@vaengy
|
Bölümün Şarkısı: Sezen Aksu - Firuze 14 Haziran 1994 / İstanbul Gökyüzü, gri tonlarının dans ettiği geniş bir tuval gibiydi. Bulutlar; ağır ve alçak, yeryüzüne sarkmış, sanki her an çökebilecekmiş gibi gökyüzünü kaplamıştı. Güneş, bu kasvetli örtünün ardında gizlenmiş, ışıklarını dünyaya göndermekte isteksizdi. Havanın ağırlığı, insanın ruhuna işleyen bir melankoli yayarak her adımda daha da belirginleşiyordu. Kenan abisi Levent ile birlikte annesinin ısmarladığı halıları almak üzere, biriciği Honda Civic'iyle, sanki geçmişin ağır yüklerini sırtında taşıyan bir kağnı gibi yola koyulmuştu. Araba kısık motor sesiyle şehirde ilerliyordu. Gündüzün puslu ışıkları altında, şehrin köhne binaları ve tarihi yapıları, zamanın izlerini birer gölge gibi ruhunun derinliklerine yansıtıyordu. Tarif edilen adrese vardığında, Kenan zarif bir hareketle arabasından inip, kapının önündeki iskemlede oturmuş, elindeki gazeteye dalmış orta yaşlı adama doğru ağır adımlarla ilerledi. "Hayırlı işler amca." dedi. Sesi vakur ve saygılıydı. Gelen bu samimi selamla kafasını kaldıran adam, önündeki cüsseli genci süzdü ve elindeki gazeteyi yavaşça kenara bıraktı. "Sağ olasın evladım." dedi gözlerinde bir merak ışığı belirerek. "Buyur, bir şey mi istemiştin?" O sıra arabadan inip Kenan'ın yanına doğru ilerleyen Levent, kardeşi yerine sözü aldı. "Amca annem halı ısmarlamış buradan. Aylin Mertoğlu. İki büyük, üç küçük halı varmış onları almaya geldik." Birkaç gün önce gelen kadını hatırlayan adamın yüzünde tanıdık bir ifade belirdi. Onaylayan bir nidayla dizlerinden destek alarak iskemlesinden kalktı, dükkana doğru adımlarını attı.İçeri girip sağ köşede biriken paketlenmiş halıların arasından, üstünde Aylin Mertoğlu yazılı olanları dikkatle seçti ve genç delikanlılara doğru uzattı. Uzatılan halıları dikkatlice omuzlarına yükleyen delikanlılar, ağır adımlarla dükkandan ayrılmaya koyuldu. Kenan'ın peşi sıra ilerlemeye çalışan Levent, yaşlı adama bir kez daha dönüp seslendi. "Kolay gelsin amca, iyi akşamlar," diye nazikçe veda etti. Levent'in sözlerini duyan yaşlı adam, defterine teslim edilen halıları özenle kaydederken, başını hafifçe eğip onayladı. Arabaya yasladıkları halılardan küçük olanları dikkatle bagaja yerleştirip, büyük olanları dar arka koltuğa sığdırmak için uğraştılar. Tek kapılı arabanın sınırlı alanında, halıları yerleştirirken zorlandılar ama sonunda her şeyi sığdırmayı başardılar. Yerlerine geçip yola koyulduklarında, akşamın alacakaranlığına karşı bir zafer kazanmış gibi hissettiler. Evin kapısına vardıklarında, kenara bıraktıkları halılar içeri taşınırken, ev telefonu tiz bir şekilde çalmaya başladı. Evin en küçük çocuğu Hilal, telefonun çaldığını duyduğunda, bunun arkadaşı Oya'dan gelen bir arama olduğunu düşünüp heyecanla koştu. Günün bu saatlerinde, iki dost telefon hattının iki ucunda dedikodu yapar, gençliğin coşkusunu paylaşırdı. Ancak, ahizenin diğer ucundaki ses Oya'ya ait değildi, yabancı bir erkek sesi telefonun telleri boyunca yankılanıyordu. Bu sesin sahibi Kenan abisinin arkadaşı Uğur abiydi ve Hilal kısa bir konuşmadan sonra, yeni içeri girmiş olan abisine seslendi. "Kenan abi telefon sana, Uğur abi arıyor." Telefondaki kişiye kısa bir veda edip ahizeyi kenara koyduktan sonra annesinin yanına, mutfağa doğru yöneldi. Kenan, telefonu eline alıp yüzündeki ciddi ifadeyle karşı tarafı dinlemeye başladı. Konuşurken kaşlarını hafifçe çatıyor, gözlerinde beliren dikkatli bakışlarla sanki sözcükleri tartıyordu. Bir an için durup derin bir nefes aldı ve telefonun ahizesini yerine bırakarak kapattı. Elindeki telefonu masaya bırakırken, omuzları hafifçe rahatlamış gibi göründü. "Ben dışarı çıkıyorum abi, bizim çocuklarla buluşup Fener'in maçını izlemeye gideceğiz. Orada hep birlikte yemek yeriz, sonra dönerim. Evdekilere de haber ver, merak etmesinler beni. Hatta anneme özellikle söyle, telaşlanmasın." Koltuğa yaslanmış, yorgunluktan adeta erimiş bir halde kafasını koltuk sapına bırakmış olan Levent, gözlerini açmadan, sadece başıyla hafif bir onaylama hareketi yaptı. Cevabı, kardeşine olan güvenin ve alışkanlığın bir işaretiydi. Kenan, kapıdan dışarı çıkmak üzere ayakkabılarının bağcıklarını dikkatle düzeltti. Gözleri, evin içinde son bir kez bakarak, eski duvarların yüzeyindeki çatlakları, pencerelerin arasındaki hafif ışıltıyı inceledi. Evin içindeki huzur, her köşede gizlenmiş eski anıların bir yansıması gibi ona gülümsüyordu. Kısa bir an için, evin kapalı pencerelerinden sızan zayıf ışık huzmeleri, akşamın puslu ışığında birer yıldız gibi parlıyordu. Bu ışıklar, Kenan'a evin sıcaklığını ve güvenliğini hatırlatıyor gibiydi, ama o bu hatıralara dair bir veda duygusu taşımıyordu. Sadece içsel bir hissiyatla, bu anın bir dönüm noktası olduğunu sezmişti. Korku veya endişe, bu hislerin yanında gölgelerde kalmış gibiydi. Kapı eşiğinde durdu ve derin bir nefes aldı. Akşamın hafif serinliği, yüzüne vururken, gökyüzündeki gri bulutlar evin çevresinde bir yumuşak örtü gibi yayılıyordu. Kenan, bu serinliği bir yudum taptaze hava gibi soluyarak, geceye doğru adımlarını hızlandırmadan attı. Her adımı, geçmişin karanlık yollarında bir iz bırakma çabası gibiydi. Levent bilseydi kardeşini son görüşü olduğunu, o anın değerini bilmez miydi? Gözlerini açmamazlık eder miydi hiç? Belki de, kaderin ince dokunuşlarıyla şekillenen bu an, Kenan'ın gidişine tanıklık eden bir sahne olarak zihinlerde sonsuza dek kalacaktı. 14 Haziran 1994 / Ankara Aynı saatlerde, Ankara'nın kalabalık bir pastanesinde, zamanın sıradan akışının içinde yeni bir öykünün kapıları aralanıyordu. Pastanenin içi, eski bir dönemden fısıldayan tatlı bir nostaljiyle doluydu; ahşap sandalyeler ve yuvarlak masalar, eski zamanların sıcak atmosferini sunuyordu. Bu eski pastanenin köşesinde, üniversite kulüplerinin haftalık buluşması için bir araya gelen kalabalık bir grup vardı. İşte bu karışık ortamda, iki yeni yüz birbirini ilk kez görüyordu: Nilüfer ve Behçet. Nilüfer, zarif bir şekilde yerleşmişti köşedeki bir masaya, hafifçe dalgalanan açık kumral saçları ve bal rengi gözlerinin derinliklerinde bir parıltıyla çevresine dikkatlice bakıyordu. Yüzündeki nazlı gülümseme, bir yazarın yıllardır yazdığı romantik bir hikayenin ilk sayfasındaki umut dolu bir ifade gibiydi. Gözleri, mekânın içindeki her detayı keşfetmeye çalışırken, içindeki heyecanı da saklamaya çalışıyordu. Behçet, pastanenin kapısından içeri adım attığında, karanlıkta parlayan bir yıldız gibi göz alıcı bir etkisi vardı. Üzerindeki deri bomber ceket, modern ve salaş bir duruş sergiliyordu. Gözleri, mekânın karanlık köşelerinden bir ışık huzmesi gibi fırlayarak Nilüfer'i fark etti. Göz göze geldiklerinde, aralarındaki mesafe sadece fiziksel değil, kaderin ince iplikleriyle örülmüş bir çekim halini almıştı. Behçet'in bakışları, Nilüfer'in gözlerinde kendine ait bir yansıma bulmuş gibi görünüyordu. İkisi de, karşılarındaki bu yeni yüzün ardında bir anlam arayan meraklı bakışlarla birbirlerini inceliyordu. Aralarındaki sessiz iletişim, görünmeyen bir köprünün her iki yakasında oluşturulan ilk temas gibiydi. İçsel bir heyecan, her ikisinin de kalbinde kıpırdanan minik bir ateş gibi yanıyordu. Bu yeni tanışıklığın başlangıç notalarında, heyecanlı bir umut ve keşfetme isteği vardı. Nilüfer ve Behçet, göz göze geldiklerinde içlerini kaplayan bu büyülü atmosferin, sadece bir başlangıç olduğunu, belki de zamanla daha büyük bir şeyin filizlenebileceğini hissedebiliyorlardı. •••••• Merhaba, İlk kitabımla karşınızdayım! Mutlaka acemiliğim ve yanlışlarım vardır lütfen beni bilgilendirmekten çekinmeyin. Bu giriş bölümünde Kenan'ın son gününü biraz sizlere göstermiş oldum... Tabii şu an olayları ince detaylarıyla birlikte bilmiyoruz fakat onu da zamanla öğreneceğiz. Ve artık kaderin cilvesi mi dersiniz başka bir şey mi dersiniz bilemiyorum ama Nilüfer ve Behçet, Nihan'ın ebeveynleri ve Kenan'ın öldüğü gün tanışıyorlar.... Zaman ayırıp okuduğunuz için çok teşekkür ederim. |
0% |