@tubamis
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 7 - Dejavu Uyanmak için kurduğum alarm susmak bilmezken kollarımın arasındaki hayvan figürlü yastığıma daha da sıkı sarıldım ancak fazla sürmeden, oflayarak yorganımla birlikte kendimi yere attım. Bir süre öylece boş boş yerde otururken gözlerimi iyice açtım ve aynada gözüken tipime baktım. İkinci Dünya savaşından çıkmış gibi bir halim vardı. Annem içeriye girince kaşlarını çatarak hâlâ çalmaya devam eden alarmı kapattı ve ardından sinirli bir yüz ifadesiyle, “Sofrada olman gerekiyor, yerde değil,” dedi. Mırın kırın ederken kollarımı anneme doğru uzattım. Annem kafasını olumsuz anlamda iki yana sallarken, “Bir de çocuk olmadığını söylüyorsun, Buse,” dedi ve kollarımdan tutarak ayağa kalkmama yardım etti. Kollarımı annemin boynuna sıkıca sararak başımı omuzuna koydum ve gözlerimi tekrardan kapadım. “Burada uyusam ne olur ki annelerin en güzeli?” diye mırıldanırken annem bu şekli bozmadan beni odanın dışına kadar sürükledi ve banyonun önüne getirerek boynunda olan kollarımı acımasızca yere indirdi. “Mızmızlanma,” dedi, beni banyonun önünde bir korkuluk gibi bırakıp giderken. Adeta keskin uçlu hançer gibi göğsüme saplanan bu kelime yalandan ağlamama sebep olurken, dengemi sağlamak için duvardan destek aldım. Ardından sabah sabah bu kadar dramanın yeterli olduğunu düşünerek banyoya girdim. Odama geri döndüğümde ise annem çoktan yatağımı düzenlemişti. Bu ne hızdı yahu? Gizliden on tane kolu falan mı vardı bu kadının? Üzerime okulun kışlık forması olan siyah kotumla, yine okul forması olan gri kapüşonlu kazağı geçirdikten sonra saçlarımı tarayıp atkuyruğu yaptım. Ders programına bakarak çantama gerekli eşyalarımı da koyduktan sonra kahvaltı yapmak için mutfağa geçtim. Annem benden bir saat önce uyanır ve kahvaltı hazırlardı. Babam kahvaltı yaptıktan sonra işe giderdi. Ardından annem Beril’i uyandırırdı ve ikisi birlikte kahvaltı yaptıktan sonra beni uyandırırdı. Ben uyandıktan sonra ise Beril’le birlikte evden çıkarlardı. Beril’le liselerimiz farklıydı ve onunki benim okulumdan daha uzak olduğu için Beril'i annem bırakıyordu. Bu yüzden pazar günleri dışında ailecek kahvaltı yapamıyorduk. Biraz atıştırdıktan sonra sofrayı toparladım ve montumu giyip, çantamı aldıktan sonra evden çıktım. Otobüs durağına ilerlerken otobüsün geldiğini görünce var gücümle koştum ve son anda otobüse yetişerek kendimi içeri attım. Kartımı validatöre okuttuktan sonra orta taraflara doğru ilerlemeye çalıştım. Biraz zor olsa da başarmıştım. Bu başarım kupa kaldırılmayı hak ediyordu çünkü otobüs oldukça kalabalıktı. Orta kapının önünde durdum ve kapının kulpundan destek alarak bir an önce okula varmayı diledim. Kulaklığımı takarak müzik açtım ve müzik eşliğinde otobüs yolculuğuna başladım. Bir süre sonra ineceğim yere geldiğimde hemen yakınımda olan düğmeye bastım ve kapı açılınca da aşağıya inerek okula doğru yürümeye başladım. Dün gece ben mışıl mışıl uyurken yağmur yağmış olacaktı ki yerler ıslaktı ve geçen arabalar su birikintilerini etrafa sıçratmayı çok iyi başarıyordu. Üzerimin ıslanmaması için olabildiğince kaldırımın yola uzak düşen köşesine doğru yanaşırken aniden kızın birisine çarptım. Kız sinirle burnundan solurken, “Önüne baksana!” diye çemkirdi. “Kocamış fil gibi üzerime geldin.” Kocamış fil demesine gülesim gelse de ciddiyetimi korudum ve “Özür dilerim,” dedim. “Fark etmedim seni.” Surat ifadesi hâlâ aynıydı. “Fark edeceksin,” derken sesi oldukça emrivakiydi. “Senin yüzünden az kalsın yere düşecektim.” Gözlerim, ‘sen ciddi misin’ dercesine bakıyordu. Aklı beş yaşında olan insanlarla uğraşmak gerçekten çok yorucuydu. Sakinliğimi korumaya kararlıydım. “Ama düşmedin,” dedim yoluma ilerlemeye devam ederken. Ancak kolumdan tutarak buna engel oldu. “Lafımı bitirmedim,” dedi öfkeyle. “Bitir, dinliyorum.” “Düşmemiş olabilirim ancak düşebilirdim! Ve eğer üzerim ıslansaydı...” Biraz duraksadıktan sonra devam etti. “Şu an ayaklarımın altında olurdun!” Sarfettiği saçma sözler karşısında iyi niyetten anlamadığını idrak ederken, “Kızım sen ruh hastası falan mısın?” diye çıkıştım. “Fark etmediğimi belirttim ancak bu çirkefliğine evren bile dayanamadığı için seni cezalandırmak istemiş.” Kız dediğime sinirlenirken aniden ellerini saçlarıma doğru uzattı. Ani refleksle kolundan tuttum ve sıkarak aşağıya doğru indirdim. “Deneme bile!” Yüzünü acıyla buruştururken, “Kolumu bırak!” diye inledi. Bunun üzerine ellerimi serbest bıraktım. “Bu iş burada bitmedi,” dedi sinsi gözlerini üzerime dikerek. Umursamazca kıza öpücük attım ve “Sınıfım, 12-C,” dedim. “Gelmeni dört gözle bekliyorum.” Tavrıma karşın daha fazla sinirlendi ve koşar adımlarla önümden geçerek okula girdi. Alayla kıkırdadım. Gerçekten sorunluydu. Ellerimi sanki on adam dövmüşüm de sonrasında gevşetiyormuşum gibi iyice gevşettikten sonra okula doğru adımladım. Daha doğrusu adımlamaya çalıştım. Birisi kapüşonumdan tutarak yürümemi engellemeden önce okula doğru adımlıyordum. “Birileri yine formunda.” Sırıtarak görüş açıma giren Melis’e baktım. “Her bela beni buluyor, Melis.” “Kızım,” dedi okula girdiğimiz vakit. “Sen saçma salak insanları itinayla kendine çekme mıknatısı falan mısın?” Homurdandım. “Sanırım öyleyim.” Merdivenleri tırmanırken Melis’in bir anda yüzü düştü ve dudaklarını büzerek, “Bir an önce on beş tatile girmek istiyorum,” diye hayıflandı. “İnan ben de o kadar çok istiyorum ki bunu. Okula gelmekten çok okuldaki salakları görmekten çok sıkıldım.” “Neyse ki az kaldı.” “Hı-hım,” dedim onaylayarak. Ardından sınıfımın olduğu kata gelince Melis’le vedalaştım ve sınıfa girdim. Sırama doğru ilerledim ve köşe tarafa çantamı fırlattım. O sırada Mehmet geldi. “Günaydın, Buse.” Bakışlarımı Mehmet’e çevirdiğimde yüzünü asık görmüştüm. “Emin misin günün aydığına?” “Eminim,” dedi düz bir şekilde. “Dün…” derken yanına doğru gittim. “Maskeli ile ne işin vardı?” Kaşları havalandı. “Maskeliyi nereden biliyorsun?” “Yani,” dedim ellerimi sweatimin cebine koyarken. “Ben de oradaydım ama görmedin sanırım.” “Olabilir.” Tavırları soğuktu ve keyfinin kaçık olduğu belliydi. “Önemli bir olay yok,” dedi geçiştirerek. “Bir şey almaya gelmişti.” “Neyin oluyor ki?” Bakışları beni buldu ve dudaklarını birbirine bastırdı. “Bu konuyu sonra konuşsak?” Merakım uç noktalara yükselse de anlayış gösterdim ve “Tamam,” demekle yetindim. Mehmet sessiz kalırken geri yerime geçerek kapüşonumu kafama geçirdim. Dersin başlamasına daha yirmi dakika olduğu için başımı sıraya koydum ve gözlerimi kapadım. Her boş anımda uyumak benim yaşam felsefemdi. *** Birisinin saçlarımı okşadığını hissettiğimde hafifçe gözlerimi araladım ve uyuşuk bir şekilde başımı masadan kaldırarak yerimde doğruldum. Mayışmış gözlerim, karşımda sırıtan hocaya bakarken hoca, “Buseciğim, kalk istersen güzel kızım?” diye sordu, çok geçmeden, “Performans notunu sıfır vermemi istemiyorsan tabii,” diyerek de ekledi. Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tutarken, “Özür dilerim, hocam,” dedim sevimsizce gülümseyerek. Kevser Hoca, edebiyat dersimize giriyordu ve ciddi anlamda dersinde uyuyanlara sıfırı basıyordu. Vicdansızın tekiydi. Benim edebiyat dersim sınıfa oranla çok daha yüksek olduğu için ve sınıfın ortalamasını yükselttiğim için de direkt sıfır vermek yerine beni uyandırmayı tercih etmişti. Düşünceli miydi yoksa çıkarcı mıydı anlayamamıştım. Hoca geri yerine geçerken çantamdan gerekli eşyaları çıkarıp masaya koydum. Saate baktığımda dersin daha beş dakika önce başladığını görünce derince bir nefes aldım. Ardından çatılan kaşlarımın beraberinde Mert’e baktım ve omzuna yumruğumu geçirdim. “Neden uyandırmadın beni?” Omuz silkerken, “Çok güzel uyuyordun,” dedi sanki bana âşıkmış gibi davranarak. “Kıyamadım ki…” Akabinde kaşlarıyla hocayı işaret etti. “Bu derste başarılı olmasaydın eğer bu sahte samimiyeti biraz zor görecektin.” Bakışlarımı hocaya çevirdim. “Keşke hiç görmeseydim. Kadın benliğini terk etti resmen.” Mert, “Gâvurun tohumu,” dediğinde gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım ve dersi dinlemeye koyuldum. Yaklaşık yirmi beş dakika geçtikten sonra gerçekten çok fazla sıkılmıştım ve edebiyat dersini kim anlatırsa anlatsın uykumu getiriyordu. Zaten bu dersi geçmemi evdeki çalışmama borçluydum. Hoca da sanıyordu ki Buse dersi derste dinliyor. Aynen canım! Dersin başından beri uyuklayarak hocanın tahtaya yazdıklarını defterime geçirirken son kısmı da yazdım ve kalemimi defterin üzerine koydum. Mert’e yan bir bakış attığımda bakışımı anladığı için sorarcasına tek kaşını kaldırdı. “Nasıl gideceksin? Biliyorsun ki herhangi bir yerin kanamazsa eğer hoca lavabo izni vermiyor.” Kadının kan korkusu vardı. Bu yüzdendi ki en ufacık kanamada bile onu görmeye dayanamadığı için öğrenciyi direkt olarak lavaboya yollardı. Sınıftaki ilkel çözüm yöntemleri hocanın lügatına ters düşüyordu. Dudak büzdüm. “Bilmek istemezdim ama maalesef ki biliyorum.” Bir süre ne yapsam diye düşündüm. Ardından başparmağımın kenarının soyulduğunu fark edince sinsice sırıttım. Burayı kanatmak çok basitti. Soyulan kısmı yukarıya doğru çektim ve etimi kopardım. Canım acımıştı ama daha fazla derste kalırsam ciddi anlamda uyuyacaktım ve uyarı almadan performans notum sıfır olacaktı. Anında kanayan parmağıma biraz bastırınca kan daha da fazla aktı. Mert’e doğru dönerek kanayan parmağımı gösterdim ve “Geçmeme izin verebilir misin hayatım?” diye sordum. Mert korkmuş gözlerle bana baktı. “Şu azmini derslerine gösterseydin şu an üniversiteye geçmeden meslek sahibi olmuştun.” Abartılı bir şekilde gözlerimi devirdim. “Annem gibi konuşma, Mert. Zaten evde yeterince bu konuşmaları dinliyorum.” Mert güldü ve yerinden kalkarak geçmeme izin verdi. Hocanın yanına giderek, “Hocam, parmağım kanıyor da lavaboya gidebilir miyim?” diye sordum parmağımı göstererek. Daha doğrusu kanayan yeri hocanın gözlerine sokmuştum resmen. Hoca kusacakmış gibi bakarken gözlerini kaçırdı ve “Gidebilirsin,” diyerek izin verdi. Sınıftan çıkarken Mert’e göz kırptım ve sınıftan çıktım. Oldukça rahat bir şekilde lavaboya gittim ve kanayan parmağımı yıkadım. Daha sonra cebimdeki peçeteyle bastırarak kanamasını durdurdum ve kapüşonu kafama geçirdiğim için bozulan saçlarımı tekrardan bağladım. Vakit geçsin diye bilerek lavaboda oyalandım ve yaklaşık on dakika sonra nihayet sınıfa gitmeye karar verdim. Gören de parmağım kesildi sanırdı. Aynada son kez güzelliğime baktım ve “Analar neler doğuruyor be!” diye egomu tatmin ederek lavabodan çıktım. Kapıyı tıklatarak sınıfa girerken hocaya gülümsedim ve sırama doğru ilerledim. Gözlerim ön sıraya kaydığında Erim’i gördüm. Sanki özel okuldaydık da paşa hazretleri istediği zaman derse giriyor, istediği zaman çıkıyordu. Gerçi, unuttuğum bir gerçek vardı. Okul ilk yapıldığında özel okul olarak tasarlanmış bir okuldu fakat devlet okulu olmuştu. Ancak geçen yıl ani bir kararla okulu özel yapmışlardı. Bu saçma kararın nasıl gerçekleştiğini bilmiyordum. Okula devlet okulu olarak başlayanlar ödeme falan yapmıyordu. Ben de ödeme yapmayanların arasında yer edindiğim için okulun özel olması beni çok bağlamıyordu. Ancak tabii ki de özele döndükten sonra sırf parasıyla hava atan tiplemeler çoğaldığı için okulun IQ seviyesi oldukça düşmüştü. Hülyaların bakışları yine Erim’in üzerindeyken Erim onlara ithafen göz kırptı. Bakışlarımı Erim’den çektim ve Mert ayağa kalkarken yerime geçtim. “Gelmeseydin,” dedi Mert geri otururken. Şaşırmış gibi yaptım ve saate baktım. “Aaaa! Dersin bitmesine de az kalmış. Zaman ne kadar da hızlı ilerliyor değil mi Mert?” Ve Mert cevap veremeden zil çalmıştı bile. Hocanın sınıftan çıkmasını iple çekerken çıktığı an, “Oh be!” dedim. “Bitti uyuz karının dersi.” “Zaman hızla ilerlemeden ben bir hava alayım.” Mert’e, “Yallah,” dedim ve o sınıftan çıkarken ben de iyice köşeye sindim. Bunun üzerine Erim de köşeye çekilerek sırtını kalorifere yasladı ve bacaklarını sıraya uzatırken dirseğini benim masama koydu. Başını da yasladığı dirseğinin eline koyarken, “Buse,” dedi mırıldanır bir tonla. “Seni hocaya şikâyet edeceğim.” Anlamsızca gözlerimi kırpıştırdım. “Neden?” “Kadına hakaret ettin.” “Hazır ağzımı bozmuşken sana da edebilir miyim?” Olumsuz anlamda kaşlarını kaldırınca, “Peki,” dedim uysal bir şekilde. Ve işte! Beklenen an! Hülya ve Hülya’nın kendisini paparazzilere poz veriyormuş gibi hissettiği gülümsemesi. İzin almadan yanıma oturan Hülya’ya kaşlarımı çatarak bakarken o, bunu zerre umursamadı ve “Selam,” dedi Erim’e karşı. Erim bakışlarını Hülya’ya çevirirken imayla sırıttı ve “Selam,” dedi. “Adın neydi?” “Hülya.” Konuştuğu kişi Hülya’ydı ama etkisi altında olan bendim. Neden yapıyordu bunu bana? “Aslında güzel kadınların ismini unutmam ama… seni neden hatırlamadım bilmiyorum.” Hülya, adının anlamını taşırcasına hülyalı bir şekilde bakıyordu Erim’e ve çok da emindim ki Erim’in dediği cümleyi anlamamıştı. “Daha yeni tanışıyoruz sonuçta. Bir önemi yok.” “Memnun oldum tanıştığıma, Hülya.” Hülya şimdi Erim’in ona âşık olduğunu falan sanabilirdi. Sırf onunla konuştuğu için. Erim gözünde neydi bilmiyordum ancak en sevdiği aktristen farkı olmadığı kesindi. “Ben de memnun oldum Erim! Ve söylemeden geçemeyeceğim, gerçekten çok yakışıklısın.” Erim’in dudakları sağa doğru kıvrılırken harelerini bana çevirdi. “Buse’ye sorsana,” dedi. “Yakışıklı mıymışım? Eğer beğenmezse yakışıklı değilimdir.” Hülya küçümser bakışlarını cevap almak için üzerime diktiğinde gözlerim kısıldı. “Hayallerimdeki beğeni kavramında Erim’i bulamadım.” “Sen kör olmalısın,” dedi Hülya asabi bir şekilde. “Sanırım hayallerin çok ucuz. Karşında taş gibi birisi var.” “Ucuzluk yarışması yapacak olsak yarışmaya katılmadan elenirsin, Hülya.” Hülya gözlerini devirirken, “Gider misin yanımdan?” diye sordum. “Meraklı değildim zaten,” dedi ve bir hışımla ayağa kalktı. Ardından Erim’e döndü. “Başka bir gün daha müsait bir anda konuşalım.” Erim kafasını sallamakla yetinirken Hülya’nın suratına gülümseme peyda oldu ve mutlulukla yerine geçti. Onu umursamayarak önüme döndüğümde Erim’in bana baktığını gördüm. Tek kaşım havalandı. “Ne bakıyorsun?” “Buse,” dedi tok sesiyle. “Her zaman hayallerimiz gerçekleşmez.” “Anlamadım?” “Anlayacaksın. Ve anlayacağın günü sabırsızlıkla bekliyorum.” *** Öğle arasına girdiğimizde Kevser Hoca sınıfımıza gelmişti ve beni yanına çağırarak bodrum kattaki edebiyat sınıfındaki sunumları, panoya asmakla görevlendirmişti. Neden mi ben görevlendirilmiştim? Edebiyat kulübü başkanı olduğum için. “Kulüp arkadaşın kimdi?” diye sorduğunda, “Mehmet,” diye cevapladım. “Onu da al yanına. Sana yardım etsin,” derken Mehmet’in sırasına baktım. Uyuyordu. Ya da sadece yatıyordu. Tam dudaklarımı aralamıştım ki nereden çıktığını bile anlamadığım Erim, “Hocam,” diyerek söze karıştı. “Mehmet arkadaşımız biraz rahatsız, dinlense daha iyi olur. Buse’ye ben yardım edebilirim.” Şu an o kadar sevimli bir role bürünmüştü ki hocanın buna hayır demesi oldukça zordu. Hoca biraz düşündükten sonra onay verirken, “İşiniz bittiğinde haber verin,” dedi. “Kontrol edeceğim.” Anlayışla başımı sallarken, “Tamam, hocam,” dedim ve hoca sınıftan çıktıktan sonra ben de sınıfın çıkış kapısına doğru yöneldim. Erim de peşimdeydi. Edebiyat odasına indiğimizde masada duran bir ton sunuma gözlerimi büyüttüm. Sanki bu haftakiler daha fazlaydı… “Hoca şaka yapmayı seviyor sanırım.” Erim’e bakarken hüzünlü bir tavırla dudak büzdüm. “Alışırsın, yavrum. Alışırsın.” Dudakları arsızca hareketlendi. “Yavrun muyum gerçekten?” “Olmak ister misin?” Onaylayarak başını salladı. “Hep…” dedim sanki acıklı bir olay anlatıyormuşum gibi. “Hep bir dağ ayısı yavrusuna sahip olmak istemiştim… Sonunda isteğim gerçek oldu!” Erim’e ima dolu bakışlar yüklenirken, “Bana sahip olmak istediğini kabul etmen hoşuma gitti,” dedi. “Her şeyi kendi istediğine çekmezsen olmaz değil mi?” Omuz silkti. “Sen dedin. Ben değil.” Kıkırdadım. “Dağ ayısı olduğunu da kabul ediyorsun yani?” “Sen iste köpeğin bile olurum, güzelim.” Tiksintiyle yüzümü buruşturdum. “Çok yapmacıksın.” Ve konuşmasına fırsat vermeden dağınık duran sunumları belli bir düzenle art arda koydum. Panolar her hafta düzenlenirdi. Bu hafta ise sunularda şiirler vardı. Hepsi öğrenciler tarafından yazılırdı ve bir hafta boyunca tüm sınıflar sırasıyla, bu sunuları incelemeye gelirdi. Koskoca İzmir’de edebiyata bu kadar önem veren tek okul biz olabilirdik. Sıkıntılı bir iç çektim. “Yarım saate biter umarım.” Önümde duran geniş ve oldukça büyük duran panoya baktım ve bir an önce işe koyulmak için sandalyeyi panonun önüne çektim. Boyum yetiyordu ancak en üste ulaşmam için sandalye kullanmam şarttı. Araç gereç kutusundan toplu iğnelerin olduğu kutuyu aldım ve Erim’e verdim. “Sen bana iğneleri uzatıp, sunumları verirsin.” “Hiç yapasım yok,” dediğinde kaşlarımı çattım. “Neden geldin o zaman?” Sırıttı. “Seni iş yaparken izlemenin bana zevk vereceğini düşündüm.” Sağ ayağımla Erim’e tekme savururken kaçmayı başarmıştı. “Vahşileşme,” dedi homurdanarak. “Beni buna zorluyorsun,” derken sandalyeye çıktım ve Erim’e dönerek sunumları uzatmasını istedim. “Benim boyum uzunken neden sen orada cebelleşiyorsun?” “Boş boş ayakta durmayı sevmiyorum.” Ardından uzattığı sunumu aldım ve panoya iğneledim. Birkaç sunum astıktan sonra diğer sunumu asacağım sırada yazılan kelimeler dikkatimi çekti ve kâğıdı elime alarak yazan şiiri okumaya başladım. Aşk bahçem, Bu bahçeye girmedi sen gibisi, Nadide bir çiçek sanki, Kamerunlu değilim ama ben de koşarım kalbine, Ver kalbini ruh eşine, Gidelim bu diyarlardan el ele... Dizenin sonuna doğru gülmemi tutamazken büyük bir kahkaha patlattım. Bir süre güldükten sonra duruldum ve gülmemi bastırarak vurgulu bir şekilde okumaya devam ettim. Gözlerine bakıp yazmak isterdim destan, Ama bakacak ne yüzüm var ne de aşk dolu dünyam, Senin bakışların yokken gözlerimin önünde kayıp gider hayallerim, Sanki bir enkazdayım ama gülsen kurtulacağım bu durumdan... “Çok…” dedim duygulu bir ses tonuyla. “Anlamlı…” Erim’in gülme sesi kulaklarıma dolarken istemsizce tekrardan gülmeye başladım. “Âşık olunca girdiğim tribal enfeksiyon,” dedi Erim gülmesini keserken. “Vay,” dedim şaşırarak. “Sen aşk nedir bilir misin?” “Sensin.” Kaşlarım çatıldığında, “Hayır,” diyerek itiraz ettim. “Boş ve bok kelimelerinin karışımı gibi bir şey.” Ardından, “Aşk eski bir yalan, Adem’le Havva’dan kalan,” şarkısını mırıldanmaya başladım. “Aşk eski bir yalan, hayatıma dolan…” “Şarkının devamını söylememi ister misin?” “Kulaklarımın kanamasını istemiyorum o yüzden sus yoksa ağzını bantlarım.” Dudaklarına yeniden arsız bir gülümseme peyda oldu. “Susturmak için başka alternatifler denemelisin.” İma yaptığı şeyi anladığımda gözlerim dehşetle büyüdü. “Yumruğu çakarım bak,” dedim sinirle. “Bu kadar asabi olma.” Omuz silkerek, “Üzgünüm,” dedim. “Uysal bir insan olduğum pek söylenemez. Sinirli, hırçın, inatçı… benden uzak durman için başlıca özelliklerim.” “Kokunu yeni solumaya başlamışken uzak durmak gibi bir niyetim hiç yok.” Dediği şey üzerine saniyelik afalladım ve az önceden beri sandalyenin ucuna geldiğimi yere düşerken idrak ettim. Aslında düşmemiştim. Çünkü şu an karşımda Erim’in sırıtan suratı vardı. Ne olduğunu anlamlandırmak adına etrafıma bakındım ve geri Erim’e döndüm. “İndir.” Bunun üzerine bedenimi daha da yukarıya kaldırdı. “Böyle iyiyiz bence,” derken keyfi oldukça yerindeydi. Elimi kaldırıp Erim’in saçlarını kavradım ve çekiştirmeye başladım. Acıyla bir küfür savururken beni serbest bıraktı ve saçlarını ellerimin gazabından kurtardı. “Vahşisin işte,” dedi sahte bir öfkeyle. “Teşekkür ederim.” Ardından hiçbir şey yaşanmamış gibi sunumları asmaya devam ettim. Nihayet bittiğinde sandalyeden indim ve kirlettiğim alanı temizledikten sonra sandalyeye oturdum. “Kollarım koptu.” “Bıraksaydın ben yapardım.” “Bir dahakine aklımda.” Kaşları havaya kalktı. “Bunu sürekli mi yapıyorsunuz?” “Her hafta.” Tiksintiyle yüzünü buruşturdu. “Ben Mehmet'le yaparım,” dedim. “Ağlama hemen.” Mehmet dediğimde bakışları sertleşti ve “Mehmet…” dedi sorgularcasına. “Ne zamandan beri arkadaşsınız?” “Liseye geçtiğimden beri.” “Hayatını sana hiç anlattı mı?” dediğinde anlamsızca baktım. “Neden soruyorsun?” “Sorasım geldi.” “Fazla bahsetmez.” “Mert kadar yakın mısın?” “Yani," dedim bir süre düşündükten sonra. "Belki daha da fazla." Sert bakışını bozmadan, “Mert,” dedi. “Kardeşin gibi.” Evet anlamında başımı salladım. Gülümsedi ve “Güzel,” diyerek elini uzattı. “Kalk, gidelim artık.” Uzattığı eli tutmak yerine kendim kalktım ve iğneleri geri yerine koyduktan sonra kapı çıkışına doğru yürümeye başladım. Bağcıklarımın açıldığını fark ettiğimde eğilerek bağcıklarımı bağladım ve Erim’in yanına gittim. “Ee, neyi bekliyorsun çıkmak için?” “Kapının açılmasını.” “Oradan bakınca otomatik kapıya mı benziyor?” Kollarını göğsünde birleştirirken duvara yaslandı ve sağ ayağını hafifçe kırarak kendinde doğru çekti. “Açsana.” Gözlerimi devirdim ve kapıyı açtım. Gözleri şaşkınlıkla büyüdü. “Lan! Ben neden açamadım?” Zevkle sırıttım ve hiçbir şey demeden odadan çıktım. Erim’i ardımda bırakırken ellerimi yıkamak üzere lavaboya gittim ve oradan da öğretmenler odasına geçerek edebiyatçıya sunumları bitirdiğimize dair haber verdim. Hoca teşekkür ettikten sonra sınıfa doğru adımladım. Sınıfın kapısında Mehmet ile karşılaştığımda bana baktı. “Yorgun görünüyorsun.” Ellerimi saçlarımdan geçirirken, “Fazlasıyla,” dedim. “Sunum panosunu düzenledim.” Kaşları çatıldı. “Benim… Yardım etmem gerekmiyor muydu?” “Sen uyuduğun için,” derken Erim yanıma geçti. “Ben yardım ettim.” Mehmet’in çenesi seğirdi, “Öyle mi?” dedi sahte bir şekilde gülümseyerek. “Yardım ettiğin için mi yoruldu bu kız?” “Demek ki sadece sunum panosu düzenlememişiz. Ayrıca çok da eğlendik. Bundan sonra hep birlikte yaparız… değil mi Buse?” İkisinin arasındaki saçma gerginliğe anlam veremezken, “Yorgunum,” dedim ve ikisini de umursamayarak yerime geçtim. Erim, Mehmet’e her an dalacak gibi bakıyordu. Mert ise ortalıklarda yoktu derken sınıfa girdi ve Erim’e selam verdikten sonra yanıma oturdu. “Bitti mi?” diye sorduğunda sessizce başımı salladım. Ardından başımı sıraya koydum ve uyumak adına gözlerini kapadım. Fakat uyuma sevincim fazla sürmedi. Ders zili çaldı ve bir süre sonra da hoca geldi. Neyse ki dersin müzik olmasına içten içe şükrediyordum. Genelde boş geçerdi. On ikinci sınıfta neden müzik görüyorduk onu da anlamıyordum. Hoca yoklamayı aldıktan sonra, “Aranızda şarkı söylemek isteyen var mı çocuklar?” diye sordu. “Hocam, siz o soruyu aranızda sesi kargaya benzemeyen birisi var mı diye sorun bence,” diyerek lafa atıldı Alper. Dediği üzerine sınıftakiler gülüştü. O sırada Erim’e baktım ve sinsice sırıttım. “Hocam,” dedim el kaldırarak. “Erim’in sesi çok güzel, o söylesin.” Erim şaşkınlıkla bana baktı. Fena elime düşmüştü! Hoca, “Erim?” diye sorunca Erim elini kaldırdı. “Benim, hocam.” Hoca öğretmenler masasına otururken kollarını göğsünde birleştirdi ve “Sen yeni gelen çocuk musun?” diye sordu. Erim ise hocaya onay verdi. “Söylemek ister misin?” “Çok isterdim ama,” dedi ve öksürüyormuş gibi yaptı. “Boğazım ağrıyor biraz. Başka zamana artık.” Hoca anlayışla karşıladı. “Geçmiş olsun, evladım.” “Sağ olun, hocam.” Erim’in öldüresi bakışları bana dönerken dudaklarını hareket ettirdi. “Bunun hesabını soracağım.” *** Melis’in gelmesini beklerken bir ağaç olarak köklerimin toprakla buluştuğunu hissedebiliyordum. Tüm okul neredeyse dağılmıştı. Gelmeyi nihayet başarırken, “Sonunda!” dedim homurdanarak. Melis dediğime aldırış etmedi ve koluma girdi. “Tipimi düzeltmem lazımdı.” “Sen her halinle güzelsin,” dedim merdivenleri inerken. “Totonu ısırırım, Buse.” Şu an nereye mi gidiyorduk? Melis’in eski sevgilisi ile buluşmaya. Melis’in yaklaşık üç ay öncesine kadar mutlu bir ilişkisi vardı ancak aldatıldığını öğrendiği gün her şey altüst olmuştu. Sevgilisini başka birisini öperken görmüştü. Bu oldukça ağırdı. İki hafta önce Göktuğ, Melis’e geri dönmüştü ve pişman olduğunu söylemişti. Melis içinde yanıp tutuşan intikam ateşi ile dönmesini ondan intikam almak için kabul etmişti. Şu an ise onu terk edecekti. “Melis,” dedim okuldan tamamen ayrıldıktan sonra. “Onu terk ettikten sonraki tepkisini çok merak ediyorum.” “Sorma!” dedi heyecanla. “Ne zamandır bu anın hayalini kuruyorum.” Buluşma yeri genelde çok kişinin uğramadığı bir parktı. Melis’in neden özellikle burayı seçtiğini bilmiyordum ancak sormamıştım da. Yaklaşık on dakika sonra parka gittik ve Göktuğ’u beklemeye başladık. Hava oldukça soğuktu. Ellerimi dudaklarımın üzerine kapatırken sıcak hava üfledim. “Geleceğinden emin miyiz?” “Gelecek,” dedi Melis oldukça emin bir şekilde. O sırada gözleri dehşetle büyüdü. Ne olduğunu anlamaya çalışırken Melis’in kaldırımın kenarındaki araca baktığını gördüm. “Bu o!” diye bağırırken koşarak arabanın yanına gitti. Heyecandan ne yapacağımı bilemezken bu yüzleşmenin gerçekleştiğine hâlâ inanamamıştım. Ama o an arabadan inen kişiyi görünce kaşlarım havalandı. Bu Göktuğ değildi. Emir’di. Melis’in yanına doğru ilerlerken Melis, Emir’in önüne geçti. Aralarında yaklaşık yirmi santim kadar boy farkı vardı. Emir’in anlamsız bakışları Melis’i bulurken, “Yine mi sen?” diye sordu. Melis arsızca gülümsedi ve “Beni görmeye geldin değil mi?” diye sordu. “Ah! Beni görememek çok zor seni anlayabiliyorum ancak…” Omuz silkti. “Hayat şartları işte, her istediğin anda gözlerinin önünde olamam ki.” Emir alaycı bir kahkaha attı. “Sen kafayı yemişsin.” “Sana olan aşkımdan,” dedi Melis. Neden böyle yaptığını anlamaya çalışıyordum. Emir’in kaşları çatılırken totosunu arabasına yasladı ve “Ne aşkı?” diye sordu. “O hataya benimle düşmek isteyeceğini hiç sanmıyorum.” “Hatamın bu kadar güzel olacağını bilmiyordum,” dedi Melis gülümseyerek. Ardından Emir’e yaklaştı. Ayakuçlarının üzerinde yükseldi. Emir aradaki yakınlığa bakarken, “Amacın ne?” diye sordu ancak lafı yarıda kesildi ve Melis dudaklarını, Emir’in dudakları ile birleştirdi. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken bakışlarım yan tarafa kaydı. Ve Göktuğ’u gördüm. O an her şeyi anlamıştım. İçimden gelen bir hisle tebessüm ettim ama… Melis’in intikamını en güzel şekilde almasına mı yoksa Emir’in, Melis’in öpüşüne karşılık vermesine mi? Bölüm Sonu. Nasıl bölümdü amaaaaaa 😁 Düşüncelerinizi yazmayı unutmayın... Diğer bölümde görüşmek üzeree 💚
|
0% |