Yeni Üyelik
18.
Bölüm

17. Bölüm – HEP VARMIŞ

@tugbaaycaaltindas


***
Hayatımızda pek çok kırılma anları yaşarız. Değişimimizi fark etmediğimiz, içimizde yıkılan binaların enkazlarında yaşamaya çalıştığımızı anlamadığımız anlarımız vardır. Bazen birisinin bir sözüyle anlarız değiştiğimizi bazense üstümüzdeki enkazı birisinin bize dokunuşuyla kardırırız birden…
Bu bölüm kendini tanımaya çalışanlara gelsin. Bir de kendinden çok sevdiğini tanıyanlara…
Bölüm şarkıları:
Canozan – Ağlama Ben Ağlarım
REI6 – Dursun Zaman
Bu bölümü okuduğunuz anınız huzurla dolsun sevgili okurlarım <3 Yorumlarda buluşalım…
***

Iraz ile annemin konuşmasının üstünden koskoca 4 gün geçmişti. Annemin dediği gibi mecbur olmadıkça birbirimize temas etmiyorduk. Artık Nefes ve Öniz’den bile uzaktı Iraz bana. Ama anne sözü çiğnenmezdi…
Annemden krem sürmek için izin almıştım. Yani her şey annemin kontrolündeydi. Bu durum aslında çok da kötü değildi. Elbet güzel bir şey olduğunda koşup elini tutarak anlatamamak zordu ya da üzgün olduğumda sarılamamak. Daha doğrusu bunları yapamayacağımı bildiğim için duygularımı içimde yaşamak zordu. Çünkü ne onu üzmek istiyordum ne de onun üzgün olduğunu görüp üzülmek. Birbirimizin yanında olamamak gibi geliyordu bu yasaklamalar bize. Ve birbirimizin yanına olamadığımızı hissetmekti bizi kahreden.
Aslında insan binlerce kilometre uzakta bile bir kişinin duygularını paylaşıp yanında olabilir. Bunun için o kişiye dokunması gerekmez. Bunu o kişinin kalbine dokunarak yapabilir. Olay aradaki sayısal uzaklıklarda değildi, olay kalplerdeydi. Ama bir adım uzağında olan birine destek olmak için sarılabilecek, elinden tutup geçecek diyebilecekken, böyle bir şansın ve yapabilecek gücün varken yapamıyor olmak zordu. Elimi uzattığımda dokunabileceğim kişiden mutluluğumu, üzüntümü, heyecanımı; şimdi bana sarılmak ister elimden tutup geçecek demek ister ve yapamayınca üzülür, onu üzmemeliyim diye düşünerek saklamak zordu. Bunu karşındakinin de yaptığını bilmek, çok daha zordu…
İki gün önce Iraz ile ders çalışırken Iraz’ın sorusuyla kafamızdan biraz da olsa çıkan o anlara geri gitmiştik.
“Kızıl Gezegenim… Polisten bir haber var mı? Kaza ile ilgili.” Iraz’ın bakışlarındaki duyguyu sevmemiştim. Bu konuşma, bir merakla sormak değil de ağız aramak gibiydi.
“Yok bir tanem… Annemleri arayan olmadı hala.” Biraz sessizlikten sonra aklımdaki soruyu dillendirmeden edemedim.
“Sevgilim… Sen hiçbir şey hatırlamıyor musun? Yani hiç düşününce aklına gelmiyor mu bir şeyler?”
Uzun bir sessizlik yaşandı. Bir şey düşünüyordu ama ne düşündüğünü anlayamıyordum. Gözlerinde tedirginlik vardı, yüzünde ise gerginlik. Duvara diktiği bakışlarını bana çevirdi.
“Aslında hayal meyal bir görüntü geliyor gözümün önüne. Ama emin olamıyorum. Büyük ihtimalle bilincimin bir oyunu.”
“Nedir bu görüntü bana söyler misin? Hem belki-”
“Meri… gerçek çıkmasından korkuyorum. Bilincimin bir oyunudur gördüğüm suret. Böyle düşünmek istiyorum.”
“Sevgilim sen tanıdığın birini mi gördün? Yani tanıdığın birini mi hatırlıyorsun?”
Yavaşça kafasını salladı Iraz. Tanıdığı birisini görmüştü demek… Ya da dediği gibi bilincinin yarattığı bir görüntüydü. Ama kim, neden böyle bir şeyi yapardı ki? Gerçekten bir insanın bilinci böylesi bir olaya birisini dahil edip sahte bir anı oluşturabilir miydi? Bu anının gerçeklik payı olmaz mıydı? Zihnimden geçen düşünceler midemin bulanmasına sebep olmuştu. Aklıma gelen insanlar, Iraz’ı tanımasa bile benim yüzümden ona zarar verme ihtimali olan kişiler… Iraz’ın sesi ile zihnimde dönen düşünceler az da olsun yavaşlamıştı.
“Umarım en kısa zamanda bulurlar. Bu kadar zamandır bulunmamış olması korkutuyor beni. Zihnimin bana oyun oynayıp oynamadığını da bilmek istiyorum. Bana çarpan kimse bir başkasına daha zarar verebilir. Benim yerimde bir çocuk ya da yaşlı da olabilirdi ve onlar…”
“Asıl sen… Sen, sen ölebilirdin Iraz!”
Sesim yüksek çıkmıştı. Iraz’a ismiyle hitap ettiğimde ise sesim çatlamış ve titremişti. Bu ihtimali günler sonra sesli söylemek bunu kendi sesimden duymak bana ağır gelmişti. Hep kafamdan geçiyor olsa da söylemek ve kendi sesimden duymak çok ağırdı. Hele de ona onun ya da benim tanıdığım birisinin zara vermiş olma ihtimalini düşündüğümde kabullenmek ve dile getirmek çok zordu.
Ellerim titremeye, gözlerim dolmaya başladı. Nefesim daralmıştı nefes alamıyordum. Masamın başından kalkıp balkon kapısının önüne gittim. Gücümü toparlayıp kapıyı açtım. Derin bir nefes almaya çalıştım. Ben dışarıdaki havayı ne kadar derin çekmeye çalışsam da boğazım yanıyor ciğerlerime dolan hava canımı acıtıyordu. ‘Iraz beni böyle görmemeli, onun için güçlü olmalıyım. Beni görür, bu halimi anlarsa benden çok üzülür’ diye kendimi sakinleştirip ciğerlerimi kanatarak o havayı çekmiştim içime. Ama bu beni sakinleştirmek yerine daha da güçsüzleştirmişti. Gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı. Atlatamamıştım. Atlatamazdım. Yolda kanlar içinde yatan hali hala gözümün önünden gitmiyordu. Hastane odasında konuşacak gücü olmayan o hali aklımdan çıkmıyordu. Her gece tekrar tekrar o anları yaşıyor hastanedeki morg tabelasının görüntüsüyle ağlayarak uyanıyordum. Bu korku, bu acı hiç geçmeyecekti çünkü ben onu öldü sanmıştım…
Gözlerimden akan yaşları silecekken birden Iraz arkamdan sarıldı. Anlamıştı benim neler hissettiğimi. Ben düşüncelerimle boğuşurken o yatağından kalkıp yanıma kadar gelmişti. Belki bir müddet arkamda beklemişti belki de geldiği gibi sarılmıştı bana. Bana sarılması ile sessizce akan gözyaşlarım yerini hıçkırıklara boğulmama bırakmıştı. Yüzümü Iraz’a döndüm. Ellerimi Iraz’ın göğsüne koymuş, Iraz’ın beni saran kolları arasında vücudumun her zerresi titrerken hıçkırıklarımın arasında nefes almaya çalışıyordum. Gözyaşlarım Iraz’ın geceliğini ıslatırken Iraz da saçlarımı okşuyordu.
“Buradayım ben… Bak yanındayım…” dedi sakince.
Cevap veremiyordum. O benimle konuştukça biraz daha sakinleşiyordum ama cevap verecek güce ulaşamamıştım.
“Yanındayım… Seni bırakmayacağım hiç…” dedi sesi titrerken ve devam etti. “Zihnimden defettiğim gerçek ya da sahte bilmediğim o kişiyi polise bildireceğim. Seni böylesi korkutan, bize böyle acı veren kişiyi bulmaları için polise yardım edeceğim sevgilim.”
Derin bir nefes almaya çabaladı. Nefesini verirken tekrar konuşmaya başladı. “Şimdiye dek sustuğum için özür dilerim Kızıl Gezegenim.”
Saçlarıma bir öpücük kondurdu. Kokulu bir öpücüktü bu… Sanki o da sakinleşmek için nefes almaya çalışıyordu.
“Ağlama artık sevgilim… İyiyim ben… Sen bana çok güzel baktın… İyileştim… Beni iyileştirdin… Sen iyileştirdin…” fısıltıyla çıkmıştı sesi. Sanki gücünün son zerresiyle konuşmuştu.
Hıçkırıklarım dinmiş artık sessizce ağlıyordum. Yavaşça başımı kaldırıp Iraz’a baktım. Onun da gözleri kızarmıştı. Kendisine baktığımı görünce dolan gözlerini benden kaçırıp eliyle başımı tuttu ve eğilip alnımdan öptü. Gözlerini kapatmıştı ve gözyaşları yüzüme damlamışlardı. Dudaklarını alnımdan çektiğinde yavaşça başımı yan çevirdim ve kalbinin ritmini dinlemek için başımı göğsüne yasladım.
Bakışlarım aralık olan kapıdan bizi izleyen anneme takıldı. O kadar gücüm yoktu ki annemi gördüğüm halde Iraz’dan bir milim bile uzaklaşamamıştım. Gözlerimden akan yaşlarla bakıyordum anneme. Annemse bize yüzünde şefkatli bir tebessümle bakıyordu. Benimle göz göze geldiğinde tebessümü yerini büyük ve buruk bir gülümsemeye bıraktı. Kapıyı kapattı ve gitti…
(Üç hafta sonra…)
Okulların açılmasına iki hafta kalmıştı ve Iraz’ın ailesi birkaç gün önce gelip Iraz’ı evlerine götürmüşlerdi. Iraz’ın elindeki sargı ve ayağındaki alçı ise iki gün sonra çıkacaktı ama kaburgasındaki ezikler hala iyileşmemişti. Bu nedenle yürürken eskisi kadar olmasa da hala acı çekiyordu ve zorunda olmadıkça dışarı çıkmıyor, evinde dinleniyordu. Annemin bizi sarılırken görüp bir şey demeden gitmesinden sonra annemle konuşup özür dilemiştim.
“Iraz sana konuştuklarımızdan bahsetmiş sanırım.”
“Evet. Azıcık tehdit ettim de. O yüzden söyledi, söylememek için çok uğraştı ama söylemek zorunda kaldı.”
Annem bir kahkaha patlattı.
“Tahmin ediyordum. Ben bilmez miyim kızımı.”
“Anne, Iraz ile konuştuklarında çok haklısın. Ama sen öyle söylediğinden beri, sanki birbirimize daha çok çekiliyoruz. Önceden düşünmeden hareket ederken ve birbirimizle aslında daha az temasta bulunurken şimdi düşünerek hareket ediyor olmak bizi senin yasaklarını çiğnemeye daha çok itiyor. Ben Iraz ile nadiren sarılırken ve bunu düşünmeden yeri ve zamanı geldiğinde yaparken şimdi yeri ve zamanı olmadığının farkında olduğum zamanlarda bile ona sarılmak istiyorum. Iraz’ın da benim gibi hissettiğini düşünüyorum.”
“Biliyorum kızım. Zaten ben de bunu fark etmeniz için koydum o yasağı. Az önce sarılırken annem görse ne der diye bir an bile düşünmediniz. Iraz senin yanında olmalıydı. Bunu bir ihlal gibi görmediniz ki zaten bu olması gereken en doğru şeydi. Senin Iraz’a ihtiyacın vardı ve o bir an bile düşünmeden senin yanında oldu… Bu yasaklama ile siz davranışlarınızın yeri ve zamanını daha iyi öğrenmiş oldunuz. Aynı zamanda benim sözlerime kulak verip bana saygı duyarak verdiğiniz sözden çıkmadınız. Ve en önemlisi… Sarılacaksanız, el ele tutuşacaksanız bunları gizleme ihtiyacı hissetmeden yaptınız. Siz bana saygı duyup güvendiniz ben de size… Az önceki manzaradan sonra sana güvenim ne kadar sonsuz olsa da size; sana ve Iraz’a bu konuda daha da fazla güveniyorum. Bu nedenle yasağınız kalktı. Iraz’a da söyle sıkıntıya girmesin eminim o senden daha çok zorlanmıştır.”
Annemin bu cümleleri içimi ferahlatırken aynı ferahlığı yaşaması için koşarak Iraz’ın yanına çıkmıştım. Asla huyum olmayan ve nefret ettiğim bir şeyi o anın heyecanıyla yapmış, kapıyı tıklatmadan açıp pat diye odaya girmiştim. Sonrası ise benim şoka uğramam ve o şokla ne yapacağımı bilmeyen hallerimi beraberinde getirmişti. Çünkü odaya girdiğimde Iraz geceliğinin üstünü çıkarmış ve sporcu atletini giymek için eline almıştı. Ama giymemişti. Evet, o giyemeden ben kapıyı pat diye açmıştım ve onu o halde görünce ellerimle gözlerimi kapatmış bir sağıma bir soluma dönmüştüm. Geldiğim yönü şaşırmış kapıdan geri çıkamamış koridora açılan o boşlukta arkamı dönüp çıkmayı akıl edememiştim.
Iraz da küçük çaplı bir şok yaşamış ama çabuk atlatmıştı ve benim ne yapacağımı bilmeyen hallerime oldukça fazla gülmüştü. Ellerimle gözlerimi kapatmış bir şekilde defalarca özür dilemiş ‘giydim gözlerini açabilirsin’ demesine rağmen gözlerimi açmamış ve Iraz ile o halde konuşmuştum. Iraz’ın benim içimi rahatlatmak için söylediği şeyse iki dakika önce gelmiş olsam daha kötü olacağı çünkü iki dakika önce eşofman altını giyiyor olduğuydu. Bu cümleleri bir yandan Allah’a şükür sebebimken diğer yandan utançtan daha da yerin dibine batmama sebepti. Ellerim gözlerimde Iraz’a annemle konuşmamızı anlatıp vereceği tepkileri yahut cevapları beklemeden hızla odadan çıkmış ve evde kimsenin beni bulamayacağı bir köşe aramaya koyulmuştum.
Tabii geçen üç haftada olanlar bu kadar değildi. Annem, babam, teyzem ve eniştem bizde toplandığımız son yemekte dayımızla ilgili gelişmeleri anneannem ve dedeme söylemişler onların da destekleriyle dayımı bulmak için hızlıca bir süreç başlatmışlardı. Dayımız olduğunu düşünerek iletişime geçtikleri kişinin de ailesini bulmak istemesiyle DNA testi yapılmış ama sonucunda eşleşme bulunamamıştı. O günden sonra aralarında kan bağı olmasa dahi annem ve teyzem o kişiyi manevi kardeş olarak benimseyeceklerini söylemişlerdi.
Anneannem ve dedem ise artık onların bir oğlu olduğunu kan bağının önemli olmadığını söylemişlerdi. Yani manevi bir dayım olmuştu ve adı Barış’tı. Barış bizim manevi dayımız ve ağabeyimiz olmayı kabul etmemişti. ‘Annelerinizin kardeşi gibi olabilirim ama sizin arkadaşınız olmak istiyorum.’ demişti. Yaşımız çok da uzak olmadığı için bizim ona Barış diye hitap etmemizi istemişti. Çünkü kendisi 24 yaşındaydı ve aramızdaki altı yaşın kan bağı olmadığı sürece abi demeye yetmeyecek bir yaş olduğunu söylemişti. Bunu üniversiteye gidip her yaştan arkadaş edindiğimizde anlayacağımızı ve ona hak vereceğimizi de eklemişti.
Annemlerin kardeşlerini bulmak için yaptıkları görüşmelerde ve izledikleri yol ve yöntemlerde Barış’ın da çok emeği vardı. Kendi ailesini bulmak için onlarca yetiştirme yurdu gezmiş neredeyse eski-yeni bütün müdürlerle hala irtibat halinde kalabilmişti. Bundan dolayı Milas’a -yanımıza- çok sık gelip gitmiş hem bizde hem teyzemlerde bu üç hafta içinde toplamda altı kez ikişer gün kalmıştı. Onunla olan samimiyetimiz ilerlerken bizler de Barış’a iyice alışmıştık. Sadece annem ve teyzem açısından değil hepimiz açısından artık aileden birisiydi. Yetiştirme yurtlarının hepsinden elleri boş döndüklerinde Barış’ın aklına birkaç arkadaşı gelmişti. Ama bunlardan biri vardı ki; annemlere hastaneden söylenen o bilgilere çok yakın bir hikâyeye sahipti.
Senelerdir iletişimdeydi ama liseden sonra bağı kopmuştu ve nerede olduğunu Barış bilmiyordu. Birlikte kaldıkları yurda gidip şimdiki iletişim numarasını alıp arkadaşına ulaşmış, nerede olduğunu öğrenmiş ve durumu anlatmıştı. Arkadaşı da ailesini bulmak istediğini söyleyerek dün yanımıza gelmiş ve hastaneye DNA testi verilmişti. Ve iki güne kadar sonuçları çıkacaktı. Hatta ben bunları yazarken onlar salonda oturuyorlar ve sohbetin dibine vuruyorlar.
Barış’ın arkadaşının ismi Işıner. Yüzü teyzeme o kadar benziyor ki DNA sonucunun pozitif çıkacağına aslında eminiz. Yüzü teyzeminki gibi yuvarlak, gözleri dedemin gözleri gibi koyu lacivertti. Barış özel bir şirkette çevirmenlik yapıyormuş. Sadece toplantılara katılıyor işinin geri kalanını evde bilgisayar başında hallediyormuş. Dayımın, daha doğrusu henüz dayım olduğu kanıtlanmadığı için Işıner abi demem daha doğru olur sanırım, bir seyahat acentesi varmış. Türkiye’nin pek çok yerinde şubesi var ve o da evden çalışıp istediği zaman toplantılara katılan bir işe sahip. Bunları öğrenmeleri üzerine ailecek karar alıp ikisinin de buraya taşınmasını istediklerini onlara söylediler. İkisinin de ailesi yoktu, sevgilisi yoktu, evli değillerdi, çocukları yoktu, onları bağlayan bir işleri de yoktu ve bizim ailemizde onlara açık bir sürü kontenjan vardı. Kan bağımız olsa da olmasa da onlar artık annem ve teyzemin kardeşleri, anneannem ve dedemin oğulları olmuşlardı. Zaten onlar da bu konuya sıcak bakıyorlardı ama henüz net bir cevap vermemişlerdi.
Salonda annem, babam, Barış ve Işıner abi ile sohbet edip kaynaşırken birden Iraz’ın bir hafta sonra gideceğini hatırlayıp kalbime saplanan ayrılık acısı ile odama kaçtım. Birkaç gün öncesine kadar Iraz’ın yattığı yatağıma uzandım. Elime telefonu aldım ve Umay’a mesaj attım.
-Umay… Iraz gitmeden, okullar açılmadan önce bir şeyler yapsak diyorum. Ne dersin?
Görüldü… Ve birkaç saniye sonra telefonum çaldı.
“Mükemmel olur derim. Ne yapacağız?”
“Hepimize iyi gelecek bir etkinlik olsun.”
“Evet ama ne olabilir?.. Sahilde oturup sohbet edelim desem hep yapıyoruz. Kafede bir gece eğlensek desem o da bizim için farklılık değil.”
“Doğru diyorsun. Düşünelim biraz.”
Uzun bir sessizlik oldu. Telefonu hoparlöre almış gözlerimi kapatmış düşünüyordum. Birden aklıma babamla Iraz’ın ilk tanışmalarında geçen konuşma geldi. Ne demişti Iraz? ’19 yaşındayım ama yakında 20 olacağım.’ Bunu dediğine göre doğum günü yakındı. Ama ne zamandı? Umuyorum ki geçmemişti. Gözlerimi açıp yattığım yerden hemen doğruldum.
“Aklıma bir şey geldi.”
“Dinliyorum. Ne geldi?”
“Iraz babama yakında 20 yaşında olacağını söylemişti. Ama ben doğum gününün ne zaman olduğunu bilmiyorum.”
“Nasıl öğreneceğiz peki?”
“Bilmiyorum. Bir yolunu bulmamız lazım. Eğer geçmediyse ve yakın zamandaysa doğum günü, ona sürpriz yaparız.”
“Aslında çok güzel olur. Ben bir Nefes’e sorayım belki konuşmuşlardır.”
“İnşallah konuşmuşlardır. Hadi hemen sor.”
Kısa bir sessizlikten sonra Umay’ın sesi yankılandı tekrar odada.
“Konuşmamışlar… Acaba annesine falan mı sorsak?”
“Ben bulacağım bir yolunu. Eğer yakın bir tarihte değilse ya da geçtiyse, ne yapalım nasıl bir etkinlik düzenleyelim diye düşünelim aynı zamanda. Iraz’ın doğum gününü öğrendiğimde sana yazacağım. Şimdi kapatıp onu arayayım bir.”
“Tamam ufaklık. Çaktırma ama… Doğum günü için sürpriz falan yaparsak fark etmemesi lazım.”
“O iş bende sen merak etme.” Dedim kıkırdayarak. Telefonu kapatıp Iraz’a mesaj attım.
-Uyudun mu?
Bir saat kadar beklemiştim. Uyumuş olacak ki cevap gelmedi. Kulaklığımı takıp en sevdiğim şarkılardan birini açtım. Şarkılar bir bir geçerken kulağımdan ve ruhumun her zerresinden en son duyduğum sözler kazınmıştı zihnime…
Dursun zaman dokunduğunda, sana yakınlaştığımda
Bana öyle baktığında
Sessizce uyandığında, sana yine dokunduğumda
Dursun zaman kurtulduğunda…
Gözlerimi açtığımda elimdeki telefon çaldığı için uyandığımı fark ettim. Bir elimle yüzüme düşmüş saçımı düzeltirken diğer elimle telefonu açmaya çalışıyordum. Kim olduğuna bile bakmamıştım. Kulaklığımı çıkarıp telefonu açtım ve kulağıma götürdüm.
“…”
“Kızıl Gezegenim. Mesaj atmışsın bana, bir şey mi oldu sevdiğim?”
“Iraz?”
“Sen uyuyor muydun? Ben, çok özür dilerim... Hadi kapatayım da sen uyu.”
“Hayır! Dur!”
Uyanmıştım zaten. Hem de onun kalbime iyi gelen o sesiyle uyanmıştım. Özlemiştim onun sesiyle uyanmayı. Bizde kaldığı zamanlarda bazen ders çalıştıktan sonra dinlenmek için koltuğuma oturduğumda uyuyakalıyordum. İşte o zamanlarda Iraz; sesinin en şefkatli ve en sakin tonuyla bana sesleniyordu. Gözlerimi ağır ağır açarken saatlerce onu dinleyeyim, hiç bıkmadan bana böyle şefkatle böyle huzurlu ve sakince seslensin istiyordum. Şimdi ilk cümlelerini o sakinlik ve şefkatle kurmamıştı ama uykudan uyandığımı anladığında sesine yine o şefkat ve huzur yerleşmişti ve benimle öyle konuşuyordu.
“Seninle konuşmak istiyorum.” Dedim sesim son derece uykulu çıkarken.
“Ama sesin çok uykulu geliyor güzelim. Sabah konuşalım mı ne dersin?”
“Ben… Seni çok özledim…”
“Ben de seni çok özledim Kızıl Gezegenim…”
“Iraz… Ben senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum.” Sıkıntıyla nefes verdim. Sesimdeki uyku seviyesi azalacağına git gide artıyordu. Çünkü Iraz’ın sesi bana huzur veriyor bu da açılan uykumu geri getiriyordu.
“Ne bilmek istiyorsan sor güzelim.”
Susmuştum. Keşke biraz düşünseydim konuşurken. Hayır, keşke yanımda olsaydı şu an ve o bir şeyler anlatırken ben uyusaydım. Onu dinlerken uyuyabilseydim keşke şu an. Ama öğrenmem gereken bir doğum tarihi vardı.
“Bilmem. Sen anlat.” dedim her kelimenin son hecesini uzatıp sesimi inceltmiştim. Sanki beni görebiliyormuş gibi önce boynumu bükmüş sonra da yüzümdeki gülümsemeyle yatağımda yuvarlanmıştım. Bu… Bu kesinlikle ben değildim. İçime çocuksu, huysuz ve nazlı bir kız kaçmıştı ve ben bu kızla kesinlikle tanışmıyordum. Iraz küçük bir kahkaha attı.
“Şu an yanında olmalıydım.” Fısıldamıştı. Fark etmeyeceğimi belki de duymayacağımı hatta uyukladığımı düşünmüştü.
“Sabah bana sorduğun bütün soruları cevaplayacağım ama şimdi uyuyalım yavrum, olur mu?”
“Yavrum mu?..” dedim kıkırdarken. Öyle şefkatle öyle içten söylemişti ki hoşuma gitmişti. Gülüşüyle düzensizleşen nefesini duyabiliyordum.
“Tamam dur soruyorum. En sevdiğin gezegen ne?” gülmemek için kendini çok zor tutuyordu. Hafifçe öksürerek boğazını temizledi.
“Mars… En sevdiğim gezegen Mars, Kızıl Gezegenim… Başka soru?”
“Peki en sevdiğin şarkı?”
“Sevdiğim bir sürü şarkı var. Ama şu aralar Can Ozan’ın Ağlama Ben Ağlarım şarkısı hoşuma gidiyor.”
“Sen de ağlama…” dedim. Zihnime şu kısacık zamanda birbirimiz için ağladığımız bütün anlar doluşmuştu. Gözlerim dolmuştu birden. Yutkundum ve derin bir nefes aldım.
“Burcun ne?”
“Başak burcuyum.”
“Hiç başak burcu gibi değilsin… Yükselen burcunu biliyor musun?”
“Biliyorum. Oğlak.”
“Demek ondan böylesin… Sen bana doğum gününü saatini falan söylesene. Bir de ben bakayım.”
İşte istediğim cevaba adım adım yaklaşıyordum. Ve en büyük adımım buydu. İşe yaramazsa annesine sormaktan başka bir yolum kalmıyordu. Kesinlikle işe yaramalıydı.
“Neden? İnanmadın mı bana?” dedi sesinin tonundan muziplik akarken.
Eyvah! İşe yaramıyordu. Cevaba bu kadar yakınken kendimi çok çok uzakta hissediyordum. Lütfen söyle sevgilim, lütfen…
“İnandım ama merak ettim, diğer gezegenlerin nerelerde falan diye… Söylemeyecek misin?” Sesimi duygu sömürüsü tonunu vermeye çalışmıştım. Zerre sevmesem de arada işe yarıyordu bu ses tonu.
“11 Eylül de öğleden sonra 3 buçukta doğmuşum.”
“Tamam yarın bakacağım not aldım.” Dedim büyük bir sevinçle.
Öyle mutluydum ki amacıma ulaşmış ve doğum gününü öğrenmiştim. Doğum gününe tam bir hafta vardı. Okullar iki hafta sonra açılacaktı. Yani yeterince zamanımız vardı ve bu benim en sevdiğim şeydi.
“Başka sormak istediğin bir şey var mı Kızıl Gezegenim?”
“Var tabii… En sevdiğin kitap?”
“İki tane var. Biri Michael Ende’nin kitabı; Momo. Diğeri de Jane Austen’ın Gurur ve Önyargı. Bu kitabın filmi de çok güzel.”
“İki kitap da çok güzel. Benim de en sevdiğim kitap Momo biliyor musun? Gurur ve Önyargı’yı da yakın zamanda okudum. O da çok güzel.”
“Biliyorum… Öyle gerçekten. Bir gün birlikte de okumalıyız Gurur ve Önyargı’yı. Filmini de izlemeliyiz… Birlikte…”
“Oluuur…” dedim yastığıma biraz daha sokulurken. İkimiz de sessizleştik. Telefonu kapatmak istemiyordum. Onunla konuşmaya devam etmek istiyordum. Daha doğrusu onu dinlemek istiyordum.
“Iraz… Bana masal anlatsana.”
“Masal mı?”
“Evet masal. Uykum geldi ama kapatmak istemiyorum telefonu.”
“Şöyle yapalım mı o zaman. Ben kapatayım, sonra seni görüntülü arayayım. Sen de kulaklığını tak, telefonunu komodine yasla ve anlatacağım masalı öyle dinle olur mu?”
“Olur.” Dedim gözlerimi zar zor açarak. Telefon kapandığında kilit ekranımda beliren saate baktım. 01.03… Yarım saattir konuşuyor olsak Iraz çok da geç bir saatte beni aramamış. Bizim hep konuştuğumuz saatlerdi bu saatler. Özellikle de ben evde olduğumda bu kadar erken saatte uyumazdım. Ama bugün gözlerimi bile açamıyordum. Ben düşüncelerimle kendimi yargılayıp duruşmamı karara bağlıyordum ki Iraz aradı. Kulaklığımı takıp açtım.
“Geç aradın.” Dedim dudak bükerek. Bir yandan da telefonu komodine doğru açıyla yaslamaya çalışıyordum.
“Üstüme t-shirt giydim.” Dedi muzip bir gülüşle. “Ellerini değil yüzünü izlemek istedim.” diye ekleme yaptı cümlesine. Evet ben uyuyacaktım değil mi? Peki duyduğum cümleler karşısında hızla kaçan uykum ya aynı hızla geri gelmezse?
“Ne anlatacaksın bana?” dedim uyku yastığıma sarılırken. Beni izleyen sevgilimin gözlerindeki o enerjik halinin hasrete ve huzura evrildiğini fark ettim. Tebessüm ettim. Anında hafifçe başını yana yatırıp bir elini çenesine götürdü ve parmaklarıyla dudağının kenarını kaşıdı.
“Dinle bakalım. İlk kez sana anlatacağım bu masalı.” Yüzümdeki tebessüm büyürken bakışlarımı bir anlık Iraz’dan kaçırmıştım. Sanki sahiden yanımdaydı. Sanki yastığımı onunla paylaşıyordum. Sanki uzansam dokunacaktım gamzesine. Sanki uzansa okşayacaktı saçlarımı…
“Bir varmış… Hep varmış… “
“Hep mi varmış?” dedim şaşkınlıkla gülerken.
“Evet hep varmış.” Dedi sesini inceltip taklidimi yaparken, gözleri gülümsemesiyle kısılmıştı.
“Bir varmış, hep varmış… Kendisinin kim olduğunu bile bilmediği yaşlarda kendini nasıl anlatacağını, insanlarla nasıl konuşacağını bilmeyen, kendi halinde bir çocuk varmış. Günlerden bir gün sokaklarda gezerken yere düşmüş küçük bir çocuğun yarasını temizleyen, etrafına ışıklar saçan bir prensesle karşılaşmış. Prensesin ışığı o kadar parlakmış ki bizim kendini bile tanımayan çocuğun gözleri adeta kör olmuş… Prensesin bastığı kaldırım taşlarının rengi değişiyor, elinin değdiği eşyalar ise hayat buluyormuş. Gökyüzü; prenses güldüğü zaman gülüyor, ağladığı zaman ağlıyormuş. Kendini tanımayan bu çocuğun kalbine prensesi her gördüğünde rengarenk kelebekler konuyormuş. Zaman geçtikçe o kadar çok kelebek birikmiş ki kalbinde, yeni gelen kelebeklerin konacağı yer kalmamış…” sessizleşip tebessüm etti. Bakışları içimdeki huzuru arttırırken kalbim hızla çarpmaya başlamıştı.
“Bir gün iskelede prensesi kitap okurken görmüş kendini tanımayan çocuk. Prensesin yanına gitmiş korkarak. Prensesin onu yanından kovmasından korkmuş ama yine de gitmiş yanına. Kendince ‘Ben kendimi bile tanımazken onu tanıyıp anlayabiliyorum. Bir sonraki adımının ne olacağını, karşısındaki insana ne söyleyeceğini tahmin edebiliyorum. Prensesin de bunu bilmesi gerek. Onu konuşmasa da anlayan, bastığı yerlerin renginin değiştiğini gören; onu her gördüğünde kalbine onlarca kelebek konan ve ışığından gözleri kör olmuş birisinin var olduğunu bilmeli. Hem belki kim olduğumu bulmama yardımcı da olur.’ demiş. İskelede oturup kitabını okuyan prensesin biraz uzağına oturmuş kendini tanımayan çocuk. Prenses başını kaldırıp gülümsemiş çocuğa. Çocuk cebindeki paketli kurabiyelerden birisini prensese uzatmış…”
Gözlerim daha fazla dayanamayıp kapanırken gülümsedim. Yastığıma biraz daha sıkı sarıldım. Saçlarımın birazı yüzüme düşmüştü ama onları düzeltecek gücü kendimde bulamıyordum. Uykuya dalmamın en güzel evresinde benim için dünyanın en güzel sesinden en güzel masalı dinliyordum.

***

Bölümlerle ilgili duyurular ve kitap hakkında daha fazla bilgi, etkinlik ve yaptığım editlerle karakterlerin ruhunu anlamak ve yaşamak için beni instagramdan takip etmeyi unutmayın.

>> Instagram – tugbaycaltindas <<

Loading...
0%