@tubamis
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 6 - Öfke “Ne yani siz şimdi sevgili mi oldunuz?” diye bağıran Melis’in ağzını elimle kapatırken sinirle etrafa baktım. Herkes bize bakıyordu. Ardından Melis’e döndüm ve sessizce “Melis!” diye bağırdım. “Kalabalık ortamdayız ne yapıyorsun sen? Ayrıca ne sevgilisi, öyle bir şey mi dedim ben?” Melis bir şeyler homurdanırken ne dediğini anlamadığım için elimi çektim. Korkuyla bana baktı. “Çok korkutucusun, Buse.” Daha sonra ise imayla sırıttı. “Adım dudaklarına çok yakışıyor Buse… Daha sık söylesene.” Kafede olduğumuz için Melis’e daha ağır darbelerde bulunamadığım için kendimi kötü hissetsem de kimsenin görmeyeceği bir şekilde ayağımla, bacağına vurdum. Dudaklarından kısa bir çığlık döküldü ve kaşlarını çatarak bana baktı. Anlattığıma pişman etmişti beni. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, “Ah, Buse!” dedi baygın bir şekilde. “Şaka yaptım alt tarafı.” Manidar bir gülüş sergiledim. “Kötü bir şaka.” Omuz silkti. “Hayır.” “Yürü Melis, derse geç kalıyoruz.” Melis’in kınarcasına bakışları beni bulurken, “Derse daha yarım saat var, Buse. Kaçmak için bahane uydurma,” dedi. Bu gerçek karşısında gözlerimi kırpıştırdım. Evet, doğruydu. Öğle arasındaydık. Ortama farklı bir ses girdiğinde, “Meraba,” diyen Mert’e baktım. Sürpriz yumurtadan çıkar gibi nereden çıkmıştı bu çocuk? “Meraba,” dedim onu taklit ederek. Mert, “N’aber Melis ve canım kankam,” diyerek yanıma otururken kaba kuvvet uyguladı ve koluma vurdu. Sinirle soludum. “Puşt herif.” “Küfür etmek sana hiç yakışmıyor, Buse.” “Ama küfür yemek sana çok yakışıyor, Mert.” Gözlerini devirdi. “Sabah sabah hiç çekilmiyorsun.” Gözlerimi kısarak sırıttım. “Sabahımı güzelleştiren insanlarla arkadaş olsaydım gayet de çekilebilir bir insandım.” “Laf mı yedim ben şimdi?” diyen Melis’e baktım. “Biraz öyle oldu, hayatım.” Mert sohbetimize dahil olmak yerine lavaboya gitmek üzere yanımızdan ayrılırken, kivi çayımdan bir yudum daha aldım. Melis ise gözünü kırpmadan karşı tarafa bakıyordu. “Kime bakıyorsun?” diye sorduğumda ciddiyetini korumaya devam ediyordu. “Şu kız…” dedi bakmaya devam ederken. “Senin arkadaşın Dila değil mi?” Bunun üzerine arkama döndüm ve Melis’in bahsettiği kişiye baktım. “Aa!” dedim Dila’yı gördüğümde. “Evet, o.” Dila oturacak yer bakınırken beni fark etti ve şaşırarak yanıma geldi. “Seni burada görmeyi beklemiyordum,” dedi yanıma otururken. “Ne tesadüf, ben de.” Ardından Melis’e döndü ve elini uzattı. “Dila ben.” Melis’in yüz ifadesi oldukça soğuktu. Normalde asla böyle birisi değildi ancak Dila’ya neden böyle bir tavır takındığını anlayamamıştım. Uzatılan eli tuttu ve “Melis,” dedi kısaca. Dila samimiyetle gülümsedi. “Memnun oldum.” “Ben de.” Melis'in içinden milyon tane kötü yorum geçtiğine emindim. Bunu daha sonra soracaktım. “Hangi rüzgâr attı seni buraya?” diye sorduğumda montunu çıkardı ve arkasına yaslandı. “Erim’le buluşacaktım. Ya ben erken geldim ya da o her yere geç geliyor.” “İkisinin ortası,” dedim sırıtarak. “Sınıf arkadaşıymışsınız.” Onaylarcasına başımı salladım. “Evet, öyle.” “Ah Buse…” derken oldukça heyecanlı görünüyordu. “Çok şanslısın. Erim mükemmel birisi.” Erim? “Biz göremedik ama o mükemmelliği.” Dila harelerini Melis’e çevirdi. “Tanımadığın birisi hakkında bu şekilde yorum yapman ne kadar etik?” Melis hafifçe güldü. “Sen neden tanıdığından bu kadar eminsin?” “Erim benim çocukluk arkadaşım,” dedi büyük bir ciddiyetle. Melis’in dediğine bozulduğu apaçık ortadaydı. “Bu yüzden onu çok iyi tanırım. Bana her şeyini anlatır.” “Hadi ya,” dedi Melis kinayeli bir ses tonuyla. “Sıçtığı boku da anlatıyor mu?” Dila tam cevap verecekti ki Mert geldi ve dikkati dağıldı. Mert’le göz göze geldiklerinde kısa bir bakışma yaşadılar ve Mert yerinin dolu olduğunu görünce Melis’in yanına geçti. “Arkadaşım Dila,” dedim Mert’e bakarak. “Dila, bu da Mert. Sınıf arkadaşım.” Dila samimi bir şekilde gülümseyerek, “Memnun oldum,” dedi. Mert de aynı şekilde karşılık verdi. Melis’in aksine Mert, Dila’ya soğuk davranmamıştı. “Buse,” dedi Dila yönünü bana doğru çevirirken. “Okuldan atıldım.” “Ne?” Başını sallayarak beni onayladı. “Birisi ile bir anlaşmazlık yaşadım. Boş bir konu oldukça büyüdü. İkimiz de okuldan atıldık.” “Ne yapmayı düşünüyorsun şu an?” diye sordum. Nedense farklı bir olay var gibiydi. “Başka özele geçerim.” “Anladım,” dedim tekdüze bir tonda. “Bizim okula gelsene, seni sürekli görmek güzel olurdu,” diyen Mert’e baktığımda Melis’in bakışları da benimki gibi garipserdi. “Yavşak Mert,” dedi Melis gülerek. “Ne yavşağı lan?” “Sana deniliyor.” Ardından Dila söze katıldı. “Seni de görmek güzel olurdu Mert ancak orası evime çok uzak.” Bunlar flörtleşiyorlar mıydı bana mı öyle geliyordu? Mert’le, Dila konuşmaya devam ederken Erim gelmişti. “Kocan geldi,” diye mırıldanan Melis’e bakarken ayağına bir kez daha vurdum. “Sus! Melis!” Melis keyifle sırıtırken Dila, Erim’in boynuna atlamıştı bile. “Hoş geldin, canım.” “Hoş buldum,” dedi Erim bakışları benim üzerimdeyken. Ardından ise Mert’le selamlaştılar. Melis saatine bakarken, “Ben gidiyorum, Buse,” dedi. “Ben de geleyim seninle.” Melis masadan kalktıktan sonra ben de kalktım ve montumu kollarımın arasına aldıktan sonra Dila ve Mert’e döndüm. “Görüşürüz.” İkisi de aynı anda, “Görüşürüz,” derken Erim’le göz göze geldik. Bana göz kırparken bakışlarımı kaçırdım ve kapıda beni bekleyen Melis’in yanına gittim. Kafeden çıktıktan sonra okula doğru adımladık. Zaten okulla arası on dakika olan bir mekândı. Ortama sessizlik hakimken bunu bozdum ve “Melis…” dedim. “Dila’dan hoşlanmadım, evet.” “Daha sormamıştım bile!” Gözlerini devirdi. “Bunu soracağını bildiğim için cevapladım zaten.” Ardından ekledi. “Nedenini bilmiyorum ama gözüm hiç tutmadı.” “İyi birisi aslında.” “İyiyse cennete gitsin, Buse.” “Melis!” Bana yüzünü dönerken, “Ayy, hadi canım benim, derse gidiyorum ben. Görüşürüz,” dedi ve koşar adımlarla okula girdi. Sanki benim dersim yokmuş gibi davranmıştı. Başımı olumsuz anlamda sallarken ağır adımlarla okulun bahçesine doğru adımladım. Okulun arka tarafında Mehmet’i görünce yanına ilerledim. Ortalıkta kimseler yoktu. “Memoş,” dedim beni fark etmesi için. Sesimi duyduğunda durdu ve bedenini bana doğru çevirdi. “Dün gece sorunsuz bir şekilde gidebildin umarım.” “Gittim,” dedim yüzündeki mahcup ifadeye karşın. “Büyütülecek bir şey değil, biliyorsun değil mi?” “Ne bileyim,” derken bakışlarını aşağıya indirmişti. “Ben getirdiğim için geri ben götürmek istemiştim.” “Sorun değil, Memoş,” dedim onun aksine gayet rahat bir şekilde. O an karşıdan gelen Boran’ı gördüğümde, “Hayır ya…” diye mırıldandım. “Yeter, görmek istemiyorum seni!” Boran ıslık çalarak yanımıza yaklaşırken, “Vay, vay, vay,” dedi Mehmet’e bakarak. “Bana asla yüz vermeyen bebek, bu zibidiyle konuşuyor.” “Laflarına dikkat et, gevşek.” Mehmet’in ani çıkışına karşı Boran kahkaha attı. “Etmezsem ne olur? Ne yaparsın?” “Uza,” dedi Mehmet burnundan sinirle solurken. Boran, Mehmet’i takmayarak bana döndü. “Nasılsın, fıstık?” Tiksinircesine yüzümü buruşturdum. “Senin etrafımda olmadığın her an fazla iyiyim.” Dudaklarını büzdü. “Bugüne kadar kimse beni senin kadar üzmemişti anasını satayım!” Sıkıntıyla nefeslendim. “Peşimi ne zaman bırakacaksın?” “Hiçbir zaman,” dedi hiç düşünmeden. Dudaklarına muzip bir gülümseme yerleşti. “Benim olana kadar peşindeyim.” “Kız seni istemiyor, anlamıyor musun?” Boran, Mehmet’e oranla oldukça iriydi. Sert bakışlarını Mehmet’e çevirdi. “Sen kimsin lan piç?” diye sordu. Bunun üzerine Mehmet hafifçe gülümsedi ve “Ölüm sebebin,” diyerek Boran’ın suratına sert bir darbe geçirdi. Boran hafifçe sendelerken intikamın güçlendirdiği lavın etkisiyle gülümsedi ve hep bu anı bekliyormuş gibi Mehmet’e daha da sert bir yumruk attı. Bunun etkisiyle Mehmet yere düştü ve başını kaldırıma çarptı. “Mehmet!” diye bağırdım panikle. Boran ardına bile bakmadan hızla uzaklaşırken Mehmet’in başı kanıyordu. Hafifçe yarasına dokundum. “Çok acıyor mu?” Olumsuz anlamda başını salladı. Yardım ederek Mehmet’i ayağa kaldırdım ve banklardan birisine oturduktan sonra çantamdaki suyla peçeteyi çıkararak yarasını temizledim. “Yara bandım yok,” dedim ayağa kalkarken. “Birilerinden bulayım.” Bileğimden tutarak gitmemi engellerken, “Gerek yok, Buse,” dedi. “Açık yara daha çabuk iyileşir.” “Ama tekrardan darbe alabilirsin.” “Yardımın için teşekkür ederim,” dediğinde ısrarcı olmamam gerektiğini anlamıştım. Kalktığım yere geri otururken, “Ne yapacağım bilmiyorum,” dedim. “Ya bir gün bana zarar verirse?” “Öyle bir şey olmayacak,” dedi beni rahatlatmak istercesine. “Sana zarar gelmesine izin vermem.” Hafifçe gülümsedim. “Kendine zarar gelmesine izin verme önce.” “Teşekkür ederim tekrardan,” dedi konuyu değiştirerek. “İyi ki varsın.” “Lafı olmaz, Memoş. Arkadaşlar en çok da kötü günler için değil midir?” Yüzü anlamadığım bir şekilde kasılırken bakışlarını yüzümden çekti. “Doğru söylüyorsun. Arkadaşlar en çok da kötü günler için vardır.” *** Ders arası Melis’le bahçede oturmuş aynı konuyu bin beş yüzüncü kez konuşurken okula giren oldukça lüks iki arabayı görünce kaşlarım merakla kalktı. Hocaların olsa bilirdim ancak bu arabaları bu okulda ilk kez gördüğüme emindim. Melis beğenisini dile getiren bir ses çıkarırken ben de arabadan inecek olan kişileri izliyordum. Ve en sonunda iki kişi arabadan indi. Birisi kumral diğeri ise sarışındı. Lüks araçlara doğru ilerleyen Mehmet’i gördüğümde merakım daha da artmıştı. Merakıma yenik düşmemeye çalışarak Melis’e döndüm. Kumral çocuğu kesiyordu. “Biraz daha fazla belli et çocuğa baktığını. Böyle anlaşılmıyor hiç.” Bakışlarına yansıyan şaşkınlıkla bana döndü. “Ne?” “Televizyonu en dipte izleyen çocuklar gibi izliyorsun çocuğu,” dedim gülerek. “Gözlerin bozulacak.” “Sus, Buse. Kısmetimi kapatma. Karşılıklı bakışıyoruz biz.” Gülmeye devam ederken ayağa kalktım. “Gidiyorum ben, hava soğuk.” “Dur,” dediğinde sesi yüksek çıkmıştı. “Diğer arabadan inen kişiye bak.” Bakışlarımı çevirdiğimde maskeliyi gördüm. Ve dibinde ise Mehmet’i. “Oha! Ne alakaları var bunların?” Melis ayaklanarak, “Bilmiyorum,” dedi. “Ama şu an maskeliden çok daha önemli bir işim var.” “Ne işi?” dememe kalmadan Melis kumral çocuğun yanına gitti. Şaşkınlıkla peşinden ilerledim ve Melis’in yanına gittim. “Kumral bomba,” dedi Melis soru sorarcasına. “Seni ilk kez görüyorum.” Melis’in deyimiyle kumral bomba Melis’e bakışlarını çevirirken baştan aşağı süzdü. Ardından gözlerinin içine bakarak oldukça alay eder bir şekilde güldü. “Ben de koskoca İzmir’de beni nasıl ilk kez gördüğünü sorguladım şu an.” “Adın ne?” “Emir.” Melis büyük bir hüzünle omuzlarını düşürdü. “Emirler şerefsiz olur derler…Var mı bir alakan?” “Kim dediyse çok doğru demiş.” Sesin sahibi sarışın çocuktu. “Benim adım oldukça manidar olduğu için şerefsiz kategorisine girmiyorum ama Emir çok fena,” dedi sırıtarak. Sırıtışına karşın, “Ne adın?” diye sordum merakla. “Efe.” Melis gürültülü bir kahkaha patlattı. “Yorum yapmak istemiyorum.” “İsme göre hüküm mü veriyorsunuz gerçekten?” Maskelinin sesini duyduğumda sebepsiz ürpermiştim. Bakışlarımı maskeliye doğru çevirirken hafifçe yutkundum. Akabinde Mehmet’i görebilmek adına etrafa bakındım ancak yoktu. Kaşla göz arasında nereye kaybolmuştu? “Senin adını bilseydim sana da bir kalıp bulurdum,” dedi Melis. Hafifçe güldü ve Emir’e dönerek, “Size bahsettiğim bela bunlardı,” dedi. “Kadro eksik sadece.” “Bela mı?” diye sordum. “Gittiğimiz her yerde karşımıza çıkan sensin.” Düşünüyormuş gibi yaparak, “Hmm, öyle mi?” dedi. Alay ediyordu. Emir ise güldü ve başını olumsuz anlamda sallayarak, “Bitti mi iş?” diye sordu. Maskeli ağır ağır başını salladı. “Bitti.” Emir indiği arabaya geri binerken Efe, “Tekrardan görüşmek üzere, güzel bombalar,” dedi ve göz kırparak Emir’in bindiği arabaya bindi. Maskeli hâlâ gitmezken, “Sen neyi bekliyorsun?” diye sordum. “Seni.” Kaşlarım çatılırken maskeli Melis’e baktı. “Buse’yle biraz yalnız konuşabilir miyim?” Melis’e bakarak hayır anlamında kaşlarımı kaldırdım. “Gidemem. Ne konuşacaksan bana da anlat.” “Kumral bombayı ayarlarım.” Melis bu cazibeli teklif karşısında otuz iki diş sırıtırken, “Zaten işim vardı,” dedi ve hızlıca yanımızdan uzaklaştı. Bunun hesabını soracağım sana Melis! “Buse,” dedi maskeli. “Arabaya geçer misin? Dikkat çekmek istemiyorum. Lütfen itiraz etme, fazla vaktim yok.” İtiraz edeceğimi nereden biliyordu? Bu sefer anlayışlı kız rolüme girdim ve arabasına doğru ilerleyerek ön koltuğa oturdum. O da şoför koltuğuna geçti. Arabanın camları filmli olduğu için burayı seçmişti sanırım. “Evet,” dedim gözlerine bakarak. “Sorun ne?” O an gözlerine takıldım. Koltukta dizlerimin üzerine çıktım ve başımı maskelinin yüzüne yaklaştırarak gözlerine baktım. Gözleri kahverengiydi. Bunun üzerinde zihnimde Erim çanları çalmaya başlamıştı. Ama daha önce bu gözlerin mavi olduğuna da emindim. “Senin gözlerin mavi değil miydi?” diye sordum merakla. “Mavi,” diyerek onayladı. “Bunlar lens.” Şu an fazlasıyla yakın olduğum için kokusunu daha net hissedebiliyordum. Bu koku... Tanıdıktı. Erim dedim içimden. Maskeli kişi Erim’di. Ama sesleri? Benziyor muydu ki? Sanki aynıydı… ya da beynim bana oyun oynuyordu. Düşüncelerimi maskelinin beni kendinden uzaklaştırması bozdu. “Bu kadar dibime girme.” “Neden?” Cevap vermedi. Bir süre sessiz kaldıktan sonra ise, “Senden bir konuda yardım isteyeceğim,” dedi. Arkama yaslanırken, “Ne yardımı?” diye sordum. “Belandan yardım mı istiyorsun sen?” Hafifçe güldü. “O duruma da düştüm maalesef.” “Dinliyorum.” “Mehmet’i sana dediğim adrese getirmen gerekiyor.” Ayaklarımla yerde ritim tuttururken, “Sebep?” diye sordum. “Mehmet’le ne alakan var? Neden onu bir yere getirmem gerekiyor? Neden kendin çağırmıyorsun?” “Buse…” dedi sinirlenmemeye çalışarak. “Fazla soru sorma. Sadece dediğimi yapıp yapmayacağını söyle.” “Sebebini söylemeden yapacağımı düşünüyorsan yanılıyorsun,” dedim ve kapıyı açmak için yeltendim ancak kapıları kilitleyerek buna engel oldu. “Buse, bu benim için çok önemli ve Mehmet’in laf dinleyeceği tek kişi sensin.” Bedenimi kapıdan geriye doğru çekerken, “Hiçbir şey anlamıyorum,” dedim isyan edercesine. “Kim olduğunu hâlâ bilmiyorum. Neden sürekli karşılaştığımızı, neden yüzünü sakladığını, arkadaşımla ne işin olduğunu... Hiçbir halt bilmiyorum.” Sonlara doğru sesim yüksek çıkmıştı. “Seni bir daha görmek istemiyorum,” dedim hiddetle. “Mehmet güvenilir birisi değil,” dedi sakince. “Sen çok mu güvenilirsin?” “Buse, lütfen dediğimi yap. Yoksa başına bela gelebilir.” Ellerimi sinirle saçlarımdan geçirirken, “Kapıyı aç!” diye bağırdım. Dediğimi ikiletmedi ve kilitleri açtı. Arabadan hızla inerken, “Başıma gelen tek bela sensin,” dedim ve kapısını çarptım. Okula doğru adımlarken hâlâ oradaydı. Çok geçmeden arabayı çalıştırdı ve gaza basarak uzaklaştı. Kafayı yemek üzereydim. Telefonumun titreşimi ürkmeme sebep olurken telefonumu cebimden çıkardım ve gelen mesaja baktım. Yine o numaraydı.
“Meleğim, şu günlerde iyi olmadığını biliyorum ama sakın endişelenme. Hepsini telafi edeceğim. Seni seviyorum.” *** Dudaklarımı aşıp dilime tat bırakan tuzlu suya içimden küfrederken elimin tersiyle göz yaşlarımı sildim. Sinirlendiğim zamanlarda ağlardım ve kendimde en nefret ettiğim huy bu olabilirdi. Bunun yanı sıra kaç saattir çimlerin üzerinde oturduğumu bile bilmiyordum. Umarım pantolonum yeşil olmamıştır diye içimden dua ettim. Yeni almıştım. Kulaklığımın şarjının bitme sesini duyduğumda sinirim daha da çok artmıştı. Hayır, moralim düzelsin diye Mahmut Tuncer dinlemek istemiştim ama evren buna bile izin vermiyordu. Her şey üst üste geliyordu! “Hayatımda ilk kez ağlamanın bu kadar yakışmadığı bir kadın görüyorum.” Ses Erim’e aitti. “Sen nereden çıktın?” dedim tersleyerek. “Anne karnından.” Şu an Erim’in saçma salak esprilerine tepki verecek durumda değildim. “Anladım,” dedim ve bakışlarımı geri önüme çevirdim. Kulaklıklarımı kutusuna koyarken Erim yanıma geldi. Müziği kapatmak için telefonumu elime aldığımda küçümser bir ses tonuyla, “Mahmut Tuncer mi dinliyorsun gerçekten?” diye sordu. “Ne dinlemeliyim?” Güldü. “Beni dinle. Benden iyi ses mi var?” “Var. Mahmut Tuncer.” Gözlerini devirdi. “Moralin bozukken bile benimle didişmekten kaçınmıyorsun.” Derince bir nefes alıp verdim. “Erim,” dedim usulca. “Neden buradasın?” “Moralini düzeltmek için.” “Geri git öyleyse. Yalnız kalmak istiyorum.” Dudaklarından bir, “Cık,” sesi döküldü. “Moralini düzeltmeden gitmeye niyetim yok.” “Burada olduğumu nereden bildin?” “Melis’ten öğrendim. Çok zor olmadı benim için.” Melis’e sahile ineceğimi söylemiştim ama Erim’e yerimi söylesin diye değil. Ah Melis ah… “Neyse, gidebilirsin şimdi,” dedim usulca. “Aslında…” derken elini montunun cebine attı ve bir şey çıkardı. “Bunu vermeye gelmiştim.” Ardından elinde kolyemi gördüm. Refleks olacak ki elimi boynuma attım. Gerçekten de boştu. “Nasıl fark etmedim yokluğunu…” Ayağa kalktım ve elimi Erim’e doğru uzattım. “Verir misin kolyemi?” Erim ise elini geriye çekti. Ben uzandıkça Erim elini daha da yukarıya kaldırdı. “Erim,” dedim sabır dilercesine. “Kolyemi, ver.” “Bir şartla,” dedi gözlerime bakarken. “Moralini düzeltmeme izin ver.” “Neden böyle bir şey yapmak istiyorsun?” “Üzgün olmana dayanamıyorum mesela?” “Hemen şu an kolyemi veriyorsun ve buradan gidiyorsun.” Sadece bakmakla yetindi. Fakat bu bakışı çok şey anlatıyordu. İnatlaşamayacağımı anladım. Kolyemi onda bırakamazdım. Benim için anlamı çok büyüktü. “Tamam, izin veriyorum. Ver şimdi kolyemi.” Olumsuz anlamda kaşlarını kaldırdı. “Önce arabaya biniyorsun,” dedi ve kaldırımın kenarındaki siyah Range Rover’a doğru ilerledi. Peşinden gittim. Arka kapıyı açtığımda, “Öne,” dedi uyarırcasına. “Arkadan beni boğmaya falan kalkarsın şimdi.” “İyi fikirmiş,” dedim sırıtarak. Bunun üzerine kaşları çatıldı. “Hay dilimi si… Neyse, öne otur.” Dediğini yaptım ve arka kapıyı geri kapatarak ön koltuğa yerleştim. O da şoför koltuğuna geçerek emniyet kemerini taktı. Arabayı çalıştırdıktan sonra radyoyu açtı. Birkaç kanal geçtikten sonra bir tanesinde durdu. “Emniyet kemeri,” dedi ben çalacak şarkıyı beklerken. Takmadığımı fark ettiğimde, “Pardon,” dedim ve kemeri taktım. Ardından şarkı çalmaya başladı. Ah o güzel gözlerin, Döndürüyor başımı, Lütfen seni izlerken, Hor gör bu telaşımı... “Senin şarkın.” Anlamsızca Erim’e baktım. “Benim şarkım olduğunu nereden çıkardın?” Güldü. “Sen seversin beni izlemeyi.” “Edebiyat dersinde abartı kavramının anlamına seni yazmak lazım,” dedim dün asla Erim’i izlememişim gibi. Dediğime takılmadı ve gülmesine devam ederek, “Ama,” dedi. “Hoşuma gittiniz.” Kaşlarım çatıldı. “Niz?” “Sen ve senin beni izlemen.” “Bana âşık olduğunu anlamalıydım,” dedim alay ederek. “Dün Mehmet’e baktım diye belimi içine çökerttin kıskançlıktan.” Sol şeride geçerken, “Bunu sana zaten söyledim,” diye karşılık verdi. “İnanmamakta ısrarcı olan sensin.” Dudaklarımı birbirine bastırıp sessiz kalmakla yetinirken arabayı nihayetinde sağa çekmişti. Emniyet kemerimi çözdüm ve Erim arabanın çalışmasını durdururken aşağı indim. Etrafıma bakınırken Erim yanıma geldi ve “Beni takip et,” diyerek yürümeye başladı. Yaklaşık iki dakika sonra ise beni boks salonunun önüne getirdi. Gözlerim irileşirken, “Ciddi misin?” diye sordum. “Çok konuşma,” dedi ve girmem için içeriyi işaret etti. İçerisi oldukça güzeldi. Cam tavandı ve gökyüzüne bakmak insana huzur verebilirdi. “Nasıl buldun?” diye sorduğunda bakışlarımı Erim’e çevirdim. “Çok düşündün mü bu fikri?” “Güven sen bana. Tüm öfke ve stres bu çatı altında kalacak.” Ardından üzerimizi değiştirdik ve boks eldivenlerini de taktıktan sonra boks torbalarının olduğu kısma geçtik. Bizim dışımızda iki kişi daha vardı. “Şimdi,” dedi ben yerimde ısınmaya başlarken. “Tüm öfkeni kusuyorsun ve içindeki patlamaların bittikçe bana vuruyorsun.” “Sana mı?” dedim boks eldivenlerimi birbirine vururken. “Emin miyiz?” “Eminiz,” dedi sırıtarak. “Hadi dökül.” “Erim,” derken omzuna bir tane geçirdim. “Bana emir kipiyle konuşma, tüm sinirimi unutur sana dalarım.” Cesaretime şaşırırken, “Vay,” dedi kışkırtıcı bir tonla. “İyi başladık. Susma, devam et.” Öfkem daha da artarken, “Boran…” dedim. “Adını andıkça bile kafayı yiyorum.” Erim’in koluna vururken kaşları çatıldı. “Boran kim?” “Bırakmıyor peşimi!” dedikten sonra hıncımı alırcasına tekrardan vurdum. Her bir sözüm sonrasında Erim darbe yiyordu. Tüm öfkemi kusmaya başlamıştım. Boran’ı, bilinmeyen numaradan gelen mesajları, maskeliyi... Erim karşı çıkmak yerine beni daha da fazla kışkırtıyordu. “Ve sen…” dedim. “Sen de beni sinirlendiriyorsun. Anlamıyorum seni. Kimsin, nereden çıktın karşıma bir anda? Amacın ne senin Erim? Amacın ne! Benimle dalga mı geçiyorsun!?” O kadar çok vurmuştum ki darbelerimden kaçmaya çalışırken yere düştü. Öfkemi dizginleyemezken karnına oturdum ve vurmaya devam ettim. Maskelinin, Erim olduğu gerçeğini anımsadım. “O maskeyi de çıkar artık!” dedim vurmaya devam ederken. “Sensin işte. Aynı göz, aynı koku, aynı ses. Sensin o!” “Ne saçmalıyorsun sen?” dedi ciddiyetle. “Maskeni çıkar diyorum,” dedim bağırarak. “Kim olduğunu biliyorum, yoruyorsun beni.” Ve o an kollarıyla vuruşlarımı engelleyerek beni kendisine doğru çekti. “Neyi biliyorsun sen?” diye sordu. “Bildiğin şeyin yanlış olduğunu mu?” Hareleri yüzümün her bir noktasına dokundu. Yine dip dibeydik. Bu saçma klişe olaydan kaçmak istedikçe kendimi yine aynı olayın tam ortasında, yine aynı kişiyle buluyordum. Bir anlamı olmasını istemiyordum. Keza yoktu da. “Neyi yanlış biliyorum?” dedim daha sakin bir tonda. “Maskeli diye bahsettiğin kişi her kim ise o ben değilim.” Gözlerinde herhangi bir yalan ibaresi bulunmuyordu. Yutkundum. “O halde… Sen kimsin?” Âdem elması aşağı yukarı hareket etti. Nefeslendi ve nefesini dudaklarıma doğru üfledi. “Sana gün geçtikçe daha da fazla çekilen kişiyim.” Bölüm Sonu. Düşünceleriniz? Maskeli'nin kim olduğunu düşünüyorsunuz? Diğer bölümde görüşmek üzere... |
0% |