Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17.Bölüm

@yazarperest

Bkz.Medreseli 17.Bolum

Böge

Akşam olmuş, günün yorgunluğu çökmüşken hala sabahki o olayı düşünmeden edemiyorduk. Cumhurbaşkanı’nı hastanede ziyaret ettiğimizde yaşananlar, zihnimizde taze bir yara gibi duruyordu. Hastanenin steril kokusu, soğuk duvarları ve camlardan içeri süzülen donuk gün ışığı, sabahki gergin anları daha da etkileyici kılmıştı. Ancak o anın ağırlığı, sadece mekanla sınırlı kalmamış, ruhumuza işlemişti.

 

Dolunay, o an bir anıt gibi donup kalmıştı. Gözlerindeki öfke, bir şelale gibi çağlayan kırgınlıkla birleşiyordu. Dudakları bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyordu, ama kelimeler çıkmıyordu. Mei Ling Hatun ise, yüzündeki sorgulanamaz kararlılıkla ona bakmaya devam ediyordu. Sanki o an sadece onlar vardı; etraftaki diğer insanlar, Cumhurbaşkanı’nın bile varlığı silinmiş gibiydi. Sessizlik o kadar derindi ki dışarıdaki ağaçların rüzgârla hışırdaması bile duyuluyordu.

 

Saatler geçmişti, ancak olayın ağırlığı hala üzerimizdeydi. Öksüz, akşam karanlığında düşünceli gözlerle bana dönerek konuştu:

“Komutanım, Mei Ling Hatun gittiğinden beri Astsubayım hiç iyi görünmüyor.”

Haklıydı. Dolunay, sabahki olaydan beri adeta kendi gölgesine dönmüştü. Bunu görmemek imkânsızdı. Ama daha derine inip, o duygusal dalgalanmanın kaynağını çözmek kolay değildi.

 

Sakuru, bu olayın hemen ardından adeta zincirlerinden kurtulmaya hazır bir kaplan gibiydi. Zor zapt etmiştim. Eğer onu serbest bıraksaydım, askerliğini yakmayı göze alarak Mei Ling Hatun’a meydan okuyabilirdi. Ama orada bulunma sebebimiz belliydi: Devketin izniyle Cumhurbaşkanı’nı ziyaret etmek. Aksi mümkün bile değildi.

 

Dolunay’ın gözlerindeki o titreşim, sanki peçeyle birlikte ruhunun da bir parçasının koparılıp alınmış olduğunu hissettiriyordu. Akşamın sessizliğinde bile Dolunay’ın derin nefes alıp verişi yankılanıyordu. Bu sadece bir olay değil, her birimize kazınan bir ders olmuştu. Ve o ders, gecenin sessizliğinde içimize işliyordu.

Hava kararmış, gece rüzgârının hafif uğultusu karargâhın duvarlarında yankılanıyordu. Odadaki sarı ışık lambanın altına yayılarak herkesi donuk bir huzura bürümüş gibiydi. Ancak Dikişsiz’in kahkahası, o huzuru bir çırpıda parçaladı.

 

“Yalnız ben hala şoktayım, Cumhurbaşkanı Mei Ling Hatun’a karargâhı temizletmesine!” dedi, sanki söylediklerini kendi bile inanamıyormuş gibi. Gözleri parlıyor, kahkahasının arasından eşek kadar sırıtıyordu. Onun bu abartılı tepkisine, istemsizce ben de hafifçe gülümsemek zorunda kaldım. Haklıydı. O kadarını kimse beklemiyordu.

 

Dikişsiz’in gevşek ama samimi tavrı her zamanki gibi ortama biraz neşe katmıştı, ancak bu sözlerin ardındaki anlam daha derindi. Hepimiz biliyorduk ki cumhurbaşkanı, o kararı sadece birine haddini bildirmek için vermemişti. Bu, herkesin duyacağı bir mesajdı:

 

“Mesleğiniz, rütbeniz ya da kimliğiniz ne olursa olsun, burada herkes eşittir. Hatalı olan cezasını çeker. Kim olduğunuz değil, ne yaptığınız önemlidir. Haklı haklıdır, haksız haksızdır.”

 

Karargâhın sessizliği bu sözlerle bozulmuş, odadaki herkesin bakışlarında aynı düşüncenin yankısı belirginleşmişti. Dikişsiz bir yandan hala sırıtırken, yüzündeki şaşkınlığı saklayamıyordu. Kahkahası, bu cümlelerin ağırlığını hafifletir gibi görünse de aslında ne kadar etkilenmiş olduğunu gizleyemiyordu.

 

Ben ise ona bakarken içimde aynı şaşkınlığı hissediyordum. Genç Han’ın bu cesur kararını düşünürken, o anların zihnimde canlandığını fark ettim. Mei Ling Hatun’un gururunu bir kenara koyarak, karargâhın koridorlarını temizlediği o sahne... Elindeki bezin, o kadar güçlü bir kişiliği ne kadar da sıradanlaştırdığını görmek garip bir ironi yaratıyordu. Ama bu, aynı zamanda adaletin gücünün bir kanıtıydı.

 

Olayın ağırlığı hala üzerimizdeydi. Herkes sessizce Genç Han’ın söylediklerini düşünürken, Dikişsiz’in sırıtışı bir süre daha odada kaldı. Ancak hepimiz o sırıtışın altında, bu mesajın ağırlığını taşımaya başladığımızın farkındaydık. Genç Han, basit bir kararla, hepimizi hem şaşırtmış hem de düşündürmüştü.

Gece karargâhta, toplantı odasına dağılmış haldeydik. Odadaki lamba soluk bir ışık yayıyor, dışarıdan gelen rüzgârın sesi içeride garip bir huzur yaratıyordu. Herkesin üzerinde o gün yaşanan olayların yorgunluğu vardı, ama Balyoz’un sakin ama alaycı sesi bu sessizliği bir anda bozdu.

 

“Yalnız favorim Ömür Hatun’un çekirdek çitleyip atma sahnesiydi,” dedi, dudaklarını düz tutmaya çalışarak. Ancak sesindeki hafif titreme onun gülümsemesini saklayamadığını ele veriyordu. Her zamanki gibi, Balyoz kendini ciddiye almayı hiç beceremezdi.

 

Balyoz, timin neşe kaynağıydı. Kimse o konuştuğunda gülmeden duramazdı. Her zaman laf sokmaktan ya da olayların absürt yönlerini vurgulamaktan çekinmezdi. Öyle biriydi ki, insanları neşelendirmek için yaratılmış gibi duruyordu. Bazen o kadar eğlenceli olurdu ki, “Keşke kız olarak doğsaymış,” dediğimiz olurdu, çünkü o haliyle bile şenlik gibiydi.

 

Sakur ise Balyoz’un neşeli yorumuna katılmaktan ziyade daha ciddi bir şey söyledi. Sandalyeye arkasına yaslanmış, yüzündeki sert ifadeyi bozmadan konuştu:

“Yalnız ceza alacağını bilmesine rağmen yapması beni şaşırttı,” dedi. Sesi sakinleşmiş gibiydi. Sabahki gerilimden eser yoktu.

 

Ardından, bizi susturmak istercesine elini kaldırdı ve ekledi:

“Siz söylemeden söyleyeyim, iyiyim.”

 

Sakur, o an sakin görünse de yüzündeki belli belirsiz sertlik, olayların etkisinden tamamen çıkamadığını gösteriyordu. Onun bu hali, zor zamanlarda daima soğukkanlı kalmaya çalışan birini andırıyordu. Ama içinde kopan fırtınayı, sadece yakın olanlar hissedebilirdi.

 

Odada herkes bir süre sessiz kaldı, Balyoz’un alaycı yorumlarıyla Sakur’un ciddi tavrı arasındaki dengeyi düşünüyordu. Balyoz’un neşesi ortamı hafifletmiş, Sakur’un sözleri ise yeniden o günkü olayların ağırlığını hatırlatmıştı. Rüzgâr, pencereyi hafifçe titretiyor, odadaki bu anı daha da anlamlı kılıyordu. Dışarıda gece ilerlerken, içeride her birimiz farklı düşüncelerle baş başa kalmıştık.

"Emin misin iyi olduğuna, Sakur?" diye sordum, sesim istemsizce endişeli çıkmıştı. Hem askerim hem de çocukluğumdan beri sevdiğim kızdı. Onu herkesten iyi tanıyordum. Sert durmaya çalışsa da içindeki fırtınaları saklayamıyordu.

 

Sakur, gözlerini bana çevirdi. Yüzünde alışıldık bir soğukkanlılık vardı, ama gözlerinde derin bir kırgınlık seziliyordu.

"İyiyim," dedi, sesi sakin ama bir o kadar da sertti. Ardından ekledi: "Namusum çiğnense de bir şey yapamamak dışında."

 

Bu sözler, odadaki havayı bir anda ağırlaştırdı. Sakur, içinde sakladığı öfkeyi kelimelerine işlemişti. Özel alanının çiğnenmesi onu derinden yaralamıştı; bunu anlayabiliyordum. Sakur her zaman güçlü biriydi, ama o an yaşadığı şey gururunu incitmiş, onu çaresiz hissettirmişti.

 

Düşüncelerim, Doğu Türkistan’daki zulümlere kaydı. Oradaki insanların yaşadıkları aklıma geldiğinde, Sakur’un öfkesini anlamak daha da kolay oluyordu. O zulmü yapanlardan insanlık beklemek en büyük hataydı elbette. Ama Sakur’un bu kadar incinmiş olması, bana kendimi suçlu hissettirdi. Onun bu hale gelmesini izlemek, içimde derin bir burukluk yaratıyordu.

 

Biz bu timi kurarken kolay yollardan geçmemiştik. Genç Han’ın gözetiminde sıkı bir seçime tabi tutulmuştuk; zorlu eğitimler, ağır sorumluluklar ve birbirimize olan güvenle buraya gelmiştik. Her birimiz burada olmayı, tırnaklarımızla kazıyarak hak etmiştik. Ama tüm bu güçlü geçmişimize rağmen, Sakur’un bu şekilde yaralanmasına engel olamamıştım.

 

Odada kısa bir sessizlik oldu. Herkes Sakur’un sözlerini sindirmeye çalışırken, ben ona nasıl yardımcı olabileceğimi düşünüyordum. Karargâhın karanlık köşeleri, o anki ağırlığımızı sanki daha da belirginleştiriyordu. Gece ilerliyordu, ama içimde bir şeylerin hala çözülmediğini hissediyordum.

"Orda olmaya hakkımız vardı Böge, biz o hastaneye Cumhurbaşkanını ziyaret etmek için gelmiştik. Üstelik devlet bize bu hakkı verirken, bize yapılan muamele akıl karı değildi."

Sakur yumruklarını sıkmıştı, anlaşılan Mei Ling Hatun'la Sakur arasında soğuk savaş başlıyordu. İki tarafta baskın karakterlere sahip, ikisi de dişliydiler. Hangi tarafın kazanacağını zaman gösterecekti.

Hastane koridorlarının soğuk beyazlığı hala zihnimizde tazeydi. Sessizliğin bozulduğu o anlar, gece karargâhta da konuşmalarımıza yansıyordu. Sakur, odanın bir köşesinde ayakta duruyor, yumruklarını sıkarak yüzünde ciddi bir ifade taşıyordu. Gözlerindeki kararlılık ve dudaklarının ince bir çizgiye dönüşmesi, içindeki öfkeyi ele veriyordu.

 

"Orada olmaya hakkımız vardı, Böge," dedi, sesi sert ve kararlıydı. "Biz o hastaneye Cumhurbaşkanını ziyaret etmek için gelmiştik. Üstelik devlet bize bu hakkı verirken, bize yapılan muamele akıl karı değildi."

 

Onu dinlerken, içimde ona hak vermemek mümkün değildi. Mei Ling Hatun’la Sakur arasında bir soğuk savaş başlamıştı. İki taraf da güçlü ve baskın karakterlere sahipti. Mei Ling Hatun’un sert bakışlarına karşı Sakur’un inatçı ruhu, bu savaşın kolay kolay bitmeyeceğini söylüyordu. Hangi tarafın kazanacağını yalnızca zaman gösterecekti.

 

Balyoz, bu gerginliği dağıtmak ister gibi konuştu, her zamanki alaycı tonuyla:

"Yalnız Cumhurbaşkanı resmen bütün timin önünde Mei Ling Hatun’a özür diletti. Kadının gözündeki ateşi tek ben hissetmiş olamam, değil mi?" dedi, gülerek. Onun her şeyi şakaya vurması beni bazen deli ediyordu, ama bu gece belki de buna ihtiyacımız vardı.

 

Balyoz, kızıla çalan saçları ve beyaz teniyle timin en dikkat çekici üyelerindendi. Kalıplı yapısı, gücünü ve dayanıklılığını gözler önüne seriyordu. Ancak tüm bu fiziksel özelliklerinin ötesinde, onun en belirgin özelliği neşesi ve alaycı tavırlarıydı.

 

Tam o sırada Tırpan, işaret parmağını dudaklarına götürerek “Şşt, duyar, Çin’in kulağı vardır,” dedi. Bu adamın her deyimi kendine göre uyarlayabilmesi beni her zaman şaşırtıyordu.

 

Ona dönüp alaycı bir şekilde düzelttim:

“O yerin kulağı olmasın, Tırpan?”

 

Ama Tırpan inatçı bir şekilde sırıtarak karşılık verdi:

“Yok komutanım, o yanlış olan. Doğru olan benim söylediğim.”

 

Tırpan, inatçılık konusunda bir efsaneydi. Dolunay bir numaraysa, Tırpan kesinlikle iki numaraydı. Onu ikna etmek imkansızdı, ama bu özelliği zorlu durumlarda işe yarıyordu.

 

Gece boyunca konuşmalarımız arasında, Cumhurbaşkanının yaralı haliyle tekerlekli sandalyede karargâha gelişini hatırladık. Hiç kimse bize değer vermezken, onun varlığı ve desteği farklı bir anlam taşıyordu. Hepimizi bir kez daha hatırlattı: Bizim burada olmamız bir tesadüf değil, bir hak edişti. Karanlık odada, Cumhurbaşkanının bu davranışının üzerimizde bıraktığı ağırlığı ve gururu bir kez daha hissettik.

 

Loading...
0%