Yeni Üyelik
8.
Bölüm

Bölüm 8 - Gafil Av

@tubamis

Tehlikeli Fısıltı

Bölüm 8 - Gafil Av

Melis Taşkın’dan;

Geçmiş zaman… Hayatımın belki de en güzel günü. Ya da en kötüsü. Seni ilk kez gördüğüm o gün. İleride ne olacağını bilmeden, kim olduğunu, bana neler yaşatacağını bilmeden gözlerine baktığım o gün. O güne teşekkür mü etmeliydim lanet mi… Bilmiyorum.

Her şey ansızın gelişmiş gibiydi. Garipti. Ya da ben garipsemiştim.

İlk başta eğlendim, sonrasında hoşlandım. Geri çekilmeye çalıştım, daha çok etrafında döndüm. Sevdim. Sevgim arttı, aşka dönüştü. Hiç hissetmediğim duygular yaşadım. Kalbim her gün delicesine çarptı, yanaklarım kızardı. Zaafım oldun. En sevdiğim oldun. Sensiz yaşamak zor geldi. Nefesim daraldı.

Lâkin… O gün her şeyi mahvettin.

Bana, benim için öldüğünü söylerken, başka birisinin dudaklarına değen dudaklarını gördüğüm o an; her şeyi mahvettin.

Yaşadığım tüm duygular bir tokat gibi yüzüme çarparken sadece olanları izledim.

Sen beni üzdün, Göktuğ Başaran.

İçimi kin ve nefretle doldurdun.

İntikam.

İçimde, intikam duygusu oluşturdun. Yetmiyormuş gibi geri döndüğün o gün, her şeyi daha da batırdın. Şu an, yüzündeki aciz gülümsemenin ardındaki o gerçeği bir tek ben biliyorum. Sahte bir sevgi, boşluk kapatma, aptal bir eski sevgili...

Nefeslerimi bir hiçlik uğruna çekiyordum. Onu hiç görmemiş gibi yaptım ve harelerimi, hiçbir olaydan haberi olmayan şahsa çevirdim.

Emir’e.

Buraya geleceğini dün öğrenmiştim aslında. Tamamen şans eseri gerçekleşmişti. Dışarıda telefon konuşması yaparken duymuştum ve bunu kullanmak büyük bir fırsat olarak kapıma gelmişti.

“Üzgünüm,” dedim içimden. “Seni kirli bir iş için kullanacağım.”

Özgüvenli bir şekilde gülümsedim, “Hatamın bu kadar güzel olacağını bilmiyordum,” derken Emir’e yaklaştım. Anlamsız bakışları, anlamsız yakınlığımıza baktı.

Ayakuçlarımda yükseldiğim vakit, “Amacın ne?” diye sormak istedi ancak buna izin vermeyerek dudaklarımı, Emir’in dudaklarına bastırdım. Şaşkın gözleri, olayı kavramaya çalıştı. Karşılık vermesini beklemedim, zira amacım bu değildi ve asıl amacıma ulaşmıştım.

Canını yakmış mıydım? Bilmiyordum. Gururunu zedelemiş miydim? Fazlasıyla. İçimde çoktan yangını sönen intikam ateşi yerini, daha harlı bir ateşe verdiğinde ne olduğunu anlamlandırmaya çalıştım. Gözlerim kendini anın etkisiyle çoktan kapatmıştı ve Emir…

Emir bana karşılık vermişti!

Kalbim delicesine teklerken yavaşça Emir’den ayrıldım ve gözlerimi açarak harelerime yansıyan çehresine baktım. Muzip bir gülümseme peyda olmuştu dudaklarına ve sanki neden devam etmedik der gibiydi.

Buse’nin neden böyle bir şey yaptığımı anladığını umuyordum, ki zaten yüzünde rahatlık hissiyatı sezilmeyecek gibi değildi.

Göktuğ, oldukça bozulmuş bir yüz ifadesiyle yanımıza yaklaştı. “Sen…” Ses tonu tiksinti doluydu. “Bunu bana nasıl yaparsın?”

Arsızca sırıttım ve cevap vermeden piyonuma, Emir’e, daha da yaklaştım.

“Beni aldattın!” Sesi oldukça yüksek çıkmıştı. “Lan gözlerimin önünde yaptın!”

“Sevgilim,” hitabı beklemediğim bir şekilde Emir’den çıkmıştı. Sağ kolunu, omzuma attı ve beni kendisine doğru çekiştirdi. “Kim bu ve şu an ne saçmalıyor?”

Bakışlarım şaşkınlıktan yanaydı ancak anın büyüsünü bozmamayı tercih ettim.

“Kafayı yemiş olmalı,” dedim sanki Göktuğ’u hiç tanımıyormuş gibi. “Seni de anlayabiliyorum ancak… Ben sevgilin değilim ve sevgilin olmadığım için de seni aldatmadım.”

“Melis sen ne saçmalıyorsun?”

Oldukça öfkeliydi çünkü yediği boku bilmediğimi zannediyordu. Çünkü hiçbir zaman gördüğümü ona söylememiştim. Çok başka sebeplerden ötürü ayrılmıştım.

Bakışları Emir ve benim aramda mekik dokuyordu.

“Sevgilim,” dedim, bakışlarım Emir’e döndü. “Çok üşüdüm de… Gitsek mi?”

Gözlerini bir kez açıp kapadı. “Arabaya geç, güzelim.”

Emir’in isteğini gerçekleştirmeden önce Buse’nin yanına gittim ve kulağına doğru fısıldadım. “Sen git, Emir’i ben hallederim.”

Buse’nin anlayışla karşılaması üzerine arabaya yanaştım. Göktuğ, kızgın bir boğa gibi hırlıyordu. Emir, Göktuğ’a uzun uzun baktı.

Ben arabanın kulpunu kavrarken, “Seni bir daha bu kızın yanında görmeyeyim,” diye uyardı, sesi oldukça sert ve emrivakiydi.

Emir yanıma geldiğinde Göktuğ acımasız gözlerini üzerime dikti. “Emin ol peşini bırakmayacağım Melis! Bunu yanınıza bırakmayacağım!”

Söylediklerini kulak ardı edip kapıyı açtım, ön koltuğa yerleştim. Göktuğ olmasaydı yerim arka taraftı ancak şu an taviz verecek bir durumda değildim. Emniyet kemerini kavrarken Emir arabaya bindi ve sağ elinin ince parmakları direksiyonu kavrarken sol eliyle kapıyı kapattı. Daha doğrusu hızla çarptı.

Emir’in oldukça lüks aracını incelemeye başladığımda dudaklarımdan hoşnutluk mırıltısı dökülmüştü. İçi benim odamdan bile daha temizdi. Emir, arabayı çalıştırıp yola koyulduğunda, “Bu araba neden bu kadar temiz?” diye sordum.

Asabi bakışları bana döndü. “Her gün temizlediğim için?”

Gözlerimi devirdim. “Papatya çayı ister misin?”

“Sebep?”

“Sakinleştirmeye yardımcı oluyor.”

Burnundan soluduğunda susmam gerektiği ikazını anlamamam için salak olmam gerekiyordu. Ama haklıydım. Bu kadar öfke insanın bünyesine de zararlıydı.

Yola baktığımda okula az bir uzaklıkta olduğumuzu fark etmiştim. “Ben burada inerim,” dediğimde anlık bir hareketle kapıları kilitledi. Gaz pedalında olan ayağı baskısını arttırdı, gereksiz bir süratle okulu geride bıraktı.

Korkulu bakışlarım Emir’e döndü. “Ne yaptığını sanıyorsun sen?”

“Konuşma!” diye bağırdı. Öyle bir bağırmıştı ki yerimde korkuyla sıçramama sebep olmuştu. Çok hızlıydı. Fazla hızlıydı, fazla sinirliydi.

Arabayı sağa çekerken yolculuğumuzun kaç dakika sürdüğünden bihaberdim. Nerede olduğumuza dair herhangi bir fikrim yoktu çünkü etrafta fikir oluşturacak hiçbir şey bulunmuyordu. Abartılı bir sinirle arabadan indi. Ardından ben de indim.

Hızlı adımlarla yanıma geldi ve kan çanağına dönmüş hareleriyle bana baktı. Düşmanca, öfkeyle, nefretle baktı. “Sen ne bok yediğini sanıyorsun?” diye tısladı.

“Özür dilerim,” dedim Emir’e oranla rahat bir tavırla. “İznin olmadan yapmamam gerekiyordu evet ama o an…”

“Evcilik mi oynuyoruz?” dedi lafımı bölerken. “Çocuk muyuz biz!?”

Öfkeden gözü dönmüştü. İstese, beni şuracıkta boğabilirdi. Aradaki yakınlığı azaltmak adına kaçacağım sırada kollarını arabaya sabitledi ve gövdesini, gövdeme bastırdı. Kaçmamı engellemek adına var gücüyle baskı uyguluyordu.

Öfke duygusu damarlarımı kabartırken, “Neden yardım ettin o zaman bana!?” diye bağırdım. “Neden sevgilimmiş gibi davrandın?”

“Çünkü yardım etmem gerektiğini düşündüm!”

“Düşünmeseydin, Emir! Ben yaptığımın yanlış olduğunun farkındayım ama sen… Neye bu öfken?”

Öfkeli bakışlarının yerini ani bir duygusallık ele geçirdi, hâlâ kanlı olan gözleri dolmaya başladı. “Beni… Beni neden öptün?”

Bu soruyu beklemiyordum. Sol kaşım havalandı. “Neden öptüğümde beni itmek yerine karşılık verdin?”

Sertçe yutkundu. Sanki çok şey diyecekmiş de susuyormuş gibi bir havası vardı. Dudakları nihayet hareketlendiğinde, “Seni...” dedi, sustu. Sık bir nefes aldı. “O sandım.”

Kaşlarım, gözlerimin üzerine bir perde gibi indi. “O kim?”

“Kız arkadaşım.”

Diyecek herhangi bir şeyim yoktu. “Özür dilerim.”

“Dileme!” diye bağırdı, duygusallığını tekrardan kaybetmişti. “O bunu öğrenirse ben ne yaparım? Aptalsın kızım sen!”

Gözlerine baktım. Yavaştan kaymaya başlarken üzerimdeki baskı azaldı, kolları yere ve başı ise omzuma düştü.

“Şaka mısın?”

Tepki vermedi. Ağırlığı bedenimin büzüşmesine sebep olurken koltukaltlarından kavradım ve arabanın arka kapısını açarak Emir’i oldukça zoraki bir şekilde koltuğa yatırdım.

Direksiyona geçerken emniyet kemerimi taktım ve kontakta olan anahtarı çevirerek arabayı çalıştırdım. On dokuz yaşında olduğum için ehliyetimi geçen yıl almıştım. Okula bir yıl geç yazıldığım için on ikinci sınıfa gidiyordum.

Geldiğimiz yönden geri dönerken bildiğim sokaklara girdim ve ardından en yakın hastaneye doğru yol aldım. Ne kadar soğukkanlı olmaya çalışsam da şu an oldukça tedirgindim.

Belli bir süre sonunda hastaneye ulaştım ve oradaki personellerden yardım istedim. Anında sedye getirdiler ve Emir’i sedyeye yatırdıktan sonra hastaneye giriş yaptılar.

Peşlerinden ilerlerken cebimden telefonumu çıkardım ve çabucak Buse’yi aradım.

Ve bir an önce gelmesi için dakikaları saymaya başladım.

***

Buse Uluer’den;

“Kokain... Sinirlere etki ediyormuş ve kişinin kendisinden geçmesine sebebiyet veriyormuş.”

Kahve bardağımda olan bakışlarımı Melis’e çevirdim. “Madde kullanmış yani?”

Onaylarcasına başını salladı. “Kanında tespit edilmiş… Ama oldukça sağlam duruyordu.”

“Ya da biz fark etmedik neler olduğunu.”

Tanıdık bir parfüm kokusu burnuma dolduğunda yanımıza gelen maskeliye baktım. Şans eseri Emir’i aramıştı ve kim olduğunu bilmediğimiz halde aramayı yanıtlayarak ona olanları anlatmıştık. Telefon rehberinde ismiyle kayıtlı olmadığı için sır dolu ismini hâlâ bilmiyorduk.

“Siz gidebilirsiniz.”

Melis, “Emir nasıl?” diye lafa atladığında maskeli, güldü.

“Her zamanki halleri. Ayaklanır birkaç saate.”

Melis biraz daha rahatlarken oturduğumuz yerden doğrulduk. Kahve bardağımı çöpe attıktan sonra maskeliye döndüm. Dudakları hareketlendi, bir şey diyecek gibi oldu ancak demedi. Umursamadım.

Bakışlarını benden çekip, Melis’e çevirdi. “Teşekkür ederim, Melis.”

Melis minnetle gülümsedi ve hastaneden ayrıldık. Hastane yakınlarında, oturduğumuz yere giden otobüs durağı olmadığı için de mecbur taksiye bindik. Başımı koltuğa yasladığımda Melis, şakaklarını ovuşturuyordu.

“İyi misin?”

“İyiyim,” diye mırıldandı. Bir şey demek istemedim. Ne kadar belli etmese de tüm yaşananları belli bir süre kafasına takacağını biliyordum.

Eve gidene kadar ikimiz de konuşmadık.

***

On ikinci soruyla cebelleşmeye devam ederken, “Yeter!” diye bağırdım.

Beril korkunç bakışlarını üzerime dikti. “Cırlamayı bırak lütfen.”

“Seneye seni de göreceğim,” diye tısladım önümdeki matematik test kitabının kapağını kapatırken. Şu matematiği nasıl yapıyorlardı anlamıyordum. İnsanlar bir saatte elli soru çözerken ben bir saattir bir soruyla cebelleşiyordum.

Daha fazla dayanamayarak üzerime montumu giydim, telefon ve cüzdanımı da alarak evden çıktım. Bunaldığım zamanlarda hava almak iyi oluyordu.

Yol üstündeki kitapçıya gitmeye karar kıldığımda yönümü değiştirdim ve kitapçıya doğru ilerledim. Gideceğim kitapçıya yaklaşık beş dakikalık bir mesafe kaldığında ise adımlarımı hızlandırdım. Bu demek oluyordu ki beş dakikalık mesafe iki dakikaya düşecekti.

Yine zehir gibiydim!

Ayakkabımın bağcığının açıldığını fark ettiğimde homurdanarak eğildim ve yerleri süpüren bağcığı bağladım. Sürekli şu bağcığı bağlamaktan usanmıştım artık.

O sırada küçük bir çocuğun ağlama sesine kulak verdim, yerimden doğrulurken sesin geldiği yöne baktım. Bulunduğum yerin sağ köşesinde bir çocuk elini, yüzüne kapatmış bir şekilde ağlıyordu.

Merakla çocuğun yanına gittim ve aynı boy hizasına gelebilmek için yere çömeldim. Ellerini yüzünden çekerek yüzüme bakmasını sağlarken, “Neden ağlıyorsun bakayım?” dedim, sevecen bir tonla.

Altında bej rengi bir pantolon, üstünde beyaz kazak ve onun üzerinde ise gülücük motifleri bulunan mavi bir montu vardı. Sırtında küçük, tavşan şeklinde bir çanta, elinde de tatlı bir ayıcık vardı. Gözleri iri ve kahverengiydi. Saçlarını ortadan ikiye ayırmış, alnını açıkta bırakmıştı.

Bugüne kadar gördüğüm en tatlı çocuklardan birisiydi.

Çocuğun, ağlamaklı masum gözleri gözlerimle buluşurken, bir anda boynuma atladı. “Ben…” dedi, hıçkırdı. Ağlamaya devam etti. “Ben kayboldum.”

Hafifçe geriye doğru çekilirken, “Şşh,” dedim sakinleştirici bir şekilde. Yanaklarındaki ıslaklığı sildim. “Şimdi hiç ama hiç korkmuyorsun çünkü…” Son harfi gereğinden fazla uzatmıştım. “Ben sana yardım edeceğim!”

Gözleri büyük bir umutla parıldadı. “Gerçekten mi?”

Ayağa kalktığımda, “Hı-hım,” dedim ve elimi uzattım. Hiçbir şey demeden elimi tuttu. Onu hemen karşımızdaki kafeye götürdüm ve boş olan masalardan birisine oturduk. “Aç mısın? Sana yemek almamı ister misin?” diye sorduğumda hayır anlamında başını salladı.

“Ama bisküvi ve süt olabilir.”

Şirin bir şekilde gülümsedim ve siparişi verdikten sonra ufaklığa döndüm. “Adın ne senin bakalım?”

“Atlas,” dedi çekingen bir tavırla.

“Ne kadar da güzel bir adın varmış… Benim adım da Buse.”

Sorgulama moduna geçti, “Vuse ne demek?” diye sordu. Adımı yanlış söylemesine karşın kıkırdadım.

“Vuse… öpücük demek,” dedim kısa bir şekilde.

Gülümseyerek, “İsmin çok güzel, Vuse,” dedi. “Ve sen de çok güzelsin.”

İltifatı karşısında utançla gülümserken Atlas bir anda dudaklarını büzdü. Kaşlarım havalanırken, “Ne oldu?” diye sordum.

“Keşke benim de senin gibi bir ablam olsaydı,” dedi, gülümsedim.

“Bundan sonra ablan olayım, ister misin?”

Gözleri, yine aynı ışıkla parıldadı. Çocukları mutlu etmek zor değildi. Olmamalıydı. “Çok isterim!” dedi heyecanla. Siparişler geldiğinde komiye teşekkür ettim ve tabaktan aldığım bisküviyi Atlas’a uzattım. Bisküvisini küçük elleriyle süte batırdıktan sonra bir ısırık aldı.

Lokmasını yuttuktan sonra, “Senin kardeşin var mı, Vuse?” diye sordu.

Evet anlamında başımı salladım. “Benden bir yaş küçük, kız kardeşim var.”

“Benim de abim var!”

“Öyle mi? Ne kadar da güzel.”

Sütünden yudumlarken başını salladı. Bisküviden iki ısırık aldıktan sonra tekrardan üç yudum sütünden içti. Onun bu sevimli hallerine gülümserken dikkatimi dağıttım ve asıl yapmam gerekeni hatırladım.

“Atlas… Ailenden herhangi birisine nasıl ulaşabiliriz?”

Bardağı dudaklarından çekti, elinin tersiyle dudaklarını sildi. “Abimin numarasını biliyorum.”

Gözlerim sevinçle açıldı. “Sen kaç yaşındasın, Atlas?”

Sağ elini yukarıya kaldırarak beş parmağını gösterdi. “Bu kadar yaşımdayım.”

Hafifçe gülümsedim ve Atlas’ın söylediği numarayı tuşladım.

Birkaç çalıştan sonra tedirgin bir ses tonu, “Efendim?” dedi. Sanki tanıdık bir sesti ancak bunu umursamadım ve Atlas’ın abisine olanları anlattıktan sonra olduğumuz yerin adresini vererek telefonu kapattım.

“Birazdan abin burada olacak,” dediğimde Atlas çok masum bir şekilde gülümsedi ve yerinden kalkarak yanıma geldi. Hafif yana kaydığımda yanıma oturdu ve dizlerinin üstüne çıkarak yanağımı öptü.

“Yanağına, Vuse yaptım,” dedi oldukça sevimli bir şekilde.

Öpücük yerine buse kondurdu kalıbını pek sevmezdim ama işler Atlas’a gelince değişmişti.

Ben de Atlas’ın yanaklarını öptüm ve saçlarını karıştırdım. Dudağımdaki renkli lipbalmdan dolayı yanakları pembeleşmişti. “Bir daha yanımızda büyüğümüz olmadan bilmediğimiz yerlere gitmiyoruz, anlaşıldı mı?” dedim hafif kızıyor gibi yaparak.

Dediğime kıkırdadı ve serçe parmağını bana doğru uzattı. “Atlas sözü.”

Gülümsedim ve serçe parmağımı ona doğru uzatarak küçük parmağıyla birleştirdim. “Atlas sözü.”

Dizlerini aşağıya sarkıtarak normal bir şekilde oturdu. O sırada, “Atlas!” diye bir ses işittiğimde Atlas karşısına baktı ve yerinden kalkarak bize doğru gelen abisinin boynuna atladı.

Atlas, “Abi!” derken Erim, -evet yanlış görmemiştim, Erim- endişeli gözlerle Atlas’ı kucağına aldı ve sıkıca sarılarak saçlarından öptü.

“Beni çok korkuttun Atlas,” dedi sinirli bir şekilde.

Atlas yaşadığı üzüntüyle başını abisinin omzuna gömdü ve özür diledi. Bu hareket bana çocukluğumu hatırlatmıştı. Ben de küçükken anneme karşı mahcup olduğumda hep böyle yapardım.

Kucaklaşmaları bittikten sonra Atlas abisinin kucağından indi ve bana doğru koştu. Ben Atlas’a gülümserken yanıma oturdu.

Erim beni fark ettiğinde bakışları şaşkındı. “Buse?” dedi kaşlarını çatarken.

Dudaklarımı aralamıştım ki Atlas benden önce davrandı. “Abi” dedi beni işaret ederken. “Beni Vuse, kurtardı.”

Erim’in muzip bakışları beni buldu. “Süper kahraman olduğunu bilmiyordum, Vuse.”

Alayına karşılık gözlerimi kıstım, sert bir tekme attım. Acıyla yüzünü buruşturdu ancak bu oldukça kısa sürdü. “Karşılaştığımız iyi oldu,” dedi karşı koltuğa otururken. Göz ucuyla Atlas’a baktı. Atlas ise saçlarımı okşamakla meşguldü.

“Neden?”

“Akşama hazırlan, seni bir yere götüreceğim.”

Tuhaf, keskin bakışlarım Erim’i buldu. “Nereye ve neden?”

“Hazırlan.”

Kısa cevabına karşın gözlerimi devirdim. “Böyle bir şey yaşanmayacak.”

“Buse, lütfen…” dediğinde ısrarcı olmasından rahatsız olmuştum.

Bu konuda ki fikrim değişmeyecekti.

Hareleri, kardeşine döndü. “Atlas, yanıma gelir misin?”

Abisinin isteği üzerine Atlas yanımdan kalktı ve Erim’in yanına gitti. Erim, asla duymayacağım bir şekilde Atlas’ın kulağına bir şeyler fısıldadı ve ardından ikisi de sırıtarak bana baktı.

Şu an fark etmiştim ki Atlas, Erim’in kopyasıydı.

“Buse,” diyen Erim'e odaklandım. “Teşekkür ederim, Atlas’a iyi baktığın için.”

Cevap vermedim, Atlas’a döndüm ve gülümsedim. Yaklaşık yarım saattir Atlas’ı tanımama rağmen onu gerçekten benimsemiştim ve özleyeceğim inkâr edilemez bir gerçekti.

“Kardeşin, çok sevimli,” dedim Erim’e kısa çaplı bir bakış atarken. “Sana çekmediği çok belli.”

“Evet,” diyerek beni onayladı. “Ben sevimli değilim, yakışıklıyım.”

Pişkin egosuna karşın gözlerim yeniden devrildi. Sırıttı ve yerinden doğrularak, “Biz artık gidelim,” dedi. Onaylarcasına başımı salladım.

Oturduğum koltuktan kalktıktan sonra kasaya doğru ilerledim ve hesabı ödedim. Tekrardan Atlas’ın yanına doğru gittiğimde Atlas, abisine baktı. “Vuse'ye bir şey diyeceğim,” dedi.

Bunun üzerine Erim dişlerini göstererek gülümsedi, “Kapıdayım,” diyerek uzaklaştı. Atlas elini eğilmem için hareket ettirirken boyumuzu eşitledim.

“Ablalar, kardeşlerinin istediklerini yerine getirir değil mi Vuse?” diye sordu, gözlerim kısılırken başımı salladım.

“Elbette.”

Gülümsedi. “Ben de senden bir şey isteyebilir miyim?”

“Tabii ki.”

Ardından bana sokuldu ve ellerini siper ederek kulağıma fısıldadı. Duyduklarım karşısında ne diyeceğimi bilemezken serçe parmağını uzattı. “Vuse, sözü?” dedi istekli bakışlarıyla.

Atlas’a hayır diyebileceğimi sanmıyordum… Bu güzel yüzünü asacağımı sanmıyordum. Serçe parmağımı Atlasınki ile birleştirdim ve gülümsedim. “Vuse, sözü.”

***

Kahverengi kazağım ve altıma giydiğim kahverengi, hafif yırtmaçlı dar mini etek kombinimi taş detaylı kelebek kolyemle süsledim, geceleri parlaması hoşuma gittiği için açıkta kalan yerlerimi simle daha hoş bir hale getirdim. Makyajım olması gerektiği gibiydi ve saçlarım hafifçe dalgalıydı.

Kısacası güzel görünüyordum.

Bence.

Saat şu an sekizdi. Ve bundan yaklaşık üç saat önce Atlas kulağıma abisinin teklifini kabul etmemi, beni çok güzel bir yere götüreceğini söylemişti.

Erim’in çıkarı için Atlas’ı kullanması ne kadar hoşuma gitmese de Atlas’a söz vermiştim ve eğer tutmasaydım Erim’in bunu Atlas’a, beni kötülemek adına kırıcı bir tonla anlatacağını biliyordum.

Telefonum çalmaya başladığında bakışlarımı aynadan çevirdim ve yatağımın üzerinde olan telefona yönelttim. Erim Koral Arıyor... yazısını görünce aramayı yanıtladım. Numarasını, eve geldiğimde beni bilgilendirmek amacı aradıktan sonra kaydetmiştim.

“Aşağıdayım,” dedi direkt.

“Geliyorum,” dedim, aramayı sonlandırdım. Parfümümü sıktıktan sonra üzerime montumu geçirdim ve ardından çantamla telefonumu alarak evden çıktım.

Bahçeden çıktıktan sonra Erim göze çarptı. Sokak ışıklarının aydınlattığı yüzü oldukça çekici gelirken giydiği siyah kazağa ve onun üzerindeki motorcu ceketine baktım. Altında ise siyah kot vardı. Küpeleri yine ikili, pırlantalardı. Sağ elinin yüzük parmağını ise gümüş bir yüzükle süslemişti. Saçları yine alnını ve kaşlarını kapatıyordu.

Dudaklarından kısa bir ıslık döküldü. “Çekicisin.”

“Sen de.”

Elini kalbinin üzerine koydu, gözlerini acı çekiyormuşçasına kıstı. “Bana ilk defa iltifat ettin…”

Sırıttım ve dediğini umursamayarak arabaya yanaştım. Ön kapının kulpunu kavradım ve kapıyı açarak koltuğa yerleştim. Erim’de şoför koltuğuna yerleşti arabayı çalıştırdı.

Emniyet kemerini takmadığını fark ettiğimde, “Emniyet kemeri,” dedim geçen onun bana dediğini taklit ederek. Bunun üzerine kemerini taktı ve yola koyulduk.

Mesafe çok sürmemişti. On dakikalık bir yolculuğun ardından indik ve Erim’in peşinden ilerledim.

“Karaoke? diye sordum neon yazılı tabelaya bakarken. “Şarkı mı söyleyeceksin?”

Hafifçe sırıttı. “Hı-hım,” dedi geçiştirir bir tonla. “Geç hadi.”

Güvenliğe kimliklerimizi gösterdikten sonra karaoke-bar olan mekâna girişi yaptık ve yer yer loş ışıklarla aydınlatması olan uzunca koridoru geride bıraktıktan sonra insan topluluğuna karıştık. İçerinin ışığı kırmızıydı ve ışıklandırmalı tavanda yıldız süslemeleri vardı. Biraz loş olmasının dışında oldukça güzel bir ortamdı.

Kimileri köşesine çekilmiş bir vaziyette içiyor, kimileri şarkı söyleyeni dinliyor, kimileri ise ortada dans ederek eğlencesine bakıyordu. Erim bana boş olan masayı işaret ederken, “İçecek bir şeyler alıp geliyorum,” dedi. İşaret ettiği masaya doğru yöneldim ve çantamı masanın üzerine bırakıp, montumu çıkardıktan sonra koltuğa yerleştim.

Neden buraya geldiğimize dair en ufak bir fikrim yoktu. Bakışlarımla etrafı süzerken yan masadaki esmer çocuğun bana baktığını gördüm, göz kırpmasını umursamadım ve bakışlarımı çektim. Erim elinde iki bardakla geri geldiğinde yanıma yerleşti.

“Nasıl buldun?”

“Eh işte,” dedim uzattığı bardağı kavrarken. “Neden buraya geldiğimizi anlamaya çalışıyorum.”

Dudakları aralanırken elindeki kırmızı sıvıdan bir yudum aldı, yutkundu ve sırıttı. “Sana geçen ders dediğim şeyi hatırla.”

Kaşlarım çatılırken, “Bunun hesabını soracağım,” dedik aynı anda. Bu olaya gülesim gelse de dudaklarımı birbirine bastırdım ve buna engel oldum.

Omuzlarımı dikleştirirken, “Ne yapacaksın?” diye sordum.

“Ben değil, sen yapacaksın.”

Kokteyl olduğunu düşündüğüm sıvıdan yudumladım. “Anlamadım?”

Ani bir hareketle ayağa kalktı ve elini uzattı. Tedirgin bakışlarımı göz ardı edip, “Hadi,” dedi, elimi kendi eline koydu ve beni çekiştirerek karaoke mikrofonunun önüne getirdi.

Tüm bakışlar bana dönerken içimde değişik fırtınalar kopmak üzereydi. Tüm herkesten gözlerimi kaçırarak Erim’e baktım. “Amacın ne?”

“Sesini duymak.”

Huzursuzca kıpırdandım, sahneden ayrılmak üzere hareketlendim. “Ben şarkı söylemek istemiyorum!”

Bileğimden tutarak gitmeme engel oldu. Bir anda tüm herkes alkış eşliğinde, “Buse!” diye tezahürat yapmaya başladığında gözlerim fal taşı gibi açıldı, yerinden çıkmasından korktum.

Tüm bunları… Planlamıştı.

Üzerimdeki baskı artmaya başlarken, Erim, orkestra ekibine göz kırptı ve ardından tanıdık olan bir melodi kulağıma dolmaya başladı. Şarkı sözleri ekrana yansırken Erim, tam karşımdaki koltuğa geçti ve beni izlemeye koyuldu. Ellerim, önümdeki mikrofonu sıkıca kavradı, şarkının giriş kısmı geldiği vakit dudaklarım hareket etmeye başladı.

Öyle kolay âşık olmam,

Ama senin ayrı bi' havan var,

Seni gördüğümde beynim oyunlar oynar,

Yine görüşürüz hiç sanmam,

Yaşıyoruz çok farklı hayatlar,

Benim olmazsan burda bi' dakka durmam...

Melodi kısmında yutkundum. Erim oturduğu yerden ayaklandı ve ağır adımlarla yanıma doğru yaklaştı. Bu bakışlar… Kesinlikle hayranlık göstergesiydi. İnce parmakları sahnedeki diğer mikrofona uzandı, mikrofonu kavradı ve dudaklarından şarkının diğer kısmı dökülmeye başladı.

Bir, bir, bir söyledim her şeyi olmaz ki,

Zorlama boş yere,

Senden kaçar oldum ben engeller yüzünden,

Hiç, hiç, hiç yok mu bi' yolu demiştin,

Ben de o gece fazla içmiştim,

Kıralım duvarları gel yanıma yat dedim...

Şarkının orijinaline göre bu kısmı benim söylemem gerekiyordu ancak rolleri değişmiş bulunmaktaydık. Bu şarkıyı özellikle mi seçmişti bilmiyordum. Tüm dizeleri bana bakarak, içten bir şekilde söylemişti.

Ve sesi... Güzeldi.

Her bir detayı güzel olduğu gibi, sesi de güzeldi. Nakarat kısmını da beraber söyledikten sonra şarkı bitti, muazzam bir alkış sesi koptu. “Harikaydınız!” diyen seslere gülümsemekle yetindim.

Yerimi başkası aldığında benim söylediğim şarkı aksine daha hareketli bir parça söylemeye başladı. Bir anda birisi tarafından çekiştirildiğimde karşımda Erim’i gördüm.

“Ne yapıyorsun sen?” diye tısladığımda elleri, belimi kavramıştı.

Göz ucuyla çaprazına baktı. “Şuradaki lavuk seni kesiyor.”

“Kesebilir. Kısmetimi kapatıyorsun şu an.”

Yüzünde herhangi bir gülümseme izi yoktu, gergin ve sinirliydi. “Kısmetin bu değil.”

Yüzümü buruşturdum. “Kim?”

“Ben?”

“Yok, sen fazla hayal kurmaya başlamışsın bence. Bir psikoloğa görünmek ister misin?”

Sorumu es geçti, ani ruh değişimlerinin beraberinde, “Buse,” dedi mırıltıyla. “Beni her seferinde bu kadar etkilemeyi nasıl başarıyorsun?”

Bu sefer ben de onun gibi ego göstererek sırıttım. “Gafil avlandın, Erim Koral.”

“Biliyor musun…” derken sağ elini belimden çekti ve saçımın bir tutamını eline alarak kulağımın arkasına sıkıştırdı. Kalbim gereğinden hızlı çarparken kuruyan dudaklarımı ıslattım.

“Neyi?” dedim ürkek bakışlarımla.

Gülümsedi ve baş parmağını yanağıma koydu. Başını boynuma yaklaştırırken kokumu içine çekti, tekrardan gözlerimin içine baktı.

“Avcımın sen olacağını bilseydim eğer Buse… Her ava çıktığında beni hedef alman için yakınına, seni sürekli görmek için ise avlanmamaya yemin ederdim.”

Bölüm Sonu.

Keyifler nasıl bakalım?

Bölümler nasıl ilerliyor?

Bölümdeki en beğendiğiniz sahne hangisiydi?

Diğer bölümlerde görüşmek üzere... 💚

 

Loading...
0%