini bu kadar sevebilirken ondan bu kadar nefret edebilmek… Bu nasıl mümkündü? Bu nasıl bir ceza, nasıl bir yük olabilirdi? Gözlerim bir anlığına kısıldı, düşüncelerim karanlığa çekildi.

Adımlarım yavaşladı. Yağmurun altında, ıssız sokakta tek başıma durdum. İçimdeki boşluk yağmurun göğsüme çarpan damlalarından bile daha ağırdı. Hissetmemek istedim. Hiçbir şey hissetmemek. Ne sevgi ne öfke ne de acı… Sadece bir boşluk. Artık hiçbir şey önemli değildi.

İçimdeki duygu seli giderek silikleşti. Bedenim soğukta donarken ruhum da aynı şekilde katılaşıyordu. Nefes alıyordum, yürüyordum, ama içim… İçim tamamen buz kesmişti.

Gözyaşlarım durmuştu.

Kalbim de öyle.

Bir binanın boşluğuna sığındım. Yağmurun sesi hafifçe kulağıma geliyordu ama artık o ses bile uzaktı. Kapı pervazına yaslandım, gözlerimi kapattım. Erim’in yüzü bir kez daha gözümün önüne geldi. Bir kez daha acıyla kıvrandım. Gülüşü, dokunuşu, sözleri…

“Bitti,” dedim kendi kendime. Sessizce, kısık bir sesle. “Her şey bitti.”

Yüreğimin derinliklerinde bir titreme hissettim. Soğuk, sertleşmiş duyguların altından Erim’e duyduğum aşkın kırıntıları sızıyordu.

Tüm hatıralar yağmurun altında sırılsıklam kalmış ruhumun kapısını çalıyordu.

Erim’le geçirdiğimiz güzel günler gözümün önüne geldi. Elini ilk tuttuğum an, yıldızların altında birbirimize fısıldadığımız o sonsuzmuş gibi gelen dakikalar… Gözlerinde kaybolduğum anlar... Ve gülüşü... Onu mutlu ettiğim zamanlardaki o içten gülümsemesi, gözlerinin içindeki ışık…

Ağlamaya başladığımı fark ettim. Bu kez yağmur değil, kendi gözyaşlarımdı.

Yağmurla karışmayan, sadece bana ait sıcak gözyaşları.

Gözyaşlarımın arasında aniden başka bir gerçek zihnime saplanmıştı. Çok daha derin bir yara… Evlatlık olmam… Hayatım alt üst olmuştu artık. Kim olduğumu, nereye ait olduğumu bilmiyordum. Ailem bildiğim insanlar bana açıklama borçluydular…

Erim’e duyduğum aşk ve nefret karışımı yetmezmiş gibi, kendi köklerime duyduğum yabancılık da içimdeki bu boşluğu derinleştiriyordu. Ben kimdim gerçekten? Kendi ailem dediğim insanlar beni yetiştirmiş, sevmişlerdi ama kan bağına sahip olmadığımı öğrenmek, içimde silinmeyen bir eksiklik yaratmıştı.

İçimde büyük bir fırtına kopuyordu ve fırtınayı dindirecek tek şey fırtına çıkmasına sebep olan kişiydi.

Başımı gökyüzüne kaldırdım, yağmur damlaları yüzümde ince bir perde gibi akarken derin bir nefes aldım.

Daha doğrusu alamadım.

Nefesim boğazıma düğümlendi.

Evlatlık olma gerçeğinin yükü ile Erim’in ihanetinin açtığı derin yara arasında sıkışıp kalmıştım. Her iki gerçek de ruhumu bir mengeneye almış gibi sıkıştırıyordu.

Kendi varoluşumun anlamını, kim olduğumu ve neden burada olduğumu sorgularken içimde inşa ettiğim tüm duvarlar bir bir yıkılmıştı. Geçmişime, kimliğime, hislerime dair ne varsa şimdi harabe olmuştu.

Gökyüzünden dökülen yağmur sanki içimde kopan fırtınanın sessiz bir yankısıydı ama ne çaresizliğimi ne hüsranımı bulutlar bile haykıramıyordu.

Erim Koral.

Sana âşığım.

Adını her düşündüğümde içimde bir fırtına kopuyor.

Tüm benliğimle, inkâr edemeyeceğim kadar derin bir tutkuyla bağlıyım sana. Her bakışında kaybolduğum, her sözcüğünde dünyamı yeniden kurduğum bir aşkla, bağlıyım sana.

Erim Koral.

Senden nefret ediyorum.

Kalbimi paramparça eden, gözümün önünde beni yok eden sen değilmişsin gibi davranan senden, nefret ediyorum. Sana duyduğum sevgi ne kadar derinse nefretim de o kadar keskin.

İkisi bir arada yanıp tutuşuyor.

Beni tüketiyor.

Erim Koral.

Seni asla affetmeyeceğim.

Loading...
0%